Etiket arşivi: Prof. Dr. Alaaddin Başar

Boş Sözler, Boş İşler

“Kişinin İslâmî güzelliklerinden biri de, malayani şeyleri terketmesidir.” Hadis-i Şerif
Mağazalarda alıcıyla satıcı arasında yapılan kıyasıya pazarlıklar ne kadar ibretlidir!?.. Birisi malının kıymetini bilmektedir, beriki parasının değerini. Her ikisi de bu ticaretten mutlaka kârlı çıkmak için çalışırlar. Şimdi şu soruyu soralım kendi kendimize:
Paramız ve malımız için gösterdiğimiz hassasiyetin binde birini hayatımız, ruhumuz ve aklımız için gösteriyor muyuz? İşte bu büyük sermayelerin boşu boşuna harcanmasına “malayani” deniliyor.
“İki büyük sermaye ziyana uğratılmaktadır: Sıhhat ve boş zaman” Hadis-i Şerif
zaman akar giderMalayani, yani kendisiyle hiçbir hedef gözetilmeyen, iş olsun diye, lâf olsun, vakit geçsin, ömür tükensin diye yapılan boş konuşmalar ve faydasız işler … Malayaninin en yaygın tarifi, “ne dünyaya ne de ahirete yaramayan şeyler, işler, konuşmalar” şeklindedir. Bu tarif, şu dünyada yaşadığımız sürece bize bir şeyler verir. Ve ömrümüzü ya dünya için, yahut ahiret için faydalı olacak sahalarda geçirmemizi telkin eder. Aslında İslâm’da bu iki saha birbirinden ayrı değildir. Çünkü, İlâhî rızayı esas alan ve meşru dairede, istikamet üzere çalışan bir mümin, dünya işleriyle meşgul olduğunda da yine ibadet üzeredir ve ahiretine bir şeyler göndermektedir.
Şu var ki, ahirete göçtüğümüz zaman malayaniyi, her halde, biraz daha farklı anlayacağız. O zaman diyeceğiz ki, “ebedî âleme fayda sağlamayan ve meyveleri sadece dünyada kalan her şey malayanidir.”
Nur Külliyatında dünyanın üç yüzü olduğu ifade edilir. Birisi İlâhî isimlere ayna olma yönü, diğeri ahirete tarla olma ciheti, üçüncüsü de dünyanın zevk ve safa, oyun ve eğlence tarafıdır. İşte bu tasnifteki ilk ikiye girmeyen her iş, her faaliyet, her konuşma malayanidir. Şu var ki, ahiret denilince cennet ve cehennem birlikte düşünülecektir. Eğer bir iş, sadece cennete vesile olmamakla kalmayıp insanı cehenneme sürüklüyorsa, bunu malayani içinde değerlendiremeyiz. Böyle bir iş boş değildir; azap yüklü ve ceza doludur.
Malayani, ahiret namına bir faydası olmayan, ama günah yahut haram da sayılmayan meyvesiz işler demektir. Nur Külliyatında “malayani” konusu sıkça işlenir. Nur Müellifi iki risalesi hakkında özel birer not düşmüştür. Birincisi İhlas Risalesidir, düştüğü not ise “bu risale, lâakal,” yani en az, “on beş günde bir defa okunmalı” şeklindedir. Diğeri ise Meyve Risalesinin Dördüncü Meselesidir. Bu Risale için, “Meyvenin Dördüncü Meselesini çokça okuyunuz” tavsiyesinde bulunur.
Malayani hastalığının bir ilacı olan bu risalenin, en can alıcı paragrafını aynen aktarmak isterim: “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makusen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.” Şuâlar
İnsan kendi nefsiyle sürekli beraberdir. Bu beraberlik kabir âleminde ve ahiret hayatında da devam edecektir. İnsan, cüzi irade ve hürriyet nimetleri sayesinde kendi nefsini dilediği gibi yönlendirebiliyor. Bu en küçük dairede en büyük söz onundur. İstediği yere gitmekte, dilediği işi görmekte, arzu ettiği kitabı okuyabilmektedir. Ama bir sonraki daire için bunu söylemek çok zordur. İnsan, kendi aile fertlerini istediği gibi yönlendirme şansına çoğu zaman sahip olamaz. Çünkü onlar da insandırlar, onların da nefisleri ve cüzi iradeleri vardır. Şeytan onların da peşindedir; dünya, onları da durmadan kendine çağırmaktadır. İnsanın bu dairede yapabileceği tek şey, doğru ve faydalı olanı, onlara güzel bir şekilde anlatmaktan ibarettir.
Şehir dairesinde, insanın tesiri çok daha aşağılara düşer. Bütün şehir halkını istediği yöne sevk etme şansına sahip değildir. Memleket ve bütün bir insanlık âlemi için ise, insanın müessiriyeti sıfıra çok yaklaşır. Ama, insan, bu geniş dairelerde kendisine düşen vazifenin cüzi olduğunu çok iyi bildiği halde, onların cazibesine kapılır, onlara daha çok önem verir, onlar hakkında çok daha fazla konuşur, yahut kafa yorar. Bu, insan için büyük bir zarardır; ömür sermayesini boş yere harcamaktır.
İşte Nur Müellifi, insanın nazarını hayatın ve siyasetin geniş dairelerine çeviren malayani afetine, önemle dikkat çekmekte ve bu derdin devası olan söz konusu risalenin sıkça okunmasını tavsiye etmektedir. Bir başka risalesinde ise, bu afetin vahim neticesini şöyle nazara veriyor: “Lüzumsuz ve malayani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdisatına merak ile dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler.” Kastamonu Lahikası
İnsanın nefs-i emmaresi, malayaniye yatkındır. Çünkü onda ahiret için bir fayda yoktur. Şeytan da insanı küfür, şirk, günah şıklarından hiçbirine sevk edemediği taktirde, onu malayaniye sevk eder. Nefis ve şeytanın bu ortak arzusuna uyan insan, boş konuşmaları saatlerce dinlemekten zevk alır. Aynı insan ilmî bir eseri okuduğunda, yarım saat sonra sıkılmaya ve yorulmaya başlar.
Malayani konusunda, şu hususun da gözden uzak tutulmaması gerekiyor: Hayatın ve siyasetin geniş dairelerinde vazife almış kimselerin, bu konularla derinlemesine ilgilenmeleri, dünyaya çalışmak demektir ve malayani sayılmaz. Ama, dört senede bir defa oy vermekten öte, siyaset dairesinde hiçbir tesir gücü olmayan insanların, dört yıl boyunca bu konuya büyük zaman ayırmaları malayaninin tâ kendisidir. “Benim ve kardeşlerimin herbirimizin yüz derece aklı ve fikri ziyadeleşse, bu muazzam vazife-i kudsiyenin hizmetine ancak kâfi gelebilir. Sair mes’elelere bakmak, bize fuzulî ve malayani olur.” Sikke-i Tasdik-i Gaybî
Prof. Dr.  Alaaddin Başar

 

Yokluk Var Mı?

Adem “Yokluk. Olmama. Bulunmama.” “Vücut” varlık, “adem” ise yokluk mânâsına geliyor. Yokluk diye ayrı ve müstakil bir şey yok bu âlemde. Zaten öyle bir şey olsaydı, o da bir başka tür varlık olurdu. Her varlığın terki bir yokluğu netice veriyor. Sıhhatin bozulmasına hastalık, doğru olmayana yalan, dürüstlüğün terkine sahtekârlık, imandan mahrum kalmaya küfür, tevhitten sapmaya şirk deniliyor. Yok iken var olan insanoğlu, kendisini bu varlık nimetine kavuşturan Rabb’inin de var olduğunu anlamış ve böylece, “iman varlığı”na erişmiştir.
Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre, bütün şer ve çirkinliklerin, bir başka ifadeyle “bütün adem alemlerinin” başını şeytan çekiyor. Hz. Âdem’in (a.s.) yaratılışı tamamlandığında, melaikelere emir verilmişti; “Adem’e secde edin,” diye. Bu emri, bütün melekler severek yerine getirdiler; şeytan ise secde etmedi. Böylece adem alemlerinin de temeli atılmış oluyordu. Secde etmek “vücut” idi, yani ortaya bir hadise çıkıyordu, bir iş yapılıyordu. Etmemek ise “adem”, yani işi yapmama, kabulsüzlük, itaatsizlik… Tevazu “vücut” alemindendir ve insana bir kemal kazandırır. Kibir ise kendinde bir üstünlük vehmetmektir. İşte şeytan kibirlenmekle bu “ademe” yapıştı.
İlâhî lütuf, ihsan ve rızaya ermek vücut alemindendir; bunlardan mahrumiyet ise adem alemlerinden. Şeytan, bu adem alemlerine talip oldu ve kovuldu. Bu da ayrı bir “adem” idi. Zira, huzurda bulanmak “vücut”tur; kovulmak ise “adem”. Nur Külliyatından bir cümle: “Bütün kusurlar ademden ve kabiliyetsizlikten ve tahribden ve vazife yapmamaktan -ki birer ademdirler- ve vücudî olmayan ademî fiillerden geliyor.” (Şualar)
Ademî fiil denilince, yokluğa dayanan, yahut sonu yokluğa çıkan işleri anlıyoruz. Adem-i itimat, “itimatsızlık” demek oluyor; adem-i kifayet ise “yeterli olmama.” Meselâ, namaz kılmak vücudî bir fiildir, kılmamak ise ademî fiil. Namaz kılmamak diye müstakil bir iş yoktur; ama insan namaz kılma fiilini terk ettiğinde bu ademî fiil kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Görmek vücut alemindendir, körlük ise adem. Birisini kör eden insan, adem alemleri hesabına çalışmış demektir. Hayat sahibi olmak bir kemaldir ve vücut alemindendir. Cansız olmak ise bir noksanlıktır ve ademe dayanır. Hidayet vücut alemindendir, dalalet ise adem aleminden. İman ve hidayet ile kalp gözü açılır ve insan sonsuz bir varlığa kavuşur. Küfür, imanın yokluğu, dalâlet ise hidayetten mahrumiyettir. Aynı şekilde, ilim “vücuttur”, cehalet ise “adem.” Cehalet ilmin yokluğudur. İlim, yaratılan her varlıkta tecelli eder. Ama cehilde bir tecelli yoktur. Cehalet, ilimden uzak kalan insanın düştüğü bir yokluk karanlığıdır. Tevhit, yani Allah’ı bir bilmek vücut alemindendir. Bir insan tevhit hakikatini kabul etmekle ortaya müspet bir inanç koymuş oluyor. Ama şirk ademdir. Allah’ın, şeriki olmadığından ona koşulan şirk de boşlukta kalır, adem aleminden çıkamaz. Şu var ki, hakikati olmayan bu yanlış inanca birtakım kimseler sahip çıkabilirler. O “müşriklerin vücudu” vardır, ama “şirkin vücudu” yoktur. Doğru söylemek vücut alemindendir, yalan söylemek ise ademî bir fiil. Misalleri çoğaltabiliriz.
Ademin kaynaklarından birisi:
Kabiliyetsizlik. Yumurtada kuzu olma kabiliyeti yoktur. Ve bu ademin neticesi de bir başka ademdir: Yumurtadan kuzu çıkmaması. Bir diğer kaynak:
Tahrip. Meselâ, insanların ahlâkını tahrip eden yayınlar, adem hesabına çalışırlar. Bu ademin adı, ahlâksızlıktır. Ahlâk vücuttur, bundan mahrumiyet ise adem. Ademin başka bir kaynağı: Vazife yapmamak. İş görmemek, tembelce yatıp ortaya bir şey koymamak “adem” hesabına geçer.
Bediüzzaman hazretleri, Asa-yı Musa adlı eserinde, “bütün vücud âlemlerinin ‘Elhamdülillah Elhamdülillah’ ve bütün adem âlemlerinin de ’Sübhanallah Sübhanallah’ ”dediğini kaydeder Allah’ın cemal, kemal ve rahmetini gösteren bütün tecelliler karşısında kul, Rabb’ine hamd eder, “Elhamdülillah” der. Yani bütün medih ve senaların ancak Allah’a mahsus olduğunu beyan eder. Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederken de “Sübhanallah” der. Demek oluyor ki, hayır, ihsan, güzellik, kemal, hayat, görme, işitme gibi bütün vücut alemleri, insanı hamd etmeğe götürürken, noksanlık, bilgisizlik, çirkinlik, görmeme, işitmeme, hayattan mahrum olma gibi bütün adem alemleri de insana Sübhanallah dedirtir, yani Allah bütün bu ve benzeri noksanlıklardan münezzehtir, mukaddestir.
Peygamberler ve onların yolundan gidenler hep vücut alemleri namına çalışmışlardır. Günümüz tabiriyle onlar hep “yapıcı” olmuşlardır; “yıkıcı” değil. Zira, tamir vücuttur, tahrip ise adem. Onlar, insanların ruh binalarını, “iman, takva, salih amel ve güzel ahlâk” üzerine kurmak istemişler, şeytanlar ve onların temsilcileri ise küfür, günah, isyan ve ahlaksızlık yolunu tutarak adem alemlerinde faaliyet göstermişlerdir. Bu ikinci güruhun akıbeti de aynı eserde şöyle dile getirilir: “O dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor.” (Asa-yı Musa)
Cehennemde küfür yoktur, zira oraya girenler artık bütün iman hakikatlerine inanmışlardır. Kabri görmüşler, orada azap meleklerini tanımışlar, dirilmeyi yaşamışlar, mahşerde Rablerinin huzurunda hesap vermişler ve işte şimdi bu hesaptan müflis olarak ayrıldıktan sonra azap diyarına girmişlerdir. Cehennemde şirk de yanmış, kavrulmuş ve yerini tevhide bırakmıştır. Artık Cehennemin her ferdi çok iyi bilmektedir ki, Allah’tan başka Mabud, Ondan başka Halık ve Malik yoktur.
Kur’an-ı Kerimde, cehennemin yakıtının “insanlar ile taşlar” olduğu haber verilir. (Tahrim,6; Bakara,24) Bu taşları, tefsir alimlerimiz “putlar” diye açıklamışlardır. Orada insanlarla taptıkları putlar, birlikte yanacaklardır. Taşın azap çekmeyeceği açıktır; ama müşriklerle putların birlikte yanmaları da tevhit namına, hoş bir manzaradır.
Cehennem, günah ve isyanları da kavurmuş, sahibini bunlardan temiz hale getirmiştir. O dehşetli azapla günahlardan temizlenen müminler daha sonra cennete varacaklardır. Ama küfür üzere ölenler için bu kapı ebediyen kapalı. Onlar, günah ve isyandan şu manada temiz kalırlar:
Cehennemde artık günah işleme söz konusu değildir. Orada herkes itaat üzeredir. Ama bu vakti geçmiş itaat, sahibini cennete götürmeye yetmeyecektir. … Ahiret ülkesi, iman ve itaat edenlerin mükafat beldesidir; etmeyenlerin de ceza menzili. Cennet vücut alemlerinin, cehennem ise adem alemlerinin mahsulleriyle dolup taşacaktır. Cennet ehli, “cemal, rahmet, ihsan ve kerem” tecellileriyle mest olacaklar, Cehennem ehli ise Allah’ın kahrını, izzet celalini en kâmil mânâsıyla idrak edeceklerdir. Demek oluyor ki, ahiret ülkesinde herkes mümin ve herkes ariftir. Ayna oldukları İlâhî isimler faklı olmak üzere…
Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

 

Dedikodu Hastalığı

Toplumumuzda dedikodu niçin bu kadar yaygınlaşmış?

Her kötülük gibi bunun kaynağını da nefiste aramak gerek. Dedikodu nefsin çok hoşuna gider. Nefis, faydalı bir eseri yarım saat okumaya, yahut faydalı bir sohbeti bir saat dinlemeye tahammül edemezken, sıra dedikoduya geldi mi saatler dakika gibi olur. O halde ikinci bir soru daha ortaya çıkıyor:

Dedikodu nefsin niçin bu kadar hoşuna gidiyor?

Bu sorunun cevabını Hz. Yusuf’tan (as.) dinleyelim: ‘(Bununla beraber) ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü, nefis daima kötülüğü emredendir; meğer ki Rabbimin merhamet edip koruduğu (bir nefis) ola.’ (Yusuf Suresi, 53)

Hadis-i şeriflerden öğreniyoruz ki, gıybet ve haset insanın salih amellerini yakıp mahvediyorlar, tıpkı ateşin odunu yiyip bitirmesi gibi. Bir müminin güzel işlerini anlatmak ise müminler arasında sevgi ve hürmet hislerini geliştiriyor ve kişiye sevap kazandırıyor. İnsanı bu sevaptan mahrum etmek için, kıskançlık ve haset duyguları harekete geçiyor. Önümüzde iki yol var, birinde mümin kardeşimizi gıybet edip salih amellerimizi yakıp mahvetmek, diğerinde ise onu sevip, ondan övgü ile söz edip sevap hanemizi kabartmak. İşte kötülüğü emreden nefis, insanı birinci yola sevk eder ve mahveder.

Nefsimizi seviyorsak ona acıyalım ve onu bu zararlı yoldan vazgeçirmek için şu gerçeklerle yüzleştirelim:

‘Sen kendini seversin. Öyle ise gıybet etmemelisin. Çünkü gıybet anında zehirli bir lezzet alsan bile, o anda haset damarının kabardığını, sinirlerinin gerildiğini çok iyi biliyorsun. Bunlar ise seni içten içe rahatsız ediyor.’

Sen rahatını seversin. Başkasının seni gıybet etmesinden rahatsız olursun. Yaptığın gıybet er veya geç karşı tarafın kulağına gidecek ve ondan çok daha ağır bir mukabele görmekle rahatsız olacaksın.’

Sen menfaatini seversin. Gıybet etmekte bu dünyada bir menfaat elde etmediğin gibi ahiret yurdundaki ebedî saadetine de büyük darbeler vuruyorsun. Bu ise akıl kârı değil.

‘ Sen dünyayı seversin. Gıybetle geçirdiğin vakitlerini dünya saadetin için harcasan daha kârlı çıkacaksın.

Önemli bir nokta: Kötü bir söz, karşı tarafın durumuna göre farklı sonuçlar verir. Bir erin bir başka ere söylediği kötü sözle, yüzbaşıya, albaya, generale söylediği kötü bir sözün cezaları farklılık gösterir. Gıybet için de benzer bir durum vardır. Bir mümini gıybet etmekle bir alimi, bir müçtehidi, bir müceddidi, bir sahabeyi gıybet etmenin, sonuçları gibi cezaları da aynı değildir. İslam’a hizmet eden kişiler hakkında yapılan gıybet, insanları o kişilerden uzaklaştırmaya, dolayısıyla da İslam’a karşı yabanileşmeye götürür. İnsanlara hidayet yolunu kapamayı netice veren böyle bir cinayeti işlememeye azami dikkat göstermemiz inancımızın ve vicdanımızın gereğidir.

Bazen aynı mukaddes davaya hizmet eden kişiler arasında da bu hastalığın bir başka yolla nüksettiğine şahit oluruz. Dava arkadaşında gördüğü bir yanlış tutumu başkalarına anlatarak onun gıybetini yapan kişi, şöyle bir savunma mekanizması geliştirmeyi de ihmal etmez: ‘Ben bunları nefsim için değil davaya zarar gelmemesi için söylüyorum.’

Nur Külliyatında gıybetin bazı özel durumlarda caiz olacağı nazara verilirken bunlardan birisi şöyle dile getirilir: ‘Şekva suretinde bir vazifedar adama der; tâ o münkeri ondan izale etsin.’ Burada iki önemli şart söz konusudur:

Birisi, şikayeti yaptığımız makamın o kötülüğü önlemeye yetkili olması.

İkincisi, maksadımızın dava arkadaşımızı kötülemek değil ondaki bir kötülüğün giderilmesi olması.

Demek oluyor ki, o kardeşimizin hatasını, onu düzelmeye güç yetiremeyecek kişilerle konuşmak gıybettir; ama yetkili kişiye aktarmamız gıybet değildir. Yetkili kişiye aktarma yaparken de niyetimiz onu kötülemek olursa yine gıybetten kurtulamıyoruz; niyetimiz o kardeşimizden söz konusu kötülüğün giderilmesi ve onun manevî kurtuluşu olmalı.

Nur Külliyatı’nda, gıybetin caiz olduğu özel maddeler sayıldıktan sonra şu kayda yer verilir: ‘İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir.’ Karşıya zarar verme, onu gözden düşürme, ona karşı beslediğimiz kötü hisleri tatmin etme gibi art niyetlerden uzak olan ve sadece hak için, maslahat için yapılan şikâyetler gıybet olmuyor.

Gıybet, gerçekte işlenmiş bir hatayı başkalarına aktarma şeklinde olabileceği gibi, çoğu zaman, ‘su-i zan’, yani ‘yanlış yorumlama, olaya menfî yönden bakma’ sonucu da ortaya çıkabiliyor. Gerçekte yanlış olmayan bir hareket, yanlış yorumla ile hata kabul ediliyor, daha sonra bu yanlış kanaat üzerine de gıybet bina ediliyor. Su-i zannın kaynağı kişinin kendi mizaç bozukluğudur. ‘Kendisinde bulunan su-i ahlakı su-i zan bahanesiyle başkalara teşmil etmesin.’ (Mesnevî-i Nuriye) Bu çok önemli bir mihenk taşıdır. Birisinin yaptığı hayırlı bir işi tenkit ederken, onun bu işi menfaat karşılığı yaptığını söyleyen kimse ‘su-i zan’ etmiş olur.

Yukarıdaki ifadeden anlaşılacağı gibi, bu zannın kaynağı da ‘o kişinin menfaat düşünlüğüdür.’ Yani, o adam kendi iç aleminde şöyle bir değerlendirme yapmış olur: ‘Ben bu işi yapsam menfaat için yaparım. Demek ki bu adam da bu işte bir menfaat gözetiyor.’

Hucurât Suresi birçok içtimaî meselenin ve sosyal problemin birlikte yer aldığı ibret dersleriyle dolup taşan bir sure. Onuncu ayette, ‘müminlerin kardeş olduğu ve aralarında bir problem çıktığında ıslah yoluna gidilmesi gerektiği’ ders veriliyor. Bu ayeti hemen takip eden ayetlerde, sanki İslâm kardeşliğini zedeleyen hastalıklar sıralanıyor. On birinci ayette bir topluluğun diğerine ‘lakap takması’, ‘onu alaya alması’ yasaklanıyor. On ikinci ayette ‘su-i zan, tecessüs (kusur araştırma) ve gıybet’ yasaklanıyor. Bu ayetin mealini aktarmak istiyorum: ‘Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü, zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin(gıybet etmesin)! Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.’ (Hucurât, 12)

On üçüncü ayet-i kerimede bütün insanların, başlangıçta bir erkekle bir dişiden yaratıldıkları hatırlatılarak ‘ırkçılık’ belasına düşmemiz yasaklanıyor. Sanki bu ayetlerde Müslümanlar arasındaki kardeşlik bağlarına zarar veren kötü hasletler küçükten büyüğe doğru sıralamış gibi: ‘Bir topluluğu alaya almak.’ ‘Birbirini kötü lakapla çağırmak.’ ‘Su-i zan beslemek,’ ‘Birbirinin kusurunu araştırmak.’ ‘Gıybet yapmak.’ ‘Irkçılık davası güderek kendi ırkından olmayanlara üstünlük taslamak, onlarla yardımlaşma yerine düşmanlık yoluna girmek.’ Gıybet, bu tehlikeler zincirinde sondan ikinci sırada yer alıyor. Yani ırkçılık dışında, diğerlerinin tümünden daha tehlikeli.

Rabbimiz, bizim kardeş olduğumuzu beyan ettiği ve onu bozan her kötülükten bizi sakındırdığı halde, nefsin arzusuna kapılarak dedikodu yolunu tutmak, rıza çizgisinden büyük ölçüde sapma göstermektir. Çünkü, Allah bizim birbirimizi sevmemizden razı oluyor; hemen hepsi ‘kibir’ çekirdeğinden çıkan bu kötü hasletlerden değil. Kibir kula yakışmaz ve Allah kibirlenenleri sevmez.

Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

Doymayan Midelere Tükenmeyen Sofralar..

Nur Külliyatı’ndan Yirmi Dördüncü Söz’de, kulluk görevimizi, geçmiş nimetlere şükür için yaptığımız beyan edildikten sonra, mazide nail olduğumuz şu nimetlere özellikle dikkat çekiliyor: 
 
Yoklukta kalmayıp var olmak, cansız olmayıp hayata kavuşmak, hayvan olmayıp insan olmak, dalâlette kalmayıp hidayete ermek, imanın bir nuru olan muhabbet nimetine mazhar olmak.
 
Dersin tamamında, kıldığımız namazların, tuttuğumuz oruçların bu nimetlerden birisinin dahi şükrüne kâfi gelmeyeceği akla kabul ve kalbe tasdik ettirilerek, cennetin sırf lütuf olduğu çok açık olarak ortaya konulur.
 
Bu çok önemli dersten bazı bölümler: 
“…Hâlık-ı Zülcelâl, sana iştihalı bir mide verdiğinden, Rezzak ismiyle, bütün mat’umatı bir sofra-i ni’met içinde senin önüne koymuştur.”
“İştihalı bir mide”, sadece hayvanlarda ve insanlarda bulunur. Ne cansız varlıklarda ne de meleklerde mide bulunmadığından, onlarda Rezzak ismi tecelli etmez. Bitkiler, bir  yönüyle rızıklananlar grubuna girseler bile onlar, esas olarak,  insanlara ve hayvanlara rızık olmak üzere yaratılan ve yeryüzü sofrasında dizilen nimetlerdir. 
“Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rû-yi zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur.”
Bu ifadelerle, çok geniş bir nimet sofrası ile karşılaşıyoruz ve şükür vazifemiz de bir o kadar artıyor. 
 
Buna göre, bir insan, tok da olsa, akşama kadar sürekli beslenmekte, gıda almaktadır. Neye baksa, sanki o şeye elini uzatmış ve gözüne sokmuş gibi oluyor. Böylece insan, görme nimetinden sürekli istifade ediyor ve sürekli rızıklanıyor. 
 
Aynı şekilde, insan gün boyunca yaptığı konuşmalarla da ayrı bir rızık sofrasından faydalanıyor. Muhatabımızın sesi kulak zarımıza çarptığında, bir nimeti ağzımıza götürmüş gibi oluyoruz. Bundan sonraki safhalarda işitme olayı gerçekleşiyor ve insan çok büyük bir nimete daha kavuşuyor. Görme ve işitme engelli kardeşlerimize bu nazarla bakmalı ve sadece bu iki nimet için bile Rabbimize ne kadar şükür borçlu olduğumuzu düşünmeliyiz.
 “… İnsaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i ni’met, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.”
İnsanın hayvanlar âleminden ayrıldığı en önemli çizgi akıl sahibi olması; böylece gerek kendi nefsinde, gerek haricî âlemde sergilenen sanat harikalarını düşünmesi, değerlendirmesi, eşyanın hakikatine nüfuz etmeye çalışması, olaylar arasında sebep-sonuç ilişkileri kurarak bazı hükümlere varmasıdır.   
 
İnsanlık mahiyeti de çok rızık ve nimetler istemektedir. Başta akıl olmak üzere, hayal, hafıza, vicdan, cüz’i irade gibi manevî cihazlar, bir yönüyle de insan için birer nimettirler. İnsan, bu nimetler yardımıyla hem mülk, hem de melekût âlemlerinde incelemelerde bulunur.
 
Her ne kadar, mülekût denilince, öncelikle, görünmeyen âlemler hatıra gelse bile, “Her şeyin, içine melekût, dışına da mülk denir.” (Mesnevî-i Nuriye)hükmünce, insanın iç organları ve arzın yer altı kaynakları da melekût olarak değerlendirilebilir. Zaten, burada bu mâna ön plana çıkmıştır. 
 
İnsan; aklını kullanarak, organlarının varlığını, bedendeki yerlerini, şekillerini, büyüklüklerini, görevlerini, ihtiyaçlarını, hastalıklarını ve tedavi çarelerini arar ve bulur. Bir hayvan bunların tamamından mahrumdur. Ne midesini bilir, ne de yediği gıdaların mideye gittiğini… Keza, ne akciğerini tanır, ne de aldığı nefesle kanının temizlendiğini.. 
Yine insan, atmosferden, Güneşe’, Ay’a; madenlerden, ışınlar âlemine kadar çok şeyi “aklın eli yetişecek nisbette” bilir ve bu haricî âlemden de bütün gücüyle istifade etmeye çalışır. 
“… İnsaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet’i ve îmânı sana verdiğinden, daire-i  mümkinat ile beraber, Esmâ-i Hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şâmil bir sofra-i ni’met ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.” 
İslâmiyet ve îman nimetinden mahrum olan inançsız insanlar da akıllarını kullanarak mülk ve melekut âlemlerini bilmekte ve onlardan istifade etmektedirler. Şu var ki, onlar kendilerini ve bu âlemi sahipsiz ve Hâlık’sız vehmettikleri için, eşya hakkındaki bilgileri onların kalb ve ruhlarını terakki ettirmez. Sadece elde ettikleri başarılarla dünya nimetlerinden biraz daha fazla faydalanırlar. Ve yine bu başarılarla nefisleri gurur ve kibirle kabarır, enaniyetleri kuvvetlenir. 
 
İslâmiyet ile müşerref olan bir insan ise, bu mülk ve melekut âlemlerini Allah’ın yarattığına ve kendisinin istifadesine sunduğuna inanır. Bu eserlerdeki güzelliklerin ve kemallerin “Esmâ-i Hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin”tecellileriyle hasıl olduğunu bilir; aklıyla beraber kalbi ve bütün latifeleri ulvî zevklere erer. 
 
Kalbde îman nuru ziyadeleştikçe, ona bağlı olarak marifet ve muhabbet nurları da inkişaf eder. Allah’ın bir ismi Nur’dur; bütün isimleri ve sıfatları nuranîdir. Ve bu nuranî sıfatlar muhittirler, yani bütün eşyayı ihata etmişlerdir. İşte insan, îman nuruyla her neye baksa onda İlâhî isimlerin nurlarını müşahede eder ve bütün varlık âleminde o muhit nurun cilvelerini müşahede eder.   
“Sonra, îmânın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i mütenahi bir sofra-i ni’met ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir.”
 Muhabbetin “gayr-i mütenahi bir sofra-i ni’met ve saadet ve lezzet”olması iki şekilde anlaşılabilir:
 
Birincisi; insandaki muhabbet sonsuzdur. İnsanın yemesi ve içmesi gibi, akla dayanan işleri de sınırlıdır. Çok yiyen insanın midesi rahatsız olduğu gibi, sürekli okuyan bir kimsenin de zihni yorulur, başı ağrımaya başlar. Ama muhabbet böyle değildir. Kalbin, muhabbetten yorulması düşünülemez. Muhabbet arttıkça kalbin huzuru ve süruru da artar. 
 
Sonsuzluğun ikinci mânası ise, bu muhabbetin ahirette ebediyen devam edeceğidir. Dünyada çiçeklerin geçici güzelliklerine hayran olan insan, cennette hiç solmayan çiçeklerle, hiç bitmeyen rızıklarla, hiç kaybolmayan manzaralarla karşılaşacak, Rabbine karşı muhabbeti artarak devam edecektir.
Prof. Dr. Alaaddin Başar

Ölüm Nedir? Nasıl Anlamalıyız?

Sonsuz ilâhî fiillerden birisi, İmate; yani, ölümü tattırma; ruhun bedendeki tasarrufuna son verme. Ruh, Allah’ın en mükemmel, en harika ve en bilinmez eseri. Muhyi (hayat verici) isminin tecellisiyle hayat nimetine kavuşmuş. Bu nimet ve şeref artık ondan ebediyen geri alınmayacak. Kabirde de, mahşerde de, cennet veya cehennemde de devam edecektir.

Ruhu yaratmak gibi, her ruha uygun bir beden inşa etmek de Allah’ın en hikmetli ve rahmetli bir icraatı. İşte ölüm kanunuyla o misafir ruh, bedenden soyuluyor, süzülüyor ve kendine mahsus bir başka âleme göç ediyor.

Nur Külliyatı’nda ölüm için getirilen birbirinden güzel tariflerden birisi:

“Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur…” ( Mektûbat)

Ve yine ölüm hakkında ince bir tespit:

Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir. Öyle de dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir.” ( Mektûbat)

Bir asker adayı için hem kıtasına teslim olduğunda, hem de terhis edildiğinde birtakım kayıtlar tutulur, işlemler yapılır. Askere kayıt da bir fiil, askerden terhis de… İşte yukarıdaki ifadelerde bu incelik nazarımıza sunuluyor. Hayat, ihyafiiline dayandığı gibi, ölüm de imate fiiline dayanıyor. İkisi de ayrı birer ilâhî ismin tecellisine hizmet ediyorlar.

İhya fiiliyle cansız elementler hayata kavuşurken, imate fiiliyle de bu beraberliğe son veriliyor. Canlı hücreler, yerlerini kademeli olarak yeni elementlere bırakıyorlar.

Nur Külliyatı’nda, çekirdeklerin ölümleriyle sümbül hayatına geçtikleri, ölümün de hayat kadar bir nimet olduğu güzelce izah edilir. Biz de bu müjdeli haberi hayalimizde genişletiyor ve görüyoruz ki, her ölümü bir diriliş takip ediyor ve ikinci safhalar birincilerden daha mükemmel. “Nutfe” safhası biterken “alâka”yani kan pıhtısı devreye giriyor. “Alâka”nın işi bitince sıra “mudga”ya yani et parçası geliyor.

Kâinatın yaratılış safhalarında da bunu görüyoruz, bir sonraki safha öncekinden daha mükemmel.

Bütün bu rahmet ve hikmet tecellileri bize, kabir âleminin dünyadan, âhiretin de kabir âleminden daha güzel ve daha mükemmel olduğunu ders veriyorlar.

O halde ölümyeni bir mükemmele atılan adımın adı. Onu kabir âlemi takip edecek ve diriliş hadisesiyle, insan yeniden beden-ruh beraberliğine kavuşacak.

Ölümü ve imateyi böylece değerlendiren insan, “Ölümü gülerek karşılar.”

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Selam ve dua ile…
Sorularla İslamiyet