Etiket arşivi: peygamberimizin arkadaşları

Ebu Zer El-Gıfari (R.A.) Kimdir?

Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav) kendisine Abdullah adını vermiştir. Beni Gifar kabilesindendi.  Bu kabile Arabistan’da bulunan diğer kabileler gibi cahiliye devrinin her çeşit kötülüğünü işliyor ve putlara tapıyordu. Ticaret kervanlarını çevirip, yağmacılık yapmalarıyla tanınmışlardı.

 Ebu Zer el-Gifari Kavmi arasında atılganlığı ve cesareti ile şöhret bulmuş, gücü, kuvveti ve yiğitliği ile o çevrede pek meşhur olmuştu İslam dinini kabul etmeden önce bile tek tanrılı inanca sahip biri idi.

Türkiye’de, Adıyaman ilinin Ziyaret köyünde Ebu Zer’e ait olduğu iddia edilen, Osmanlı Sultanı IV Murat tarafından Bağdat Seferi dönüşünde inşa ettirilmiş olan bir türbe bulunmaktadır.

İslâm’ın doğuş haberi gün geçtikçe çevrede yayılıyordu. Nihayet bu haber Beni Gıfâr kabilesinin yurduna da ulaşmıştı. Mekke’den gelen biri, Ebu Zer-i Gıfârî’nin “Lâ ilâhe illallah” dediğini işitince dedi ki:

yalnız güzel çiçek– Mekke’de bir zât var, senin söylediğin gibi “Lâ ilâhe illallah” diyor ve peygamber olduğunu bildiriyor.

Ebu Zer heyecanla sordu:

– Hangi kabiledendir?

– Kureyş’tedir.

Ebu Zer-i Gıfârî bu hâlleri işitir işitmez kardeşi Üneyse dedi ki:

 Mekke’ye git, kendisine vahiy geldiğini söyleyen zatla görüş,

Üneyse, Mekke’ye gidip, Peygamber Efendimizin (asm) mübarek cemali, sohbeti ve ihsanları ile şereflendi. Hayran kaldı. Sonra tekrar memleketine döndü. Kardeşi Ebu Zer kardeşine sordu:

Ne haber getirdin?

Vallahi öyle yüce bir zatı gördüm ki, hep hayrı, iyiliği emredip, kötülüklerden sakındırıyor.

Peki, insanlar, onun hakkında ne diyorlar?

Şair olan kardeşi Üneyse şöyle cevap verdi:

Şair, kâhin, sihirbaz diyorlar. Fakat onun söyledikleri hiç kimsenin sözüyle ölçülemez. Vallahi o zât hakkı bildiriyor, doğruyu söylüyor. Ona inanmayanlar yalancı ve sapıklık içindedirler. Bu zât iyiliği, ahlâkî değerleri emrediyor, kötülükten de sakındırıyor.

Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri kardeşinin bu sözü üzerine:

– Sen bana, bu hususta arzu ettiğim, gönlüme şifa veren, müşküllerimi giderir bir haber getirmedin. Kendim gidip, onu görürüm, dedi.

Ebu Zer, hemen Mekke yoluna düştü.

Mekke’ye varınca hâlini kimseye anlatmadı. Çünkü bu sırada müşrikler Peygamberimize (asm) ve yeni Müslüman olanlara şiddetli düşmanlık yapıyorlar ve bu düşmanlıklarını ilerletiyorlardı. Bilhassa Müslüman olup da, kimsesiz ve garip olanlara işkence yapıyorlardı.

Ebu Zer-i Gıfârî de Mekke’de kimseyi tanımıyordu. Garip ve yabancı idi. Bu bakımdan kimseye bir şey sormadan Kâbe’nin yanına varıp oturmuştu. Peygamberimizi (asm) görmek için fırsat kolluyor, nerede olduğunu öğrenmek için bir işaret arıyordu. Burada Zemzem’den başka bir şey yiyip içmiyordu.

Akşamüstü bir sokak köşesine çekildi. Hz. Ali (ra), Ebû Zer’i gördü. Garip olduğunu anlayarak alıp evine götürdü. Hâlinden bir şey sormadığı gibi, Hz. Ebû Zer de ona sırrını açmadı.

Sabah olunca, tekrar Kâbe’ye gitti. Akşama kadar dolaştığı hâlde hiçbir ipucu elde edemedi. Eski oturduğu köşeye gelip oturdu. Hz. Ali (ra), o gece yine oradan geçerken, Ebû Zer’i görünce:

– Bu biçare hâlâ aradığını bulamamış, diyerek tekrar evine götürdü.

Sabahleyin yine Beytullaha gitti, sonra oturduğu köşeye çekildi. Hz. Ali (ra) tekrar davet edip evine götürdü ve ona sordu:

Senin işin nedir? Bu şehre ne için geldin?

– Eğer bana doğru bilgi vereceğine söz verirsen, söylerim.

Söyle, hâlini kimseye açmam.

İşittim ki, burada bir Peygamber çıkmış. Onunla görüşmek ve ona kavuşmak için buraya geldim.

Sen doğruyu buldun, akıllılık ettin. Bu zat Allah’ın Resulüdür, hak Peygamberdir. Sabahleyin ben o zatın yanına gidiyorum. Beni takip et, senin için korkulacak bir şey görürsem, ayakkabımı düzeltiyormuş gibi yaparım. Sen beklemez gidersin. Ben geçip gidersem, arkamdan gel ve benim girdiğim eve sen de peşimden gir!

Ebu Zer-i Gıfârî, Hz. Ali (ra)’yi takip edip, onunla birlikte Peygamberimizin (asm) mübarek yüzünü görmekle şereflendi. Ve hemen:

Esselâmü aleyküm, diyerek selâm verdi. Bu selâm İslâm’da bu şekilde verilen ilk selâm ve Ebu Zer-i Gıfârî de ilk selâmlayan kimse oldu.

Peygamber efendimiz(sav) selâmını aldıktan sonra, aralarında şu konuşma geçti:

– Sen kimsin?

Gıfâr kabilesindenim.

Ne zamandan beri buradasın?

Üç gün üç geceden beri buradayım.

Seni kim doyurdu?

Zemzem’den başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç açlık ve susuzluk duymadım.

Zemzem mübarektir. Aç olanı doyurur.

Ya Muhammed! İnsanları neye davet ediyorsun?

Bir olan ve ortağı bulunmayan Allah’a iman etmeye ve putları terk etmeye, benim de Allah’ın Resulü olduğuma şehâdet etmeye davet ediyorum.

Bunun üzerine Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri:

Bana İslâmı bildir, dedi.

Peygamber Efendimiz (asm) ona Kelime-i şehâdeti okudu. O da söyleyip, Müslüman oldu. Ebu Zer İslam’ı kabul eden dördüncü ya da beşinci kişidir Ebu Zer Müslüman olmanın verdiği büyük bir iştiyakla dedi ki:

– Ya Resûlallah! Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, Müslüman olduğumu Kâbe’de müşrikler arasında haykırmadıkça memleketime dönmeyeceğim.

Bundan sonra Ebu Zer-i Gıfârî Kâbe yanına gidip, yüksek sesle:

Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resûlüh, diye haykırdı.

Bunu işiten müşrikler hemen üzerine hücum ettiler. Taş, sopa ve kemik parçaları ile öyle dövdüler ki, kanlar içinde kaldı.

Bu hâli gören Hz. Abbas seslendi:

Bırakın bu adamı, öldüreceksiniz! O sizin ticaret kervanınızın geçtiği yol üzerinde oturan bir kabiledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz?

Böylece Ebû Zer Hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı.

Müslüman olmakla şereflenmenin verdiği şevkle, öylesine seviniyor ve coşuyordu ki, ertesi gün gene Kâbe’nin yanında Kelime-i şehâdeti yüksek sesle bağıra bağıra söyledi. Bu sefer de üzerine hücum eden müşrikler, yere yıkılıncaya kadar dövdüler. Yine Hz. Abbas yetişip, ellerinden kurtardı.

Bundan sonra Peygamber Efendimiz (asm) Ebu Zer-i Gıfârî Hazretlerine buyurdu ki:

Şimdi kavminin yanına dön! Emrim sana ulaşınca, onu kavmine haber ver! Ortaya çıktığımızın haberi sana geldiği zaman yanımıza dön!

Bu emir üzerine Ebu Zer-i Gıfârî kendi kabilesi arasına dönüp, onlara İslâmiyeti anlatmaya başladı. Hicrete kadar bu hizmete devam etti.

Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri kavmini İslamiyete davet ediyordu. Bir gün kabilesine, Allah’ın bir ve Muhammed aleyhisselâmın onun Resulü olduğunu ve bildirdiklerinin hak ve tapmakta oldukları putların batıl, boş ve manasız olduğunu söylemişti.

Ben Müslüman olmadan önce, bir gün Nuhem putunun yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir de baktım ki, bir köpek yaklaşıp, sütü içiverdi. Sonra da putun üzerine pisledi. Görüyorsunuz ki, put köpeğin üzerini kirletmesine mani olacak güçte bile olmayan bir taş! İşte sizin taptığınız şey! Köpeğin bile hakaret ettiği puta tapmak hoşunuza gidiyorsa, buna çok şaşılır.

Herkes başını eğmiş duruyordu. İçlerinden biri cevap verdi:

Peki, senin bahsettiğin Peygamber neyi bildiriyor. Onun doğru söylediğini nasıl anladın?

Bunun üzerine Ebu Zer Hazretleri, yüksek sesle kalabalığa şöyle hitap etti:

O, Allah’ın bir olduğunu, O’ndan başka ilâh olmadığını, her şeyi yaratan ve her şeyin maliki, sahibi olduğunu bildiriyor. İnsanları Allah’a iman etmeye çağırıyor. İyiliğe, güzel ahlâka ve yardımlaşmaya davet ediyor. Kız çocuklarını diri diri gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün, çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı emrediyor.

Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri İslâmiyeti uzun uzun açıkladı. Kabilesinin, içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp, bunların zararlarını ve çirkinliğini gayet açık bir şekilde anlattı. Onu dinleyenler arasında başta kabile reisi Haffâf, kendi kardeşi Üneys olmak üzere çoğu Müslüman oldu. Diğerleri ise daha sonra Peygamberimizi (asm) görerek Müslümanlığı kabul ettiler.

Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri bu hizmetleri yaptığı sırada, İslâmiyet, Mekke’de ve civarında oldukça yayılmıştı.

Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri Hendek savaşından sonra Medine’ye hicret etti Peygamberimiz Hazreti Muhammed(sav) o zaman Medine kapılarında onun gelişini beklemiştir Ebû Zer Hazretlerini Münzir bin Amr Hazretleri ile kardeş yaptı. Daha sonra İslâmı anlatması için tekrar kabilesi arasına gönderildi

Medine’ye tekrar dönen Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri Peygamberimiz(sav)’in yanına geldi bir daha yanından ayrılmadı.

Bütün zamanını dini öğrenmeye ayırdı. İlim öğrenmek hususunda büyük gayret sahibi idi. Her şeyi Peygamberimize (asm) sorardı. İman, ihsan, emir ve yasaklar hususunda, Kadir Gecesi ve daha birçok hususların sırlarını, izahını, namaza dair ince hususları ve nice şeyleri Resûlullah (asm)’a bizzat sorarak öğrenmiştir.

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) Ebu Zer’i çok sever, ona, hususi iltifat buyururdu. Çok zaman gece geç vakte kadar Resûlullah (asm)’ın huzurunda kalırdı. Peygamberimizin (asm) mahremi, sır dostu idi. Onunla mahrem meseleleri konuşurdu.

Ayrıca Ebu Zer Hazretleri, Peygamberimizin (asm) mübarek elini öpmek saadetine kavuşmuştur. Resûlullah Efendimize bi’ât ederken de, “Hak Teâlâ’nın yolunda hiçbir kötüleyicinin kötülemesine aldanmayacağına, ne kadar acı olursa olsun daima doğru sözlü olacağına” söz vermişti. Ömrünün sonuna kadar hep böyle kaldı. Bu hususta Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki:

Dünyaya Ebu Zer’den daha sadık kimse gelmedi.

Hz. Ömer (ra), halifeliği zamanında bir gün iki genç huzuruna geldi. Yanlarında kollarından sıkıca tuttukları bir genç vardı. Kollarından tutulan genç, temiz giyimli mert birine benziyordu. Biri geliş sebeplerini şöyle anlattı:

Bu genç, babamızı öldürdü. Bunun muhakeme edilmesini istiyoruz.

Hz. Ömer (ra), her iki tarafın da ifadelerini aldı. Hâdisenin nasıl cereyan ettiği iyice öğrenildikten sonra katil genç suçlu görülerek idama mahkûm edildi.

Delikanlı kararı sükûnetle dinledikten sonra, dedi ki:

Siz, müminlerin emîrisiniz. Emriniz başımızın üzerinedir. Kararın yerine getirilmesine hazırım. Ancak, babam vefat etmezden önce paralarını ayırmış, bana,”Oğlum, şunlar senin, şunlar da kardeşinindir. Büyüyünceye kadar sen muhafaza et! Büyüyünce kendisine verirsin.” diye vasiyet etmişti. Ben de bu paraları bir yere gömdüm benden başka yerini bilen yoktur. Yetim hakkı zayi olur. Bana üç gün müsaade ederseniz gider emaneti ehil birine teslim ederim. Sonra da gelir teslim olurum.

Hz. Ömer (ra):

Yerine bir kefil bırakman lâzım, buyurdu.

Burada bulunanlardan biri bana kefil olur?

-Kefilini göster!

Genç, orada bulunanların yüzüne dikkatlice baktı. Sonra Ebu Zer Gıfarî Hazretlerini göstererek:

İşte bu zat kefil olur, dedi.

Hz. Ömer (ra):

– Ey Ebu Zer, kefil olur musun?

Evet, üç güne kadar döneceğine ben kefil olurum.

Aradan üç gün geçti. Mühlet bitmek üzereydi. Davacı gençler gelmiş fakat suçlu genç gelmemişti. Davacılar dedi ki:

Ey Ebu Zer, kefil olduğun genç gelmedi. Madem o gelmedi, sen onun kefili olarak, onun cezasını çekmedikçe buradan ayrılmayız.

Ebu Zer Hazretleri gayet sakin bir şekilde:

– Daha vakit var, sürenin sonuna kadar bekleyin bakalım. Eğer gelmezse, ben hazırım.

Nihayet bildirilen vakit doldu. Ebu Zer Hazretleri de ortaya çıkıp, cezasının infazını istedi. Tam bu sırada, genç çıka geldi. Genç geciktiği için özür dileyerek:

Parayı bulup dayıma teslim ettim. Kardeşimi de ona emanet ettim. Dayımın yeri hayli uzak olduğu için ancak bu zamanda gelebildim.

Orada bulunanlar, gencin sözünde durmasına hayran kaldılar. Bu hususu kendisine söylediklerinde:

– Mert olan hakiki Müslüman sözünde durur. Arkamdan, “Artık dünyada sözünde duran kalmadı.” dedirtmem.

Ebu Zer Hazretlerine, genci tanımadığı hâlde neden kefil olduğunu sorduklarında:

Genç bana güvenerek, “Bu bana kefil olur.” dedi. Bunu reddetmeyi mürüvvete, insanlığa sığdıramadım. “Âlemde fazilet, iyilik kalmamış.” dedirtmem.

Bu durumu gören davacılar:

– Biz de “Bu dünyada kerem sahibi, cömert kalmadı.” dedirtmeyiz. Allah rızası için, davamızdan vazgeçtik, ölenin vârisleri olarak affettik, dediler.

Peygamber Efendimiz (asm) Ebu Zer Hazretleri hakkında buyurdu ki:

Benim ümmetimde Ebu Zer, Meryem oğlu İsa’nın zühdüne sahiptir. Bu fıtrat üzere yaratılmıştır. İsa aleyhisselâmın tevazuuna bakmak kendisini mesrur eden kimse, Ebu Zerr’e nazar eylesin.

Tebük muharebesinde Ebu Zer-i Gıfârî Hazretlerinin devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya yetişmek için yaya yürümeye başladı. Şiddetli sıcak ortalığı kavuruyordu. Bir öğle vakti Ebu Zer orduya yetişti. Resûlullah (asm)’ın yanında bulunan Eshâb-ı kiram dediler ki:

Ya Resûlallah! Tek başına bir adam geliyor.

Resûlullah Efendimiz (asm):

Ebu Zer midir? Onun olmasını isterim, buyurdular.

Yâ Resûlallah, gelen Ebu Zer’dir.

Allah Ebu Zer’e rahmet eylesin! O, yalnız yaşar, yalnız yürür, yalnız başına vefât eder ve yalnız başına haşr olunur.

Daha sonra Ebu Zer’e:

Ey Ebu Zer! Niçin geride kaldın, buyurdular.

Ebu Zer, devesinin durumunu anlattı ve bu sebeple geride kaldığını söyledi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz:

Bana gelip kavuşuncaya kadar, attığın her adımına karşılık, Allah Teâlâ bir günahını bağışlasın, diye dua buyurdular.

Ebu Zer-i Gıfârî dünyaya hiç değer vermezdi. Son derece kanâatkâr, fakîr ve yalnız yaşardı. Peygamber Efendimiz (asm) bu sebeple ona, “Mesih-ül-İslâm”lâkabını vermişti.

Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri, Mekke’nin fethine de kendi kabilesinin sancağını taşıyarak katılmıştır.

Peygamberimize (asm) tam bağlanıp, onun sevip, beğendiğini seven, sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebu Zer, Resûlullah (asm)’ın vefatında da yanında bulunmuştur. Peygamberimizin (asm) vefatından sonra bir köşeye çekilip, son derece mahzun ve yalnız yaşadı. Hz. Ebu Bekir (ra)’in halifeliği devrinde de böyle yaşayıp, onun vefatından sonra Şam’a gitti. Oraya yerleşti.

Halis bir mümin, dürüst bir adam ve hatalı davranışlara çekinmeden karşı çıkan biri olarak bilinmektedir. Yüksek bir makamda olmamıştır fakat ümmete elinde ne varsa feda ederek hizmet etmiştir. Şüphelilerden ve haramlardan son derece sakınırdı. Evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakirlere dağıtırdı.

 Bir defasında Şam valisi, tecrübe etmek için, hizmetçisi ile akşam on bin dirhem altın göndermişti. Ebu Zer Hazretleri altınları alınca uykusu kaçtı, uyuyamaz hâle geldi. Hemen kalktı ve fakirlere dağıttı. Yanında tek altın bile saklamadı.

 Peygamberimiz(sav);”Allah sana merhamet etsin, ya Ebu Zer! o yalnız yaşayacak, yalnız ölecek ve yalnız diriltilecektir” buyurmuştur

Ebu Zer Hazretleri Medine çölü yakınlarındaki El-Rabaza kentine yerleşmişti

Bir gün, muhterem hanımı hatırlattı,

Elbisen çok eskidi, bir yenisini bulamaz mıyız?

Bize artık elbise değil, kefen lâzımdır! Üstelik sana, iyi haberlerim var.

– Hayırdır İnşallah Efendi…

İnşallah yakında, Allah’ın sevgilisi Peygamber Efendimize (asm) kavuşacağım. Ey ölüm çabuk gel, ruhum Rabbime kavuşmak sevgisiyle çırpınıyor.

Hanımı ağlamaya başladı.

Niçin ağlıyorsun hanım?

Kadıncağız bir şeyler söylemek için dedi ki:

Nasıl ağlamayayım! Gerçekten bir emr-i Hak vaki olsa, vefat etsen, ben buralarda tek başıma ne yaparım? Sonra bir kefen bezimiz bile yok. Ayrıca kadın başıma, seni nasıl defnedebilirim?

Şimdi bunları bırak da, kapıya çık bakalım! Gelen giden, var mı?

Hanımı kapı önüne çıktı. Uzaklara, ufuklara baktı:

Bilirsin ki, hac mevsimi geçti. Bu günlerde, şu ıssız çöle, kimin yolu düşebilir?

Gelirler! Gelirler! Sen şimdi kalk! Bir keçi kes; pişirmeye başla! İyi kalpli Müslüman cemâ’ati gelince, onlara ikram edersin. Sakın, yemeden onları salıverme!

Hanımı, tekrar dışarı çıktı efendisinin emirlerini yerine getirmeye başladı. Yemek pişirirken yolu da gözlüyordu.

Müjde efendi! Söylediğin gibi, gelenler var!

Yaşlı Sahabenin gözleri parladı ve dedi ki:

Elhamdülillah! Çok şükür, geldiler demek. Öyleyse, gel de şu yaşlı vücudumu, Kıbleye doğru çevirelim.

Sonra Kelime-i Şehâdet getirip vefat etti. Hanımı, efendisinin dediklerini yaptı. Sonra tekrar, kapı önüne çıktı. Yolcular gelmişlerdi.

Bunlar Abdullah bin Mes’ûd, Malik bin Eşter ve bazı Müslümanlardı. Kadıncağız eliyle, gelenlere evi gösterip sordu:

Ebu Zer içerde, vefat etti. Onu kefenleyip, ecre, sevaba nail olmak istemez misiniz?

Bu ismi duyan kafile mensupları, hep birlikte, Ebu Zer Hazretlerinin hizmetine koştular.

Abdullah bin Mes’ûd’un verdiği kefenle kefenlendi ve cenaze namazını da, Abdullah bin Mes’ûd kıldırdı. Hazırlanan etten de yiyerek hep birlikte Medine’ye döndüler. Çoluk çocuğunu Hz. Osman (ra) himayesine aldı.

Akrabanı ziyaret et, onlar seni ziyaret etmeseler de.”

Acı da olsa Hakkı söyle!”

Tedbir almak gibi akıllılık yoktur. Haramlardan el çekmek gibi vera yoktur. Güzel ahlâk gibi de soyluluk yoktur.” Gibi Peygamberimiz (asm)’den bizzat işiterek 281 hadis-i şerif rivayet eden

Ebu Zerr-il Gıfârî hazretlerine Allah rahmet etsin bizleride onun şefaatine mazhar eylesin Amin…

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

Kaynaklar:

1)Sorularlaislamiyet

2)Hadis külliyatı

Abdullah İbn-i Mesud (R.A.) Kimdir?

Adı Abdullah, künyesi Abdurrahman’dır. Babası Mes’ud, annesinin adı Ümm-i Abd’dir.

Gençliğinde koyun güderek çobanlık yapmıştır. Abdullah b. Mes’ud Hz. Peygamber(sav) ile İlk tanışması ve karşılaşmasını şöyle anlatır, Ben Ukbe b. Ebi Muayt’in koyunlarını güdüyordum. Bir gün Rasûlullah (sav) ve Hz. Ebu Bekir (ra) yanımdan geçiyorlardı. Rasûlullah(sav) bana sütümün olup olmadığını sordu. Ben de ona çoban olduğumu ve bu koyunların emânet olduklarını söyledim. Bunun üzerine Rasûlullah(sav) “Yavrulamamış ve süt vermeyen bir koyunun var mı? Bana gösterir misin?” dedi. Ben de koç yüzü görmemiş bir koyun getirdim. Rasûlullah(sav) koyunun memesini tutup sağmaya başladı. Gerçekten yavrulamamış ve sütü olmayan bu koyundan süt sağıp Ebu Bekir (ra)’e verdi. Hz. Ebu Bekir içti; sonra kabı Rasûlullah(sav) alıp o da içti.

işte İbn Mes’ud o günden sonra Hz. Peygamber(sav)’in yanından ayrılmadı.

İslâmı kabul edenlerin altıncısıdır. Abdullah ibn Mes’ud Kur’an’ın tamamını ezberlemiştir.

Müslümanların açıktan ibadet edemedikleri bir zamanda Abdullah İbn Mes’ud, Kâbe’de Kur’ân okumak istemişti, Hz. Peygamber(sav) ve Ashâbı bunun tehlikeli bir hareket olduğunu söylemişler, fakat İbn Mes’ud “Beni, onlarin şerrinden Allah korur!” diyerek kalkmış ve Kâbe’ye gitmişti. Kur’ân-ı Kerîm’den Rahman sûresini okumaya başlamıştı. Kureyş’liler kızmış, İbn Mes’ud’u kızgın kumlara yatırıp İslâm’ı terk etmeye davet ettiler. Fakat İbn Mes’ud, bu ezalara zerre kadar önem vermedi. Müşrikler de işkencelerinin bir fayda vermeyeceğini anlayarak onu bıraktılar . İbn Mes’ud, İlk fırsatta aynı hareketi tekrarlamıştır. Bu hareketlerinin sonucu olarak kendisine müşrikleri düşman etti ve Mekke’yi terk etmek zorunda kaldı, önce Habeşistan’a daha sonra Medine’ye hicret etti .

İbn Mes’ud, bütün büyük savaşlara katılmış ve hepsinde de önemli fedakârlıklar göstermiştir.

İbn Mes’ud (r.a.) Uhud, Hendek, Hudeybiye, Hayber gazveleriyle Mekke’nin fethinde Rasûlullah(sav) ile birlikte bulundu Abdullah İbn Mes’ud, her gazada, Allah yolunda Şehîd olmak gayreti ile savaşan sahabelerdendi. Hz. Peygamber(sav)’in vefatından sonra kısa bir müddet, inzivaya çekildi Fakat Hz Ömer devrinde heyecanı yeniden uyandı Hz. Ömer, İbn Mes’ud’u, Kûfe kadılığına tayin etti Beytülmal’in muhafazasını İbn Mes’uda verilmişti ‘beytü’l-mâl‘ önemliydi . Çünkü burası, binlerce Mücahidin tahsisatını karşılıyordu. Horasan, Türkistan ve bunlara benzer diger yerlerde, cihada katılan müslümanlar en uzak cephelerde çarpışan ordular, buradan teçhiz ediliyordu.

Abdullah İbn Mes’ud, aynı zamanda son derece zâhid ve müttakî idi. Dünyevî hiçbir zevk onu çekememişti.

İbn Mes’ud, İslâm’a girdiği günlerden beri ilimle uğraşmakla kendini göstermişti İbn Mes’ud, Rasûlullah(sav)’in en özel, en mahrem dostlarından ve adamlarındandı birçok özel hizmetlerini yapardı. Ayrıca o, Rasûlullah(sav)’in sırdaşlarındandı ve meclisine izinsiz girer, onunla konuşur, emirlerini dinler ve bütün arzularını yerine getirirdi Kur’an’ı en iyi bilen, en mükemmel ezberleyen zatlardandı. Rasûlullah onun hakkında şöyle buyurmuştu: “Kur’an’i dört kişiden öğreniniz: Ibn Mes’ud’dan, Muaz b. Cebel, Übey b. Kaab ve Ebu Huzeyfe’nin mevlâ’si Sâlim’den.

Kendisi bu hususta şöyle buyurur;“Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın Kitabı’ndan hiçbir sure yoktur ki, onun nerede indiğini en iyi bilen ben olmayayım! Hiçbir ayet yoktur ki, niçin indiğini en iyi bilen ben olmayayım… Develerin ulaşabileceği yerde Allah’ın Kitabı’nı ben¬den daha iyi bilen birinin olduğunu bilsem, mutlaka deveye binip ona giderdim.

İbn Mes’ud kendi rey’i ile Kur’ân’ı tefsir etme hususunda son derece ihtiyatla hareket ederdi. Kendisi bunu izah ederek der ki: “Mescitteydim. Orada Kur’ân’ı kendi rey’iyle tefsir eden bir adamı gördüm ve hemen oradan ayrıldım.”

İbn Mes’ud’un kıraati son derece güzeldi. Rasûlullah, Kur’an’ı ona talim ettikten sonra, sesinden dinlemek İsterdi İbn Mes’ud, Rasûlullah’a yakınlığı dolayısıyla son derece geniş bilgiye sahipti. “Onun, o devre ait bilmediği yoktu” dersek mübalâğa etmiş olmayız. Bununla beraber o, asr-i saadet’e ait rivayetlerde son derece ihtiyatlı davranırdı. Amr b. Meymun söyle der: “Abdullah ile tam bir yıl kaldım. Bu müddet içinde onun ‘Rasûlullah buyurdu’ dediğini duymadım. Şayet böyle bir söze başlarsa bütün vücudu ürperir ve alnından terler akardı

O, talebelerine derdi ki: “Rasûlullah’dan bir söz naklettiniz mi, o sözün nübüvvet ve risâlet şanına en lâyık,ümmetinin hidayetine en faydalı ve takvaya en uygun olanını gözetiniz.”

O, çok rivayetiyle tanınan Muksirun sahabelerden biridir onun rivayetleri çoğunlukla Rasûlullah’dan öğrendiği farzları açıklayan ve dini emirlerin kolayca anlaşılmasına yardımcı olan talimatlardır ondan rivâyet edilen hadislerin toplamı sekizyüzkirksekizdir.

İbn Mes’ud, fıkıh İlminin kurucularından olan fakih sahabelerden biridir. O, özellikle Hanefi fıkhının temel taşıdır. İbn Mes’ud, halka, fıkıh meselelerini ve içtihatlarını öğretir, bütün mürâacatlarını cevaplar ve problemlerini hallederdi. Abdullah İbn Mes’ud, kıyas ile muasırlarının birçok problemlerini çözmüş, bu kaidenin yerleşmesinde son derece büyük hizmetlerde bulunmuş ve böylece usul-u fıkıh İlminin ortaya çıkmasına büyük katkıda bulunmuştur.

İbn Mes’ud, sünnet-i seniyye’ye uygun bir ahlâk sahibiydi. O, ahlâk ve yasayış tarzını bizzat Rasûlullah’dan öğrenmişti Rasûlullah(sav) ona, kayıtsız şartsız bir müsaade vermişti. İbn Mes’ud’a: “Her zaman yanıma girebilirsin, ancak benim mani olacağım zamanlar hariç” derdi. Hz. İbn Mes’ud, son derece misafirperverdi. Küfe’de ikamet ettiği sırada evi hiç misafirsiz kalmazdı.

İbn Mes’ud, Ramazan’dan başka çoğu günlerdede oruç tutar, Aşûre günlerini de oruçlu geçirirdi. İbn Mes’ud, son derece külfetsiz bir hayat sürer, gayet basit yemeklerle beslenirdi. Bir gün, bir dakika da olsa adalet ve insaftan ayrılmamıştır.

Küfe’deki görevi sona erdirildikten sonra Medine’ye dönen İbn Mes’ud, Medine’de bir süre kaldıktan sonra hastalandı. Bir gece rüyasında Rasûlullah(sav)’i gördü. Hz. Peygamber onu davet ediyordu, altmış yaşını geçmiş olarak 652 yılında vefat etti. Cenaze namazı Hz. Osman veya Hz. Ammar (ra) tarafından kıldırıldı ve naşı Baki kabristanına defnedildi. Hz. Osman b. Mazun ise onu kabrine indirdi. Allah şefaatlerine nail eylesin. Âmin…

Çetin KILIÇ /Lüleburgaz

www.NurNet.Org

Kaynak: Hadis Ansiklopedisi

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) Kimdir?

Müellifler Hz. Hasan ve Hz Hüseyin (r.a.) menkıbelerini beraber sunmuşlar ayırmamışlardır. Bu birliğin sebebi bir çok menkıbelerde müşterek olmalarıyla açıklanır. Bunlar sevgili Peygamberimiz(sav)’in mübarek iki torunlarıdırlar ve ayırmak mümkün değildir.

Hz. Hasan ve Hz Hüseyin, Hz. Peygamber(sav)’in torunları, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın çocuklarıdırlar. Hz Hasan 625, Hz Hüseyin ise tam bir yıl sonra 626 yılında Mekke’de doğmuştur. Hz. Fatıma, ile Hz. Ali’nin evliliklerinden Hasan, Hüseyin, Muhassin, Ümmü Gülsüm ve Zeynep isimlerinde çocukları dünyaya gelmiştir. Muhassin, doğumunun hemen akabinde vefat etmiştir .Hz. Peygamber’in torunları olan bu çocuklar onunla birlikte güzel günler geçirerek onun eğitim ve terbiyesinden nasiplenmişlerdir

Hasan ve Hüseyin isimlerinin cahiliye döneminde bilinmediği ve ilk olarak Hz. Peygamber(sav) tarafından torunlarına verildiği bilinmektedir. Hz Ali çocuklarına harb ismini koymak istese de Peygamberimiz(sav) müsaade etmemiştir.

Hz. Peygamber(sav)’in, torunları Hasan ve Hüseyin’in doğumundan sonra kulaklarına ezan okuduğu ve her biri için de akika kurbanı kestirdiği, her ikisinin de doğumlarının yedinci günlerinde sünnet edildiği ve saçlarının kesilip ağırlığınca gümüş tasadduk edildiği bilinmektedir.

Ehl-i Beyt’inden en sevimli olanlar kimlerdir?” diye sorulunca Hz. Peygamber: “Hasan ve Hüseyin’dir.” diye cevap vermiştir. Aayrıca onlar “Cennet ehli gençlerin efendileridir” buyurmuştur Onları bulduğu her fırsatta kucağına alıp öpmüştür.

Yine bir gün Rasûlullah (sav)’ın Hasan’ı öptüğünü gören Akra b. Hâbis ona: “Benim on çocuğum var ama daha hiç birini öpmedim.” deyince Hz. Peygamber: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” buyurmuştur. Başka bir rivayette ise “Allah senden rahmet duygusunu almışsa ben ne yapayım.” demiştir.

Hz. Peygamber (sav) halkın arasında iken dahi onları omuzlarına almış ve gezdirmiştir. Ebu Hureyre (ra) onun bir omzunda Hz. Hasan, diğer omzunda Hz. Hüseyin, bir ona bir diğerine oyun yaparak yanlarına geldiğini ve “Kim onları severse beni sever, kim de onlara buğzederse bana buğzeder.” dediğini nakletmiştir.

Ebu Hureyre’den nakledilen bir rivayette onların Hz. Peygamber(sav)’in huzurunda güreşirlerken Rasûlullah (sav): “Haydi Hasan!” diye heyecana ortak olunca Hz. Fatıma: “Niçin ‘Haydi Hasan’ diyorsun?” diye sormuş. O da: “Cebrail de ‘Haydi Hüseyin’ diye sesleniyor da onun için.” Buyurmuştur

Hz. Peygamber(sav)’e hurma dolu bir sepet getirilmişti.. Onlardan biri bir hurma tanesini alarak ağzına götürdü. Rasûlullah (sav) bunu görünce onun ağzından hurmayı çıkarmış ve: “Sen Âli Muhammed’in sadaka yemediğini bilmiyor musun?” demiştir.

Hz. Hasan’ın baş ve göğüs arası, Hz. Hüseyin’in de göğüsten aşağısının, Hz. Peygamber’e çok benzediğini ifade edilmektedir.

Resulullah(sav) ”Ben size temessük edip sıkı sarıldığınız takdirde dalalete düşmekten korunacağınız iki şey bırakıyorum: Bunlardan her biri diğerinden daha büyüktür: Kitabullah, bu semadan arza uzanan Allah’ın ipidir Diğeri Ehli Beytim olan yakınlarımdır bu iki şey Kevser havuzunun başında buluşuncaya kadar birbirinden ayrılmayacaktır bu iki şey hakkında benden sonra nasıl davranacağınıza iyi bakın” buyurarak “Kitaba uyup emirlerini tatbik edin nehiylerinden kaçının Al-i Beytimin yoluna uyun onlar sizi hidayete ulaştırır dalalete düşmezsiniz “diye vasiyette bulunmuştur.

Bediüzzaman Hazretleri Lemalar adlı eserinde “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.

Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan’ı (r.a.) kemâl-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle, Hazret-i Hasan’dan (r.a.) teselsül eden nuranî nesl-i mübarekinden, Gavs-ı Âzam olan Şah-ı Geylânî gibi pek çok mehdî-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş. Ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alâmet olarak, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş.

Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidin, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlişan ve hakikî verese-i Nebeviye gibi çok mehdîmisal zevât-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.Evet, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) gayb-âşinâ kalbiyle, dünyada Asr-ı Saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temâşâ eden ve yerden Cenneti gören ve zeminden gökteki melâikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisâtı gören, hattâ Zât-ı Zülcelâlin rüyetine mazhar olan nazar-ı nuranîsi, çeşm-i istikbal-bînîsi, elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdîleri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş. Evet, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmesinden, Şah-ı Geylânî’nin hisse-i azîmesi var.”buyurmuştur.

Bediüzzaman,bahsin devamında Resulu Ekremin(sav) ümmeti Al-i Beyti etrafında toplamaya ehemmiyet verdiğini belirtikten, Al-i Beytin “sünnet-i seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Ali Beyt” olduğuna dikkat çektikten sonra şunu söyler: “işte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnet’e ittiba ünvanıyla bu hakikat-ı hadisiye bildirilmiştir. Demek ki Al-i Beyt’ten vazife-i risaletçe muradı Sünneti seniyyesidir. Sünnet-i seniyyeyi terk eden hakiki Al-i Beyt’ten olmadığı gibi Al-i Beyt’e hakiki dost da olamaz.” demiştir.

Hz. Ali, Haricîler tarafından bir suikastla şehit edilirken, Hz. Hasan Müslümanların kanlarının dökülmemesi için hilafetten feragat ederek Muaviye’ye biat etmiştir. Muaviye’nin vefatından sonra onun oğlu Yezid’e biat etmeyen Hz. Hüseyin ise, Kerbela’da aile halkından 19 kişi toplam 72 kişiyle birlikte şehit edilmiştir. Onların karşı karşıya kaldığı bu üzüntü verici durumlar o gün olduğu gibi günümüze kadar devam eden süreçteki bütün Müslümanların gönüllerini dağlamış, onlara olan sevgi, saygı ve bağlılığı bir kat daha artırmıştır.

Hz Hasan’ın ölüm sebebi ise zehirdir; Hanımı Ca’d zehir içirmiştir kırk gün sonra 669 tarihinde Medine’de vefat etmiştir vefatından önce Hazreti Aişe’den izin isteyip Rasûlullah (sav)’in yanına gömülmek istemiş Hz Aişe izin vermesine rağmen iktidardaki Emevi ailesi buna razı olmamış Hz Hüseyin^de huzursuzluk çıkmaması için ısrar etmemiştir. Hz Hasan’ın vasiyeti esnasında “mani olurlarsa Baki’ul Garkad’a defnedin “sözü üzerine Baki’ul Garkad’a defnedilmiştir.

Allah, Hz. Hasan(ra) ve Hazreti Hüseyin(ra)’a rahmet eylesin bizleri hakkıyla ehli beyte uyan kullarından eylesin yollarından giden ümmet eylesin amin…

Çetin KILIÇ / LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

KAYNAKLAR:

1) Hadis Ansiklopedisi

2) Risale-i Nur Külliyatı

3) Son Peygamber

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Zeyd Bin Harise (r.a.) Kimdir?

575 yılında doğmuştur, Peygamber efendimiz(sav)’in azadlı kölesidir,annesi Su’da binti Salebe’dir. Künyesi oğluna nisbetle “Ebû Üsâme’dir.” Yemenli’dir

Kur’ân-ı kerîmde Eshâb-ı kirâm içinde Zeyd’den (r.a.) başka hiçbir kimsenin ismi açıkça zikredilmemiştir.

Zeyd bin Hârise (r.a.) ilk îmân edenlerdendir. Hz. Hatice, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali’den sonra dördüncü, âzâd olmuş köleler içinde ise ilk müslüman olmakla şereflenmiştir.

Zeyd bin Hârise (r.a.) çocuk yaşlarında iken annesi Su’da ile birlikte akrabalarını ziyârete gitmişti. Bu sırada başka bir kabilenin baskınına uğradılar. Zeyd’i esir aldılar. Mekke’ye panayıra getirdiler.Hz. Hatice’nin yeğeni Hâkim bin Hizam, Zeyd’i 400 dirheme satın aldı. halası Hz. Hatice’ye hediye etti. O da Peygamber efendimiz(sav)’e hediye etti. Peygamber efendimiz(sav) onu derhal âzâd ederek yanında alıkoydu. Mûte harbinde şehîd düşene kadar ona hizmet etti.

Peygamber efendimiz(sav) ‘den gördüğü güzel mu’âmeleden dolayı Resûlullah(sav)’ı, babasından ve anasından daha çok seviyor, yanından hiç ayrılmak istemiyordu.

Zeyd’in babası Hârise, kardeşi Ka’b ile birlikte yanına fazla miktarda para alarak Mekke’ye geldi. Mekke’ye varınca Peygamberimiz (sav)’in huzurlarına çıktı ve şöyle dedi:

Köleniz bulunan oğlumuzun kurtulması için ne kadar para istersen onu verelim, serbest bırak, ne olur bu dileğimizi geri çevirme!” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.):

Zeyd’i çağırıp kendisine durumu bildirelim. O’nu serbest bırakalım. Şayet size gelmeyi tercih ederse sizden herhangi bir para almadan onu alıp götürebilirsiniz. Şayet beni tercih eder, yanımda kalmayı isterse Allah’a yemin ederim ki, beni tercih edeni kimseye terk etmem, yanımda kalır.”

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) Zeyd’i huzuruna çağırarak kendisine:

Bunları tanıyor musun?”

Evet biri babam, diğeri amcamdır.”

Ey Zeyd sen benim kim olduğumu öğrendin, sana olan şefkat ve merhametimi, davranışımı gördün. Bunlar seni almaya gelmişler. O halde ya beni tercih et, yanımda kal veya onları tercih et, git.”

Ben hiç kimseyi size tercih etmem. Siz benim hem amcam, hem de babam makamındasınız. Sizin yanınızda kalmak istiyorum” dedi.

Babası, kızarak Zeyd’e; “Yazıklar olsun sana, demek ki, sen köleliği hürriyete, annene, babana ve amcana tercih ediyorsun?” dedi

Peygamber efendimiz Zeyd’in kendisine olan bu bağlılığını ve sevgisini görünce onu Kâ’be-i Muazzama’nın duvarında bulunan Hacer-i Esved taşının yanına götürüp oradakilere hitap ederek; “Şahid olunuz Zeyd benim oğlumdur. O bana vâris, ben ona vârisim” buyurdu.

Babası ve amcası bu durumu görünce memleketlerine döndüler. Eshâb-ı kirâm bundan sonra Zeyd’e, Zeyd bin Muhammed (Muhammed’in oğlu Zeyd) demeye başladılar. Bu hadîseler olduğunda henüz İslâmiyet gelmemişti.

Daha sonra Allahü -teâlânın. Ahzâb sûresinin 5 ve 40. âyetlerindeki: “Evladlarınızı babalarının ismiyle çağırın, böylesi Allah katında daha doğrudur.” “Muhammed aleyhisselâm sizden hiç bir erkeğin (Zeyd gibi) babası değildir” emirleri ile evlad edinmek de kaldırılınca, Hz. Zeyd babasının ismiyle, yani “Hârise’nin oğlu Zeyd” (Zeyd bin Hârise) diye çağrılmaya başlandı.

Peygamber efendimiz Zeyd’i Mekke’de Ümmü Eymen’le (r.anha) evlendirdi.Bundan, Eshâbın büyüklerinden Hz. Üsâme doğdu. Daha sonra Peygamber Efendimiz(sav) Zeyd’i halasının kızı Hz. Zeyneb’le evlendirmiş, ancak, eşlerin anlaşamamaları neticesinde boşanmışlardı. Daha sonra Peygamber Efendimiz Zeyneb’le evlenmek suretiyle, Cahiliye devrinden kalma evlatlık anlayışının ortadan kaldırıldığını bizzat göstermiş ve Kur’an-Kerim’de, “… sonra Zeyd o hanımla alakasını kesince biz onu sana nikahladık -ta ki, evlatlıklarının boşadığı hanımlarla evlenmenin müminler için günah olmadığı anlaşılsın. Allah’ın emri işte böylece yerine getirilmiştir.” (Ahzab 37) şeklinde ifadesini bulmuştur.,

Peygamberler, peygamberlik vazifeleri itibariyle ümmetleri için baba hükmünde olmaları, onlara babalarından daha büyük bir şefkatle ve muhabbetle bakmalarındandır. Yoksa, nesep itibariyle olan babalık değildir. Dolayısıyla peygamberlerin kendi ümmetlerinden olan hanımlarla evlenmelerinde bir sakınca yoktur.

Risale-i Nur’da Yedinci Mektup’ta bu konu izah edilmektedir. Büyük bir idareci kendine tabi olanlara büyük bir şefkat gösterdiği ve bu şekilde yaklaştığı zaman, insanlar kendisine evladından ziyade bir muhabbet ve nazarla bakmaya başlar. Bu durum zamanla baba-evlat ilişkisine benzer bir mahiyet alınca, söz konuşu kişiler arasında bir evliliğin gerçekleşmesi halk arasında kolay kolay kabul görmez. Kur’an-ı Kerim böyle bir düşünceyi ortadan kaldırmak maksadıyla; “Peygamber rahmet-i İlahiye hesabıyla size şefkat eder, pederane muamele eder. Ve risalet namına siz onun evladı gibisiniz. Fakat şahsiyet-i insaniye itibariyle pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasip düşmesin. Ve sizlere ‘Oğlum’ dese, ahkam-ı şeriat itibariyle siz onun evladı olamazsınız.”

Peygamber efendimiz(sav), Zeyd bin Hârise (r.a.) ile Taif’ten dönerlerken yolda Tâifliler taşa tuttular. Her tarafı an kan revân içinde kaldı. Hz. Zeyd, Peygamberimiz(sav)’i atılan taşlardan korumak için, O’nun önüne, arkasına, sağına soluna geçerek siper oluyordu. Kendisi de bu suretle bir çok yerinden yaralandı.

Daha sonra Medine’ye hicret etti. Medine’de, Ensârdan Gülsüm bin Hedm’in evinde misafir kaldı, Üseyd bin Hâfız’la din kardeşi oldu.

Zeyd bin Hârise (r.a.) Bedr harbinden Mûte harbine kadar Peygamber efendimizin bulunduğu bütün gazvelere katılmıştır. bir çoğunda kumandanlık ederek, şecaati, kahramanlığı ile örnek olmuştur. . Peygamber Efendimiz, Medine’de kendi yerine onu vekil bırakmakla; kendisine verdiği önemi gösterdiği gibi, idareciliğini, dirayetini tasvip ettiğini, aynı zamanda, makamlara getirilmenin ırkla, soyla değil, takva ile olacağını göstermiş oluyordu.

Hz Aişe validemiz derki; Resulullah(sav) Zeyd’i bir seriyyeye göndermişse mutlaka komutan yapmıştır eğer sağ olsaydı onu yerine halife tayin ederdi.

Bir hadîs-i şerîfte: “Bana insanlar arasında en sevimli gelen kişi, Benim ve Allah’ın ihsanına mazhar olan kişidir. Bu zât Zeyd’dir.” buyurmuştur.

Resûlullah (s.a.v.) efendimiz bir gün minberde konuşma yapıyorlardı. Birden bire efendimizin gözlerinden yaşlar boşanmaya başlamış ve konuşmalarım keserek: “İşte Zeyd şehîd oldu!” buyurdular

Hz. Zeyd, 629 yılında Şam bölgesinde “Mûte”de şehîd olmuştur.

Zeyd, beyaz ve güzel idi.

Peygamberimiz(sav) bir hadisi şerifinde şöyle buyurdular“Cennete baktım. Bir de gördüm ki, Cennet narlarının her biri deve derisinden yapılmış, şişirilen tulum gibi, kuşları, büyük develer gibi iri. Bunların arasındaki bir gence gözüm ilişti. “Sen kimsin?” diye sordum. O da, Zeyd bin Hârise olduğunu söyledi. Sonra baktım ki, Cennette gözlerin görmediği kulakların duymadığı, hatır ve hayâle gelmeyen şeyler vardır

Kuranı kerimde adı geçen Peygamberimiz(sav) tarafından en çok sevilmeye layık olan Zeyd bin Hârise (r.a.)gibi anılmak ve sevilmek duamız olsun Amin…

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

Kaynaklar:

1)Hadis Ansiklopedisi

2)Risalei-nur Külliyatı

Cafer-i Tayyar (Cafer Bin Ebi Talib) (R.A.) Kimdir?

Cafer Bin Ebi Talib (r.a)

588 yılında Mekke’de doğdu Hz. Peygamber(sav)’in amcası Ebû Tâlib’in oğludur. Hz.Ali (ra)’nin dört kardeşinden biridir. Hazreti Cafer(ra), Hazreti Abbas(ra)’ın eğitimi altında yaşadı. Künyesi Ebû Abdullah, lâkabı Tayyar ve Zülcenâheyn’dir.

Bir gün Resûlullah(sav) Hz.Ali(ra)’yle beraber namaz kılarken kardeşi Cafer bunu gördü, merak etti. Daha sonra Hz.Ali(ra)’yi buldu ve yaptıkları hareketin ne olduğunu sordu. Hz.Ali(ra)’de bunun Cenâb-ı Hakk’a karşı yapılan bir ibadet olduğunu söyledi. İslamiyet hakkında açıklamada bulundu. Bu sözler Cafer’in çok hoşuna gitti ve hemen orada Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Ardından hanımı Esma binti Üveysi’de müslüman olmuştur.

Diğer Müslümanlar gibi, Hz. Câfer(ra)’de müşriklerin akıl almaz eza ve cefalarıyla karşılaştı, ancak O, imanından taviz vermedi.

Zulüm görüp Habeşistan’a hicret eden 92 kişinin içinde Cafer(ra) ve hanımı Esma binti Üveysi’de vardı. Hz.Cafer(ra) Habeşistan muhacirlerinin emiri idi. Habeşistan’da eşi Esma’dan oğlu Abdullah dünyaya geldi. Abdullah Habeş topraklarında doğan ilk Müslüman çocuktur.

Kureyş müşrikleri, muhacirleri Habeşistan’dan geri çevirmek üzere Abdullah b. Ebi Rabia ile Amr b. el-As’ı değerli hediyelerle Habeşistan’a gönderdiler. Elçiler Habeş Necaşisi nezdinde müslümanları kötüleyince, Câfer b. Ebi Talib(ra) müslümanların temsilcisi olarak konuştu ve müşriklere üç soru sorulmasını istedi:

1) Biz Kureyş’in köleleri miyiz?

2) Mekke’de bir cinayet mi işledik ki, zorla iade edilmemizi istiyorlar?

3) Mekke’de mal gasbettik de, üzerimizde başkalarının hakları mı vardır?

Kureyş elçileri bütün bu sorulara olumsuz cevap verdiler. Ancak, puta tapmayı bırakıp İslâm dinine girmelerinin suç olduğunu bildirdiler. Bunun üzerine Necaşi, Cafer(ra)’e İslâm dini ile ilgili sorular sordu.

Hz. Cafer(ra), İslâm’ın getirdiği iman, ahlâk ve fazilet esaslarından söz etti. Necaşî’nin isteği üzerine Meryem Suresi’nin baş tarafından okumaya başladı. Tatlı duygulu bir sesi vardı, Ankebut ve Rûm surelerini de okudu. Bu sırada Necaşî’nin gözlerinden yaşlar akıyordu. İstek devam edince, Hz Câfer(ra) Kehf sûresini okudu. Necaşî, kendisini tutamayarak “Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nurdur ki, Musa’da, İsa’da aynı mesajla gelmiştir.” dedi.

Hz. Muhammed(sav)’in bir peygamber olduğuna kanaat getirdi. Bunu açıkladı ve Müslümanları himaye etti.

Yedi yıl sonra tekrar Medine’ye döndüler. O sıralar Hayber feth edilmişti, Peygamberimiz(sav) bilhassa Hz. Cafer(ra)’in döndüğüne çok sevindi. Onu kucakladı, bağrına bastı, alnından öptü ve sevincini şöyle izhar etti:

Ben hangisine sevineceğimi bilemiyorum. Hayber’in fethine mi, yoksa Cafer’in gelişine mi?

Cafer bin Ebu Talip(ra) beliğ bir hatip, takva, tevazu, ilim sahibi, iyilik sever, korku bilmeyen cesaret sahibi, aynı zamanda fakirlikten korkmayacak kadar da cömert biriydi. Fazilet ve güzelliğin en yükseği onda toplanmıştır, zira Peygamber Efendimiz(sav)’e ahlakça ve vücutça en çok benzeyen sahabi Hz.Cafer (ra) idi. O’nun, Peygamberimiz(sav)’in yanında apayrı bir yeri vardı. Peygamberimiz Hz.Cafer için “fakirlerin babası” derdi.

Hz. Cafer(ra), “Ya Allah yolunda büyük bir zafer kazanıp Allah’ın dinine yardım ederim, veya Allah yolunda şehit düşerim“ diyerek ikinci komutan olarak 629 yılında üç bin askerle katıldığı Mute harbinde sayı ve teçhizat bakımından kendilerinden çok üstün olan Rum imparatorluğunun ordusuyla harb ederken 41 yaşında şehid oldu.

Mübarek bedeninde doksandan fazla mızrak, ok ve kılıç yarası vardı. Peygamberimiz(sav) Hazreti Cafer(ra)’in şehadet haberini verdiğinde vefakar hanımın feryatları göklere yükseldi. Allah’ın Rasülü(sav) efendimizin de gözleri yaşlarla doldu. Hüzünle evden çıkıp, etrafındakilere şunları söyledi:

-”Cafer ailesine yemek yapmayı ihmal etmeyin. Çünkü onlar kendi acı derdleriyle meşguller.”

Hz. Cafer(ra)’in savaş meydanında iki kolunun da kesilmesi üzerine, şehadetinden sonra Rasûlullah(sav) ona Cennet’te iki kanat takıldığını haber vererek şöyle buyurmuştur:”Cafer’i, Cennet’te meleklerle birlikte uçarken gördüm.”

Bundan sonra, kuş gibi kanatlanıp Cennet’te uçtuğu hadisle sabit olan Cafer(ra)’e “çok uçan Cafer” anlamında “Câfer-i Tayyâr” lakabı verilmiştir.

Ebedi Cennette nimet ve bolluk içinde olan Hz.Cafer(ra)’dan Allah razı olsun bizlere de O’nun şefaatini nasip etsin Amin..

Çetin KILIÇ / Lüleburgaz

www.NurNet.Org

Diğer Sahabelerin Örnek Hayatları İçin Tıklayınız!

Kaynaklar:

1)Hadis Ansiklopedisi.

2)Ümmetimin Yıldızları.