Etiket arşivi: Onkolog Dr. Haluk Nurbaki

Bir Gençlik Bekliyoruz

Milletleri ayakta tutan güç imân ve sevgi ateşiyle yanan genç nesillerdir.

Her şeyini kaybetmiş ülkeler bile, bu ümitle yaşar.

Ne yazık ki toplumlar, hasretle bekledikleri yeni nesillerin, birbirini yıkan dama taşları gibi ardarda devrildiğini görmekte ve çaresizlik içinde kıvranmaktadır.

Gönüller, imânla ve onun bir meyvesi olan sevgiyle canlanır. Aksi takdirde ölür ve toplumlarını çeyrek asır gibi kısa bir sürede çökertirler.

Dünya gençliğine bakınca, milletimiz adına teselli bulmak mümkündür. Ancak yeni de Cenab-ı Hakkın bizlerden istediği sağlıklı yapıya kavuştuğumuz söylenemez. Oysa ki gençliğimiz, hem bizim hem de farkında olsun olmasın bütün dünyanın kurtuluş ümididir. Bu yüzden gözlerimiz, ahlâk, fazilet ve doğruluk gibi temel mefhumlardan tâviz vermeyen, hayatının gayesini Allah’ın dinine hizmet bilen ve başkalarının kurtulmasını, en azından kendi kurtuluşuna denk gören gençlerin üzerindedir. Aynı Asr-ı Saadette olduğu gibi

Fahr-i Kâinat Efendimiz (S.A.V.) İslâmiyet’ten önceki yıllarda dahi dürüstlüğün temsilcisi olmuş, yalana asla tenezzül etmeyen şahsiyetiyle dost ve düşman tarafından “emin” yani “güvenilir” lâkabıyla tanınmıştı. İslâmın ölüm-kalım savaşı olan Bedir’de yaşanan bir hâdise, O’nun bu özelliğini bütün âleme göstermişti. Bedir Gazvesinde sayıca kat kat fazla olan müşriklerle çarpışacak müslüman gençlere büyük ihtiyaç duyuluyor, birkaç kişi de olsa gelebilecek savaşçıların yolu gözleniyordu. O sırada on kadar müminin koşarak yaklaştığı görüldü.

Efendimiz (S.A.V.) onlara neden geciktiklerini sorunca:

—Ya Resulullah, dediler. Kureyşliler bizi yakaladılar ve bırakmak istemediler. Fakat biz savaşa değil, Medine’deki evlerimize gidiyoruz deyince salıverdiler.

Peygamberimiz (S.A.V.):

—O halde derhal evlerinize dönünüz, diye emretti. Ben bu harbi, yeryüzünde doğruluğu ve ahlâkı yerleştirmek için yapıyorum, temeline yalan koyamam.

İşte İslâmiyet, böyle sağlam esaslar üzerine kurulmuştu. Ve peygamberimizin dost ve düşmanı hayran bırakan vasıflarından bir de buydu.

Fahr-i Kâinat Efendimiz (S.A.V.) yüce dâvâsını âleme ilân etmeden önce, çevresinde gençlerden meydana gelen bir nur halkası oluşturmuştu. Öyle ki, o kahramanlar ordusunun yüzde sekseni, 10 ile 25 yaş arasındaydı. Hz. Ali, Hz. Zübeyr, Hz. Tâlha ve Hz. Saad (R.A.) gibi sahabeler, o cennet ordusuna daha çocuk yaşlarda katılmışlar ve bazıları, daha dünyada iken cennetle müjdelenmişlerdi. Hz. Cafer, Hz. Zeyd, Bilâl-i Habeşî, Abdullah bin Mesud ve Hz. Ammar (R.A.)gibi kahramanlar da, yine onların ileri gelenleri arasındaydı.

Bu gençlerden biri olan Zeyd (R.A.), Peygamber sevgisiyle güneşi dahi söndürebilecek bir aşka sahipti. O öyle bir aşktı ki, Tâifte taş yağmuruna tutulan Efendimiz’e (S.A.V.) kendisini siper ettiğinde aldığı yüzden fazla yara, ona acı yerine lezzet veriyordu.

Fahr-i Kâinat Efendimiz (S.A.V.) Kur’an nurunu insanlığa hediye ettiği ilk yıllarda, müşrikler tarafından tahammül edilmez hakaretlere maruz bırakılıyor, hor görülüyor ve hatta Taif’de olduğu gibi acımasızca taşlanıyordu. Ama etrafında pervane olan genç sahabeler, Efendimiz’e (S.A.V.) değil bir taş’ın dokunmasına, yakıcı bir güneş ışığına veya sıcak bir rüzgârın değmesine bile razı değildi. Bunlardan bir de Zeyd (R.A.) idi.

O sıralarda 22 yaşında olan bu genç sahabe, O Zât’ı (S.A.V.) muhafaza eden melâike ordusunu bile kıskanıyor ve kendisi gibi genç olan diğer sahabeler tarafından O’nun etrafında oluşturulan koruyucu etten duvarın en önünde yer alıyordu. Hz. Zeyd bu konuda o kadar çırpınıyordu ki, âdeta Efendimizin (S.A.V.) aldığı soluğu bile seçmek ve onu okşamak arzusundaydı.

Bu yüce sahabe, güneşin ortalığı âdeta kavurduğu bir günde gazve’ye hazırlanırken, Peygamberimizin alnında parıldayan ter damlacıklarını gördü. Her bir damla, Zeyd’in kalbine bir hançer gibi saplanmıştı. Dayanamadı, başını öfkeyle yukarı kaldırarak güneşe çevirdi ve hiç kımıldamadan ona bakmaya başladı.

Fahr-i Kâinat Efendimiz (S.A.V.) bütün âlemleri kuşatan nuraniyetiyle birşeyler olduğunu hissetmişti. Hemen Zeyd’e döndü ve kolunu tutarak:

—Zeyd, dedi. Ne yapıyorsun? Güneş’i söndüreceksin…

Zeyd, bakışlarını yere çevirdi. Ve peygamberler peygamberin­den yansıyan bir nur, güneşi ona muhatap etti. Güneş:

—Ya Zeyd, diyordu. Ben Efendimizi (S.A.V.) incitmek ister miyim hiç? Sadece O’na daha yakın olmayı arzu etmiştim.

İmân ve sevgi sırrındaki bu akılalmaz hikmet, Mekke sokaklarından bir sevda bestesi gibi bütün âlemlere yansıdı ve O’nu sevenlerin gönlüne ulaştı.

Zeyd’den bütün gençlere bir mesajdı bu.

Ve “Onu benim gibi sevmelisiniz” diyordu.

Hz. Tâlha (R.A.) da, Uhud’da Efendimize (S.A.V.) bir ok atıldığını görmüş ve kendi vücudunu ona perde yapınca, eline saplanan okla çolak kalmıştı. Cennetle müjdelenen bu mübarek insan, çolak eline baktıkça elem değil, büyük bir mutluluk duyardı.

Yine o gençlerden biri olan Hz. Ammar (R.A.), anne ve babasını öldüren kâtillere, kendisinden daha fazla su ayıracak kadar Peygamber emrine itaatkârdı. Bedir Harbinde alınan esirlere kumandan tayin edilince, Efendimiz (S.A.V.):

—Esirlere şefkatle muamele edin, yediğiniz lokma kadar lokma yedirin, içtiğiniz su kadar su içirin, buyurmuştu.

Hz. Ammar (R.A.) der ki:

—Ben o gün, fazla suyumuz olmadığı için 12 yudum su içmiştim. Ama belki yanlış saymışımdır diye anne ve babamın kâtillerine 13′er yudum su içirdim.

O nur halkasının siyah incilerinden biri de Bilâl-i Habeşi (R.A.) idi. Bu yüce insan, 70 dereceye varan kavurucu güneş altında müşrikler tarafından göğsüne konan birkaç yüz kiloluk taşın ağırlığıyla ezilirken. Allah ve Peygamberine olan imanını haykıracak kadar korkusuzdu.

“Allah’ın Aslanı” lâkabıyla şöhret bulan ve düşmanlarını tir tir titreten Hz. Ali (R.A.) Efendimiz ise, o muhteşem görünüşünün gerisinde akıl almaz bir merhamet ve incelik sırrı taşıyordu. Bir ağacın gölgesi altında dinlenirken, gizlice sokulan bir bedevî’ni kedisine kılıçla vurmak üzere olduğunu görünce, ona sadece bir baktı. Bedevi’nin kılıcı elinden düşmüştü.

Bu hareketinin sebebini açıklarken:

—Bir kabile reisinin kızına âşık oldum, diye konuştu. Fakat o reis, seni öldürmeden kızını bana vermeyeceğini söylüyor.

Hz. Ali (R.A.) Efendimiz, bedevîye bir hamlede parçalayabilirdi. Ama onun bir kıza verdiği kalbini İslâm ve Allah sevgisiyle dolduracak kadar esrarlı bir tavırla:

—Kılıcını yerden al ve boynumu vur, dedi. Benim başım, iki gönül arasına girmesin.

Hz. Ali (R.A.) Efendimiz de böyle bir kahramandı. Cesaretiyle bir avuç müslümanı Habeşistan’a götüren ve sahip olduğu ilimle Habeş Meliki Necaşî’nin gönlünü fetheden Hz. Cafer (R.A.) ise, henüz yirmi yaşındaydı.

Peki ya gencecik kızlar ve kadınlar?

İslâmın ilk şehidi olan Hz. Sümeyye, hanımların mazhar olacağı bir şerefi çok öncelerden müjdelemiş ve bu İlâhî fermanı tertemiz kanıyla imzalamıştı.

O mübarek şehidin arkasından giden Hz. Âişe’ler, Fâtıma’lar, Rumeysa’lar, Esmâ’lar, Hz. Nesibe ve Habîbe’ler, İslâm nurunu bütün âleme yayan kadın kahramanlar olarak gönülden gönüle yansıdılar.

Hz. Âişe vâlidemiz, gelmiş geçmiş en büyük hukuk âlimi olarak bütün kadınlık âlemini şereflendirdi.

Çocuk yaştaki genç kızlar ise, her türlü sıkıntı ve işkenceye karşı Peygamber sevgisiyle göğüs gererek inanılmaz destanlar yazdı.

Hz. Rumeysa, çok zengin ve reddedilmeyecek kadar güzel bir delikanlının evlenme teklifini, o adam müslüman olmadığı için reddedip evlilik konusunda kendi emsallerine bir numune teşkil ederken, Hz. Nesibe de, Uhud’da kendisini Efendimize (S.A.V.) siper edip iki müşrikle yalınkılıç dövüşerek akıl almaz bir cesaret örneği sergiledi.

Hz. Habibe ise, daha körpecik bir kızken, kâfirlere boyun eğmediği için gözlerine mil çekilerek kör edildi. O sırada bir cariye olan Hz. Habibe, Ebubekir (R.A.) Efendimizin yardımıyla esaretten kurtulduktan sonra, beş yıllık sözlüsünün evlenme teklifine karşı:

—Fahr-i Kâinat (S.A.V ) Efendimiz Mekke sokaklarında çile çekerken, ben evlilik gibi bir dünya zevkini düşünemem, diyebilecek kadar asil bir ruha sahipti.

Efendimiz (S.A.V.) Mekke fethinde kendini karşılayan binlerce insan arasında elinde asâsıyla dolaşan Habibe’yi görünce:

—Habibe, evlâdım, deyiverdi.

Bu, öyle dayanılmaz bir manzara ve öyle hüzünlü bir hitaptı ki, Mekke ufuklarından bütün kâinata yansıdı ve Rahmet-i İlâhiyye, o sevinçli günde Habibe’nin üzülmesine razı olmadı.

Hz. Habibe’nin kızgın demirle oyulan gözleri, bir anda açılıverdi. Ve bu hâdise, Efendimizin (S.A.V.) sayıları binlerle ifade edilen mucizelere denizine bir damla olarak ilâve edildi.

Şimdi Âhir zamandayız.

Ve günümüzün genç Habibe’lerinin gözleri de, Allah ve Peygamber sevgisiyle açılmış bulunuyor.

Ayşe’ler, Esmâ’lar, Fatma’lar ve Rumeysa’lar câhiliye devrinden de dehşetli olan şu zamanda, yine kahramanlık destanları yazmaya başlıyorlar.

Birçoğunun anne ve babası İslâmiyet’ten habersiz olan binlerce Bilâl, Tâlha ve Abdullah ise, İslâmı kendine has incelikleriyle yaşarken, aynı Asr-ı Saadette olduğu gibi, anne ve babalarını şefkatle kucaklayıp küfür bataklığından kurtarıyorlar.

Bizlere bu günleri gösteren Rabbimize şükrediyoruz.

Alparslan’ın 60 bin kişilik ordusu da böyle gençlerdenı kurulmuştu. O kahramanlar, yıkılmaz sanılan Bizans zırhını bir daha tamir edilemeyecek derecede parçaladı. Ufacık bir beylikten doğan muhteşem Osmanlı ise, aynı ruhla hareket ederek ülkelerle birlikte gönülleri de fethetti.

Ya Sultan Fatih?

O zaten sizler gibi gençti. Allah ve Peygamber sevgisinin 20 yaşındaki bir delikanlıdaki tecellisini, bir çağın altına attığı imza ve hisarlara nakşettiği Peygamber mührüyle ispatladı.

İste görmek istediğimiz nesil budur.

Ve şu anda bu satırları okumakta olan binlerce genç, hasretle beklediğimiz o nur neslinin öncüleridir. “SURDA BİR GEDİK AÇTIK, MUKADDES Mİ MUKADDES EY KAHPE RÜZGÂR, ARTIK NE YANDAN ESERSEN ES!” O muhteşem neslin her bir ferdini kucaklayarak tebrik ediyor ve alınlarından öpüyorum.

 Onkolog Dr. Haluk Nurbaki (İmanla Gelen İlim)

nurbakimektebi.com

Yanlışı Yaşamak

Mekke’nin fethinden yani kâfirlerin mutlak yenilgi ve tasfiyesinden sonra Ebû Süfyan’ın evinde ilginç bir ko­nuşma oldu…

O çağın küfrünün lideri durumunda iken Mekke’nin fethinden yarım gün önce Müslümanlığı kabul eden Ebû Süfyan ve eşi arasında geçen bu konuşma çok ilginçtir. Hind, kendisinin hiç beklemediği bu yenilgi karşısında panik içindeydi. Öyle ya o çağın en akıllıları, kendileri olduklarını sanıyorlardı. Paraları, çevre kabilelerden pek çok müttefikleri vardı. O halde neden yenilmişlerdi? Bu soruyu Ebû Süfyan’a sordu ve cevabını aldı:

Yanlış yaşıyorduk, anlamsız gururumuz bizim gerçekleri görmemizi engelledi…

Evet yanlış yaşamak her çağda mutlak yıkılışın ve yenilginin kaçınılmaz sonucudur. Yanlış yaşayanlara bir kez daha sesleniyorum: Çıkmaz sokaktasınız, dağılıp perişan olmaya mahkûmsunuz.

Bu milletin 70 yıldan öncesi yokmuş, yaşanmamış gibi onu yanlış eğitimle ve yanlış düzenle, sonuçta içkide dünya üçüncüsü yapmak, çarpıklığınızı düzeltmeye yetmez! Neden mi? Çünkü yeni kuşak bilinçli bir şekilde içkiye karşı ve daha da karşı olacak. Ne yazık ki Osmanlı’nın son çağında içki alışkanlığı hızla yayılırken o çağın insanları kafi derecede tepki göstermediler.

Yalnız birbirinden kıymetli Osmanlı hükümdarları tehlikeyi sezdi. Ne çare ki Batı taklitçiliği sarhoşluğuna kapılan okumuşların, hatta o günkü medyanın önüne geçemedi.

Namaz ve tesettür yanlış yaşayanları çıldırttığı için tüm hınçlarını, kinlerini yeni neslin bu nadide çiçeklerini hırpalayarak söndürmek istiyorlar. Fakat bu davranışınız da sizin çarpık yaşamınızı sürdürmenize yetmeyecektir. Çünkü yeni nesil namaz ve tesettürde ısrarlıdır. Çünkü bunlar İslam’ın çok önemli iki ışığıdır.

Çarpık yaşayanların bilmediği ömrünün sonuna kadar anlayamadıkları olay İslam heyecanının bir eğitimden değil, Allah’ın nurundan yansıdığı gerçeğidir. Allah’ın emri çok ciddidir ve bu memleket üzerine karargâhını kurmuştur. Her gün yeni yüreklere İslam heyecanı, Muhammed (s.a.v.) sevdası vermektedir. Ve de bu ilahi nimet kaderinin intişarının bu milletin yeni nesillerinin gönüllerinde yaktığı İslam ışığını kimse söndüremez. Cumhuriyetin ilk günlerinden beri yanlışlıklar içinde yaşayanlar bu gerçeği hiç sevmedi ve İslam’a karşı çıkıyorum diye öyle yanlışlar yaptı ki her şer tedbiri İslam’a güç vermeye yaradı.

İslam’ı bu ülkeden silmek için her türlü tedbiri aldınız ve 50 yıl içinde bu işi bitireceğinize öyle inanmıştınız ki… Demokrasiyle birlikte halkın inançları yönünde reylerini kullanması size gelen şamar oldu.

Yıllarca İslam’ın kadın düşmanı, kadınlara baskı yapan bir sistem olduğunu telkin ettiniz. Hale bakın ki şu anda İslam bayrağı mümine hanımefendiler arasında öyle yücelip yaygınlaştı ki size ancak birkaç şaşkın kaldı. Yetiştirmek istediğiniz kadın tipleri ise toplumda tüm değerlerini yitirdi. Sanatçı hanımefendiler de İslam’a sahip çıkıyor. Hiç aklınıza gelir mi idi ki bir ses sanatçısı çıkıp televizyonlarda İslam nikahını savunsun? Bir Anadolu tabiri vardır: “Şapkanı önüne koy da bir düşün” diye.

Bu basit meseleleri aslında asıl büyük geleceği haber vermek için hatırlattım. Hasta zihinlerinizde saklayıp planlamak istediğiniz şer tuzakların başınıza yıkılacağını bilesiniz istedim.

Bu milletin istediği gibi İslam’ı yaşamasına karşı çıkmak, tuzak kurmak hiçbir zaman engel olamayacaktır. Hatta bu mukaddes sonucu geciktiremeyecektir. Çünkü takdir ilahî kaderi saatinin değişmesi mümkün olmayan bir hikmetle kurmuş, her şey ilahî hazzın tecellisini beklemektedir.

Bugünkü gençleri getirdiğiniz noktada sizin ekibiniz olarak yetiştirdiğiniz kuşaklarınıza bir bakın. Size dahi vefa gösteremeyecek kadar ufalıp dağılmışlardır.

Marksist ve ateist zehirlerle şaşkınlaştırdığınız bu kuşaklar emin olun sizden gelecekte büyük hesap soracaktır. Siz geleceğin Türkiye’sinde inanan gençlerden hiçbir çirkin hareket ve söz görmeyeceksiniz. Ancak inançsız yetiştirdiğiniz bu ateist, marksist gençler var ya, bunlar terörist olmasalar bile her zaman sizi iş yerlerinizde hatta evlerinizde huzursuz kılacaktır. Zaten bir put tutkusuyla yetiştirmeye çalıştığınız yavrularınızın, yarattığınız ateist canavarların elinde ne hale geleceğinin korkusu şimdiden yüreklerinizi hoplatmaktadır.

Evet, siz yanlışta yaşıyorsunuz. Ne yapıp yapıp bu inançsızlık cinnetinden kurtulun. Aksi takdirde ne dünya petrol devlerinin sizi himaye eden gücü, ne de kendi nesillerinizden boş yere beklediğiniz destek sizi yanlış yaşadığınız bu hayatın korkunç âkıbetinden kurtaramaz.

Bu yazı Onkolog Dr. Haluk Nurbaki, 10 Ağustos 1995 tarihli Akit Gazetesi’nden alınmıştır.

nurbakimektebi.com

Sure-i Yusuf’un “Sevgi ve Fitne” Dersi…

Sure-i Yusuf’taki 51. ya da 52. Âyet-i Kerime’nin anlattığı öyle bir hikmet vardır ki; “Gönüldeki esrar, gönüldeki arzu şeytan tarafından nasıl alınıyorsa, karşı taraftaki insan da o gönülden arzuyu alabilir” diyor. Çünkü gönülden gönüle devamlı surette elektronik mesaj gidiyor. Herkesin bu hadisesi mevcuttur… Biz hayat boyunca gönlümüzde ve niyetimizde olan hadiseleri düşman olarak da, dost olarak da ölçülüp biçilip fark edileceğini bileceğiz. Daha önemlisi şeytanın aleste [hazır durumda beklemek, NÇG] bizim niyetlerimizi izlediğini bileceğiz. Ve bu niyetlerimizi izlerken, şeytana gönlümüzden bir sır kaçırmışsak, ona karşı alacağımız tedbir nedir: vesveseyi terk etmektir. Çünkü gönüller açık sergidir… gönlünüze sahip çıkın!


Düşmanlıkları körükleyen, düşmanlıkların üzerine bina yapan Şeytandır. Ondan dolayıdır ki; âyette “Şeytan apaçık bir düşmandır” diyor.

Fahr-i Kâinat Efendimiz Kur’an ikmal edildikten sonra “Müminlere ne hediye var, bu Kur’an’da?” diye soruldukça Efendimiz: “Muhafazateyn, Cenâb-ı Hakkın müminlere verdiği en büyük hediyedir” buyururdu.

Cenâb-ı Hakk’ın Sure-i Yusuf ile bize verdiği mesaj şudur: “Hz. Yakup’un çocukları babalarının peygamber olduğunu bildikleri halde demiyorlar ki: Peygamber yanılır mı ya hu! Eğer bu çocukları sevmişse bunun bir hikmeti vardır. Biz de bu çocuklar gibi olalım, bizi de sevsin.” Bunun çıkar yolu nedir? Budur!

Bunu tarih boyunca insanoğlu bu hataları bütün peygamberlere, bütün din büyüklerine karşı işlemiştir. Kendi nefsini bir kuvvet olarak görüp, O’nun, yani Allah’ın seçtiği çok özel kulların karşısına geçmiş. Sonra da adeta o kuvveti sarsmak hatta ondan halkın istifadesini engellemek için elinden gelen fitneyi çıkarmıştır. Çünkü bu fitne “Niçin beni sevmiyor da ötekisini seviyor” fesadıyla başlıyor. Tarih boyunca bu fitneden daima bir büyüğün, bir babanın, bir sultanın, bir müdürün, bir kralın aklınıza ne geliyorsa… Bir büyük zâtın etrafında toplananlar arasında devamlı bir fitne vardır.

Allah, bu sekizinci Âyet-i Kerime’yi, Sûre-i Yusuf’ta boşuna göndermemiştir! Kendinizi ölçer, biçer… Kendinizi güçlü görür, kendinizi sevilmeye layık görürüsünüz. Sevileni de kendinizden sevimsiz, cılız görerek: niçin seviliyorsun, diye işi düşmanlığa götürürsünüz? Cenâb-ı Hakk’a karşı farkında olarak veya olmayarak hep bu fiili işliyor insanoğlu… Bir kimse Cenâb-ı Hakk’ın sevgili bir kuluysa, onu bir türlü içimize sindiremeyiz, beğenmeyiz. Hadi ya sende! Nesi var, ne olmuş ki? Allah’a ne yapmış ki şuna bak, der. Eğer Allah o kimseye hem maddi imkân vermişse, birde o kişiyi hata işlerken gördü ise… Veyahut Allah o kişiye manevi bir ferahlık vermişse… Manen buna ne kadar feyz verilmiş olabilir ki, der ve bir anda içi kararır.

Eğer bir kimse tarafından sevilmek istiyorsanız bunun yolu kıskançlık değildir. O kimsenin neyi sevdiğini öğrenerek onun gönlünü kazanmaya çabalar insan! Zaten sevilmek mecburiyeti diye bir şey yoktur. Sevilmek kanuni bir zorunluluk değildir! Binaenaleyh, sevilmek istiyorsanız herhangi bir kimse tarafından, o zâtın o kimsenin arzu ettiği biçime girin!

Bakınız buradan nerelere geleceğiz şimdi… Sevilmek istediğimiz zatın, insanın gönlüne sevimli olabilmek için onun istediği biçime giriniz dedik. Tabiî, “bir kimse tarafından sevilmek” dendiği zaman Hz. Yakup’un çocuklarının babalarına karşı aldıkları hatalı tavrı, biz hem şahıslara karşı alırız, daha kötüsü Allah’a karşı alırız. Bunu hiç unutmayınız!

Demek ki Hz. Yusuf’un bahanesi ile Cenâb-ı Hak, Hz. Yusuf ve kardeşlerinin öyküsünde araştırmacılar için çok büyük hikmetler, mesajlar vardır derken; bir başka madde de insanları kıskanmak eylemi anlatılır. Kendini layık görüp, karşısındakini layık görmemek… Dolayısıyla Allah’ın yaptığı tercihlere, kendisi Allah’mış gibi oturup fetva biçmesidir! Bunu da nasıl anlıyoruz: Yakup’un çocukları diyor ki “babamız delalet içinde, şaşkınlık içinde.” İçinden biri çıkıp da: aman kardeşler ne yapıyorsunuz? Babamız peygamber, artık daha bunun delaleti olur mu? Bir peygamberin evlatlarıyız. O, Allah tarafından seçilen bir peygamberdir. İster onu sever, ister bunu sever. Bırakın bu saçmalıkları, demesi lazım gelirken bunlardan hiç birisini söylemediler. Aksine: öldürelim de sonradan salih kullardan oluruz, dediler.

Hayatta bir büyük zâta karşı kubriyetinizi (yani yakınlığınızı) hiç unutmayacaksınız! Yahu, bizim Hoca Efendi de o kadar lüzumsuz adamlarla oturuyor kalkıyor, yahut onları tutuyor, onları seviyor ki… Demek ki o hocada da kendine göre bir şey tutturmuş gidiyor!” diye bir yanılmışlığa düştüğünüz zaman! Bunu dediğiniz ân unutmayın: o ân siz Yusuf’un kardeşi oldunuz!

Âyet-i Kerime burada demek istiyor ki; bunlar ne kadar şaşkın! “Dolayısıyla siz de böyle şaşkınsınız” diyor. Burada anlatılan, bir hata, bir günah işleyip de yalnız buradaki gibi adam öldürmek şart değil… Böyle bir hata işleyip de ondan sonra dönüp eğer işlerinizin düzgün gideceğini zannediyorsanız… Bu hatanın dünyada da bir ceremesi vardır, onu da çekersiniz.

Siz durup dururken Cenâb-ı Hak tarafından sevilmezseniz, bir de ayrıca sevilen bir kimseye zarar verdikten sonra nasıl sevileceksiniz?

Öyle ya şimdi Hz. Yakup’a bakın… Hz. Yakup demek ki diğer oğlanları, o haydut gibi olan oğlanları sevmiyormuş, Yusuf’la Bünyamin’i seviyormuş. Peki, siz Yusuf’la Bünyamin’i ortadan kaldıracaksınız da, zaten sevimsizdiniz. Peki, bir daha kendinizi nasıl sevdireceksiniz? İnsanoğlu gaflette olduğu için bunu hesap etmiyor.

İşte bu karartıdan, bu şer tavırdan doğacak sakıncalar; Hz. Yakup’un on evladına iman getirmesini, onlara iman telkinini on-onbeş sene-yirmi sene geciktiriyor. Yani o sırada Yakup’un çocuklarından herhangi birisi, bu on kardeşten birisi ölseydi, kâfir gidecekti. Çünkü gönüllerinde bir hased, bir fesat meydana geldi. Bu hasetleri Yusuf’a karşı cürüm işlemelerine, günah işlemelerine yol açtı. Ve böylece de Cenâb-ı Hak ile aralarındaki düğmeler kapandı. Güya biz salih kullardan olacağız diyorlardı ya! Hadi olun bakalım kolaysa! Salih kullardan olabilmeyi kendileri yapar zannediyorlar. Allah nasip ederse salih kullardan olursun. Yoksa kazın ayağı öyle değil!

Bu yazı Onkolog Dr. Haluk Nurbaki’nin Cami Vaazları, Sure-i Yusuf sohbetlerinden derlenerek hazırlanmıştır.

nurbakimektebi.com

Hazreti Aişe (R.Anha)

İslam annelerinin, özellikle her çağda İslam hanımlarının ışık noktası olan, Fahr-i Kainat Efendimizin “HÜMEYRA” diye çok özel bir iltifatına mazhar olan yüce annemiz Hz. Aişe’yi anmanın mutluluğu içindeyiz. Bizim, bu programda çok önemli bir diğer programlara nazaran vurgulayacağımız nokta var. İnsanların pek çoğu hayattayken anlaşılması güç gizlilikler, esrarlar taşır. Çoğu zaman da anlaşılmaz ama Hz. Aişe kadar hakkı yenen bir yüce yoktur. Böylesine mükemmel, böylesine ilahı takdir fırçasından çok özelliklere gelmiş bir annemizi ne yazık ki İslamlar anlamamış. İslamların anlamaması elbette ki hem kendilerini gaflete, hem de İslam hanımlarını güç günlere sokmuştur.

Eğer Hz. Aişe anlaşılsaydı, (şu arkadaşımın dediği gibi…) üç asırlık, hatta çağımızda da İslam hanımlarının, hatta bütün dünya kadınlarının hakları yenmeyecekti, inanınız!

Bugün dünyada sanıyorlar ki; kadınların hakları ayakta tutuluyor, İslami toplumlarda kadınların hakları gasp ediliyor. İkisi de yanlış! Asıl gasp edilen hak: bir et pazarına sürülmüş gibi gösterilen kadını batıda indirdikleri “adi” seviyedir.

İslam’ın da asıl Allah davasına ortak çıkıp, erkekle omuz omuza, hem fikren hem de bedenen çalışarak, İslam bayrağını elde tutmasını engelleyen yanlışlıklar hep Hz. Aişe’nin anlaşılamamasından doğmuştur.

Tarihte Üzerine Yok!

cicekHz. Aişe validemiz Rasûlüllah’ın mekânına intikal ederken, o ışığı Cenab-ı Hakk, Rasûlüllah’ın mekânına verirken çok ince bir minyatür birim hesabı yaptı. İslamiyetin, özellikle Medine’den itibaren çok önemli bir bilgi bankasına ihtiyacı vardı, bir kompütüre ihtiyacı vardı. Bunu, Hz. Aişe’yi çok özel yaratarak Cenab-ı Hakk, Fahr-i Kâinat Efendimizin hanesine ışınladı. Yapılan bütün araştırmalar, tetkikler: Hz. Aişe’nin yorum biçiminden, ilminden, irfanından anlıyoruz ki Hz. Aişe gelmiş geçmiş en büyük bilgi makinesi. Tarihte üzerine yok!

Hiç Kimse Arapçayı Hz. Aişe Gibi Bilemezdi

Arabistan’da, o çağda hiç bir kimse çıkmamış ki Hz. Aişe gibi tarih bilsin… Edebiyatta hiç kimse yok; Hz. Aişe gibi edip olsun. Çünkü edebiyatın özü (biliyorsunuz) dil bilgisidir. (Dil bilgisi) Arapçayı en iyi bilen hanımefendi Hz. Aişe idi. Hiç kimse Arapçayı Hz. Aişe gibi bilemezdi. Bundan dolayı da gerek ayet yorumlarında, gerek hadis yorumlarında Hz. Aişe’nin önceliği, işte bu dil bilgisindeki ustalığındadır. Demek ki; tarihi, dil bilgisini, edebiyatı, bunlardan daha ötede olan muhakeme kudretini hazırlayarak Cenab-ı Hakk, Hz. Aişe’yi, Hane-i Muhammedi’ye ışınlamıştır. Hamd-ü Senalar olsun ki, biz, işte böyle bir ışınlamanın yıldönümünü kutluyoruz.

HZ. AİŞE’Yİ İKİ YÖNÜYLE MÜTALAA EDECEĞİZ (!)

Ondört asır evvel bir şevval ayında bu hadise zuhur etmiştir. İslamiyet’e bir bilgi bankası olarak girmiştir, Hz. Aişe. Ancak Cenab-ı Hakk’ın çok önemli bir hususiyeti: aynı zamanda bu bilgi bankası, yorum kabiliyetli yüce insanı ışınlarken, bir taraftan da müstakbel İslam annelerine, müstakbel İslam kadınlarına bir örnekleme yapmıştır. Yani Hz. Aişe’yi mütalaa ederken iki yönüyle mütalaa edeceğiz;

  1. Bir tanesi akıl almaz bir hafızanın, zekânın, yorum kabiliyetinin ve ilmin temsilcisi olması.
  2. Bir taraftan da davranışlarıyla ve hayat biçimiyle İslam annelerine örnek olmasıdır.

Bu iki ucu hiç kaçırmamak lazım… Hele siz hanımefendiler, Hz. Aişe’nin hayatını satır satır çok iyi bilmeniz lazım gelir.

İSLAM HUKUKUNU HZ. AİŞE KURMUŞTUR

Çünkü bu, sizin İslami şuurun içerisine girmenize sebep olacaktır. Aksi takdirde, İslami şuuru yanlış kişilerden öğrene öğrene İslam hanımını bu hale getirdiler.

Yanlış kişiler, İslam hanımını İslam dünyasına karışmayan, İslamiyet’ten bihaber hale getirdiler. Hâlbuki Hz. Aişe bunun zıddını yaptı. Bakınız size, asıl Hz. Aişe’nin güzel manasındaki hikmetleri açmadan bir misal vermek istiyorum:

Asr-ı Saadet, İslamiyet’ten önce kadını bir hiçliğe mahkûm eden yanlış bir Arap ananesinin yıkılması için İslamiyet’in açtığı bir dava iken ve kadını birinci sınıf vatandaşlığa getirmişken, sonradan gelen Arap yönetimleri özellikle Emeviler ve Abbasiler tekrar kadını İslamiyet’ten önceki çizgiye çekmek için akıl almayacak gariplikler yaptılar.Mesela:

Hz. Aişe annemizin bir âmâ ile konuşması karşısında Efendimizin “konuşmasaydın…” cümlesini alarak: “kadın konuşamaz erkekle,” deyip çıktılar.

Hâlbuki Hz. Aişe başlı başına bir akademi idi. Ve bütün ashabın, hadis ve ayetle yorum ‘yapan, özellikle fıkıhla, İslam hukuku ile uğraşan kimselerini yetiştiren Hz. Âişe’dir.

Hz. Aişe ömrü boyu hac zamanında bütün İslamlara, hac zamanının dışında yalnız Medine’deki “müminlere eğitim yapmış, seminer yapmış, akademi kurmuş bir hanımefendiyi misal vererek” diğer hanımlara: susun, diyorlar.

Her gün vaaz etmiş, her gün ashabı yetiştirmiş ve kesinlikle İslam hukukunu Hz. Aişe kurmuştur. Hiç kimse talip çıkamaz!Hiçbir ilim adamı, hiçbir tarihçi: Hayır! Hz. Aişe kurmamıştır, diyemez!

Zekâsı, Akıl Almaz İlmiyle Başköşeye Oturmuştur

Çünkü hadisleri nakletmek, İslam hakkında Efendimizin davranışlarını, sünnetlerini nakletmek yetmez! Bunların yorumunu yapmak lazım… İşte hadislerin yorumunu, ayetlerin yorumunu yapan o müthiş zekâsı, akıl almaz ilmiyle Hz. Aişe başköşeye oturmuştur. Zaten Efendimiz: “Dininizin yarısını Âişe’den öğreneceksiniz” diye dünyasını değişmeden emretmiştir ve Hz. Aişe’nin, bu müthiş yerini İslamiyet de göstermek için siz de biliyorsunuz; Hz. Aişe’nin kucağına başını koyarak Âlem-i Cemal’e teşrif etmiştir. Bu ince hesapları çok iyi düşünmek lazım… Çünkü biliyorsunuz;

İslam tarihi adına süvari koşturan enva-i çeşit şaşkınlar, hem Hz. Aişe’yi layık olduğu, İslam’a ışık tuttuğu noktada gölgelemişler, hem de Hz. Aişe’yi ihtilaf çıkarıcı, (özellikle alevi kardeşlerimizin gözünden indirici) bir takım yanlış yargılara geçmişlerdir.

Hz. Aişe’nin mizacı itibariyle, bakınız mizacından ana çizgileri vererek başlayacağım asıl Hz. Aişe’yi anlatmaya;

Hz. Aişe Olmasaydı, Ufacık Bir Eğlence Dahi Haram Olurdu

Hz. Aişe çok neşeli bir insandı, espirili bir insandı. İbadetlerinin dışında, tefekkürünün dışında eğlenmeye yer veren bir insandı. Bu çok önemli bir şeydir unutmayınız bunu! Eğer bugün Hz. Aişe olmasaydı ibadetinin dışında ufacık bir eğlence dahi haram olurdu. Çünkü Allah’ın Hz. Aişe’ye karşı da çok özel yarattığı için, çok özel iltimasları vardır.  Hz. Aişe’nin yüzü suyu hürmetine; hanımefendilerin neşesine, espirisine ve (elbette Hz. Aişe’nin sınırında kalan) eğlenme davranışlarına Allah bir helal sayfası açmıştır. Bu Hz. Aişe sayesindedir… Bunun karşısında; Hz. Aişe’nin yine bir özelliği vardı:

Bildiği doğruyu hiç çekinmeden söylerdi. Rasûlüllah’a karşı bile, kendi inandığı inancını savunacak kadar cesur, ilmine, güvenen, iyi niyetine, ihlâsına güvenen bir hanımefendiydi.

Kıskananı ve Düşmanı Çok Olmuştur

Hz. Aişe’nin bu hususiyetleri dolayısıyla, kıskananı ve düşmanı çok olmuştur. Mesela;

Hz. Ali’nin Ehl-i Beyt’le hiç bir ihtilafı yokken bütün Hz. Aişe kıskananları Cemel vakasını bahane ederek, Ehl-i Beyt’le ihtilafı var gibi göstermişlerdir.

Hâlbuki Ehl-i Beyt’e ait en can alıcı hadisleri Hz. Aişe nakletmiş, o yorumlamıştır. Kimse Hz. Ali ile ilgili hadislerin, Hz. Fâtıma ile ilgili hadislerin yorumuna fırsat ve mekân bulamamıştır. Rasûlüllah bunları Hz. Aişe’nin bulunduğu grupta söylediği söylediği için, bunları ancak Hz. Aişe nakletmiştir. Ve Hz. Aişe’nin Ehl-i Beyt’e, Hz. Fâtıma’ya, Hz. Ali’ye ait sözleri o kadar net, sıcak ve ihlâslıdır ki, böyle bir ihtilaf var gibi göstermek büyük hainliktir. İnanmayınız! Hz. Aişe bütün mü’minler gibi Ehl-i Beyt dostudur. Rasûlüllah’ın gönlünde yer kazanmış bir kimsenin Ehl-i Beyt dostu olmaması mümkün değildir.

Ehl-i Beyt Sevgisi Olmayanlara…

Ve ben (zaman zaman,) düşündüğüm zaman, yani bu kadar Ehl-i Beyt dostu değilmiş gibi gösterilen Aişe annemizin hakkının nasıl yendiğini ifade ederken; ben, size bir şey söyleyeyim:

Ben, Ehl-i Beyt dostluğunu, Ehl-i Beyt sevgisini bütün hücrelerime sindirmiş bir insanım. Herhangi bir kimsenin Ehl-i Beyt’e karşı biraz ibresinin yanıldığını görsem hayat boyu konuşmam onunla! Tarihte geçmişse selam vermem, rahmet okumam… Allah’a herhangi bir vesile ile dua okuyup, Kur’an okuyup, çeşitli vesilelerle ruhlarına bağışlarken Ehl-i Beyt sevgisi olmayanlar hariç, diye dua ederim. Bu kadar sıcak bir Ehl-i Beyt dostuyum ve şuna inandım ki: 70 yıllık ömrümde, bir tek Ehl-i Beyt’e karşı gafleti olan gönlüme girmemiştir. Ama Hz. Aişe (Fahr-i Kâinat Efendimizin sevgili eşi) gönlümde çok bir büyük yer sahibidir. Bu sevgi, Ehl-i Beyt sevgisinin içerisindedir adeta, benim gönlümde. Onun için Hz. Aişe hakkında söylenen lafların hepsini şu yıldönümü sebebiyle yok etmek istiyorum!

1 – Hz. Aişe yedi yaşında, sekiz yaşında evlenmiş değildir! Bu Emevilerin bir küstahlığıdır. Hz. Aişe’ye karşı düşmanlıklarını göstermek için bir takım yanlış rivayetleri dile getirmeleridir; çünkü Hz. Ebubekir, Hz. Aişe’yi doğduğu an bir kâfirin oğluyla beşik kertmesi yapmıştır. İslamiyet’in, yani nübüvvetin birinci yılının sonunda İslamların kâfirlerle evlenmesi yasak edildiğine göre; Hz. Aişe’nin, İslamiyetin ancak birinci yılının sonuna doğru doğmuş olması lazım. Yani hicretten evvelki onbirinci yılda doğması lazım. En, geç doğsa, bundan sonra doğsa Hz. Ebubekir gibi Fahr-i Kâinat Efendimizin potasında erimiş, onun bakışlarından, onun düşüncelerinden, Kur’an ahkâmından başka hiçbir şeye rağbet etmemiş bir insanın kızını kafirle beşik kertmesi yapması mümkün değildir.

Şimdi bu hesabı yaptığınız takdirde; Hz. Aişe’nin nişanlandığı en erken yaş onbir yaştır. Üç sene nişanlı kaldığına göre ondört yaşında evlenmiştir, Hz. Aişe. Bu böyle biline!

Hz. Aişe’nin en kötü ihtimalle yaptığım bütün araştırmalarda, hesaplarda onüçbuçuk yaşında evlenmiş olduğunu düşünmek mümkündür. Peki, bu kadar, bizim tabii toplumumuzda (artık şimdi) insanlar batı kalıbında bir evlenme yaşı tasavvur etmişler kafalarında… Hem Arap iklimi bakımından onüç buşuk yaş, ondört yaş normal bir evlenme iklimidir, yılıdır. Ama daha önemlisi zekâ ve hafıza dediğimiz o müthiş kompütüre Fahr-i Kâinat yazı yazacaktır! Bu yazının yazılmaya müsait olduğu yaş: bu yaştır! Allah ölçmüş, biçmiş… Çünkü Cenab-ı Hakk’ın hesaplarında bir karıncanın eklemlerini özel kompütüründen çıkaran Allah, sevgili habibi Fahr-i Kâinatın hayatında herhangi bir virgülü özel kompütüründen çıkarmaması mümkün değildir. İşte, Hz. Aişe’nin kompütürünün tamamen açık, hazır, Fahr-i Kâinatın yazmasına uygun olduğu yaş, onüçbuçuk yaş olduğu için o yaşta, bu şevval ayında, bu mübarek haftada nikâhlarını Cenab-ı Hakk kıymıştır. Şimdi, bu inceliği bir defa yazın.

2 – Hz. Aişe’nin kendi özelliği içerisinde, kendi neşesi içerisinde, kendi esprisi içerisinde Fahr-i Kâinat Efendimizle olan görüntüleri, (ayetlere de vesile olan) pek çok görüntüleri Hz. Aişe gönlünden çeke çeke Cenab-ı Hak’tan niyaz etmiştir. Mesela bunların en meşhuru: “teyemmüm ayetidir.” Teyemmüm ayeti, Hz. Aişe’nin o iftiraya uğraması dolayısıyla bir lütf-ü ilahi olarak, Ben Aişe’yi o kadar çok seviyorum ki; “O’nu sıkıntıya sokan bu susuzluk ve su karşılığı olmayan bir abdestin olmaması hükmü dolayısıyla üzüldü,” diye teyemmüm ayetini göndermiştir. Ve bugünkü o bir çok İslami kolaylıkların açıklanması, İslami hukuku… Cenab-ı Hakk ayetlerinde intikal ettirirken, (Fahr-i Kâinat Efendimize bu ayetleri intikal ettirirken) aynı zamanda özellikle Hz. Aişe’nin bulunduğu anda bu ayetleri vahyetmiş ve onun gönlüne birinci elden tecelli ederek yazdırmıştır.

MECELLE HZ. AİŞE’NİN ESERİDİR

Bu İslam hukuku açısından ayetler ve hadisler, dediğim zaman size çok önemli bir şey söylemek istiyorum: Yeryüzünün, hukuk ilmi açısından en zor kısmı şimdi halen “hukuk muhakemeleri” dediğimiz hukukun tarzıdır, hukukun felsefesidir ki; bunun ilk örneğini (hukukun felsefesini, hukukun tarzını, muhakeme usulünü… ilk örneğini) Osmanlılar MECELLE isimli hukuk şaheseri ile yapmışlardır.

Bu mecelle doğrudan doğruya Hz. Aişe’nin eseridir. Bir insan ne zaman suçludur, ne zaman değildir? Suçunu çekmiş yahut af görmüş bir kimsenin hukuki durumu nedir? Bunların hepsi Hz. Aişe’nin eseridir ve Efendimizden sonra, Efendimizin verdiği talimat üzerine İslam Hukukunu bina etmiştir. İslam hukukundan tabii şimdiki insanların haberi olmadığı için, bir rafa koyup bir köşeye koydukları için İslam hukukundan bihaberdirler; İslam Hukuku Allah’ın hukukudur ve bunun üzerine bir hukuk düşüncesi mümkün değildir. Eğer bunu merak eden iyi niyetli insanlar varsa, lütfen açsın mecelleyi okusun… Diğer hukuklarla mukayese etsin. Hangisi insanın kalbine, gönlüne, topluma sağlık verir, mutluluk verir? Hangisi insanların toplum gerilimini bozar?

En Tenkit Edilmeye Müsait Gördükleri: İslami Nikâh

İslam hukuku içerisinde en tenkit edilmeye müsait diye gördükleri: İslami nikâh öyle muhteşem bir şeydir ki; bir insan bin defa herhangi bir devletin hukukuyla (hatta en zor boşanma hukuku var sayılan Hıristiyan hukukuyla) evlenir, boşanır… Allem eder, gallem eder iki taraf bir birine uymuyorsa gider.

Ama İslam hukukundaki nikâh o kadar muhteşem bir nikâhtır ki; öyle bir nikâhın varlığı dahi İslam hukukunun bütün hukuklardan üstünlüğünü gösterir. İslam hukukundaki nikâh geriye dönmeyen bir boşanma izni vermiştir. Geriye dönmez! Bakmayın siz hülle uydurmalarına. Yoktur böyle İslami hukukta. İslam ve Kur’an hukukunda hülle yoktur.Sonradan ihdas edilmiş… Güya kolaylık bulalım, diye.

İslam Hukuku Geriye Dönmeyen Bir Nikâh Vermektedir

Bir karı – kocaya geriye dönmeyen bir nikâh verdiyseniz ve eğer karı kocadan birisi “geriye dönemeyeceğini biliyorum ama bana Allahaısmarladık,” diyecekse… Bunların ikisini bir arada oturtmak cinayettir, azaptır, kölelik rejimidir.

İşte bu (şeyin) … özellikle nikâhla ilgili hukukun yorumcusu: Hz. Aişe’dir. Hz. Aişe’nin bu hukuka getirdiği yorum ne yazık ki zamanımızda, İslam hukuku çevrelerinde, İslam hukuku anlaşılamamıştır ve ne yazık ki, zamanımızda İslam hukuku çevrelerinde, İslam hukuku ilimlerinde bile kalmamıştır. Mesela;

Mehir verilmeden boşanma cari olmaz. Hâlbuki biz ne sanıyoruz? Erkek gelecek, karısına: “git, dedi… Gitti.” İslam hukuku budur, diyorlar. Hayır! Mehir verecek, tazminat verecek! Ve mehir de genel anlamda (asr-ı saadette bile uygulandığı anlamda) düğün masrafının beş katıdır. Bugün bakın 100 milyon liradan aşağı düğün yapan yok. O halde: bir insanın boşanma davası açmak için yekten 500 milyon lirayla ortaya çıkması lazım.

Yalan Nikâhı Düşürür

Bunun karşılığında daha önemlisi var; Hz. Aişe’nin yorumlarıyla, hadis-i şeriften, çok önemli bir şey var… Karı ile koca arasında yalan zuhur ettiği takdirde, nikâh düşer, diyor.

“Hadis-i Şerifleri yorumlarken nasıl yorumluyor? “Fahr-i Kainat Efendimiz bir hadis-i şerifinde: (çeşitli günahları soruyorlar, bu günahları) evet, Müslüman da yapabilir ama Allah’da usulüne uygun tövbeyi affedebilir, diyor. Saydıkları günahlar arasında yalan gelince: bunu Müslüman yapmaz, diyor.”

Bunu Müslüman yapmaz, dediği hükümden dolayı Hz. Aişe diyor ki: yalan nikâhı düşürür çünkü nikâhın düşme şartlarından bir tanesi dinden çıkmaktır!

Yalan söylediğin zaman dinden çıktığına göre nikâhı düşürür. Ve böylece İslam nikâhının formasyonunu, ikisinin bir araya gelip zamk gibi yapışmasını ve ailenin yalansız kutsal bir yuva olmasını getirdiği hukuk yorumu ile ortaya koyuyor.

Hz. Aişe Sünneti

Yani bütün dünya hukukçuları ancak Hz. Aişe’nin bastığı yeri öpecek kadar ilim biliyorlar, buna inanın ve çoluğunuzu, çocuğunuzu hukuk tahsiline gönderirseniz, Hz. Aişe sünneti yapıyoruz diye gönderin. Ben bundan 10-15 sene evvel başörtüsü ile ilgili zulümlerin ilk başladığı devirde, hukuk fakültesini terk etmek isteyen arkadaşların, çocuklarına: “Hz. Aişe sünnetini nasıl bırakırsınız…”

Eğer biz kadına, Fahr-i Kâinat Efendimizin verdiği mevkiyi, Hz. Aişe annemizin bize öğrettiği usuller çerçevesinde yürütebilseydik, bütün eğitim üyeleri hanımefendi olacaktı… Buna inanınız.

Bakınız İslam tarihine: Hz. Aişe gibi Hz Esma gibi daha pek çokları gibi… İslamları eğiten kadro hanımefendilerdir. Biz bunların hepsini bırakmışız. Neden? Çünkü Emeviler insanların yüreklerinden gelen bu coşkuya  tahammül edememiş (yönetim).

İslam’ı Yönetmek

İslam’ı yönetmek çok zordur, kimsenin işine gelmiyor… İslam’ı yönetmek kolay mıdır? Yalan söyleyemezsiniz! Yalanı… Bakınız ben size bir misal vereyim: Hz. Ali Efendimizin halifeliği sırasında, insanları en çok rahatsız eden neydi, biliyor musunuz? Niye Hz. Ali’nin halifeliğinde; Hz. Ali gibi Efendimizin müteaddit işaretler ışık olarak gösterdiği, kapımdır, ilimin kapısıdır, dediği zatı bıraktılar da niçin Emeviler’in peşinden gittiler sanıyorsunuz, insanları siz? Hz. Ali’yi aldatmak mümkün değildi. Karşısına geçip, yalan söyleyemiyordunuz… Eğitim yaparken eksik yapamıyordunuz… Onun için İslamiyet’i yönetmek, İslam insanını tanımak çok zordur.

Bir kısım insanların İslamiyet’ten korkuları… Her halde bunun rüyasını görüyorlar. Çünkü İslam hatalı yönetim istemeyen… Bir İslam yönetimi, başında hırsız istemeyen, kenarından hırsızlığa müsamaha etmek istemeyen bir halkın temsilcisidir. Nasıl yönetirsiniz bunu, kolay mı?

İşte bu açıdan düşündüğünüz takdirde, Hz. Aişe bütün incelikleriyle İslam hukukunu kurarken aynı zamanda yanında hiç şedit olmamış. Mesela Efendimizin hâkimlere sunduğu mesaj sorulduğu zaman, diyor ki:

“(Efendimiz hâkimlere derdi ki (hâkimler bıraktığı hadis-i şerifinde): siz kulları kusurlarına göre yargılıyorsanız (şahsi kusurlarına göre), onları beraat ettirmek için vesile bulun, onlara kopya verin (böyle söyle de seni beraat ettireyim, diye) , çok müsamahalı olun ey İslam hâkimleri (derdi). Ama topluma karşı suç işleyenlerin hakkında en ufak bir müsamaha gösterirseniz hâkimliğinizi söndürürüm,” derdi. Bunları getiren Hz. Aişe’dir bize.

Hz. Aişe’nin ilminin dışında İslamiyet’i tanıyabilmek, İslam hukukunu tanıyabilmek çok zordur.

Şimdi bu noktadan hemen bir sırçama yapacağım… Hz. Aişe’nin kesinlikle Ehl-i Beyt’e karşı olmadığı, hele Hz. Ali’ye karşı olmadığını anlatmak istiyorum.

HZ. AİŞE İLE EHL-İ BEYT ARASINDA…

Hz. Aişe, Hz. Ali’nin şehadetinden sonra Hz. Hasan Efendimizin beş aylık bir halifelik devri oldu. Beş ay sonunda Hz. Hasan, Efendimizin bir hadisini örnek göstererek, “benden sonra halifelik 40 yıldır” (hadisin örnek göstererek) dedi ki: “HALİFELİK BİTMİŞTİR, BEN İSTİFA EDİYORUM!”

Ve bu istifasıyla beraber tamamen kendi evine, kendi ilim yuvasına çekilen bir tavra girdi. O zaman Hz. Aişe çıktı vaaz etti: “Hz. HASAN’A KİMDEN BİR KÖTÜLÜK GELİRSE KARŞISINDA BEN VARIM.” Muaviye’ye mektup yazdı;

“EĞER HZ. HASAN’A BİR ŞEY OLURSA, HZ.HASAN VE SOYUNA BİR YANLIŞLIK YAPARSANIZ BAŞINIZA YIKARIM ŞAM’I” diye (mektup yazdı).

Ve her zaman Ehl-i Beyt’in, kendisine gelip hatır soranlara “Ehl-i Beytin gidin hatırını sorun” derdi.

Hz. Ali,  Annem Diye Bahsederdi

Hz. Aişe annemizin bu şekildeki tavrını Hz. Ali Efendimiz çok iyi bildiği zaman, ünlü (her gün ağızda sakız yapılan) Cemel vakası dolayısıyla (o talihsiz bir ihtilaftı ama takdir-i ilahi idi) o hadiseden sonra… Hz. Ali, Hz. Aişe’yi deveden indirdi:“Anamız! seni ben götürmek isterdim ama halk kargaşalığa devam eder, ben kalacağım, bizim, en çok sevdiğim, yakın arkadaşım Ammar seni evine kadar götürecek” diye Hz. Ammar’la, Hz. Aişe’yi gönderdi.

Ve her bahsettiği zaman Hz. Ali,  annem diye bahsederdi, Hz. Aişe’den. Hz. Ali’nin bizzat kendisinin bu kadar saygı gösterdiği, bu kadar sevgi gösterdiği bir kimseye, onun adına kalkıp da dil uzatmak evvela Hz. Ali’yi incitir. Şuna inanınız ki; gönlünde Hz Aişe annemizin, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e karşı o kadar sıkı muhabbet vardı ki, o muhabbeti dolayısıyla gözleri titrerdi, yüreği titrerdi. Hz. Ömer devrinde biliyorsunuz bütün halifeler Hz. Aişe’ye çok itibar göstermişler, onun ilmini, onun faziletini layık olduğu şekilde elde tutmuşlardır. Bu itibarda Hz. Ali devri de dâhildir… Hz. Ali Efendimiz de çok itibar göstermiştir, Hz. Aişe’ye.

Hasan ve Hüseyin’e…

Bütün bu itibar kanadında, Hz. Ömer devrinde, ganimetler geldiği zaman, ganimetler dağılırken daha ganimetin geldiğini duyar duymaz Hz. Aişe haber gönderirdi: “Benden öncelikli Hasan ve Hüseyin’e ne verecekse versinler, diye… Bana vereceklerinden fazlasını onlara vermezlerse kabul etmem,” diye. Sonra biliyorsunuz, Hz. Aişe için ganimet vs. hepsi altı saat dururdu evinde, altı saatin sabahında (pır)…

Hz. Aişe dünyasını değiştiği zaman (biliyor musunuz?) hiç bir şeyi yoktu. Fahr-i Kâinat Efendimiz dünyasını değiştirdiği zaman (biliyorsunuz) bir tek kalkanı kalmıştı. O kalkan da bir Yahudi de rehinde idi. On gün evvel alınan bir buğday karşılığı, rehineydi. Hz. Aişe annemizin dünyasını değiştiği zaman ise; en son bütün mallarını dağıtmış, bitmiş… Her gelen ganimetleri dağıtmış bir yüce sultan olarak dedi ki:

“Ben dünyamı değişeceğim… Ben bir şeyi infak etmedim, ben bir şeyi fakirlere dağıtmadım… İçim rahat değil, dedi: Evi! Evini sattı bir ay önce, dağıttı!” Dünyasını değiştiği zaman, evi de dâhil bir tek çöpü olmadan dünyadan göçtü.

Onun için yani… Bu ganimetler filan deyince, insanlar zanneder ki: onlar alınıp köşeye konuyor! İşte bu ganimetler sırasında, İran seferinden sonra, İran padişahının meşhur, süper güzel kızının esirler arasında olduğunu duyan Hz. Aişe:

“Hüseyin’e verilecektir o! Sakın aklınızdan geçirmeyin o kadar güzel bir kızın hakkı ancak böyle bir süper delikanlının, böyle bir süper güzel insanındır” diye müdahale etti… Düğünlerine ışık tuttu.

Onun için kesinlikle Hz. Aişe ile Ehl-i Beyt arasında en ufak bir kırgınlık yoktu ama…

Onlar adına herkes, birbirlerine fesat sokmakta yarış yaptılar.

Bir defa gönlü itibarıyla Hz. Aişe annemiz… Efendimize ait iki özellik vardı ki; İşte Hz. Aişe annemizin lisan bilmesinin bir sırrı da budur.

Efendimize ait iki özellik vardı ki bunlar Arapça kelime olarak, Arapça bilenler de kolayca ifade edemezlerdi, kelimeyi çözemezlerdi.

1 – Mesela: “evvah…” Efendimizin bir özelliği evvah’dı, buyuruyor Hz. Aişe. Bu “evvahı” bilemezsiniz… Ancak O çok iyi Arapça bildiği için bize anlatıp, tercüme ederdi. O da şuydu: Başkalarının ızdırabını yaşamak. Kendi adına dünyadan hiç bir şeye üzülmemek fakat bütün insanların ızdırabını yaşamak sırrı. Bu sırrı, Fahr-i Kâinat Efendimizden başkasına Allah vermemiştir. Çok müthiş bir sırdır bu… Hatta Hz. Aişe annemiz (diyor ki): “bu evvah sırrı yalnız Rasulullah’ta, Ali’de ve Ehl-i Beyt’te vardı” diyor ve bunu en büyük insanlık meziyeti olarak anlatıyor. Nasıl olur da Ehl-i Beyt düşmanı olur? Hâşâ!

Hz. Fâtıma’yı anlatırken: “O’nun güzelliğini tanımak, onun ahlakını tanıyabilmek mümkün değildir, anlatamam size” diye her an Hz. Fâtıma için en ciddi hadislerin tümünü Hz. Aişe annemiz lütfetmiştir, nakletmiştir.

2 – İkinci bir özellik olarak da, yine lisan bilmek (şeyinden)… İsar. Bu da; her hangi bir güzelliği, her hangi bir mutluluğu ve her hangi bir dünya nimetini Efendimiz kendisinde değil, diğer müminlerde görmek isterdi, bu sırrı Ehl-i Beyt de taşır” der, aynen Hz. Aişe annemiz.

Bu İsar sırrı çok müthiş bir olaydır. Bir mümin, bir güzel ev gördüğünü kabul edelim. Sahilde güzel bir yalı… Çokta hoşuna gittiğini kabul edelim, bahçesiyle, her şeyiyle… Bir mümin, bunu diğer bir mümin kardeşime inşallah Cenab-ı Hakk nasip eder, diyecek. Bu, çünkü Sünnet-i Muhammedî’nin en hassas noktalarından birisidir.

Yani, Hz. Aişe annemiz, Fahr-i Kâinat Efendimizin ahlakını analiz ederken bir taraftan hafızasına her şeyi film gibi kaydederken, bir taraftan da lisandaki kudretiyle bunları tanım haline getirirdi. Bu kelimeleri o sırada bulunan diğer Arapların anlaması, tanıması, bulması da mümkün değildi.

İşte, Hz. Aişe annemizin tüm bu hususiyetlerini bir yana koyarak, Hz. Aişe annemizin en büyük siyasi davranış siz Cemel vakası sanıyorsunuz, en büyük siyasi davranışı: Emevi rejimine karşı çıkmasıdır… Hiçbir zaman barışık olmamıştır. Ayaklarına altınlar sermişlerdir, gel Şam’da sana elli bin köşk yaptıralım… Ben evimi satıyorum, ne köşkü yaptırıyorsunuz? Hz. Aişe’nin Emevilere karşı bu ciddi reaksiyonu, Emevilere çok güzel bir hile yaptırdı. Aleileri teşvik ederek, Hz. Aişe’yi (hâşâ) küçültmek, ihtilaf mevzuu yapmak istediler. Yoksa Hz. Aişe’nin asıl…

Nitekim Hz. Aişe’nin, biliyorsunuz yeğeni olan Abdullah Emevilere isyan eden ilk ciddi mümindir. Hz. Esma’nın oğlu Mekke’de ve Medine’de Emevi rejimini ortadan kaldırarak: tanımıyoruz seni, diyerek Hz. Aişe’nin biat ettiği bir sistem kurmuştur. Hz. Esma’nın, Hz. Abdullah’ın kurduğu bu sistem Hz. Aişe’nin kontrolünde, onun rızası ile mümkündür. Nasıl olur da Ehl-i Beyt’e karşı olur? Nasıl olur da Aleviliğe karşı olur? Hz. Aişe’nin soyuyla beraber iştirak ettiği bu hadise, Hz. Ebubekir’in diğer çocuklarının soyuyla beraber iştirak ettiği bu hadisede doğrudan doğruya Ehl-i Beyt’i ve Ali taraftarlarını destekleyen bir aile…

Bütün İslam Genç Kızları Sahip Çıksın!

Bütün bunları göz ardı edenlerin Allah hesabını görsün. Ve Hz. Aişe’nin, inşaallah sırrını sizlerin gönlünüzde yaşatsın, canlandırsın ki; Aişe kimmiş, İslam kadını neymiş, Allah’ın Rasûlüllah’ın etrafında yaktığı ışıkların sırrı neymiş bütün âlem öğrensin. Yalnız Âlem-i İslam değil, insanlar da öğrensin, inşallah. Gençler Hz. Aişe annemizin kurduğu hukuk sistemini ciddi olarak ele alıp bütün dünyaya tanıtsınlar.

Çünkü bunun üstünde bir hukukçunun bulunmadığını bütün dünya bilirse, en azından saygı gösterir. Geri kalmış bir toplum gibi, terörist gibi görmek istedikleri İslam toplumunun özünde ahlakın, vicdanın, güzelliğin temsilcisi olan bir hukuk var. Bu hukuku Hz. Aişe bize hediye etmiştir. Buna bütün İslam genç kızları sahip çıksın. Bu çok önemli bir şey, bunu mutlaka yaşatmalıyız ki; Hz. Aişe annemizin gönlü bizden razı olsun. Hz. Aişe annemizin gönlü bizden razı olursa ne olur, demeyiniz. Bütün İslam kadınları Efendimizin istediği seviyeye yükselir, Bütün İslam kadınları, üzerindeki bütün sıkıntıları, aile içindeki huzursuzlukları dâhil, geçim sıkıntıları dâhil, bereketsizlikler dâhil hepsini bu rızayla atarlar. Hz. Aişe’nin kendini bir tek dünya nimetine kaptırmadan, her şeyini dağıtmasındaki o esrar diğer mümin hanımların eksik yaptığı infakları bile dengelemek için lütfedilmiş bir hadisedir. Peki, Hz. Aişe annemizin bu denli müthiş yanlarının özünde yatan manevi sır nedir? Biraz da şimdi bundan size söz etmek istiyorum.

Tasavvufun En Öz Hikâyelerinden: İslamiyet Uğruna Esir Olarak Satılma Hikmeti…

Şimdi size bir tablo (Asr-ı Saadetten) çizeceğim;

Hz. Esma (büyükçe) onaltı – onyedi yaşında, Hz. Aişe henüz beş, altı yaşında… Hz. Ebubekir bütün varını, yoğunu… İslamiyet’e gelen köleleri satın almak için bir; iki Mekke çölüne sürülen, açlığa, susuzluğa (boykot dolayısıyla) mahkûm edilen mümin ve mümineleri karaborsa su ve ekmek almak cehdiyle, gayretiyle bütün sermayesini sıfıra indirdi. Evde satılacak bir şeyi kalmadı, dükkânı tamamen bitti.

Hz. Esma, Hz. Aişe üçü de otururken bir gün Hz. Esma’ya dedi ki:

Acaba, bir dostumuz bizi bir yemeğine çağırsa… Biz, üç gündür yemek yemiyoruz… (Adı zengine çıkmış kimse yardım da düşünmüyor. Zaten, belki yapsalar da kabul etmeyecek ama bir dost çağıramaz mı yemeğe?) Olmadı, demek ki Rabbimiz böyle istiyor,” dedi Hz. Ebubekir.

Tam o sırada kapı çalındı, bir mümin geldi, dedi ki:

Ya Ebubekir! Çok sıkıldım, çok büyük bir ihtiyacım var… Bana 200 dinar ver. (Yani, 200 dinar ver, demesi çok büyük bir para… Elli milyon, yüz milyon gibi bir para)

Hz. Ebubekir (gayet hiç kırgınlık, kızgınlık, surat askınlığı, sende nereden çıktın filan yok) hoş bir tebessümle:

Kardeşim (dedi) şu anda yanımda yok, müsaade ederseniz dükkândan alayım, geleyim” dedi, gitti.

Hz. Esma da hayretle bakıyor… Akşam, üç gündür açlar, yiyecek paraları yok… İkiyüz dinarı nereden bulup, gelecek?Nihayet bir Yahudi’den (gitti… Eski ticaret yaptığı… Çünkü Hz. Ebubekir sıfırladı parayı ama ticari itibarı var… Elli yıllık alış veriş yaptığı bir tüccardan, gitti Yahudi’den) 200 dinar aldı, geldi, adama verdi;

Hadi güle güle kardeşim, dedi.

O teşekkür ededursun, o çıktıktan sonra Hz. Esma dedi ki:

Baba! Artık tükendiğimizi söyleseydin… Bunun ayıbı, kayıbı yok ki?

Söyleyemem kızım, dedi. Bir müminin gönlündeki ümidi söndüremem ben, dedi. İkiyüz dinar için söndüremem…

İşte bu hadiseden sonra (bir yıl sonra), adam, Yahudi bekledi, bekledi, bekledi… Gelmedi para. Yok ki, versin. Her gün, gittikçe bütçe yamalı bohça oluyor. Nihayet Yahudi kapıya geldi, dedi ki:

Parayı ver.

Yok, dedi… Biraz daha müsaade et.

Ortadoğu’da (dedi) kaide vardır… Yok diye bir kaide yoktur, dedi. Verirsin bu küçük kızı, (dedi) esir pazarında satarım, paramı alırım, dedi.

Bu küçük kızı diye tuttuğu da Hz. Aişe’ydi. Hz. Esma’da, Hz. Aişe’de, Hz. Ebubekir’de şok oldular! Ama onlar için bir tek şey vardı: kader Allah’tan gelir. Eğer öyle münasip görmüşse, öyle olacak!

Hay hay, Sen bilirsin, dedi Hz. Ebubekir.

Hz. Aişe’nin elinden sert bir şekilde tuttu, o Yahudi tüccarı. (Bu tasavvufun en öz hikâyelerinden birisi, kulağınızı iyi açın dinleyin) Hz. Aişe geriye döndü… Babasıyla, ablasına bir son baktı. Son bakarken gözünden yaşlar inmeye başladı. (tak tak tak) Her inen yaş inci oldu! Yahudi dedi ki, Hz. Ebubeki’e dönüp:

Yalan söylemeye utanmıyor musun? Bu çocuğun boynunda inci kolye varmış da niçin bana vermedin?

Yerden aldı… Altı parça büyük inci aldı. Hakikaten ikiyüz dinar ediyormuş o altı parça. Ben bu kadar alırım, dedi… Başka baktılar, yok.

İşte Hz. Aişe böyle bir sırla, böyle bir sırla… Allah tarafından mânâsı yıkanmış bu sırla gelmiş. Yani ne bu? İslamiyet uğruna esir olarak satılma hikmetinden zuhur etmiş, ondan sonra da Efendimizin büyük kompütür merkezi olmuş… Akademisi olmuş.

Efendimizin Tembihatı

Bu sırrı bilmeyenler, yani bu özgü hikâyeyi bilmeyenler Efendimizin zaman zaman namazda manaya çok ileri safhalarda geçtiği zaman (bizim aklımızın ermeyeceği kadar Cenab-ı Hakk’a yakin olduğu zamanlarda) Hz. Aişe annemize bir tembihatı vardı:

– Ya Aişe, ben bazen namazda (sende fark ediyorsun) dalıp gidiyorum, secdeden kalkamıyorum. Bana yardımcı ol!

– Nasıl, Ya Rasûlullah?

– Ben, “Ya Hümeyra” dediğim zaman benimle konuş, beni dünyaya çek. Yoksa ben gidiyorum o anda! O kıl kadar ince hududa geliyorum (ibadetleri sırasında) ve ben oradan gitmek üzereyim, gidiyorum. Sen o zaman konuş, Ya Hümeyra! Derdi Rasûlullah Efendimiz.

Yine böyle secdeye varıp çok ileri derecede Cenab-ı Hakk’ın mekânına yansıdığı zaman Hz. Aişe takip ederdi: “Ya Resulallah! Biraz da bize dön, Ya Resulallah! Biraz da bize dön” diye niyaz ederdi.

Bu arada, “böyle, bu anı nasıl tayin ediyorsun?” dedikleri zaman Hz. Aişe’ye; Resulullah’ın secdeden niyazını duyuyorum, Ya Hümeyra yetiş, diyor. Bunu sordular Resulullah’a “ben söylemedim” diyor. Demek ki, Cenab-ı Hakk Resulullah’ın tekrar kulluğa dönmesi lazım gelen çizgide Hz. Aişe’ye “Ya Hümeyra” diye bir sinyal gönderiyordu. Hz. Aişe Annemiz de: Ya Resulallah, biraz da bize dön, dediği zaman Efendimiz dönüp tekrar dünyadaki o müthiş esrarına intikal ediyordu.

Allah’ın Kendi Kadrosu

Peki, şimdi size bir şey soracağım, iyice düşünün… Bir insanı Allah’ın huzurundan almak kolay mı? Resulullah orada dalmış da resim yapıyor (hâşâ)… Yahu kitap okuyor da dalmış değil ki! Allah’a dalmış! Oradan nasıl çıkar? İşte bu, Hz. Aişe’nin gönlüne Cenab-ı Hakk’ın verdiği özel bir cereyandır. Bu özel cereyan Resulullah’ın (bir anlamda) kulluk dengesindeki esrarını temsil etmektedir. Onun için kimse Hz. Aişe’ye dil uzatamaz! Adamın yedi sülalesinin dilini sökerler atarlar! Ve onun için Hz. Aişe’nin özelliği tamamıyla ayrı bir hadisedir ve Allah’ın Fahri Kâinat etrafında halka halka yaktığı ışıklar, Resulullah’ın bu hayat dilimi içerisindeki (yirmi iki yıllık hayat dilimi içerisindeki) esrarın her bir noktasında yaktığı ışıkların ayrı bir sırrı, ayrı bir süresi, ayrı bir hikmeti vardır. Bu ışıklara dikkat edeceğiz, bu ışıklar yakinse Efendimize, onların artık tamamen Allah’ın kendi kadrosu olduğunu fark edeceğiz.

Bir Hz. Hatice’nin, bir Hz. Fatıma’nın, bir Hz. Ali’nin, bir Hz. Ebubekir’in mevkilerini mutlaka fark edeceğiz. Bunlar için Kuran’da ayrı bir tabir vardır: Gönüllerine İslam’ı sezme sırrı verilenler, imanı sezme sırrı verilenler.

Bu ayrı bir olaydır… Bunları sıradan bir takım kadrolara koymak hatta veli gibi eshab gibi kadrolara da koymak mümkün değildir. Bunlar ayrı bir kadrodur, açıkçası: bunlar Allah kadrosudur!

Manyetik Aşk Işıkları

Allah rızası için dikkat edin, sakın yanlışlıklara kapılmayın. Acaba şu şöyle mi oldu; bu böyle mi oldu, demeyin. Bunlar Allah kadrosudur, bunlar süper bir hadisedir… Kâinatın merkez aşk organizasyonunun ufak ufak dayanılmaz manyetik ışıklarıdır. Bu ışıklardan her hangi bir tanesi olan Hz. Aişe annemizin şu evliliğinin yıldönümünde hep bir araya geldiğimiz için Hz. Aişe’nin sırrından niyaz ediyoruz. Hepimizin gönlüne, özellikle hanımların gönlüne “İslam kadınlığı” şuuru versin. Onun gibi cesur, onun gibi haysiyetli, onun gibi namuslu, onun gibi faziletli yeni nesiller yetişmesini lütfetsin. İnşallah bu ayda doğan yakınlarınızın çocuklarına Aişe olarak isimlerini koydurmayı unutmayınız; (Hz. Aişe’nin sırrı basit gibi görünür) On tane yirmi tane… İsim değildir bu, orada Hz. Aişe’ye niyazdır. Hz. Aişe’ye niyaz ilahi kompütür olan levh-i mahfuzdan müşfik, vedud, rahim tecellilerin yansımasına sebep olur. Bu yansıyan güzellikler inşallah bu milleti enva-i çeşit eziyet görmüş, envai çeşit hakkı yenmiş, hala da hakkının nerede olduğunu bilmeyen… İlim dolu sırrı inşallah harekete geçirsin, gönülleri.

Resulullah’ın Tükrüğü

Bu gönüllerin içerisinde Hz. Aişe annemizin ifadesindeki sırrı hiç unutmayınız! Fahri Kainat Efendimiz alem-i cemale intikal etmeden evvel misvak istedi (biliyorsunuz, müthiş bir diş temizliği, ağız temizliği hayranıydı Efendimiz)… Hz. Aişe getirdi verdi. Dedi ki: bu sertmiş, bunu ağzında biraz yumuşat da (biliyorsunuz, tanıyorsunuz hepiniz misvağı… Ağaçtan olduğu için ilk kullanılırken biraz sert olur) öyle ver, dedi. Hz. Aişe aldı, ağzında yumuşattı ondan sonra Resulullah’a verdi. Resulullah da onu belli bir miktar kullandıktan sonra tekrar Hz. Aişe’ye iade etti. Bunu hiç unutmayınız! Bu sır müthiş bir sırdır! Rasulullah’ın ağzındaki tükürük olayı müthiş bir sırdır.

Bilmiyorum, biliyor musunuz? Meşhur Battal Gazi Halen Eskişehir’le Afyon arasındaki yerde yatan Seyit Gazi Asr-ı Saadet’ten 150 sene, 200 sene sonra gelmiş bir büyük veli ve şehittir. İznik’te yatan bir ashab vardır (galiba Abdülrezzak veya Abdülvehab ismi yanlış olmasın), o şahıs da en genç zamanında 12-13-15 yaş arasında Resulullah’ın etrafındaki eshabtan birisidir. Ona bir gün demiştir ki: “Aç ağzını, senin ağzına tüküreceğim: bu tükürüğü vücudun emecek, sonra sırası geldiği zaman, çok yaşlı olduğun zamanda bu tükürük geri çıkar ağzından. O zaman rastladığın bir genç olacak, onun ağzına tüküreceksin. Çünkü benim zamanıma yetişmedi. Ben ona bir madde kudreti vermek istiyorum” diye buyurmuş. İşte o meşhur Battal Gazi’ye, O Abdul Vahab Hazretleri ağzına tükürerek Resulullah’ın tükürüğünü intikal ettirmiştir.

Bunlar fevkalade müthiş şeylerdir. Onlara ait maddeler, onlara ait inşallah bir gün bu konferanslarımızdan sonra başka bir vesile ile Fahri Kâinat Efendimizin etrafındaki moleküllerdeki özellikleri anlatmak isterim. Onun ağzına giden su ne yapıyordu? Onun ciğerine giden oksijen ne yapıyordu, bunları? Çünkü Allah kendi manevi müzesinde saklıyor bu oksijenleri, bu suları…

İSAR SIRRI

Fahri Kâinat Efendimizin bu sırlarının, bu kanatlarının altında Hz. Aişe annemizin o namütenahi faziletini hatırlarken…

(Yalnız sizden özel bir şey rica edeceğim; Hz. Aişe infak etmekte, para dağıtmakta, her şeyini dağıtmakta süper bir ustaydı ki işte dünyasını değişmeden evvel en son kupkuru olmasına rağmen evini satıp, parasını acele dağıttı ve evin paralarının hepsinin dağıldığını hissettiği zaman: “Eh! Şimdi Resulullah’ın huzuruna gidebilirim” dedi. Hiçbir şey kalmasın, bir çöp kalmasın diye. Çünkü Hz. Aişe annemizin daha önemli bir şeyini söyleyeyim size:

Hz. Aişe annemiz çok iştahlandı, arzuladı hem babasının hem eşinin (yani Resulullah’ın ve Hz. Ebubekir’in) yattığı makama kendisine bir yer ayırdı, hazırladı. Ondan sonra Hz. Ömer (ondan habersiz bir niyeti olduğundan) “ya aişe müsaade eder misin ben de babanla rasûlüllahın yanına yatayım” diye buyurdu. Demin ki söylediğime geliyorum şimdi; “isar sırrı (kendisi için değil mutluluğun en güzelini başkası için istemek).” Tabii Ya Ömer (dedi), orayı kendim için ayırmıştım ama sana veriyorum şimdi… İstedin bitti.” Yani, bir manevi makamı bile rahatlıkla verebilen müthiş bir gönle sahipti. Onun için Hz. Aişe’yi düşünürken)

İlmini, o müthiş kudretini, cesaretini… Her şeyini düşünürken bir şeyi çok büyük olarak düşünün; Hz. Aişe’ye bu gönlü, bu gönüldeki raksı veren: o sehasıdır, o infakıdır… Biraz önce arz ettim, babasından gelen o infakla beraber kendi gönlünden gelen o sonsuz infaktır.

Hz. Aişe’ye Benzeyebilmek İçin

Rasulullah’ı nasıl seveceğini anlamış, Rasulullah’ın yanına giderken hiç bir ilintisi kalmasın hatta mezarının yerini bile versin ki; Rasulullah’ın yanına, manadaki yerine rahat gitsin diye her şeyini veren bu annemizin yüzü suyu hürmetine, siz de, Allah aşkına ne aklınıza geliyorsa Hz. Aişe’ye benzeyebilmek için ne yapabileceksiniz yapın.

Cimrilik denen o hain şeyi içinizden atın. Efendimizin huylarına erişebilmek mümkün değil… Ne isar’a ne evvah‘a erişebilmek mümkün değil ama gölgesinin, gölgesinin, gölgesini Hz. Aişe bize tarif etmiş. Onun sırrı içerisinde Hz. Aişe’nin o güzel celalli kılıç çeken icabında; icabında yüreğindeki en büyük arzu en büyük zevki dahi bir dostuna verebilen o müthiş esrarı içerisinde Allah bu milletin genç kızlarını Hz. Aişe sırrıyla süslesin. Daha büyük yaştaki annelerimize de Hz. Aişe’nin sünnetini tatbik etmek imkânı versin.

Kapanış Duası

Bismillahirrahmanirrahim / El hamdü lillahi rabbil alemin, Er rahmanir rahiym, Maliki yevmid din, İyyake na’büdü ve iyyake nesteiyn, İhdinas sıratal müstekıym, Sıratallezine en’amte aleyhim ğayril mağdubi aleyhim ve lad dallin

Ya Hz. Aişe biz sana gönlümüzden bir şey verecek kadar cürüm sahibi değiliz. Ama senin bu evlenme yıldönümünü kutluyoruz.

Bütün Âlem-i İslamı ihya eyle Ya Rabbi! Hz. Fahr-i Kâinatın yüzü suyu hürmetine, Hz. Aişe ile evlendiği şu mübarek günün yüzü suyu hürmetine bu milleti hainlerden kurtar Ya Rabbi.

Türk-İslam cemaati başta olmak üzere bütün Müslümanları hıyanet cephesine telef etme. Hainlerin hıyanetini içinde söndür. Onları da yok et demiyoruz, içlerinde söndür Ya Rabbi… Zararları şerleri gelmesin.

Biz, Fahr-i Kâinat Efendimizin sırrı içerisinde bütün insanlığın İslam zevkiyle dirilmesini istiyoruz… Bütün oyuncak kurallardan, oyuncak tertiplerden, siyasetlerden, sosyolojiden filan diye getirip de insanları perişan ettiren sistemlerin Allah adına, insanlık adına güzelleşmesini istiyoruz. Lütfeyle Ya Rabbi!

Ve lillahil fatiha…

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki

nurbakimektebi.com

İslâm’dan Korku Kompleksi!..

Ateistlerle marksistler, daha genel anlamda kendine günahı yaşamayı zorunlu hale getirenlerin korktukları tek şey İslâmiyettir. Çünkü İslâmiyet tüm yanlışları yok eden bir ahlâk iksiridir. Bu yüzden bütün günah yanlıları, ateistler marksistler İslâm aleyhinde propaganda yapmayı, bu konuda birbirleriyle yarışırcasına İslâm güzelliğine çamur almayı âdet hâline getirmişlerdir. Bu çirkin oyun ne yazık ki dünyanın genel politikasında da zaman zaman etkili olmaktadır, İslâm düşmanlığının bir başka penceresi de petrol kavgasıdır. Bütün bu gerçekler apaçık ortadadır. Bunu, anlamak mümkündür. Fakat bin yıldır İslâmın bayraktarlığını yapan ülkemizdeki İslâm düşmanlığını anlamak mümkün değildir!.. Bu milletin içinde İslâm düşmanlığı yapmak kesinlikle marazi bir komplekstir. Yani apaçık ruhsal bir bunalım…

İslâmın özündeki dostluğu, mutluluğu insan haysiyetine saygıyı görmezlikten gelerek İslâm düşmanlarının iftiralarına paralel bir kavga hedefi görmek ve göstermek, kendine karşı aşağılanmış bir duygunun temsilidir. İnsana ve sevgiye hoşgörü ve merhamete bağrını açmış bir kurtuluş müessesesini öcü gibi görmek, tam bir halüsinasyon hezeyanıdır.Hele bu hezeyanı seyrine bile tahammül edilmeyen çirkin bir yaşayış tarzının çirkefinden yapmak ise insanlığa karşı pek ayıp bir saldırıdır.

İslâm’ın istisnai nizama hâkim olması, hayatın nesini eksiltiyor? Zenginin, fakirin kanını emmesi demek olan faizin kalkması mı felâket? Körpecik gençlerin alkolün ve beyaz zehirin pençesinde yok olmaları mı felâket? Yalanın, hırsızlığın ortadan kaldırılması mı felâket? Yoksa hayvanları bile utandıracak seke sapıklıklarının yok olması mı felâket? Gerçekten insan haysiyetine yakışan bir insafa davet ediyorum bütün milletli..

İçine girdiğiniz örümcek ağından zihinlerinizi kurtarın… İslamiyet kadın erkek eşitliğinden, okuma yazmayı ve ilmi zorunlu tutan ilkelerinden seyredildiği zaman, mutluluğun tâa kendisi olduğu fark edilecektir. Üstelik İslâmiyet akılalmaz hoşgörü zenginliği içinde hiç kimsenin özel hayatında yaşadığı sapıklığı zorla engellemeyecektir.

Bunlara karşı mısınız? Yani gözünün içine bakmaya kıyamadığınız yavrularınızın dünyanın bugünkü fırtınası içinde sapıklaşmasını hoş mu görüyorsunuz? Her türlü manevî değerlerden kopmuş bir neslin daha lise çağından itibaren size isyan etmesinden haz mı alıyorsunuz? Allan aşkına kendi mutsuz ve çirkin yaşamınızın yavrularınızı silip süpürmesine göz yummayın!. Bir kez olsun İslâmî kültüre ağırlık veren okullarda yetişen gençler görmeye çalışın… Onların bir eksiği mi var? Çağın yaşamında en ileri noktalara gitmekte zorluk mu çekiyorlar? Daha önemlisi onlar anne-babalarına karşı nasıl bir sevgi ve saygı içindeler. Artık lütfen bu gerçekleri görün de İslama karşı olmak manyaklığından vazgeçin?.

İnsanın tüm canlılardan hatta tüm yaratılmışlardan farkı temsil ettikleri manevî değerlerdir. Dünya yüzündeki diğer ülkelere baktığınız zaman bu gerçeği görmek pek kolaydır. Amerika’da onlarca köken farkı olan insanların bir arada yaşamaları ve dünyanın en güçlü devletini temsil etmeleri manevi değerlere verdikleri önem sayesindedir. Bir de Rusyanın haline bakın. Manevi değerlerini önce inkâr etmiş, sonra yok etmiş, şimdi çaresiz, amaçsız bir toplum haline gelmiştir. Profesörleri nükleer santrallerden zenginleştirilmiş uranyum alıp pazarlıyor. Askeri birliklerinde tanklar bile çeşitli ülkelere pazarlanıyor. Onlar da bir zamanlar Allah demeyi çağ dışı sayıyorlardı. Bakın ne hale geldiler.. İslam düşmanlarının el birliği ile Türkiye’yi götürmek istedikleri hedef işte Rusyanın bugünkü keşmekeş kaos halidir. Aile yapısı yok denecek bir toplum… Kızlarının çoğu Avrupa pazarlarında… Erkekleri düşüncelerini yitirmiş otomatik eksistansiyalist olmuşlar.

Ülkemizde ateizmin ve marksizmin ateş panosuna düşmüş İslâm düşmanlarını kasdetmiyorum. Çünkü bunlar özgürlük şamataları ile sahte şöhret yazarlarıyle Türkiye’nin bölünmesine özenen sapmışlardır. Ancak bunların İslâm düşmanlığı sloganları ile toplamak İstedikleri hayata mutlaka engel olmalıyız. Bu milletin insanı kendini bölmek isteyen yavruları sapık dünyalara sevk eden hain fikirlerin peşine koşarak İslâm düşmanlığında mutlaka vazgeçmelidir. Yanlış telkinlerle İslamiyet konusunda tereddütleri varsa onu gerçek kaynağından öğrenerek tashih etmeye çalışmalıdır. Daha önemlisi tercihlerini yaparken alternatiflerini kıyaslayarak yapmalıdır. Bir anlamda ben İslamiyete karşıyım diyen insanın neyin yanında olduğunu apaçık tesbit etmesi lazım gelir.

Yoksa “ben İslamiyete karşıyım, laikim” demek fikir bilançosunda çok garip bir tercih olur. Çünkü laiklik hiçbir fikrin karşıtı ve paraleli değildir. İslamiyete karşı düşünce sahibi olanlar fikir repertuarından birini ciddi olarak tercih etmelidir. “Marksistim, ateistim” diyebilir ama “ben laikim” tercihini yapamaz.

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki ( Akit Gazetesi – 12 Nisan 1996 )

nurbakimektebi.com