Etiket arşivi: peygamberimiz

Peygamberimizin Eşlerine Karşı Örnek Davranışları

Rabbimizin kelamı, hayat rehberimiz Kur’an-ı Kerîmi hayatımıza, evliliğimize katalım diye yola çıkmıştık. Nîsa 34. âyet-i kerîme ışığında evlilik ilişkisine bakmıştık. İlk bölümü üzerinde fazla durmamıştık. Âyetin ilk bölümünü hatırlayalım.

Rabbimiz “Erkekler kadınlar üzerine kavvamdır.” buyuruyor. Kavvam yönetici ve koruyucu demektir. Bu âyeti kerîme ile evin reisi, idarecisi erkek olarak Yaradan’ımız tarafından tayin edilmiştir.

Her görevin bir sorumluluğu vardır, ailenin yöneticisi olması erkek için bir lüks değil, ağır bir yüktür. Kadın için de bir rahatlıktır. Direksiyonda oturan her zaman gidişattan sorumludur.

Erkeğin evin reisi olması sanıldığı gibi asla kadının şahsiyetini ezici bir durum oluşturmaz. Her kurumda işlerin ve insanların sorumluluğunu üstlenen, yükü omuzlayan bir idareci vardır. Evde bu idareci erkek olmalıdır.

Evin reisi olan erkeğe gösterilmesi gereken saygıyı ve itaati daha önce yazmıştım. Bugün biraz kavvamlık üzerinde duralım.

Allah erkekleri yöneticilik vasıfları ile yaratmış, onlara gerekli özellikleri vermiştir. Peki, erkek bu görevini yerine getirirken nelere dikkat etmelidir?

Öncelikle şunu kabul edelim. Evde düzen ve intizamı sağlamak için erkek elbette otoriter olmalıdır. Fakat bu otoriteyi sertlik ve kabalıkla değil, tatlı-sert bir üslupla sağlamalıdır.

Ev halkının haklarına dikkat etmelidir. Çünkü o haklardan hesaba çekilecektir. Karısının ve çocuklarının hakları konusunda titiz olmalıdır.

Nîsa 19. âyet-i kerîmede Rabbimiz erkeklere eşleriyle iyi geçinmelerini emretmiştir.

Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız, Allah’ın onda çok hayır takdir ettiği bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz.

ERKEKLER VE KADINLAR ARASINDA ZITLIKLAR VARDIR

Çok ilginç bir âyet-i kerîme. Erkeklerin kadınlarda hoşlanmadığı ne olabilir? Çok düşünmeye gerek yok. Erkekler kadınlardaki pek çok huydan hoşlanmıyor. Kadınlar da erkeklerdeki pek çok huydan hoşlanmıyor. Çünkü kadınlar ve erkekler birbirlerine zıt özelliklerde yaratılmışlardır.

Erkekler daha çok beyinlerinin sol tarafını; mantık ve matematik tarafını kullanıyorlar. Bu da onları gerçekçi yapıyor.

Kadınlar ise daha çok beyinlerinin sağ tarafını kullanıyorlar. Bu da onları duygusal yapıyor.

Erkekler konuşmayı çok sevmezler, susarak rahatlarlar.
Kadınlar konuşmayı severler, konuşarak rahatlarlar.
Biri konuşmak ister, biri susmak.

Erkekler sakin yapılıdırlar.
Kadınlar aceleci ve sabırsızdırlar.

Bunlar gibi pek çok zıtlık var. Bunlar çok hoşlanacak şeyler değil, dışarıdan bakıverince. Fakat Rabbimiz âyetin devamında buyuruyor ki:

Eğer onlardan hoşlanmazsanız, Allah’ın onda çok hayır takdir ettiği bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz.
Demek ki bu zıtlıkta bizim göremediğimiz bir hikmet var.

Kadın ve erkek birbirinin aynı yaratılsaydı dünya çok can sıkıcı bir yer olurdu. Doğru davranırsak zıtlık hayatımızı güzelleştirir. Müminde en çok bulunması gereken haslet “Allah’tan gelene razı olmaktır.” Zıtlığı bozup eşimizi kendimize benzetmeye çalışmadığımız sürece zıt olmanın keyfini çıkarabiliriz.

Dünyaya imtihan için geldik. Erkek kadının, kadın da erkeğin en büyük imtihanıdır. Kadın ve erkek arasında bir çekicilik yaratılmış; bu nefisleri tatmin ediyor. Kadın erkek arasında bir zıtlık var; bu da nefisleri terbiye ediyor. Bu durumda kadına teslimiyet, erkeğe sabır gereklidir. Erkek sabır, kadın teslimiyet elbisesine bürünmelidir.

ALLAH’IN RESULÜ KADINLAR KONUSUNDA UYARMIŞTI

Bunları yaparken hatalarımız olacaktır. Nefis terbiye etmek kolay değildir. Mükemmelci değil, affedici olmalıyız.

Allah’ın resûlü kadınlardan mükemmellik beklememek hususunda erkekleri uyarmış: “Kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Hep seni hoşnut edecek şekilde davranamaz. Eğer ondan faydalanmak istersen bu haliyle faydalanabilirsin. Şayet doğrultayım dersen kırarsın. Kadının kırılması da boşanmasıdır.” (Müslim, Radâ 59)

Resûlullah erkeklere eşlerinin hatalarına karşı kin tutmamayı ve affedici olmayı tavsiye etmiş:

Bir kimse karısına kin beslemesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ, 61)

Aile sorunlarında erkeklerin yaptığı en büyük hata küsmek, tavır almaktır. Kadının yanlış davranışları karşısında erkek kadınla iletişimi kesiyor. Erkek evi otel gibi, lokanta gibi kullanmaya başlıyor. Kendini televizyona ya da bilgisayara gömüyor. Erkeğin ailesi ile iletişimini kesip “Ne haliniz varsa görün.” demek gibi bir hakkı yok. Hata yaptıkları için memurlarına küsmüş bir müdür siz hiç gördünüz mü?

Nisâ 34. âyet-i kerîmede “İtaatsizliklerinden korktuğunuz zaman nasihat ediniz.” buyruluyor. Rabbimiz “İtaatsizlik edince nasihat ediniz.” buyurmamış. “İtaatsizlikten korktuğunuz zaman, izleri belirdiği zaman nasihat ediniz.” buyurmuş.

Tabak kırıldıktan sonra değil, götürme şeklinden tabağın kırılacağını hissettiğinde uyarmak gerekiyor. Kadınların hatalarına karşı ilk adımın her zaman güzellikle uyarmak olması gerektiği bize bildirilmiş. Âlimler, daha sonra Allah’ın azabı ile korkutmak gerektiğini bildiriyor.

Tabi önceden uyarabilmek için erkeğin eşi ile ilgili olması gerekiyor ki gelecek olan yanlış adımları görebilsin. Eşi ile iletişimi iyi olmayan bir erkek gelecek tehlikeleri sezemez. Yöneticinin her daim maiyetinden haberi olması gerekir; çünkü onlardan hesaba çekilecek.

Erkek dünyalık konularda hoşgörülü fakat Allah’ın ahkâmına uyulması hususunda ısrarcı olmalıdır. Kadına iyi davranmak erkeğin, karısının her istediğini yapması, evde otoriteyi karısına bırakması demek değildir. Otoriteyi sevgi üzerine kurmak, yeri geldiğinde hayır diyebilmektir.

Günümüzde kadınlar çok hata yapıyor; fakat bu hatalara karşı tavır alıp kadına kötü davranmak işleri daha da kötü hale getiriyor. Erkeğin sevgi ve merhametle davranması eşinin hatalarını görmesine sebep olur.

Erkeklerin aileye yöneticilik görevini yaparken her konuda olduğu gibi bu konuda da örneği Allah’ın resûlü olmalı. Peygamberimizin eşleri ile iletişimi nasıldı? Onlara nasıl davranırdı? Bir bakalım.

EŞLERİNE KARŞI ÇOK SABIRLIYDI

Allah’ın elçisi kadınlara iyi davranır ve erkekleri kadınlara iyi davranma konusunda uyarırdı:

Siz onları Allah’ın bir emaneti olarak alıp, namuslarını yine Allah’ın emriyle helal edindiniz. O halde Allah’ın emaneti (haksızlık ve kötülük) hususunda Allah’tan korkunuz.

İman açısından müminlerin en kâmili ahlakı en güzel olandır. Sizin en hayırlınız kadınlara karşı hayırlı olanınızdır.

Eve selam ve güleryüz ile girerdi:

Nur sûresi 61. âyet-i kerîme:
Evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından bereket ve güzel bir sağlık dileği olarak kendi (ev halkınıza kimse yoksa kendi kendi) nize selam verin.

Peygamberimiz Hz Enes’e:
Ey oğulcuğum! Ailenin yanına girdiğinde selam ver, sana ve evdekilere selam ver.

Peygamberimizin eşlerinin yanına girdiği zaman selam vererek söze başladığı, hanımına yaklaşıp elini omzuna koyduğu, öptüğü, onlarla sohbet ettiği, dertlerini dinlediği, onları teselli ettiği nakledilmektedir.

Her sabah ve ikindi vakti bütün eşlerine tek tek uğrar, hal-hatır sorar, onlarla ilgilendiğini belli ederdi.

Eşlerine karşı çok sabırlıydı: Hiçbir eşine tek fiske bile vurmamış, kötü söz söylememişti. Eşlerinin bazen sabahtan akşama kadar peygamberimize küstükleri olurdu. Peygamberimiz onların huysuzluklarına tahammül ederdi.

Eşlerine son derece yumuşak davranırdı:

Hz Âişe anlatıyor: “Bir gece hanımlarına mı gitti diye vesveseye düşüp, Resûlullahı yoklamıştım. Elim saçlarına girdi. Durumu anlayan resulullah “Sana yine şeytan gelmiş olmalı.” dedi.”

Peygamberimiz, eşini azarlamadan ona hatasını göstermiştir.

Hz Safiye anlatıyor: Resulullah bir gece yolculuğunda beni devesine almıştı. Yolda uyuklamaya başladım. (Uyumamı önlemek için) bir taraftan beni okşuyor bir taraftan da “Hey! Ey Huyey’in kızı ey Safiye!” diyordu.

Peygamberimiz bir gün Hz Âişe’ye, hırçın ve sanki sert bir kömür parçası gibi siyah bir deve verdi. Ona dokunup bereket getirmesi için dua etti. Sonra şöyle dedi:

Bu deveye bin ve ona yumuşak davran. Şüphesiz bir şeyde yumuşaklık varsa, bunu süsleyip güzelleştirir. Bir şeyde yumuşaklık çekilip alınırsa onu lekeler.

Eşlerinin kusurlarını görmezden gelir, iyi huylarını överdi:

Bir gün resûlullah muhacir ve ensarın teşkil ettiği bir topluluk önünde ganimetleri taksim ederken eşi Zeynep Bint Cahş söze karıştı. Hz Ömer onu azarladı. Peygamberimiz: “Ömer onunla uğraşma. O evvâhe (yumuşak huylu, yufka yürekli ve çok dua eden)dir.” dedi.

ŞAKACI VE GÜLERYÜZDÜ

Onlarla şakalaşır, şakalarına iştirak ederdi:

Hz Âişe bir gün bulamaç pişirdi. Peygamberimiz sofraya eşlerinden Hz Sevde ile birlikte oturdu. Peygamberimiz iki hanımının ortasında oturuyordu. Hz Sevde bulamacı yemiyor, Hz Âişe yemesi için ısrar ediyordu. Hz Sevde ise yememekte ısrar ediyordu. Hz Âişe “Yemezsen yüzüne sürerim.” dedi. Sevde yememekte ısrar edince Âişe bulamacı onun yüzüne sürdü. Bunun üzerine peygamberimiz Sevde’nin elini alıp bulamaca batırdı. “Sen de ona bulaştır.” dedi. Daha sonra onların halini gülerek izledi.

Hoşgörüsü ve kadın ile eğlenmedeki müsamahakârlığını açık bir şekilde görüyoruz.
Erkeğin kadın ile şakalaşmaları kalbe sevinç ve ferahlık verir.

Hz Ömer “Erkeğin suhûlet ve ünsiyetle, hanımının yanında çocuk gibi olması gerekir, toplum içinde yine erkek olsun.” diye tavsiye eder.

Onların gönüllerini hoş edecek şeyler yapardı:

Hz Âişe anlatıyor:
“Peygamberimiz oturuyordu. Birden insanların ve çocukların gürültüsünü işitti. Bir de baktık ki Habeşli dans ediyor, insanlar etrafını sarmışlar. Bana: “Âişe gel bak.” dedi. Yanağımı omzuna koydum, iki omuzu arasından bakmaya başladım. “Doymadın mı Âişe?” demeye Hatalarına karşı onlara kin tutmaz, affederdi:Hatalarına karşı onlara kin tutmaz, affederdi:başladı. Ben de bana verdiği değeri anlamak için “Hayır.” diyordum. Yorgunluktan ayaklarını değiştirdiğini bir birine, bir ötekine bastığını gördüm.”

Peygamberimiz Hz Âişe ile koşu yarışı yapardı. Bazen o peygamberimizi, bazen peygamberimiz onu geçerdi.

Hatalarına karşı onlara kin tutmaz, affederdi:

Hz Ebu Bekir kızının kapısına geldiğinde Hz Aişe’nin peygamberimizle tartıştığını duydu ve içeri girince peygamberimizi üzdüğü için kızına vurmaya yeltendi. Hz Âişe peygamberimizin arkasına geçerek babasından saklandı. Peygamberimiz onu korudu ve Hz Ebu Bekir gidince “Gördün mü ya. Seni adamın elinden nasıl kurtardım.” diyerek ona tatlı bir uyarıda bulundu.

Hatalar karşısında bazen suskun kalır, eşinin hatasını anlamasını beklerdi:

Bir sefere eşleri Hz Safiye ve Ümmü Seleme ile beraber çıkmıştı. Ümmü Seleme’ nin hevdeci sanarak Safiye’nin hevdecinin yayına gitti. Konuşmaya başladı. Onun Safiye olmadığın anlayınca Ümmü Seleme’nin yanına geldi. Ümmü Seleme kendi gününde peygamberimizin Safiye ile konuşmasını bile kıskanmıştı.
Resûlullaha “Allah’ın elçisi olduğun halde benim günümde yahudinin kızıyla konuşuyorsun.” dedi.
Peygamberimiz suskun kaldı.
Ümmü Seleme söylediğine pişman oldu ve “Ey Allah’ın elçisi, benim için af dile. Beni böyle yapmaya kıskançlık sevk etti.” dedi.

Eşlerine önem verdiğini davranışları ile gösterirdi:

Hz Âişe peygamberimizle birlikte bazı seferlere çıkmıştı. Bu seferde Hz Âişe’nin gerdanlığı kopmuştu. Peygamberimiz gerdanlığın bulunması için yerinden ayrılmamıştı. Ashapta ayrılmayıp orda kaldı. Orada su olmadığı gibi yanlarında da su yoktu. Ashap Hz Ebu Bekir’e gelip: “Nedir bu kızın Âişe’nin ettiği? Resûlullahı ve bizi burada beklemeye mecbur etti, su da yok.” dediler.

Ebu Bekir kızının yanına geldiğinde peygamberimiz Âişe’nin dizlerinde uyuyordu.

Kızına dönüp “Resûlullahı ve diğer insanları alıkoydun. Üstelik su da yok.” dedi.
Ona epeyce laf saydı hatta eliyle böğrünü dürtmeye başladı. Peygamberimizin başı dizlerinde olduğu için Hz Âişe hareket edemiyordu.

Peygamberimiz sabah namazına kalktığında su yoktu, bunun üzerine teyemmüm âyeti indi.
Eğer su bulamazsanız temiz toprakla teyemmüm ediniz. Ondan yüzlerinize ve ellerinize sürünüz.” (Nîsa sûresi 43)

Âişe üzerine bindiği deveyi gönderince gerdanlığı onun altında buldu.

Kolay kolay öfkelenmezdi:

Kadınlardan biri, Peygamberimizin eşlerinden Ümmü Seleme’ye: “Resûlullah öfkelendiği zaman ne yapardı?” diye sordu.
Ümmü Seleme: “Öfkelendiği zaman yanakları kızarırdı. Resulullah öfkelendiğinde onunla konuşmaya Ali’den başkası cesaret edemezdi.” diye cevap verdi.

Az kızdığı için, öfkelendiğinde eşleri karşısında konuşmaya cesaret edemiyorlardı.
Çok söyleme, arsız edersin” atasözünde olduğu gibi erkek gerekli gereksiz her şeye kızmazsa sözü çok daha fazla etkili olur.

Sevgisini söylemekten ve davranışları ile göstermekten hiç çekinmezdi:

Bir gün Âişe peygamberimize sordu:
“Ya Resûlullah, bana olan sevgin nasıldır?”
Peygamberimiz:
“Kördüğüm gibidir.” diye cevap verdi.
Hz Âişe arada bir sorardı:
“Kördüğüm nasıldır?
Peygamberimiz:
“İlk günkü gibidir.” diye cevaplardı.

Kadınlar için sevgi sözcükleri önemlidir. Kadınlar sevildiklerini duymak isterler.
Peygamberimiz eşlerinden sevgi sözcüklerini eksik etmemişlerdir.

Evlilikte en önemli şey muhabbettir. Daha önce bir kaç kez yazdığım Rum sûresi 21. âyeti kerîme bizlere evliliğin amacını çok güzel anlatmaktadır.

Sükûna ermeniz için size kendinizden zevceler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koyması onun (kudretinin delillerindendir) ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunda düşünen toplumlar için ibretler vardır.
Karı kocanın birbirinde sükûna ermesi için en çok ihtiyaçları olan şey sevgi ve merhamet. Rabbimizin bize nikah hediyesi olarak ikram ettiği sevgi merhameti tüketmemek lazım. Birbirimize sevgi ve merhametle davranmamız lazım.

EŞLERİ İLE İLİŞKİLERİ İLE ÜMMETE ÖRNEK OLMUŞTU

Peygamberimiz eşleri ile ilişkileri ile de ümmete örnek olmuş. Eşlerine hep sevgi ve merhamet ile yaklaşmış.

Sevmek ve sevdiğini hissettirmek çok önemlidir. Hele kadınlar için sevgi hava, su, yiyecek kadar önemlidir. Daha bebekken kız çocukları anne ve babanın yüz ifadelerini takip ediyorlar. Ebeveynin davranışlarında ve yüz ifadesinde sevgiyi görmeyen kız çocukları, ona sevgisini gösteren bir yabancıya daha çok bağlanıp sevgisine karşılık veriyor.

Peygamberimiz sadece hanımlarına değil, kız çocuklarına ve sahabe hanımlarına da çok merhametli ve sevgi dolu davranmış. Ensar Hanımları “O bize bizden daha merhametliydi.” demişlerdir.

Gittiği seferlerden döndüğünde ilk önce kızı Fâtıma’nın evine uğrardı. Hz Fâtıma onu ziyarete geldiği zaman ayağa kalkar ve onu alnından öperdi. Ashabına çocuklarına hediye dağıtmaya kız çocuklarından başlamalarını tavsiye ederdi.

Hatta sahabeden bir erkek şöyle demiştir: “Peygamberimiz zamanında eşlerimize çok iyi davranmaya başladık. Korktuk ki kadınlar hakkında âyet iner de biz erkekler mahvoluruz diye…

Hz. Ömer hanımlarından şikayet eden kocalara “sevmek ve sevdirmek için yollar arayın.” diye tavsiyelerde bulunurken “Yuvalar ancak sevgi esası üzerine kurulmuştur.” demiş.

İçinde sevgi olan her şey güzelleşiyor. Sevgi sözcükleri dinletilen su molekülleri donarken daha güzel kristal şekiller oluşturuyor. Öfke ve küfür dinletilen su molekülleri donarken kristalleri bozuluyor. İnsan vücudunun çoğunun da su olduğunu unutmamak lâzım.

HER ŞEY SEVİLMEK İSTİYOR

Her şey sevilmek istiyor. İnsanlar, bitkiler, hayvanlar. Sevilen ve ilgi gören inekler daha çok süt veriyor. Sevilen, onunla konuşulan bitkiler coşup taşıyor. Kalbi olmayan bitkiler bile sevgiye bu kadar ihtiyaç duyarken, sevgi mekanı kalplerimizin en çok ihtiyacı olan şey sevgidir. Yüreklerin en çok susadığı şey sevgidir.

Erkekler için de sevgi önemlidir; fakat kadınların en çok istediği şey sevgidir. Hep sevildiklerinden emin olmak isterler. Eşlerinin davranışlarını hep sevildiklerine ya da sevilmediklerine yorarlar. Sevilmediğini hisseden kadın hırçın olur.

Bir araştırmada eşini sevmeyen kişilerin daha sık nezle olduğu ortaya çıkmış. Bağışıklık sistemi sevgi ile kuvvetleniyormuş.

Erkek sevgisini esirgememeli, eşini sevgisini kısarak cezalandırmamalı. Hatalarımıza rağmen birbirimizi sevmeliyiz.

Muhabbet çok kazançlı bir şey. Dünya ve ahiretimiz için. Günahlardan mı kurtulmak istiyorsunuz, muhabbet edin. Allah’ın resûlü şöyle buyurmuş:

Bir erkek karısına baktığı, karısı da kendine baktığı vakit Allah her ikisine rahmet nazarı ile bakar ve erkek karısının elini tuttuğu zaman her ikisinin günahları parmakları arasından dökülüp gider.

Sevgi dolu bir bakış ve tatlı bir dokunuş. Bir kadın için ne kadar önemlidir. İki tarafın da günahları dökülüyor ve Allah’ın rahmetine mazhar oluyorlar.

Geçim sıkıntısından kurtulmanın yolu da muhabbetten geçiyor. Peygamberimiz “Allah bir evin rızkının bereketini, karı koca muhabbeti arasına gizlemiştir.” buyuruyor.

Ne kadar muhabbet o kadar bereket. Hep bereketsizlikten şikayetçiyiz. Allah bereketi muhabbetin içine saklamış. Dışarıda daha fazla kazanmak için vakit geçirmek yerine evine gelip eşiyle muhabbet eden erkekler daha kazançlı bu durumda.

Erkekler sevgi cimrisi olmamalılar. Sevgili Peygamberimizin, hanımlarının faziletlerini söylemesi, onları sevdiğini ifade etmesi, bineğine alması, aynı kabın suyu ile müştereken yıkanılması, hanımının hayvana binmesinde ona yardımcı olması ve onu dizine bastırarak bindirmesi, kendisine gelen yemek davetini “hanım da olursa” kaydıyla kabul etmesi, bir sıkıntıyla kederlenip ağlayan hanımının gözyaşlarını elleri ile silerek onu teselli etmesi gibi pek çok davranışı, sevgisini göstermeye, hanımlarını memnun etmeye yöneliktir.

GECE İBADETE KALKARKEN EŞİNDEN İZİN İSTERDİ

Peygamberimizin yaptıklarını yapmak sünnet değil midir? Peki siz karınıza en son ne zaman sevdiğinizi söylediniz? Onun güzel özelliklerini saydınız, iltifat ettiniz? Bineğe binerken hanımları dizlerine bastıran peygamberi örnek alarak, en azından arabaya binerken kapıyı açıp eşiniz arabaya binince kapıyı kapatarak yerinize geçtiniz?

Gecelerde kadınların hakkı vardır diye ibadete kalkarken bile eşinden izin isteyen peygambere bakıp kaç akşam geç kaldığınızda haber verdiniz? Haklı olduğunuz halde kaç kez öfkenizi yuttunuz? Kızdığınız zaman sevginizi keserek cezalandırmak yerine affederek onu utandırdınız? Karınız sevgi ve merhametinizi ne kadar hissetti.

Saygı erkeğin, sevgi kadının en büyük hakkıdır. Eşinizin hataları olabilir. Bir tarafın hata yapması diğer tarafın kendi üzerine düşeni yapmamasının mazereti olamaz. Dünyada hak peşine düşmeyelim ama öyle bir gün var ki her hak sahibi hakkını isteyecektir.

Sema Maraşlı – Haber 7

Nilüfer yaprağı…

Bir gün bahçesindeki hurma ağaçlarını taşlayan bir çocuğu, bahçe sahibi yakalayarak Peygamberimiz’in (sas) yanına getirmiş ve şikâyette bulunmuş. “Ya Rasulallah, bu çocuk benim bahçemdeki hurma ağaçlarını taşlıyordu!” Efendimiz (sas), “Yavrucuğum, niçin ağaçları taşlıyorsun?” diye sormuş. Çocuk, “Karnım açtı, karnımı doyurmak için ağacı taşladım.” demiş. Efendimiz (sas), “Yavrum bir daha acıkırsan, ağaçları taşlama; altına düşenlerden ye.” buyurmuş. Sonra çocuğun başını okşayarak “Allah’ım, bu yavrunun karnını doyur.” diye dua etmiş.

Bu örnekte Efendimiz’in (sas) her adımında çocuğa karşı müspet yaklaşımda bulunduğunu, çocuğa evvela, “Yavrucuğum.” diye şefkatle hitap ettiğini görüyoruz. Çocuğa güzel söz yeter. İltifat etmek, “Benim güzel yavrum, akıllı, becerikli çocuğum.” demek, çocuğu motive eder. Hatasından dolayı çocuğu yıkmamak lazım. Ağacın bir dalı meyve vermiyor diye, ağaç kökünden kesilir mi? Diğer dallar meyve veriyor ya! Evladımızın iyi yanlarını düşünmeli. Dayak, şiddet, yıkıcı kelimeler insanî bir terbiye şekli değildir. Süleymaniye Camii’ni yapmak için bir Mimar Sinan, bir Kanuni Sultan Süleyman gerekli. Yıkmak içinse bir dinamit yeter. İpleri koparan olumsuz sözler, dinamit gibidir. Gönül sarayını yıktı mı o viraneden bir şey olmaz artık.

Efendimiz’in (sas) ikinci adımda çocuğun yaptığı yanlışın sebebini öğrenmeye çalıştığını görüyoruz. “Niçin ağaçları taşlıyorsun?” Biz de böyle yapmaya çalışalım. Önce yaptığı yanlışın sebebini iyilikle sorup öğrenelim. Evden kaçan çocukları incelesek görürüz ki, onları evden kaçıran ana-babasıdır. Çocuk evde neyi bulamadı? Gittiği yerde ne arıyor? Bazen teknik bir aleti tamir etmek isterken zorlamayla parçayı koparabiliriz. Tamir edilecek derken daha büyük bir hasar meydana gelir. İşte şiddetle terbiye etmek de böyle sonuçlar doğurur. Yakın bir arkadaşım, çocuğunu dövdüğünü söyledi. Ona dedim ki, “Yaşı kaç olursa olsun, çocuk sevdiğine itaat eder. Hangi ağacın meyvesini diktiysek onun meyvesini toplarız. Eğer onu dövmeye devam edersen her fırsatta senden intikam alır.” dedim. Bir doktor demiş ki: “Çocuklarımızı yetiştirirken onların içinde huzurla büyüyeceği, huzurlu ve mutlu bir aile kimliği oluşturamamışsak, nilüfer yaprağı üzerine boğaz köprüsü inşa etmeye çalışıyoruz demektir.

Anne-babaların en büyük hatası çocuklarının bedenî ihtiyaçlarını düşündükleri kadar ruhî ihtiyaçlarını da düşünmemeleridir. Çocuklarımız, Allah’ın bize bedava verdiği bir emanettir. Bu emanet, Allah’ın rızasına göre yetiştirilmezse, ihanet olur…

Çocuklarımız için kötü insanlar ve kötü şartlar her zaman ve her yerde… Peki, anne-baba çocukları için nerede?

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Sa’d Bin Muaz (Radıyallahü Anh) Kimdir?

590 senesinde, Medine’de doğdu. Müslüman olmadan önce, Medine’deki Evs kabilesinin reisiydi.  Babası Muaz bin Numan, Annesi Kebşe binti Râfi’, hanım sahabelerdendir.  Künyesi Ebu Amr, lâkabı Seyyid-ül-Evs’dir.

Mus’ab bin Umeyr Faaliyetlerini yürütmek üzere Sa’d bin Muaz’ın teyzesinin oğlu olan Es’ad bin Zürare’nin evinde yerleşmişti. Sa’d bin Muaz  Es’ad bin Zürare’nin evinde ne yaptıklarını öğrenmesi için Üseyd bin Hudayr’ı, gönderdi.

Üseyd bin Hudayr, Mus’ab bin Umeyr’in bulunduğu eve gitti.  Kur’an-ı Kerim okuyorlardı, Kur’ân-ı Kerim ayetlerini dinleyince, kendinden geçip, “Bu ne güzel şey!” dedi. Sonra da “bu dine girmek için ne yapmak lâzımdır?” dedi. Anlattılar ve Üseyd bin Hudayr, kelime-i şehâdet söyleyerek Müslüman oldu.

 Doğruca Sa’d bin Muaz’ın yanına vardı. Sa’d bin Muaz O’nu görünce “Ne yaptın yâ Üseyd?” diye sordu. “Mus’ab bin Umeyr ile konuştum, onların bir fenalığını görmedim.” dedi.

Sa’d bin Muaz, Üseyd bin Hudayr’ın bu sözleri üzerine Es’ad bin Zürare’nin yanına kendisi gitti son derece huzur ve sükûn içerisinde oturup, sohbet ediyorlardı bir kenara oturarak onları dinlemeye başladı. Mus’ab bin Umeyr, Sa’d bin Muaz’a önce İslâmiyeti anlattı. İslâmiyet’in esaslarını açıkladı. Sonra tatlı ve güzel sesiyle Kur’ân-ı Kerîmden bir miktar okudu. O okudukça Sa’d bin Muaz’ın hâli değişiyor, kendinden geçiyordu. Kur’ân-ı Kerîmin eşsiz belagatı karşısında kalbi yumuşadı ve büyük bir tesir altında kaldı. Kendini tutamayıp, “Siz bu dine girmek için ne yapıyorsunuz?” dedi. Mus’ab bin Umeyr hemen O’na kelime-i şehâdeti öğretti. O da, “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlûh”diyerek müslüman oldu.

 Evine gidip öğrendiği gibi gusül abdesti aldı. Sonra da kavminin toplanmasını istedi “Ey Benî Abd-ül-Eşhel, siz beni nasıl tanırsınız?” dedi. Onlar da hep bir ağızdan, “Sen bizim reisimiz ve büyüğümüzsün, biz sana tâbiyiz.” dediler. Sa’d bin Muaz, onların bu sözleri üzerine, “O hâlde hepinize haber veriyorum. Ben Müslüman olmakla şereflendim. Sizin de Allahü teâlâya ve O’nun Resul’üne iman etmenizi istiyorum. Eğer iman etmezseniz sizin hiçbirinizle konuşmayacağım, görüşmeyeceğim…” dedi.

Beni Abd-ül-Eşheloğulları, reisleri Sa’d bin Muaz’ın Müslüman olduğunu ve kendilerini de İslâm’a davet ettiğini duyar duymaz hep birlikte Müslüman oldular. O gün akşama kadar Medine semalarını kelime-i şehâdet ve tekbir sedalarıyla çınlattılar. Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra bütün Medine halkı, Evs ve Hazrec kabileleri İslâmiyeti kabul edip, iman ettiler. Her ev İslâm nuruyla aydınlandı. Sa’d bin Muaz ve Üseyd bin Hudayr, kabilelerine ait bütün putları kırdılar. Bu durum sevgili Peygamberimize (s.a.v.) bildirildiğinde çok memnun oldu. Mekkeli müslümanlar sevince gark oldular. Bu sebeple O seneye (m. 621) sevinç yılı denildi.

Sa’d bin Muaz (r.a.), ikinci Akabe bîatında bulunup, Resûlullah’a (s.a.v.) bîat etti. Peygamberimiz (s.a.v.) Medine-i Münevvere’ye hicret edince Sa’d bin Muaz’ı (r.a.), Sa’d İbn-i Ebî Vakkas (r.a.) ile kardeş yaptı.

 Sa’d bin Muaz Bedir Savaşı’na katılarak, Bedir Eshâbından olmakla da şereflendi. Bedir Savaşı’ndan sonra Uhud Savaşı’na da katılan Sa’d bin Muaz (r.a.) gösterdiği cesaret ve kahramanlıkla Eshâb-ı kirâm arasında çok sevildi. Bu savaşta oğlu Amr bin Sa’d şehîd oldu. Sa’d bin Muaz müşriklerle yapılan Hendek Savaşı’na da katıldı.Savaş sırasında İbni Araka adlı bir müşrikin attığı ok ile kolundan yaralandı. Ok atardamara isabet edip, çok kan kaybına sebep oldu. Hz. Sa’d yaralı bir halde etrafındakilerin kanı durdurmak için uğraştıklarını görerek, durumunun ciddi olduğunu anladı ve “Yâ Rabbi, Kureyş harbe devam edecekse bana ömür ihsan eyle. Eğer aramızdaki harp sona eriyorsa beni şehîdlik mertebesine yükselt.” diye dua etti.

Peygamberimiz (s.a.v.) mescide bir çadır kurdurarak Sa’d bin Muaz’ı oraya yatırttı. Benî Kureyza yahudileri Peygamberimizle (s.a.v.) anlaşma yaptıkları halde Hendek Savaşı’nın en kritik anında, müşrikler tarafına geçmişler, Müslümanları arkadan vurmaya kalkmışlardı Bu sebeple Hendek Savaşı’ndan hemen sonra Benî Kureyza yahudileri muhasara altına alındı, kuşatma bir ay sürdü. Sonunda teslim oldular. Haklarında verilecek hüküm için Sa’d bin Muaz’ı hakem olarak istediler.  Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.), Sa’d bin Muaz’ı (r.a.) yattığı çadırından getirtti.

O yahudilere “Ne hüküm verirsem râzı mısınız?” dedi. “Evet, razıyız.” dediler. Bunun üzerine Sa’d bin Muaz, Benî Kureyza erkeklerinin boynunun vurulmasına hükmetti. Bu hüküm gereğince erkeklerin boynu vuruldu. Kadınlar ve çocuklar esir alınıp, mallarına el konuldu. Benî Kureyza’dan bazı erkekler ise Müslüman olup, kurtuldular.

 Sa’d bin Muaz bu hükmü verince Peygamberimiz (s.a.v.) “Onlar hakkında Allah’ın ve Resûl’ünün hükmüyle hükmettin.” buyurdu.  Hükmü verdikten sonra tekrar çadırına götürüldü. Yarası ağırlaşıp, durumu şiddetlenmişti. Peygamber efendimiz (s.a.v.) yanına gelip onu kucakladı ve “Allah’ım; Sa’d, senin rızan için senin yolunda cihad etti. Resûl’ünü de tasdik etti. Ona kolaylık ihsan eyle…” buyurarak duâ etti.

Sa’d bin Müaz’ın yakınları onu kaldığı çadırdan Abd’ül-Eşheloğullarının evine götürdüler. O gece durumu çok ağırlaşmıştı. Cebrail aleyhisselâm Peygamber efendimize (s.a.v.) gelip “Yâ Resûlallah! Bu gece senin ümmetinden vefât edip de vefâtı melekler arasında müjdelenen kimdir?” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) hemen Sa’d bin Muaz’ın halini sordu. Evine götürüldüğünü söylediler. Peygamberimiz (s.a.v.) yanında Eshâb-ı kirâm’dan bazıları olduğu halde süratle Sa’d bin Muaz’ın yanına gitti. Yolda süratli gitmeleri sebebiyle Eshâb-ı kirâm “yorulduk Yâ Resûlallah” dediler. “Melekler Hanzala’nın cenazesinde bizden önce bulundukları gibi Sa’d’ın da cenazesinde bizden önce bulunacaklar biz önce yetişemeyeceğiz.” buyurarak hızlı gitmelerinin sebebini açıkladı. Peygamberimiz (s.a.v.) Sa’d bin Muaz’ın yanına gelince Onu vefât etmiş olarak buldu. Başucuna durup; Sa’d bin Muaz’ın künyesini söyleyerek “Ey Ebû Amr sen reislerin en iyisi idin. Allah sana se’âdet, bereket ve en hayırlı mükâfatı versin. Allaha verdiğin sözü yerine getirdin. Allah da sana va’d ettiğini verecektir.” buyurdu. Onun vefâtı Resûlullah (s.a.v.) ve Eshâb-ı kirâm’ı çok üzdü, gözyaşı döküp ağladılar. Peygamberimiz (s.a.v.) cenaze namazını kıldırdı, cenazesini taşıdı

Eshâb-ı kirâm, Sa’d bin Muaz’ın (r.a.) cenazesini taşırken, “Yâ Resûlallah (s.a.v.) biz böyle kolay taşınan cenaze görmedik” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) “melekler indi onu taşıyorlar” buyurdu. Cenazesi giderken münafıklar da kötülemek için ne kadar da hafif dediklerinde, Peygamberimiz (s.a.v.) “Sa’d’ın cenazesine yetmişbin melek indi. Şimdiye kadar yeryüzüne bu kadar kalabalık halde inmemişlerdi.” buyurdu.

 Ebû Said’il Hudrî dedesinin şöyle dediğini nakletmiştir: “Sa’d bin Muaz’ın (r.a.) kabrini kazanlardan biri de bendim. Ona kabir kazmaya başlayınca biz kazdıkça etrafa kabirden misk kokusu yayıldı.” Şurahbil bin Hasene de şöyle demiştir “Sa’d bin Muaz defn edilirken birisi kabrinden bir avuç toprak almıştı. Sonra onu evine götürünce o toprak misk oldu.”

Cenazesi kabre indirilirken Peygamberimiz (s.a.v.) kabri başında oturup, mübârek gözleri yaşardı ve mübârek sakalını eliyle tutup çok üzüldü. Hadîs-i şerîfte “Sa’d İbn-i Muaz’ın ölümünden dolayı arş titredi.” buyuruldu.  Ebû Bekir ve Hz.Ömer’de O’nun için ağladı Sa’d bin Muaz ancak beş sene kadar Resûlullah (s.a.v.) ile beraber bulunup, daima cihad etti.. 37 yaşında olduğu halde genç olarak şehit oldu ve rahmete kavuştu.

 Sa’d bin Muaz hazretleri; “Ben üç şeyde kuvvetli olduğum kadar, hiçbir şeyde kuvvetli olmadım. Birincisi namazdadır. Müslüman olduğumdan beri başladığım hiç bir namazda, bir an önce bitirsem diye hatırıma bir şey gelmedi. İkincisi; bir cenazeye yardıma çıktığımda cenaze defin edilinceye kadar, ölümden başka hatırımdan hiç bir şey geçmezdi. Üçüncüsü; Resûlullah’ın (s.a.v.) her buyurduğunu kabul ettim, bunda hiç tereddüt etmedim.”

Allah onlardan razı olsun!

İslâm dünyasında doğmuş öyle insanlar vardır ki, Müslüman olmuş ancak iki adım dahi ilerleyememişlerdir. Bu insanları görünce Sa’d b. Muaz’ hazretlerini dahi iyi anlıyoruz.

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

Kaynaklar:

1- Hadis ansiklopedisi,

2-resulullah.org,

3- sadbinmuaz.com,

Ehli Beyti unuttuk!

Bugün Aşure günü!

Aşura günün ne olduğunu ve o güne dair yapılması tavsiye edilen ibadetleri, hadisi şerifler ışığında, diğer yazar arkadaşlarım paylaşıyorlar ve her sene de bizlere hatırlatıyorlar.

Bende laf olsun torba dolsun misali aynı şeylerden bahs etmeyeceğim.

Aşura gününde adet olmuş ve Aşura gününü hatırlamak amacıyla yapmış olduğumuz ve kolu komşulara dağıttığımız aşure hepimize afiyetler olsun. Olsun olmasına da, Aşura gününde hatırlamamız gereken çok önemli ve hüzünlü bir olayımız da var.

Hayatımızda ufak tefek olaylara yer vermemiz bizler için bazen çok büyük önem taşıyabilmektedir. Bazı vuku bulmuş olayları unutmayıp hatırlamakla, aslımızı ve görevlerimizi yerine getirmeye vesile olabiliyor.

Müslümanım diyen, Peygamberimizi seviyorum diyen, Ehli Beyt’i seviyorum diyen herkesi ilgilendiren bu olay, Kerbela olayıdır.

İşte bu noktada hatırlamamız gereken, Ehl-i beytin gülü olan Hz. Hüseyin Kerbela’da şehid edilmesidir.

Aşure gününe denk gelen Kerbela olayını acaba hatırlıyor muyuz?

Adet haline gelmiş, aşure gününde sevdiklerimize aşure dağıtmanın yanı sıra, Hz. Hüseynin günlerdir bir damla su içemeden şehid edildiği aklımıza geliyor mu?

Resulullah efendimizin her fırsatta öpüp kokladığı Hasan ve Hüseynin şehadetlerinden dolayı bir gün üzüldük mü?

Kerbela günü, Hz. Hüseyin’in yanındaki bir avuç mücahid ve Ehl-i beyt’ten hanım ve çocuklar binlerce askerden oluşan orduya karşı büyük bir direnç gösterip ve bir bir şehadet şerbetini içmişlerdi. En son Hz. Hüseyin kahramanca savaştı ve almış olduğu otuz üç mızrak ve otuz dört kılıç yarasıyla bedeni toprağa yığılmıştı ve mübarek başını gövdesinden ayırdıklarını bir gün düşündük mü, aşure gününde?

Kerbela’da Hz. Hüseyin’in akrabalarından yetmiş iki kişi şehid düşüp, Ehl-i beyt, tümden imha edilmek istendiğini biliyor muydunuz?

Aşura gününü ihya ederken, Kerbela olayına da bir iki dakika ayırıp, Hz. Hüseyin efendimizi yâd edip, dualar okumak her müslümana üzerine bir borç olduğunu dersem, yanılmış olmam diye düşünüyorum.

Müminlerden, Allah Resulü’nün sevilmesi beklenildiği gibi onun parçası olan yakınlarının da sevilmesi bekleniyor. Bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:

“Resulüm onlara de ki: Ben bu davetime karşılık olarak sizden bir karşılık ve ücret beklemiyorum; sadece yakınlarıma sevgi göstermenizi istiyorum.” (Sûrâ/23)

Resulullah (s.a.v) Efendimiz, Ehl-i Beyti sevmenin, kendisini sevmekten ileri geldiğini şöyle ifade eder: “Sizi nimetleriyle rızıklandırıp gıdalandırdığı için Allah’ı seviniz. Beni Allah’ı sevdiğiniz için seviniz. Ehl-i Beytimi de beni sevdiğiniz için seviniz.” (Tirmizî, Menâkib, 32)

Kıldığımız her namazda, “Âl-i Muhammed” diye dua ettiğimiz Ehl-i Beyt olduğu unutulmamalıdır. Namazlarımızda dahi Ehli Beyt’i önemseyip yer verildiğine göre, onlara karşı sevgi ve hürmet eksik olmaması gerekir. Nitekim Resulullah efendimiz hadisi şerifte şöyle buyurmaktadır: “Şu üç hürmeti gözetenin, dini ve dünyası muhafaza edilir. İslam’a, Peygambere ve Onun nesline hürmet.” (Taberani)

Ehli Beyt’e sevgi ve hürmet göstermenin yanı sıra, onlara tabii olmak ve sımsıkı sarılmak bizlere şiddetle tavsiye edilmekte. Peygamber efendimizin ahlakıyla ahlaklanmış Evlad-ı rasul olan zatlar, elbette dedeleri Resulullah (s.a.v.) gibi, ümmet için bir kurtuluştur. Taberani de geçen Hadisi Şerifte, “Ehl-i Beytım, Nuh’un gemisi gibidir. Tutunan kurtulur, tutunmayan, boğulur.”

Kurtuluş için Ehl-i beytin yoluna sarılmak lazımdır. Ehl-i beyt, Ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Ehl-i beytin fazilet ve kemalatı pek çoktur. Saymakla bitmez. Onları anlatmaya, methetmeye, insan gücü yetişmez.

Bizler Efendimiz (s.a.v.)’in vefatı sebebiyle bile kendimize zarar vermemiz için izin verilmemiştir. Hz. Hüseyin şehid edildi diye kendimize zarar vermeyeceğiz Aşura gününde. Lakin Ehli Beyti unutmak da müslümana yakışmaz diye düşünüyorum.

Az da olsa anlatmaya çalıştığımız Ehli Beytin önemini dile getirmekti amacımız.

Aşura gününe denk gelen Kerbela olayını unutmayın.

Kerbela’da onu bir pusu beklediğini bildiği halde “neden gidiyorsun ya Hüseyin” diye soranlara verdiği cevap ile konumuza son verelim:

“Eğer ben oraya gitmezsem, bir daha bu ümmetten hiç kimse haksızlıklara karşı çıkmayacaktır.”

 

Allah (c.c.) sefaatlerine nail eylesin insallah. (Amin)

 

Arif Ağırbaş

https://twitter.com/Arif_Agirbas

arif.agirbas@hotmail.de

Peygamberimize Hakaret İçerikli Yayınlara Karşı Duruşumuz?

Peygamber Efendimiz Sav Karşı Yapılan Hakaret İçerikli Yayınlara Karşı Hangi Tavrı Almayılız?

Son günlerde Peygamberimiz Sav hakaret içerikli yayınlar artmaya başlamışken en sonuncusu olan, film krizi hakkında yazarından politikacısına kadar herkes, yaralanan kalbinin ızdırabını bir türlü dile getirdi ve haklı tepkisini gösterdi. Yazılanların hepsi doğru, söylenenlerin hepsi güzeldi.

Ama aynı şeyi sokak nümayişleri için söylemek mümkün değildi. Çünkü iş fikirden eyleme döküldüğünde söz sokağın eline geçiyor ve çoğu zaman, söven kişilerle dövülen kişiler farklı oluyordu. Her ne ise… Olan olmuştu. Hisler galeyana gelmiş, akıl için bir köşede büzülüp beklemeden başka yapılacak bir şey kalmamıştı.

Ben konuya bir başka yönüyle bakmak istiyorum:

O yönetme cevap vermek öncelikle papazlara ve Garbın şarkiyatçı öğretim üyelerine düşerdi. Çünkü onlar Peygamber Efendimizi (asm) çok iyi tanıyorlardı. Onun nurlu meyvelerinden bir kısmını da olsa incelemişlerdi. Gazali’yi çok iyi tanıyorlar, Geylani’ye hayranlık duyuyorlar, Mevlana’yı ciddi seviyorlardı. Bilim alanında bugün ulaştıkları seviyede İslam medeniyetinin Avrupa uzantısı olan Endülüs Emevi Devletinin büyük payı olduğunu inkar edemiyorlardı.

Onlar şunu da hayretle görüyor ve çerçevelerinden özenle saklıyorlardı: İslam dininde Hz İsa’nın (as.) peygamberliğini kabul etmeyen kişi dinden çıkıyor, küfre düşüyordu. Öyleyse bu din semavi olmalıydı. Aksi düşünülemezdi. Kim kendi taraftarlarına rakibini kötüleme yasağı getirebilirdi.

Bütün peygamberler aynı davanın davetçileriydiler ve Müslümanlar o hak elçilerinin hepsine imanla ve hürmetle mükelleftiler. İslam dünyasında Hz İsa’nın (as) karikatürü çizilseydi, buna en büyük tepkiyi İslam alimleri gösterirlerdi. Aynı hassasiyeti Batının din adamları da sergileselerdi, İslam aleminde her gün biraz daha tırmanışa geçen Hristiyan düşmanlığı yönünü değiştirecek, “ateizm düşmanlığına” dönüşecekti.

Bu film neyin nesiydi? Film seneryo edenin inanç alemi nasıl bir görünüm arz ediyordu? Bunu başkaları namına ücretle mi yapmıştı? Yoksa kendi sapık ruhunun bir isteğini mi ortaya koymuştu?

Bana göre olay ideolojik değil ekonomik ağırlıklı olmalıydı. Çünkü dünyanın bu günkü gündeminde ağırlık ekonomideydi.

Bu olayla İslam’ın Avrupa’da her gün biraz da gelişmesine perde çekilmek de istenmiş olabilirdi.

Öte yandan Türkiye’nin Avrupa birliğine girmesini engellemenin hedef alınmış olması da ihtimalden uzak değildi.

Bu ve benzeri tüm art niyetler bizim için karanlık bir dehlizdi

İkinci ihtimale gelince, bu noktada şöyle bir soru hatıra geliyor: Bu adam mutaassıp bir Yahudi mıydı, Hıristiyan mı yoksa dine düşman bir ateist mi? Ben bu ikinciye daha fazla ihtimal veriyorum. Çünkü, Batı aleminde çoğu insanın artık teslise inanmadıklarını, papazların günah affetme hurafelerini gülünç bulduklarını ve bu yüzden ateizmi tercih ettiklerini biliyorum.

Bu adam belki de Peygamber Efendimizin (asm) verdiği bir haberden çok rahatsız olmuştu. Ahir zamanda Müslümanlar, Hristiyanların dindar ruhanileriyle ittifak edip müşterek düşmanları olan dinsizliğe karşı mücadele edeceklerdi. Yoksa bu adam o haber verilen düşmanların safında mıydı?

Bu adam bir uyuşturucu müptelası da olabilirdi. Çünkü yaptığının akılla uyuşur yanı yoktu. İhtimaller çoğaltılabilir.

Şu var ki ben bunları sıralarken bir şeyi unutuyordum: Bu çirkin fiilin, şöyle veya böyle, bir fikir mahsulü olduğunu düşünüyor, ona izah getirmeye çalışıyordum. Halbuki ortada bir fikir yoktu. Bu “peygamber düşmanlığı” bir makale içinde sergilenseydi, o yanlış düşüncelere karşı cevap verilir, iddiaların delillerle çürütülmesi yoluna gidilirdi. Ama ortada fikir değil kin, haset, ahlaksızlık ve inanca hürmetsizlik vardı. Bunlara ise ilmen cevap vermenin anlamı olmazdı. O halde ne yapmak lazımdı? İşte ben bu “lazımı” düşünürken birden içimde garip bir his hakim oldu. Hiç düşünmediğim ve heveslenmediğim halde ” keşke” dedim kendi kendime “iyi bir karikatürist olsaydım ve bu adama bir karikatürle cevap verseydim”. Bu isteğimi şu hayali karikatür takip etti:

“Yan yana dört tane dikdörtgen.

– Birincisinde: İnsan bedeni giymiş bir canavar, güneşe öfkelenmiş, ona karşı var gücüyle bağırıyor, hakaretler yağdırıyor.

– İkincisinde: Öğle vakti başlayan bu bağırtı akşama kadar aralıksız sürüyor.

– Üçüncüsünde; Güneş batmak üzere, o ise öfke ile karışık bir sevinçle iğrenç görevini yine sürdürüyor.

– Dördüncüsünde; Güneş batmış, o ise aksi istikamete doğru neşeyle yürüyor ve kendi kendine şöyle söyleniyor:

“ Batırdım onu!..”

Gerçekte güneş batmış değildi. Kendisine sırt çevirenleri karanlıkla baş başa bırakmış, başka beldeleri aydınlatmaya başlamıştı.

Risale Ajans