Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

Çağın gerisinde kalmamak

İlk Çağ.. Orta Çağ.. Yeni Çağ.. ve nihayet içinde bulunduğumuz “İletişim Çağı”..

İçinde bulunduğumuz bu çağın gerisinde kalmamalıyız!

İslâm dinin iman ve ibadet esasları, tabiat olayları vd bazıları gibi,  zamanın değişmesiyle değişmeyenler olmakla birlikte; Mecelle’deki 100 temel hukuk kaidesinden birinde temas edildiği gibi, “bazı şeylerin zamanın değişmesiyle değişebileceği” de inkâr edilemez.

Son Kurban Bayramında katıldığım büyük bir vakfın bayramlaşmasında konuşan eski bir milletvekili, bilhassa internetin ve geliştirilmiş cep telefonlarının, hayrı yaymakta kullanılması gerektiğinin lüzumuna ve önemine dikkat çekmişti.

İçinde bulunduğumuz asrın bu çok önemli iletişim vasıtalarının maalesef “hayrı yaymak”tan çok, “şerri yaymak” için çok yaygın olarak kullanılması karşısında bazı Müslümanların ”yüz yüze tebliğ esastır, asıl tebliğ yüz yüze yapılan tebliğdir. Peygamberimiz’in (s.a.v) sünneti de öyle yapılan tebliğdir” sözleri de doğru olmakla beraber -asrımızın çok gelişmiş iletişim teknolojilerini zararlı olarak kullanan bazılarına dikkati çekerek- onların aleyhinde tavırlar almaları yanlıştır!..

Yavuz Sultan Selim Mısır’ı Memluklar’dan aldığında, Memluklar; “Biz, ‘Peygamberimiz’in sünnetidir’ diyerek kılıçla, mızrakla, ok-yay ile savaştık; Yavuz’un ise, her yöne dönebilen topları vardı; onlarla bizi yendi” demişlerdir.   

”Peygamberimiz’in sünneti” konusunu maddî silahlarla savaş mevzuunda olduğundan başka, “manevî savaşlarda insanlarla iletişim ve hakkı tebliğ” ile ilgili olarak da iyi anlamak gerekmektedir.

“İletişim teknolojileri”, içinde bulunduğumuz asrın çok mühim ve vazgeçilemez  silahlarıdır; her silah gibi onlar da hem “şerli maksatlar” ve hem de “hayırlı maksatlar” için kullanılabilir. Onların hayırlı maksatlar için kullanılmaları ihmal edilmemelidir!

Peygamberimiz (s.a.v.) “Düşmanlarınızla kılıç, mızrak, ok-yay ile savaşın” dememiştir; o zamanın savaşlarında onlardan daha gelişmiş silahlar olmadığı için, onları kullanmışlardır. Şimdi ise, kıtalar arası ve dünyanın diğer ucuna kadar gidebilen nükleer başlıklı füzeler “maddî harp silahları” olabildiği gibi, ”çok gelişmiş iletişim teknolojileri” de çok mühim (manevî) “iletişim silahları” olmuştur; bunları “şer cephesi” şerri yaymak için çok yaygın şekilde kullanırlarken, “hayır cephesi” olarak Müslümanların o mevzuda pasif kalmamaları icap etmektedir!

Bu mevzuda enteresan olan bir cihet de şudur ki; 

”-Tebliğde Peygamberimizin uyguladığı; yüz yüze tebliğdir..” diyerek asrımızın çok gelişmiş iletişim teknolojilerine ilgisiz kalan ve başkalarını da aynı hale davet eder gibi davrananlar, “yüz yüze tebliğ” için dünyanın diğer bir ucuna giderlerken bu defa da;

”- Peygamberimiz uzak mesafeye deveyle giderdi..” demeden ve hattâ o seyahatlerinde deveyi kullanmayı hiç akıllarına bile getirmeden, en gelişmiş yolcu uçaklarına binmekte hiç tereddüt etmemektedirler!

“Peygamberimiz’in sünnetine uyacağız..” diye “sadece yüz yüze tebliğ” yapmaya çalışılırken, böyle tezatlı hallere girilmemelidir!

Peygamberimiz: “Düşmanlarınızın silahlarını siz de temin edin ve o silahları onlara karşı kullanın” demiştir. Bu sebeble, asrımızın “çok gelişmiş iletişim teknolojileri” de İslâm davası için “manevî silahlar” olarak kullanılmak maksadıyla Müslümanlar tarafından mutlaka temin edilmeli ve İslâm düşmanlarına karşı etkili bir şekilde kullanılmaya çalışılmaları ihmal edilmemelidir.

Aksi halde, her zaman ve bu “iletişim çağı”nda da her şey fikirle başladığından,  Müslümanların “hayır cephesi”nin, “şer cephesi” ile olan manevî savaşlarında Memluklar’ın Yavuz Sultan’a mağlubiyetine benzer bir durumla karşılaşılması tehlikesi vardır!..

İçinde bulunduğumuz bu “İletişim Çağı”nda,  iletişim teknolojilerini kullanmak konusunda Müslümanlar olarak çağımızın gerisinde kalmamalıyız!..

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

Dr. Sadullah Nutku

Bediüzzaman’in doktor talebesi 47 yıl evvel,  23 ağustos 1972’de vefat etmişti

KONYA’DA MARUZ KALDIĞI ZULÜMLER

Çok arzu etmiş olmasına rağmen Suudî Arabistan’a hicret edemeyince Mekke ve Medine hasretini, Medine-i Münevvere’nin bir mahallesi gibi gördüğü için hicret ederek toplam altı yıl kaldığı o zamanki Konya, Dr.Sadullah Nutku için hem çok mühim Risale-i Nur hizmetlerinin ve hem de o hizmetleri sebebiyle maruz kaldığı çeşitli baskı ve zulümlerin çok yoğun olarak yer aldığı hayat sahifelerinin mekânı olmuştu.

Ben o yıllarda İstanbul’da askerî lise öğrencisi olduğumdan, ancak ders yılının ortasındaki ve sonundaki tatillerde Konya’daki evimize gidebiliyordum. Şehirler arası otobüs ve uçak ulaşımı bugünkü kadar gelişmemiş olduğu için, İstanbul’dan Konya’ya trenle gider-gelirdim ve bazen trenlerin kompartımanlarında oturacak yer bile bulamayarak, vagon koridorlarında tahta bavulumun üstüne oturarak yaptığım bu uzun yolculuklar, benim için çok meşakkatli olurdu.

Dr.Sadullah Nutku’nun daha önce bahsettiğim şekilde, o zamanki Konya’yı Medine-i Münevverenin bir mahallesi gibi telakki ile kıyafetinde de Resulullah’ın (s.a.v.) sünnetine uymak düşüncesi ve tercihinde olması, bunun yanında Kur’an’a ve İslâm’a Risale-i Nurlar ile hizmet için kararlı, azimli ve ve gayretli olarak yaptıkları, o yıllarda Demokrat Parti iktidarda olmasına rağmen, aşağıda misallerinden bahsedeceğim şekilde, resmî makamların bazı Risale-i Nur talebelerine olduğu gibi kendisine karşı da maalesef çok zalimane davranışlarını celbetmişti.

CAMİDE RİSALE-İ NUR DERSLERİ

Çocukluk yaşlarından itibaren Bediüzzaman’ın yakın hizmetinde bulunmuş, onun meslek ve meşrebini yakından müşahede etmiş olan merhum Bayram Yüksel, bahsettiği bir hâtırasında daha modern âletler olduğu için şimdi pek kullanılmayan ve o tarihlerde halk dilinde kısaca “teyp” olarak adlandırılan makaralı ve magnetik şeridli ses kayıt cihazından Bediüzzaman’ın Risale-i Nur dinlediğini de söylemişti (Son Şahitler –Necmettin Şahiner).

Bayram Yüksel’in o hâtırası şöyledir:

“– Biz Üstadımızın yanında kaldığımız uzun seneler boş oturduğunu görmedik. Ya okur, ya tashih eder, veyahut okutur, dinlerdi. Hatta son zamanlarda teype Risale-i Nur okuyorduk. Üstadımız da dinliyordu.

Üstadımız, kendisini ziyarete gelenlere;

‘– Yeni bir âlet çıkmış; Risale-i Nur hafızı, Risale-i Nur’u çok güzel okuyor’ diyor ve o âleti satın alıp dinlemeye teşvik ediyordu.”

Dr.Sadullah Nutku’nun İstanbul’dan Konya’ya hicret ettiği 1950’li yıllarda, o teyp cihazları da piyasaya yeni çıkmıştı. Dr.Sadullah Nutku, Almanya’da Türk işçilerinin çalışmağa başlamasıyla, o Türk işçilerinden biriyle o zamanki fiyatıyla 2500 Alman Markı karşılığında çanta ebadında bir teyp cihazı getirtmişti. Cihaz pilli veya akülü değildi; şehir voltajındaki elektrik akımıyla çalışıyordu ve 9 kilogram ağırlığındaydı. Bayram Yüksel’in Bediüzzaman’la ilgili o hâtırasındaki gibi, Dr.Sadullah Nutku da Bediüzzaman’ın yaptığına benzer şekilde, evimize gelen misafirlere Risale-i Nur eserlerinden bahisler okuturken onların sesini bu teyp cihazına kaydederdi.

Dr.Sadullah Nutku, bu cihazını Aziziye Camiinin tam ortasına koyup orada çalıştırarak, cemaatla kılınan vakit namazlarından sonra cami cemaatına Risale-i Nur dersleri dinletmek için 20 metre kadar uzunlukta bir uzatma kablosu hazırlatmıştı. Risale-i Nur eserlerinden okutarak evinde yaptığı o ses kayıtlarını, Konya’nın merkezinde ve en büyük camilerinden biri olan Aziziye camiinde vakit namazlarından sonra camidekilere dinletmeğe çalışırdı. Vakit namazları cemaatle kılındıktan sonra, Konya Risale-i Nur talebeleri ile birlikte Dr.Sadullah Nutku, Risale-i Nur dersleri kaydedilmiş teyp cihazını caminin tam ortasına koyarlar; sesini de sonuna kadar açarlardı.

Her vakit namazının cemaatle kılınmasının ardından camide cemaate teyple o sesli neşriyat yapılırdı.

Risale-i Nur derslerinin Konya’da, vakit namazları sonrasında Aziziye camiinin ortasında teypten yüksek sesle neşrine Dr.Sadullah Nutku ve onunla birlikte olan Risale-i Nur talebeleri tarafından devam edilirken polisler defalarca Aziziye Camiine gelerek onları bu faaaliyetten menetmeğe çalıştıkları halde, aldıkları cevap hep aynı olurdu:

“– Biz zararlı neşriyat yapmıyoruz. Camide vakit namazlarından sonra teypten neşrettiğimiz, Kur’an ve iman hakikatleridir; Kur’an âyetlerinden ve hadislerden süzülmüş manâlardır. Bunlara bütün insanların, Konya halkının ve bu cami cemaatının ihtiyacı vardır. Bizi bundan yasaklayamazsınız!”

VALİLİK MAKAMINDA, VALİYLE GÖRÜŞMESİ

Dr.Sadullah Nutku’nun Konya’daki hayatında Risale-i Nur hizmetleri sebebiyle dövülmesine dair iki hadiseyi biliyorum; belki bunların haricinde, ev halkı üzülmesin diye anlatmadıkları da olmuştur.

Dr.Sadullah Nutku’nun kendisinden bizzat dinlediğime göre, polislerin camideki yasaklama sözlerine uymaması sebebiyle Konya Valiliğine getirildiğinde, o zamanki Konya Valisi Cemil Keleşoğlu Dr.Sadullah Nutku’ya, önce ismini ve mesleğini sormuş; daha sonra da, bir müddetten beri Aziziye Camiinde vakit namazlarından sonra bir teyp cihazını caminin ortasına getirip sesini sonuna kadar açarak Risale-i Nur kitaplarından bahisleri neşrettiklerinin Konya halkı içinde duyulduğunu, polislerin bundan vazgeçmeleri için defalarca yaptıkları ikazlara rağmen kendisinin öncülüğündeki bir grubun bu fiillerinden vazgeçmediğini öğrendiğini, bu hareketin başı olan kendisine Konya Valisi olarak bizzat ikazda ve bu mevzudaki yasağının tebliğinde bulunmak için Valilik Makamına çağırdığını söylemiş.

Dr.Sadullah Nutku, daha önce polislerden defalarca işittiği bu yasaklama sözlerini Konya mülkî idaresinin başında olan ve Konya’da devleti temsil eden Vali’den de vasıtasız olarak işitince, polislere defalarca verdiği cevabın aynısını vermekte hiç tereddüd etmemiş:

“– Biz zararlı neşriyat yapmıyoruz. Camide vakit namazlarından sonra teypten neşrettiğimiz Kur’an ve iman hakikatleridir; Kur’an âyetlerinden ve hadislerden süzülmüş manâlardır. Bunlara bütün insanların ve camiye gelen Konya halkının da ihtiyacı vardır. Bizi bundan yasaklayamazsınız!”

Konya Valısi, Dr.Sadullah Nutku’dan aldığı bu kesin cevap karşısında bir an duraklamış; fakat bu duraklamasının ardından, biraz önce yaptığı yasak tebligatını ona tekrarlamış:

“– Ben, bu ilin valisi’olarak size emrediyorum; bundan sonra, camide namaz sonrasında Risale-i Nur neşriyatı yapmayacaksınız!”

Dr.Sadullah Nutku daha kısa ve tek kelimeyle Vali’ye cevap vermiş:

“– Yapacağız..”

Vali, aynı yasaklama emrini, sesini daha da yükselterek tekrarlamış:

“– Yapmayacaksınız!”

Dr.Sadullah Nutku’nun cevabı, bundan önce verdiği cevabın aynı olmuş:

“– Yapacağız..”

VALİNİN “SİZİN KÖKÜNÜZÜ KAZIRIZ..” SÖZÜNE CEVABI

Dr.Sadullah Nutku’nun Kur’an ve iman davasına bağlılıkta çok kararlı ve kesin bir ifade hâlinde tekrarladığı bu cevapları karşısında, Konya Valisi tekrar kısa bir duraklamadan sonra çok şiddetli bir tehditte bulunarak, onu davasındaki bu kararlığından vazgeçirmeyi denemiş:

“– Biz sizin kökünüzü kazırız!”

Dr.Sadullah Nutku, buna da gayet sükûnetle ve aynı kararlılıkla;

“– Hiç bir şey yapamazsınız..”

cevabını vermiş.

Bediüzzaman, Risale-i Nur Kulliyâtının “Şualar” adlı eserinde, Risale-i Nur hareketinin “kökünün kazınamayacağı” ile ilgili olarak şunları söylemektedir:

“Size ihtar ediyorum: Fâni ve kabir kapısındaki çürük şahsımı çürütmeğe ihtiyaç yok ve bu kadar ehemmiyet vermeğe de lüzum yok. Fakat Risale-i Nur’la mübareze edemezsiniz ve etmeyiniz. Onu mağlub edemezsiniz. Mübarezede millet ve vatana büyük zarar edersiniz. Fakat şakirdlerini dağıtamazsınız. Çünki hakikat-ı Kur’aniyenin muhafazası yolunda kırk-elli milyon şehid veren bu vatandaki geçmiş ecdadlarımızın ahfadlarına bu zamanda hakikat-ı Kur’aniyenin muhafazası ve âlem-i İslâmın nazarında eskisi gibi dindarane kahramanlıkları terk ettirilmeyecek. Zahiren çekilseler de, o hâlis şakirdler ruh-u canlarıyla o hakikata bağlıdırlar. Ve o hakikatın bir âyinesi olan Risale-i Nur’u terkedip, o terk ile vatan ve millet ve asayişe zarar vermeyeceklerdir.”

Konya Valisi, Dr.Sadullah Nutku’ya Valilik Makamında tekrarlayarak bizzat ısrarla yaptığı yasaklama emirlerine karşılık olarak ondan aldığı Kur’an ve iman davasında Risale-i Nurlarla hizmetten vazgeçmeyeceklerine dair çok kararlılık ifadeli cevaplar üzerine, tekrar bir an durup ne yapacağını düşünmesi esnasında, onun Sünnet-i Seniyyeye muhabbeti sebebiyle hem camide namaz kılarken hem de bazen cami dışında üzerinde bulunan beyaz sarığı ve beyaz namaz kıyafeti dikkatini çekmiş; bu defa da Dr.Sadullah Nutku’yu o hâliyle Valilik Makamına getiren polislere hakaretlere başlamış:

“– Burası Valilik Makamı değil mi, Valilik Makamına bu kıyafetle insan nasıl sokulur, siz ne biçim polissiniz, sizdeki bu ne biçim vazife anlayışıdır?”

VALİLİK BİNASINDA YEDİĞİ ŞİDDETLİ TOKAT

Konya Valisinin görevli polislere bu tazir ve hakaretleri arasında Dr.Sadullah Nutku başında sarığıyla ve beyaz namaz kıyafetiyle Valilik Makamından dışarı çıkarılınca, Valinin tazir ve hakaretlerinin birinci derecede muhatabı olan “Babadağlı”([1]) soyadındaki komiser yardımcısının aniden Dr.Sadullah Nutku’nun başına savurduğu şiddetli tokattan Dr.Sadullah Nutku kendini koruyamamış. Kulağına isabet eden o şiddetli polis tokadı sebebiyle, onun kulağının bir müddet çok az işitir hâle gelmiş olduğunu, bu hadiseden sonra Konya’daki evinde kendisinden dinlemiştim.

FERİDİYE KARAKOLUNDA DÖVÜLMESİ

Dr.Sadullah Nutku’nun Konya’da vakit namazlarından sonra Aziziye Camii’nin ortasına koydukları teypten, polislerin kendilerini defalarca yasaklamalarına rağmen diğer dava arkadaşlarıyla birlikte Risale-i Nur neşriyatı yapması sebebiyle, bir namaz vaktini müteakip onun camideki namaz kıyafeti olan sarığı ve beyaz cüppesiyle camiden polisler tarafından alınarak Konya Valisi’nin karşısına çıkarılması, Konya Valisi’nin bizzat yaptığı yasaklamalarına ve tehditlerine de davasındaki büyük kararlılığıyla cevaplar vermesi karşısında uğradığı zulüm, Valilik Makamı çıkışında “Babadağlı” soyadlı bir komiser muavini tarafından kendisine atılmış şiddetli tokatla kalmamıştı.

Konya Valisi onu Risale-i Nur’un Kur’an ve iman davasına bu şekilde hizmetle ilgili kararlılığından vazgeçiremeyince, Feridiye Karakolu’nda şiddetle dövülmesi hadisesi de, ona Kur’an ve iman davasına Risale-i Nurlarla hizmetten vazgeçirmek için yapılan zulümlerin halkasına eklenmişti.

Prof.Dr.Mustafa Nutku

[1]     Konuyla ilgili merakım üzerine yaptığım kısa bir soruşturmada, Türkiye’de “Babadağ” adını taşıyan üç ayrı yer olduğunu, “Babadağlı” soyadlı komiser yardımcısının ilk aklıma gelen Denizli ilimizdeki “Babadağ” ilçesi ile ilgisinin olmadığını, hattâ Denizli eşrafından tanınmış bir Risale-i Nur talebesi ve Av.Bekir Berk’in o hadisenin vukubulduğu ve geniş çapta duyulduğu tarihlerde, birlikte bu konuda yazılı bir açıklamalarını duyurmuş olduklarını da öğrenmiştim-M.N.

Dünya Uçağı Ve Biz

İnsanların yaptığı, dünyanın en büyük veya en hızlı yolcu uçağına ait bir haber ilgimizi çeker. Halbuki biz şu anda, yedi milyar insan yolcusu ile ve onlardan daha fazla ve toplam sayısı tahmin edilemeyen çeşitli hayvanlar ve bitkiler ile ve ayrıca denizler, dağlar, bahçeler, evler, köşkler vs. ile süslü, üstelik 6.592.000.000.000.000.000.000 ton (6,592×1021 ton) ağırlığında ve yaklaşık 12.500 km (ekvatorda 12.727 km) çapında gövdeye sahip bu dünya uçağında saatte 108.000 km ortalama hızla, gece-gündüz hiç durmadan seyahat ediyoruz! Bu hızla yıllık yörüngesinde seyahat eden dünya uçağımız, aynı zamanda kendi ekseni etrafında da devrini her 24 saatte (yaklaşık), çok muntazam bir şekilde tamamlayarak dönüyor!

İnsan yapısı uçaklar, kapalı mekânlardır. “Yolcu kabini” denilen o kapalı mekânlarda yolcuların hayatı ve seyahati esnasındaki rahatı için uygun bir ortamın tesisine çalışılır. Halbuki, insan yapısı uçaklardan en az 100 misli daha hızlı olduğu halde,  sürekli seyahat halinde olduğumuz bu dünya uçağımızda kapalı bir mekânda da değiliz!

İnsan yapısı uçaklarda zaruretsiz kalkıp dolaşılmaz. bu dünya uçağında ise çeşitli hızlarda yürümek, koşmak, bisiklete, motosiklete, otomobile, gemiye, sürat motoruna ve hattâ bu  uçağın etrafında uçan, insan yapısı başka bir uçağa da binmiş halde bile, bu uçakla birlikte seyahatimize devam etmemiz mümkün olabiliyor!

Dünya uçağımız bizi dengeli bir şekilde çektiğinden, uzaya savrulmamak için kendimizi kemerlerle bu uçağın bir yerine bağlamak ihtiyacını da duymuyoruz; hem lüzumundan fazla bir çekimle çok ağırlaşıp hareketlerimiz engellenmiyor; hem de lüzumundan az bir çekimle ayaklarımızı yere basabilmekte güçlük çekmiyoruz. Ve bu uçağın öbür ucundaki canlı ve cansız varlıklarla birbirimize göre baş aşağı durumda bulunduğumuzun bile farkında olmuyoruz!

İnsan yapısı uçaklara göre çok daha büyük ve çok daha hızlı olan bu dünya uçağımız insan yapısı uçakların hızından en az yüz misli kadar büyük bir hızla 13,5 milyar seneden beri harika bir düzen ve dakiklik içerisinde hareket ettiği için, ne zaman hangi mevkie geleceği insanlar tarafından çok önceden büyük bir doğrulukla tahmin edilerek, buna göre yıllar öncesinden takvimler bile yapılabiliyor!

İnsan yapısı uçaklardaki gibi içinde uçuş ekibi, motoru, yakıtı, bilgisayar, haritaları,muhabere hız ve yükseklikle ilgili âletleri bulunmayan; bunların tam aksine, gövdesinin derinlerinde yüksek sıcaklık ve basınçta erimiş madenler mevcut olan bu harika dünya uçağımızı Kim yapmıştır; 13,5 milyar yıldan beri Kim sevk ve idare etmektedir? Bu, akıl sahiplerinin üzerinde hayretle ve ibretle düşünerek doğru hükme varması icap eden mühim mevzulardan biri değil midir? Bunu; “evrim” (?), “çevrim” (?) gibi sözlerle açıklayabilmek, böylece  selim akıl ve bozulmamış vicdan sahiplerini tatmin edebilmek mümkün müdür?

İnsan yapısı uçaklarla yaptığımız her seyahatin belirli bir ücreti varken ve seyahat edilen uçağın uçuş mesafesi arttıkça seyahat ücreti de artarken, insan yapısı uçaklara nispeten çok daha uzun uçuş mesafeli dünya uçağında yıllarca sürekli olarak yaptığımız seyahatimizin de ücreti yok mudur? Biz o “ücreti” ödüyor muyuz?

Hem, her çeşit vasıtayla yapılan seyahatlerin başlangıç yeri ve varış yeri vardır. Biz, dünya uçağıyla yolculuğumuza nereden başladık; bu yolculuğumuzda varış yerimiz neresidir? Bu dünya uçağıyla seyahatimizde varacağımız yerin neresi olduğunu biliyor muyuz?

Her seyahatte varılacak yerin şartları önceden merak edilir ve o şartlara göre tedbirler alınır; hazırlıklar yapılır. Dünya uçağı ile yaptığımız bu seyahatimizde varacağımız yerin şartlarını merak ediyor ve o şartlara göre tedbirlerimizi alıyor, hazırlıklarımızı yapıyor muyuz?

İnsan yapısı uçaklarla yapılan her yolculukta ve bilhassa dış hat seferi uçuşlarında yolculardan kimlik bildiriminde bulunmaları ısrarla istenir. İçişleri Bakanlığımızın kimlik belgeleri ile ilgili son açıklamasında 17 milyon 652 bin 503 aded yeni T.C. kimlik kartı hazırlandığı bildirildi ve “yeni kimlik verme” çalışmalarına devam ediliyor.

Fakat, yolcusu olduğumuz bu dünya uçağında bize “Elestü Meclisi”nde verilen ilk, en eski ve en mühim kimliğimiz neydi? O kimliğimizle şimdiki kimliğimiz -geniş manâsıyla- uyumlu mu? Halen bu dünya uçağındaki seyahatimiz esnasında yaşayış tarzımızla gösterdiğimiz o –geniş manâdaki– kimliğimiz bize “Elestü Meclisi”nde verilen ilk, en eski ve en mühim kimliğimizle ayni midir; değilse, niçin?

Prof. Dr.  Mustafa NUTKU

Günlerin Kısalmasının Düşündürdükleri

Aralık ayı, kuzey yarımküresinde günlerin kısalarak, yılın en kısa günü olan 22 Aralık’ın yaşandığı bir aydır.

Acaba, her yıl içerisinde günler niçin kısalır, geceler niçin uzar; her yıl içindeki en kısa gün ve en uzun geceden sonra da niçin bunun aksi olur ve günler uzar, geceler kısalır; bunlar  da o yıl içindeki en uzun güne ve en kısa geceye kadar niçin devam eder?

Bir temennî değil; fakat bir sual olarak sorsak:

– Günlerin ve gecelerin uzunluğu bir yıl içinde artmadan veya eksilmeden, yılın her gününde aynı kalsaydı ne olurdu?

Kuzey yarımküresinde günlerin kısalmasının daha bariz olarak fark edildiği Aralık ayında havanın daha çabuk karardığını görenlerin ve namazlarını vaktinde kılmak niyetiyle takvimdeki namaz vakitlerini her gün daha dikkatle kontrol eden Müslümanların aklından bu  da geçebiliyor.

Günlerin uzayıp kısalmasının, mevsimlerin değişmesiyle birlikte meydana geldiği; mevsimlerin değişmesinin ise, dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin 23 derece 27 dakikalık (açısal) eğimiyle ilgili olduğu, coğrafya kitaplarında bildirilmektedir.

Bu coğrafya bilgilerine göre, günlerin uzayıp kısalması olmasaydı, mevsimler de olmazdı!. Çünkü, iki hadise de dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin 23 derece 27 dakikalık açıyla eğik oluşu sebebine bağlı bulunmaktadır.

Dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin bu eğikliği olmasaydı meydana gelebilecek diğer bir hadise de, denizlerden çıkan buharın dünyanın sadece kuzeyine ve güneyine gitmesi ve bunun neticesinde de, her iki kutupta da muazzam buz kıtalarının teşekkülü olabilecekti!.

Peki, dünyanın dönüş eksenine çok hikmetli olarak bu açısal eğimi veren, o açısal eğimi muhafaza ettiren ve buna bağlı olarak da mevsimleri, günlerin uzayıp kısalmasını husule getiren Müsebbib (Sebebleri Yapan) kimdir?

Kur’an-ı Kerim’de, günlerin uzayıp kısalması hadisesi üzerinde insanları düşünüp ibret almaya teşvik eden âyetler vardır:

“Elbette gece ile gündüzün, (büyüyüp küçülerek) arka arkaya değişip durmasında, Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı bütün varlıklarda, Allah’tan korkan bir kavim için büyük deliller ve ibretler vardır. Hepsi Allah’ın kudret ve varlığına, kemal ve sıfatlarına delalet ederler.”  (Yunus Sûresi, âyet: 6)

“Göklerin ve yer’in mülkü O’nundur (Allah’ındır) ve bütün işler Allah’a döndürülür. Geceyi gündüze katar (böylece gündüz uzar), gündüzü de geceye katar (gece uzar). Kalplerdeki her şeyi bilir!”  (Hadîd Sûresi, âyet: 5-6)

“Gece ile gündüzün, (aydınlık ve karanlık, kısa ve uzun vaziyetlerle) değişmesinde, Allah’ın gökten bir rızık sebebi olan yağmuru indirip de onunla yeryüzünü ölümünden (kurumasından) sonra diriltmesinde (yeşertmesinde) ve rüzgarları çeşitli yönlere çevirmesinde de, aklı olan bir toplum için çok alâmetler vardır.”   (Câsiye Sûresi, âyet: 5)

Bir Hadis-i Şerifte: “Tefekkür gibi (farzların dışındaki) ibadet yoktur” diğer bir Hadis-i Şerifte ise: “Yazık o kimseye ki, böyle âyetleri okur da, bunlarda tefekküre dalmaz” buyrulmuştur.

Aslında bütün ilimlerin en başta geleni ve en mühimi  “Marifetullah” (Allah’ı tanımak) ilmidir. Fakat, bir tablo onu yapan ressamını, bir heykel onu yapan heykeltıraşını, bir otomobil onu yapan mühendisini tanıyamayacağından, vd; akıl sahibi de olmasına rağmen “mahlûk” (yaratılmış) olduğu için, insan da “Hâlık”ını (yaratıcısını) Zatıyla tanıyamaz.

Durum böyleyken insan, bütün ilimlerin en başta geleni ve en mühimi olan “Marifetullah” (Allah’ı tanımak) ilmini nasıl öğrenebilecektir ve bu ilimle Rabbini nasıl tanıyabilecektir?

Bu çok mühim sualin cevabı olarak, Risale-i Nur Külliyâtından “Sözler” adlı eserde, Rabbimizi bize tarif eden (tanıtan) üç büyük, küllî muarrif (çok tanıtıcı) olduğu, bunlardan birisi: “kâinat kitabı”, birisi: Hâtemül Enbiya (en son gönderilmiş olan Peygamber) Aleyhisselat-ü Vesselam, birisi de Kur’an-ı Azîmüşşan olduğu bildirilmektedir.

Fizik, kimya, biyoloji, astronomi, jeoloji, jeodezi, astrofizik, vd tabiat bilimlerinin en önemli özellikleri -o gözle bakıp anlayabilirlerse- bize “Rabbimizi bize tanıtan üç büyük küllî muarrif”in birisi olan “kâinat kitabı”ndan, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellîleri (aynadaki “zahirî görüntü” gibi akisleri) halinde kevnî (yaratılışla ilgili) âyetlerini (delillerini) ihtiva etmeleridir. Tabiat bilimleri, Kur’an’daki Allah’ın “kelam” sıfatının tecellîsi olan âyetlerle birlikte, Hâtemül Enbiya Aleyhisselat-ü Vesselamın öğretmenliği ve  rehberliğiyle, bütün ilimlerin en başta geleni ve en mühimi olan “Marifetullah” ilminin ve Allah’ı tefekkürün malzemelerini bize vermektedir,

Tabiat bilimlerinin verdiği bilgiler hikmet nazarıyla tetkik edildiğinde, gece ile gündüzün büyüyüp küçülerek arka arkaya değişip durmasındaki ve Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı bütün varlıklardaki bazı büyük deliller bize görünebilir. Bunlardan bazıları misal olarak verilse de bu deliller, verilen misallerin sayısıyla tahdit edilemez.

Günlerin kısaldığı ve havanın erken kararmasıyla güneşin ısısından, ışığından daha az istifade edilebildiği kış mevsimi her yıl tekrarlanır. Günlerin kısalması, gecelerin uzaması demektir. Bu uzun maddî gecelerimizde manevî güneşlerden aydınlanabilirsek, vicdanımızı dinî ilimlerle ziyalandırır ve aklımızı da fennî ilimlerle nurlandırarak bu ikisinin imtizacıyla hakikatin tecellîsine ayna olabilirsek, o kısalan günlerin ardındaki maddî karanlıklı uzun gecelerimiz, ebedî ve nurlu gündüzleri semere verecektir, İnşaallah… 

Prof. Dr. Mustafa Nutku

“-Yuh olsun!..”

Bir cenazeyi uğurlarken Batı’lı gayrimüslim bir müzisyenin bestelemiş olduğu bir “Cenaze Marşı” eşliğinde yavaş yavaş yürümenin, uğurlanan cenazeyi topluca alkışlamanın, ağıtlar okumanın, onun vefatının yıldönümlerinde kulakları tırmalayıcı tiz sesli sirenler çalmanın, saygı duruşlarında bulunmanın, vb, İslâm’ın kaynaklarında tavsiye edilmemiş şeyler yapmanın o cenazeye faydası olur mu? Bu mevzudaki bir kıssadan hisse çıkarabilmek faydalı olur.

* * *

Bir küçük yerleşim yerinde, bir vefat eden olduğunda o yerleşim yerinin meczubu olarak bilinen birisi ekseriya cenaze alayının geçeceği yol kenarında yüksekçe bir yere çıkar ve cenaze önünden geçerken;

“-Yuh olsun!..”

diye yüksek sesle bağırırmış”

Bilhassa o cenazenin yakınları o meczuba, bu yaptığından dolayı çok kızarlar ve meczuba;

“-Bizden evvel ölürsen, senin bu yaptığını biz de sana yapacağız”

derlermiş.

Nihayet, o meczubun da eceli gelmiş ve vefat etmiş. Onun cenazesi de, o yerleşim yerinde diğer cenazelerin geçirildiği yoldan geçirilerek götürülürken, o meczubun daha önce kendi akrabalarına yaptığını bu defa onun kendisine yapmak için bazıları, o meczubun hayattayken yol kenarında durduğu yüksekçe yerde toplanmışlar ve meczubun cenazesi tam önlerinden geçerken onlar da;

“-Yuh olsun!..”

diye meczubun cenazesinin ardından hep birlikte bağırmışlar!.

Böylece, daha önce vefat etmiş akrabaları için söylemiş olduğu “Yuh olsun!..” sözünü o meczuba iade edip intikamlarını aldıklarının rahatlığı içine girmek üzereyken, hiç beklemedikleri bir şey olmuş ve meczubun eller üstünde taşınan tabutunun kapağı açılmış! Meczub, tabutunun içinde ve kendisinin dünya hayatının sona ermesinin ardından “Yuh olsun!..” diye bağırmış olanlara doğru oturmuş halde, onların tümünden de daha yüksek sesle:

“-Eğer ben de dünyadan, sizin vaktiyle dünyadan ayrılmış olan akrabalarınız gibi ayrılıp gittiysem; bana da yuh olsun!..”  

diye bağırmış ve tekrar tabutunun içine boylu boyunca yatmış!.

             * * *

              Bu kıssanın ardından;

“-Böyle bir vak’a gerçekten olmuş mu?”

sorusunun üzerine lüzumsuz şekilde odaklanıp, herhalde bundan alınabilecek çok mühim bir hakikat dersine kayıtsız kalmamak gerekir.

Prof. Dr. Mustafa Nutku