Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

İğne (enjeksiyon), burun damlası, göz damlası, kulak damlası orucu bozar mı?

Ramazan ayı başlıyor. Günlük namaz vakitlerimiz güneş takvimi, oruç ve dinî bayram günlerimiz ise kamerî takvime göre belirlendiğinden, bu iki takvim arasındaki gün farkı sebebiyle, her yıl Ramazan orucunun başlangıcı ve dinî bayramlar, kullandığımız Güneş takviminde bir önceki yıla göre 11 gün önce olmaktadır.

Geçen yıla nisbeten günlerin ve oruçlu geçirilmesi gereken zamanın bu yıl daha uzun olması sebebiyle, orucu bozan hallere karşı daha dikkatli olunması gerekmektedir.

Orucu bozan hallerle ilgili aşağıdaki bilgiler http://www.diyanet.gov.tr ve daha mufassal olarak http://www.diyanet.gov.tr/turkish/basiliyayin/ilmihal.pdf web sitelerinde yer almakla beraber, iğne (enjeksiyon) , burun damlası, göz damlası, kulak damlası gibi ilaçların kullanılması mevzuunda da, çok katî bir zaruret hali yoksa, Ebu Hanife’nin içtihadına göre orucu bozduğunun dikkate alınarak oruç tutulması daha doğru olacaktır.(Ek bir bilgi dip notta verilmiştir)

—————————————————————————————————

Orucu Bozan Haller

Giriş Temel Bilgi Orucu Bozar mı? Diyanet’e Göre Mehmet Ali Demirbaş’a Göre

Kısa Özet : Yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmak orucu bozar. Ağızdan alınan hap, şurup, pastil vs maddeler orucu bozar. Ancak iğne yaptırmak konusunda farklı görüşler mevcuttur. Daha detaylı bilgi aşağıda bulunmaktadır.

Orucun yasakları, doğrudan söylenirse yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktır; tersinden söylenirse orucun yasakları, orucun bozulmasına sebep olan şeylerdir. Bölüm başında da belirttiğimiz gibi oruç, yeme, içme ve cinsel ilişkiden kaçınmaktır. Dolayısıyla bu üç hususa dikkat edildiği takdirde oruç tutulmuş olur. Bununla birlikte bazı davranışların, sayılan bu üç şeyin kapsamına girip girmediği konusunda gerekli veya gereksiz tereddütler oluşabilmektedir. Yine orucun bozulmasına yol açmamakla birlikte, orucun genel havasına, anlam ve gayesine yakışmayan şeyler konusunda da dikkatli olmak gerektiği için burada günlük hayatta karşılaşılabilecek bazı durumlara kısaca işaret etmek istiyoruz.

ORUCUN MEKRUHLARI

Öteden beri fıkıh ve ilmihal kitaplarında mekruh olarak nitelendirilen şeylerin bir kısmı, orucun anlam ve gayesine yakışmayan şeyler, bir kısmı da biraz ileri gidildiği takdirde orucun bozulmasına sebep olabilecek şeylerdir. Meselâ bir şeyi tatmak ve çiğnemek mekruhtur; çünkü ağza alınan bir şeyin yutulma tehlikesi bulunmaktadır. Fakihler yine aynı gerekçeyle, bir insanın eşiyle öpüşmesini, ona sarılmasını mekruh saymışlardır. Çünkü bu davranış, orucu bozacak bir fiili işlemeye götürebilir. Esasen bir insanın eşiyle öpüşmesi oruca zarar vermez. Nitekim Âişe vâlidemiz, Peygamberimiz’in oruçlu iken hanımlarıyla elleşip şakalaştığını ve öpüştüğünü anlatmıştır (İbn Mâce, “Sıyâm”, 19; Muvatta, “Sıyâm”, 13).

Aşırı titizlikleri gereği misvak kullanmayı dahi mekruh sayanlar bulunmakla birlikte, âlimlerin çoğunluğu bunu mekruh görmemişlerdir. Günümüzde yaygın olduğu şekliyle ağız ve diş temizliğinin diş fırçası ve diş macunu kullanılarak yapılması da oruca zarar vermez; üstelik aksatılmaması gereken yerinde bir davranış da olur. Ağız ve diş temizliğini gündüz yapmamayı tercih edenler, bunu mutlaka sahurdan sonra yapmış olmalıdır. Oruçlunun normal temizlik için veya cünüplükten temizlenmek için yıkanması mekruh olmamakla birlikte, serinlemek maksadıyla yıkanması oruç esprisine aykırılık gerekçesiyle mekruh sayılmıştır. Oruçlunun güzel koku sürünmesi veya güzel kokan bir şeyi özel olarak koklaması da mekruh sayılmaz.

Ayrıca, esasen orucu bozmamakla birlikte, oruçlunun direncinin kırılmasına ve güçsüz düşmesine yol açan, kan aldırmak vb. şeyler mekruhtur. Konunun başında sahurun geciktirilmesi ve iftarın vakit girer girmez yapılmasının anlamına ilişkin olarak söylediğimiz hususlar burada da geçerlidir.

ORUCU BOZAN ŞEYLER

Yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmak orucu bozan şeylerdir. Bunların hangi durumda sadece kazâ, hangi durumda kazâ ile birlikte kefâreti gerektirdiğini görelim.

a) Kazâ ve Kefâreti Gerektiren Durumlar

Orucu bozup hem kazâ hem de kefâreti gerektiren durumların başında ramazan günü oruçlu iken yapılan cinsel ilişki gelmektedir. Zaten Peygamberimiz oruç kefâreti hükmünü, o zaman vuku bulan böyle bir cinsel ilişki olayı üzerine vermiştir. Oruç kefâreti konusunda eldeki tek örnek ve delil de budur. Bu bakımdan bütün fıkıh mezhepleri, ramazan günü oruçlu iken bilerek ve isteyerek normal cinsel ilişkide bulunmanın, hem kazâ ve hem de kefâreti gerektireceği konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bir şey yiyip içmenin kefâreti gerektirip gerektirmediği konusu ise mezhepler arasında tartışmalıdır. Hanefîler, bilerek ve isteyerek bir gıda veya gıda özelliği taşıyan her türlü maddeyi almayı da bu hükme kıyas ederek, bu durumda da hem kazâ hem de kefâret gerekeceğini söylemişlerdir.

Bilerek ve isteyerek kaçınılması gereken üç şey (yeme, içme, cinsel birleşme) dışında bir sebeple orucun bozulması durumunda kefâret gerekmeyip sadece kazâ gerekir.

b) Sadece Kazâyı Gerektiren Durumlar

Oruç yasaklarının başında yeme ve içme geldiğini, oruçlunun kasten yiyip içmesinin kazâ ve kefâreti gerektirdiğini biliyoruz. Buna ilâve olarak Hanefî fakihleri, beslenme amacı ve anlamı taşımayan ve esasen yenilip içilmesi mûtat (normal, alışılmış) olmadığı gibi insan tabiatının meyletmediği şeylerin yenilip içilmesi durumunda da orucun bozulacağını, fakat bunun kefâreti gerektirmeyeceğini söylemişlerdir. Çiğ pirinç, çiğ hamur, un, ham meyve yemek veya fındık, badem ve cevizi kabuğuyla yutmak böyledir. Bunlar yiyecek maddesi olmakla birlikte, bunların bu şekilde yenilmesi normal değildir ve hem de bunlar bu halleriyle insanın iştah duyacağı ve yemek isteyeceği şeyler değildir. Fakihler, şehvetin normal cinsel birleşme dışında tatmin edilmesinin de aynı kapsamda değerlendirileceğini belirtmişlerdir.

Fakihler ağza giren yağmur, kar veya doluyu isteyerek yutmayı, su içme kapsamında değerlendirerek orucu bozacağını; fakat, kişinin kastı olmaksızın boğaza inen yağmur, kar ve dolunun orucu bozmayacağını söylemişlerdir.

Kusma, kasten yapılmadığı durumlarda orucu bozmaz. Kasten yapıldığında ise, sadece ağız dolusu olması halinde bozar.

Baştan beri ortaya koymaya çalışılan oruç tutma esprisi ve orucun anlam ve amacıyla pek bağdaşmayan muhtemel bütün davranışları ve olayları tek tek sıralamak mümkün olmadığı için bu konuda şöyle bir açıklama getirmek doğru olur: Orucun anlamı, Allah rızâsı için, gerek beslenme gerekse tat ve keyif alma kasıt ve arzusu içeren yiyip içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak, özetle nefsi iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmektir. Bu yasağın ihlâli sayılan her davranış orucun mâna ve gayesine aykırıdır. Yeme, içme ve cinsel ilişki sayılan her davranış orucu bozar, kazâ edilmesini gerektirir. Kasıtlı olarak yapılırsa hem kazâ hem kefâret gerekir.

Bayılma ve delirmenin orucu bozan şeylerden sayılması, esasen oruç yasaklarının ihlâli ile ilgili olmayıp, bütün mükellefiyetlerde ön şart olan bilinçlilik halinin geçici veya sürekli olarak yitirilmesi ile ilgilidir. Bu halin kapladığı günlerin kazâ edilmesinin istenmeyişi de aynı sebebe bağlıdır.

Unutarak bir şey yemek ve içmekle oruç bozulmaz. Peygamberimiz oruçlu olduğunu unutarak yiyip içenlerin oruca devam etmelerini, onları Allah’ın yedirip içirdiğini söylemiştir (Buhârî, “Savm”, 26; Müslim, “Sıyâm”, 17). Fakat yanlışlıkla (hata) yiyip içmek bundan farklı olup Hanefîler’e göre orucu bozar. Meselâ; bir kimse oruçlu olduğunun farkında olduğu halde kasıtsız olarak yanlışlıkla bir şey yese veya içse, diyelim ki abdest alırken ağzına aldığı sudan yutsa veya denizde yüzerken su yutsa orucu bozulur ve kazâ lâzım gelir.

Şâfiîler orucu bozma kastı bulunmadığı için yanlışlıkla bir şey yiyip içmenin orucu bozmayacağını söylerken, Mâlikîler orucun anlamının (imsak) ortadan kalkmış olduğu gerekçesiyle, ister unutma isterse yanlışlık sonucu olsun, bir şey yiyip içmekle orucun bozulacağını söylemişlerdir.

Sabah vaktinin girip girmediği konusunda şüphesi bulunan kimse yiyip içmeye devam ederken o esnada ikinci fecrin doğmuş olduğu ortaya çıksa oruç bozulur ve kazâ etmesi gerekir, kefâret gerekmez. Aynı şekilde güneşin battığını zannederek iftar ederken güneşin henüz batmadığı anlaşılsa yine kazâ gerekir. Hanefî mezhebinde ağırlıklı görüş böyledir. Ancak, bu durumda kefaretin gerekeceğini söyleyenler de vardır. Zira kişi, her iki durumda da zannı ile hareket etmiş ve yanıldığı ortaya çıkmış ise de zanların kuvvet derecesi aynı değildir. Birinci durumdaki zan güçlüdür; çünkü aslolan gecenin devam ediyor olmasıdır. İkinci durumdaki zan ise, bunun tersine zayıftır; çünkü aslolan gündüzün devam ediyor olmasıdır. Bu bakımdan güneşin batıp batmadığından şüphe eden kimse hemen iftar etmemeli, durumun netleşmesini beklemelidir. İmsak ve iftar vakitlerini gösteren bir takvim ve saatin bulunmadığı durumlarda kişi, kendi bilgi ve tecrübesiyle ictihad ederek ona göre davranır.

Unutarak yiyip içtikten sonra orucunun bozulmuş olduğu zannıyla veya gece niyetlenemeyip gündüz niyetlendikten sonra, gündüz yapılan bu niyetin niyet sayılmayacağı zannıyla günün geri kalan kısmında bilerek bir şey yiyip içmek veya cinsel ilişkide bulunmak orucu bozar.

Orucu bozacak fakat kefâreti de gerektirmeyecek bir davranıştan sonra, kişinin yiyip içmeye başlaması halinde, kural olarak kefâretin gerekmeyeceği belirtilmişse de, burada aslolan kişinin oruç tutma veya bozma konusundaki gerçek niyetidir. Amellerin niyetlere göre olduğu şeklindeki genel dinî ilkenin anlamı da budur.

Bir şey yiyor veya içiyorken imsak vaktinin girdiğini anlayan kimse derhal yemeyi ve içmeyi bırakmalıdır. Bile bile yemeye veya içmeye devam etmesi halinde Hanefî imamlara göre bu kişiye kefâret gerekir.

c) İlâç Kullanmanın ve İğne Yaptırmanın Hükmü

Ağızdan alınacak hap, şurup ve pastil gibi şeylerin orucu bozacağında görüş birliği bulunmaktadır. Çünkü bunlar doğrudan mideye inmekte, esasen tedavi amaçlı olsa bile dolaylı olarak beslenme niteliği de taşımaktadır.

Göze, burun veya kulağa damlatılan ilâcın orucu bozup bozmayacağı konusu ise tartışmalıdır. Kimi âlimler, göze damlatılan ilâcın orucu bozmayacağı, kulak ve burna damlatılanın bozacağı görüşünde ise de, bunlardan burun içinin yemek borusuyla ve mideyle doğrudan bağlantısının bulunduğu, gözün dolaylı olarak boğaza açıldığı, kulağın ise mideyle böyle bir bağlantısının bulunmadığı düşünülürse, bunlardan sadece buruna konan ilâçlar hakkında ihtiyatlı olmak gerektiği sonucu çıkar(1). Böyle olunca, burna enfiye çekmek, boğaza inecek şekilde bol miktarda su çekmek gibi davranışlar orucu bozar. Bu organlara konan ve tamamen tedavi amaçlı ilâç ve damlalar ise orucu bozmaz. Çünkü bu son sayılan davranışın yeme ve içme, yani beslenme ve oruca karşı direnç kazanma faaliyeti sayılması isabetli olmaz.

İğne yaptırma meselesine gelince: Deri altına veya adaleye zerkedilen veya damardan yapılan iğnenin orucu bozup bozmayacağı konusu, ilk fakihlerin, yaralayıp vücuda giren bıçak vb. katı cisimler ile derin yara üzerine sürülen merhemin orucu bozup bozmayacağına ilişkin tartışmalarına göre belirlenmeye çalışılmıştır. Şöyle ki;

a) Ebû Hanîfe’nin “derin yara üzerine sürülen ve karın veya beyne ulaşan ilâcın/merhemin orucu bozacağı” yönündeki görüşünü alanlar, iğneyle vücuda bir şey zerkedilmesi durumunda orucun bozulacağını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşte hareket noktası, tabii yollar dışından da olsa vücuda bir şeyin girmiş olmasının orucu bozacağı fikridir. İğne veya damar yoluyla alınan ilâç, serum veya aşı vücudun içine akıtılmış olmakta ve bütün vücuda yayılmaktadır. Beslenme sayılıp sayılmayacağı tartışılsa bile, bunların vücudu güçlendirdiği ortadadır. Bu şekilde alınan ilâç, gerek ağızdan alınsın gerekse iğneyle zerkedilmiş olsun, hiçbir şekilde kefâret gerektirmese de orucu bozar ve kazâyı gerektirir. İlâç almak veya iğne yaptırmak durumunda olan kimselerin ya o gün oruç tutmamaları ya da ilâç almayı ve iğne yaptırmayı sahur ve iftar vakitlerine almaları gerekir.

b) Buna mukabil Ebû Yûsuf ve Muhammed’in “derin yara üzerine sürülen merhemin orucu bozmayacağı” yönündeki görüşünü esas alanlar ise iğneyle vücuda bir ilâcın zerkedilmesi durumunda orucun bozulmayacağını söylemişlerdir. Ebû Yûsuf ve Muhammed, oruca “normal yollardan vücuda bir şey almaktan kaçınmak” şeklinde bir anlam yükledikleri için yaraya sürülen merhemin, karna veya beyne ulaşmış olmasının bir önemi olmayacağını, dolayısıyla bu durumda orucun bozulmayacağını söylemişlerdir. Eskiden fetvahâne ve daha sonra 1948 yılında Ezher Üniversitesi Fetva Komisyonu tabii delikler dışından vücuda giren bir şeyin orucu bozmayacağı yönünde fetva vermiştir. Çünkü bu tedavi yönteminin, ağız yoluyla ilâcın yutulmasına benzemediği açıktır. Bu noktadan hareketle, astım ve nefes darlığı sebebiyle ağıza sıkılan spreyin zerrecikler halinde içeri gittiği doğru olsa bile bunların akciğerden öteye geçmediği ve mideye ulaşmadığı, gıda ve susuzluk giderme özelliği de taşımadıkları; bu sebeple bunların da orucu bozmayacağı ileri sürülmüştür. Ayrıca belli hastalıklara karşı korunmak maksadıyla yapılan aşıların hükmünde de tartışma bulunmakla birlikte, bu tür aşılarla vücuda mikrop verilerek bağışıklık kazandırmaya çalışıldığı, dolayısıyla bunların beslenme amaçlı olmadığı söylenerek oruca zarar vermeyeceği görüşü ağırlık kazanmıştır.

Hangi görüş alınırsa alınsın, burada inisiyatif, tercih, karar ve tabii ki sorumluluk mükellefe ait olacaktır. Söz konusu olan şey bir ibadettir ve Allah rızâsı için yapılmaktadır. Bu bakımdan, oruç tutan bu şuurdaki insanların gerekmediği halde, hiç açlık, susuzluk ve sıkıntı hissetmeden oruç tutmak için bu yola tevessül edeceklerini düşünmek son derece anlamsızdır. Çünkü aklı olan herkes gayet iyi bilir ki içeriği boşaltılmış ve anlamı yozlaştırılmış ve göstermelik hale getirilmiş bir ibadetin hiçbir faydası olmadığı gibi, böyle yapan kişi sonuçta sadece kendi kendisini kandırmış olacaktır. Esasen dinimiz hasta olan veya tedavi sürecinde olan kişilerin oruç tutmamasına ruhsat vermektedir. Bu bakımdan ilâç kullanmak veya iğne yaptırmak durumunda olan kimseler, hem iyi bir tedavi görüp sağlığına kavuşmak, hem de ibadetlerini ileride huzûr-ı kalp ile ve içe sinerek yapabilmek gayesiyle tedavileri tamamlanıncaya kadar oruç tutmayabilirler. Bu tamamıyla kendilerinin karar vereceği bir konudur. Bununla birlikte bu kimseler, ramazan ayında herkesle birilikte oruca devam etmeyi arzu ediyor ve bu ibadet ayının mânevî havasından kopmak istemiyorlarsa, oruç için başka bir engelleri de yoksa, ikinci grup fakihlere ait olan ve ağırlıklı bulunan fetvayı esas alabilir, oruçlu oldukları halde tedavi ve aşı amaçlı iğneleri yaptırabilirler.

Kaynak: http://www.diyanet.gov.tr

Daha Kapsamlı Bilgi: http://www.diyanet.gov.tr/turkish/basiliyayin/ilmihal.pdf

(1) www.diyanet.gov.tr sitesinde yer alan bu bilgiler bilhassa göz damlası mevzuunda , maalesef gerektiği kadar açık ve net değildir. Birkaç gün önce, göze damlatılan ilacın orucu bozması mevzuunu meşhur bir göz mütehassısı profesörümüze sorduğumda, göze damlatılan ilaçların gözle burun arasındaki bir kanaldan içeri akabildiğinden bu duruma göre: (a) Göz damlası damlatıldıktan sonra, gözle burun arasına parmağı bir müddet basılı tutup daha sonra başı öne eğerek bir müddet o vaziyette durmakla, gözün yanındaki kanaldan içeri geçmiş olabilecek ilaç varsa onun burundan dışarı akmasının sağlanmasının yapılabileceğini, (b) Veya bu işlemlere göre daha emin bir tercihle, katî bir zaruret yoksa, göz damlası ilacının iftar ve sahur vakitleri arasında kullanılmasının daha doğru olabileceğini, Diyanet İşleri Başkanlığına kendisine sormasına cevaben bildirdiğini bana söylemiştir.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Bir İlim Adamı Sıfatıyla Niçin Allah’a İnanıyorum?

New York İlimler Akademisi Eski Başkanı olan A. Cressy Morrison, isminin Türkçe’si “Bir İlim Adamı Sıfatıyla, Niçin Allah’a İnanıyorum?” olarak tercüme edilebilecek bir kitap yazmış ve o kitabının Türkçe özeti, 1960’lı yıllarda bir gazetenin eki olarak verilmişti. Onu yayımlamış olan yayınevinde halen mevcudu olmayan özet broşürün sadece daktilo edilerek ve kopya kağıdı kullanılarak çoğaltılmış bir nüshası bulunarak, istifadeye medar olabileceği düşüncesiyle bazı redaksiyon ve düzeltmeler de yapılmasına çalışıldıktan sonra, burada nakledilmesinde fayda olabileceği düşünülmüştür.

  1. Cressy Morrison’un o kitabının bahsedilen özeti şöyledir:

“Biz insanlar, henüz ilim çağının başlangıcında bulunmamıza rağmen her yeni bilgi, ilmin ışığının her artışı, içinde yaşadığımız kâinatın “yaratıcı bir zekâ”nın eseri olduğunu gösteren yeni deliller getirmektedir.

Bu suretle iman bilgiye istinat etmekte, ulaşılan her merhalede âlim kendini Allah’a biraz daha yakın hissetmektedir.

Ben de kendi sahamda, imanıma destek olan yedi ilmî ana-delil buldum.

BİRİNCİ DELİLİM:

İlk ve Reddi Kabil Olmayan Delili, Bana Matematik İlmi Verdi.

Bu delilin pratik bir ispatını siz de deneyebilirsiniz. Cebinize birden ona kadar numaralanmış on adet madenî para veya jeton koyunuz. Bunların iyice karışmaları için cebinizi sallayınız. Sonra, onları bir numaradan başlayarak on numaraya varıncaya kadar sıra ile teker teker çıkarmayı tecrübe ediniz. Yani elinizi cebinize sokacak, ilk defada 1 no.lu jetonu, ikincide 2 no.lu jetonu, üçüncüde 3 no.lu jetonu… Böylece on defada 1’den 10’a kadar sıra ile on adet jetonu çıkarmayı deneyeceksiniz. Her jetonu çıkarttıktan sonra, onu tekrar cebinize koyacak ve daha sonraki çekişten önce cebinizdekilerin hepsini iyice karıştıracaksınız…

Matematiksel bakımdan, ilk çekişte on ayrı numaralı jetonun içinden 1 numaralı olanı bulmak ihtimali onda birdir. 1 ve 2 numaralı jetonları bir biri ardınca peş peşe çekmek ihtimali ise yüzde birdir. 1, 2 ve 3 numaralı jetonları art arda üç çekişte çıkarma ihtimaliniz ise binde birdir.

On parçanın onunu birden, on çekişte, 1’den 10’a kadar sıra ile çekebilmek şans ve ihtimali ise, on milyarda ancak bir kere vukua gelebilir.

Yukarıdaki muhakeme tarzını, dünya üzerinde hayatın zuhuruna imkân veren şartlara tatbik etmeye kalkarsak, şu hakikati kabule mecbur kalırız: Matematikteki ihtimaliyetler diliyle konuşmak icap ederse, yeryüzünde hayatın meydana gelmesi için lüzumlu şartları bir araya toplayan, asla tesadüfler silsilesi olamaz.

Yeryüzünde Hayatın Şartlarından Biri

Dünya, mihveri üzerinde saatte 1600 km hızla dönmektedir. Bu hız, ekvatora nispetle hesaplanmıştır. Bu hızın on misli azaldığını farz etsek; şimdikine nazaran on misli daha uzun olan gündüzler esnasında güneşin devamlı harareti bütün nebatları kavuracaktı. Buna dayanabilen canlıların bakiyesi ise, on misli uzun olan gecelerin soğuğunda donacaktı.

Yeryüzünde Hayatın Diğer Bazı Şartları

Güneşin sıcaklığı, yüzeyinde 5500 dereceyi bulmaktadır. Dünya ise güneşin bizi ihtiyacımız kadar ısıtacağı mesafelerde bulunmaktadır. Eğer güneş, mevcut hale nispeten ışınlarının yarısını bize gönderebilseydi, soğuktan donardık; bir buçuk misli kadar daha fazla güneş ışını dünyamıza gelseydi, bu sefer de sıcaktan kavrulurduk.

Dünyanın mihveri etrafında 23º 27´ meyilli oluşu mevsimlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır. Bu meyil olmasaydı, denizlerden çıkan su buharı, sadece iki yöne, kuzey ve güney istikametlerine giderdi. Bunun neticesi olarak da, her iki kutupta tedricen muazzam buz kıtaları yığılırdı.

Dünyamızın peyki olan ay, çekim kuvvetiyle dünyada deniz seviyelerinin değişmesine sebep olmaktadır (med ve cezir hareketleri). Ay dünyaya, aralarında 80.000 km’lik bir mesafe kalacak şekilde yaklaşsaydı, muazzam med hareketleriyle, günde iki defa bütün kıtaları su kaplardı.

Bahsedilen bu gibi olaylar –ki bunlar gibi birçokları daha vardır- bize şu hakikati ispat etmektedir: Seyyaremiz üzerinde hayatın meydana gelmesi tesadüflere bağlı olsaydı, bu tesadüflerin tahakkuku için milyarlar kere milyarlarda “bir” ihtimal bile mevcut değildir.

İKİNCİ DELİLİM:

Canlı Bir Varlığın Canlı Kalabilmesi İçin, Tasarrufu Altında Bulunan Kaynak ve Vasıtalarda Her Şeyi Ezelden Takdir Eden Bir Zeka’nın Varlığı Gün Gibi Aşikardır

İnsan, hayatın esrarına henüz vakıf olamamıştır. Hayatın ne bir ağırlığı, ne de bir ebadı vardır. Buna rağmen çok önemli neticelere sebep olmaktadır. İncecik bir nebat kökü, nebatî hayatıyla sert bir kayayı parçalayabilir. Hayat faaliyetleriyle, havada, suda ve toprakta çeşitli neticeler husule gelir. Hayat faaliyetleri esnasında elementler halden hale geçmekte, bazen karışım bazen bileşik teşkil etmekte;  bazen da bu karışım ve bileşikler ayrışmaktadır.

Hayat, her şeklin, her biçimin modelini yapan bir heykeltıraş; kuşlara ötüşlerini talim eden bir musikişinas, meyvelere ve baharata tatlarını, güllere kokularını veren ulvî bir kimyager gibi çalıştırılmaktadır. Hayat faaliyetleri ile çeşitli gıda maddeleri imal ettirilmekte, insanların ve hayvanların soluk alıp vermesi için atmosferde oksijen dengesi sağlanmaktadır.

Kayalar ve denizler, hayatın ortaya çıkması için zarurî olan hiçbir şartı ihtiva etmemekteydiler.

Öyleyse dünya üzerine hayatı kim getirmiştir?

ÜÇÜNCÜ DELİLİM:

Hayvanların Hayatları Esnasında Takip Ettikleri Hareket Tarzı, Pek Âşikar Ve Beliğ Bir Surette, Yaratıcı Ve Merhametli Bir Allah’ın Mevcudiyetini İlan Etmektedir.

Genç somon balığı senelerce denizlerde yaşar. Bir gün, içinde doğmuş olduğu tatlı suya döner. Bir nehirde yukarıya doğru çıkan bir somon balığını düşünelim. O nehre dökülen hangi ırmakta doğmuşsa, daima ve inatla o ırmağın nehre karıştığı sahile varmaya çalışır. Onu oraya büyük bir isabetle sevk eden nedir? Somon balığı aradığı ırmaktan başka (yine aynı nehre dökülen) başka bir ırmağa konulsa, tekrar varmak istediği nehre dönmek için mücadele edecek ve içinde doğmuş olduğu su koluna erişmek için akıntıya karşı yüzecektir. Ta ki, mukadderatını, takdir edilmiş olduğu gibi tamamlasın.

Yılan balıklarının esrarını aydınlatabilmek ise daha güçtür. Olgunluk çağına erişince, bu hayret verici mahluklar, o zamana kadar yaşamakta oldukları göller ve ırmakları terk ederler. Sonra, çıktıkları yer neresi olursa olsun, bütün yılan balıkları, Amerika’daki Bermuda açıklarında, denizin dibindeki derin bir uçuruma doğru, birlikte uzun bir yolculuğa çıkarlar. Avrupa yılan balıklarının bu mevkiye gelebilmeleri için denizde binlerce km’lik bir mesafe kat etmeleri lâzımdır. Sargas denizine gelince, burada ürerler ve ölürler. Yeni doğan küçük yılan balıklarının, etraflarını kuşatan dünyadan hiç haberleri yoktur. Bildikleri tek şey, uçsuz bucaksız bir tuzlu suyla çevrili olduklarıdır. Buna rağmen yola çıkarlar. Ölmüş olan anne ve babalarının geçmiş oldukları yollara düzülürler. Onların hareket etmiş oldukları sahillere varmakla kalmazlar ve vaktiyle yaşamış oldukları küçük dereye, küçük göle kadar giderler. Her şey önceden hesaplanmıştır. Öyle ki, bu uzun yolculuğa gerekli kuvveti temin maksadıyla, Avrupa yılan balığının bir yıl süre boyunca olgunlaşması da programlanmıştır.

Kendilerine kılavuzluk eden, kendilerini güden bu içgüdüyü yılan balıklarına kim vermiştir?

DÖRDÜNCÜ DELİLİM:

İnsandır. İnsanda, Hayvanlarda Bulunan İçgüdüden Daha Fazla Bir Şey Vardır. Bu da Akıldır.

Şimdiye kadar hayvanlardan hiç biri, ona kadar sayabildiğine veya on rakamının manâsını anlayabildiğine dair bir emare gösterememiştir. Hayvanların içgüdüsü, ancak flüt denilen çalgının çıkarabildiği nota gibidir. Hayranlık vericidir bu, fakat sınırlıdır. İnsan beyni ise, bütün bir orkestranın tekmil musiki âletlerini ihtiva etmektedir. Bu delil apaçıktır, fazla izah istemez. Biz ne olduğumuzu, zekamız sayesinde düşünüp anlayabiliriz. Zira âlemşümul zekâdan bize bir kıvılcım verilmiştir.

BEŞİNCİ DELİLİM:

Hücrelerin İçinde Bulunan “Gen” Dediğimiz Harikulade Varlıktır. “Gen”ler, Hayatın Baştan Sona Kadar Takdir Edilmiş Olduğu Kanaatini Vermektedir.

Bir gen, minicik bir şeydir. Dünyada yaşayan bütün insanların menşelerinde bulunan genlerin hepsini bir araya toplayabildiğimizi farz etsek, bunların hepsini bir dikiş yüksüğünün içine sığdırabiliriz.

Halbuki genler her canlı hücrenin, bütün insanların, bütün hayvanların, bütün nebatların kendilerine has karakterlerini taşırlar. Altı buçuk milyar insanın, her birinin öbüründen farklı olan hususiyetlerini ihtiva eden genler için, sadece bir dikiş yüksüğü kadar hacim…

Bu çok şaşırtıcı bir şeydir; fakat bir hakikattir.

Tekâmül dediğimiz değişim, hücrenin içinde, genleri ihtiva eden ve nakleden bu cevherde başlar. Böyle ultra mikroskobik bir genin, bulunduğu canlı varlığın özellikleri ve dünya üzerindeki hayatındaki rolü öyle bir sanattır ki, bunu ancak yaratıcı bir zekâ yapabilir. O’ndan başka her faraziye, âciz kalır; buna cevap veremez.

ALTINCI DELİLİM:

Takdir -Bütün Tabiat Üzerinde Hükümran Olan Bu Yüksek Hikmet- Ancak İlahî Bir Kaynaktan Gelebilir.

Bundan senelerce evvel Avustralya kıtasına bir başka ülkeden kaktüs getirip yetiştirdiler. Bu nebattan, tarlalar ve bahçeler arasında çit olarak istifade edilecekti. Bu kaktüsün Avustralya’da yaşayan böcekler içinde hiçbir düşmanı yoktu. Bu yüzden Avustralya’da dehşet verici bir nispette çoğalmaya başladı. Bir müddet sonra İngiltere büyüklüğünde bir araziyi kapladı, ziraat üretimini engelledi ve çiftçileri köylerini terk etmeye mecbur etti. Hattâ, bazı şehirlerin ahalisinin toptan hicret etmesine sebep oldu. Bu müthiş muarıza karşı bir müdafaa vasıtası bulabilmek için, böcekleri inceleyen âlimler dünyayı dolaştılar. Nihayet, başlıca hususiyeti bu baş belası kaktüsle karnını doyurmak olan ve başka hiçbir şey yemeyen bir böcek cinsinin mevcut olduğunu keşfettiler. Şöyle bir faydası da vardı bunun: Mevcudiyeti keşfedilen bu böceği, Avustralya’daki hiçbir canlı yemiyordu. Bugün bu zararlı kaktüs Avustralya’da hemen hemen ortadan kalkmıştır. Onun yok olmasıyla, onu yemesi için getirilen böcekler de gıdasız kalarak aynı akıbete uğramıştır. Geri kalanları ise, bu istilacı kaktüsün yeniden kıtayı kaplamasına imkân vermeyecek sayıdadır.

Tabiatın her yerinde, cinsler arasında bu takdir edilmiş muvazeneyi müşahede etmekteyiz.

Çok hızlı olarak çoğalan böcekler, niçin yeryüzünü fethedememişlerdir? Çünkü onların insanlar gibi ciğerleri yoktur. Böcekler, teneffüs borusu denilen bir boru vasıtasıyla teneffüs ederler ve bir böcek normal boyunu aşınca, nefes borusu vücudun diğer kısımları nispetinde gelişemez. İşte bu yüzdendir ki, hiçbir zaman dev büyüklükte böcekler olmamıştır. Böceklerde bu anatomik hususiyet olmasaydı, insan nesli de yeryüzünde çoktan yok olurdu. Bir arslan büyüklüğünde kocaman bir eşek arısıyla karşılaştığınızı düşününüz…

YEDİNCİ DELİLİM:

Sadece Bu Delil Bile Tek Başına, Allah’ın Varlığını İspata Yeterlidir. Bu da, insanın Allah fikrini idrâk etmesidir.

Allah’ın var olduğunu idrâk edip anlayabilmek için, canlılar arasında sadece insan zihninin hizmetine verilmiş bir kabiliyet vardır; onun adı: “Tasavvur kabiliyeti”dir. Bu “tasavvur kabiliyeti” sayesinde biz insanlara sonsuz ufuklar açılmıştır.

İnsan, zihninin hizmetine verilen bu kabiliyet sayesinde, her şeyde şu yüce gerçeğin delillerini keşfetmeyi öğreniyor:

Allah her yerde, her şeyde hazır ve nâzırdır.

Her şey Allah’ı gösteriyor ve her yerde olduğundan çok daha fazla, Allah bizim kalbimizdedir.

Böylece, ilmî gerçekler ile insan cüz’î iradesinin ve zihninin iyi kullanılması, neticede Allah’ın yüceliğini, şanını ve kâinatın onun eseri olduğu hakikatini itiraf hususunda birleşiyorlar.”

_______________

NOT:  A. Cressy Morrison’un Allah’ın varlığını ve birliğini bir ilim adamı olarak kabulüyle ilgili olarak bu dediklerinden başka, aynı mevzuda kâinattaki çok sayıda başka delillerden de bahsedilebilir ve şimdiye kadar çeşitli neşriyatta bahsedilmiştir.

Kâinat böyle tevhid delilleriyle dolu olduğu halde, ancak iman gözüyle bakılabilirse onlar görülebilir.

“Îman, Sa’d-ı Taftazanî’nin tefsirine göre: “Cenâb-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, cüz’-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.” denilmiştir.”(Risale-i Nur, İşarât’ül- İ’caz)

Halk arasında “Allah hidayet vermemiş ki…” sözünün kullanılmasına çok rastlanır. Allah, malı istediğine verir; hidayeti vermesi ise, yukarıdaki imanla ilgili tarife göre, malı istediğine vermesi gibi değildir; insanın cüz’-i ihtiyarîsini hidayetini netice verebilecek şekilde sarfından sonra olabilir. Çünkü insan, aklını ve cüz’-i iradesini kullanmak şekliyle ve onları kullanmak şeklinin gereklerini yapmasıyla ilgili olarak, bir dünya imtihanına tabi tutulmaktadır.

Niçin ilim adamlarının, kâinattaki tevhid delilleriyle daha fazla karşılaştıkları halde, onlardan bazılarının imanlıyken bazılarının imansızlıkları;

1 –  Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, bu dünyanın insanların akıllarını ve iradelerini iyi kullanmalarıyla ilgili çok mühim bir imtihan yeri oluşu; insanların akıllarını ve iradelerini iyi kullanmalarıyla onlarda iman etmeye meyil hâsıl olduğunda, onların manevî varlıklarının merkezi manâsındaki kalplerine Allah’ın iman nurunu yerleştirebileceği,

2 – İlim adamlarının, bütün ilimlerin başı ve en mühimi olan “Marifetullah”ı elde edebilmeleri ve Allah’ı zatıyla tanımaları mümkün olamasa da sıfatlarıyla tanımaları için, onlara bu dünya imtihanlarında Allah tarafından emaneten verilmiş olan “ene”lerini kullanma şekillerinin değişiklik göstermesi gibi bazı sebeplerle ilgilidir. (M. N.)

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.Ulegder.net

Kar Yağarken Düşünmek

“-Bir Allah var.” diyen, Allah’a iman etmiş sayılır mı?

Dinde lakayt, hattâ din düşmanı gibi söz ve tavırları olanların, yeri gelince:

“- Biz de Allah’a inanıyoruz. Sadece siz mi Müslümansınız, Müslümanlık sizin inhisarınızda mı?” şeklinde konuştukları olur ve bu konuşmalarının nasıl yorumlanması gerektiğini düşündürür.

Temel dinî kitaplarımızda, imanın dil ile ikrar ve kalp ile de tasdikle olabileceği, Kur’an’ın Allah kelâmı olması sebebiyle hiçbir âyetini inkâr etmemek gerektiği yazılıdır.

Çok kısa bir şekilde ve gereklilik-yeterlilik bakımından bu sorunun cevabı verilirse:

“- Allah var.” demek, Allah’a iman etmiş sayılmak için gereklidir; fakat yeterli değildir.

Çünkü, insanlar, hakikaten iman etmiş olmadıkları halde, “inkâr etmemek” manâsında da; “Allah var.” diyebilirler. “İnkâr etmemek başkadır; iman etmek bütün bütün başkadır.. Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden Rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî her şey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve (lâ ilâhe illallah) kelime-i kudsiyesinin, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, ‘Bir Allah var.’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşey’in yanında hâzır, irade ve ilmini bilmemek ve emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikatine yaklaştığını göstermez. Belki küfr-ü mutlaktaki manevî cehennemin dünyevî ta’zibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.

Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.

Evet, kâinatta hiçbir zişuur, kâinatın bütün eczası kadar şahitleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez… Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayt kalır. Fakat O’na iman etmek Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ders verdiği gibi, O Hâlikı, sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek, ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.” (Emirdağ Lâhikası-1)

“KAR” romanındaki bir cümlenin doğru yorumu nasıl olabilir?

Türkiye’de Nobel ödülü alan tek kişi, “KAR” romanını yazmak için, en fazla kar yağışı alan illerimizden olan Kars’ta bir yıl kalmıştı. Bu romanı beğenmek, yazarını takdir ve tüm yazdıklarını tasvip etmek manâsında değil; fakat, bu romandaki diğer cümlelerinden farklı olarak bir karakterine söylettiği bir cümlesinin, “Allah’ı inkâr etmemek” meselesi yönünden tahlil edilmesinde fayda olabilir:

“Bütün hayatım boyunca eğitimsizlerin, başı örtülü teyzelerle eli tespihli amcaların inandığı yoksulların Allah’ına inanmadığım için suçluluk duydum. İnançsızlığımın mağrur bir yanı vardı. Ama şimdi şu güzel karı yağdıran Allah’a inanmak istiyorum. Dünyanın gizli simetrisine dikkat kesilmiş, insanı daha uygar, daha ince kılacak bir Allah var.”

“..dünyanın gizli simetrisine dikkat kesilmiş..”, “..insanı daha uygar, daha ince kılacak..”sıfat cümlecikleri, dinî kitaplarımızda belirtilen Allah’ın sıfatlarına çok benzemese de, “KAR” romanı yazarının, romanının bir kahramanına söylettirdiklerini “..bir Allah var.” hüküm cümlesiyle noktalaması iyidir. Ancak, bu cümlenin Allah’a gerçek iman için yeterli sayılamayacağı yukarıdaki açıklamalardan anlaşılmaktadır.

Kâinattaki en yüksek hakikat nedir?

Allah’ın varlığı ve birliğine: “Tevhîd hakikatı” denilir. Kâinatta en yüksek hakikat budur.Kelime-i şehâdet ve kelime-i tevhîdin ilk bölümü, bu hakikati ifade eder. Kur’an-ı Kerîmin üzerinde en fazla ehemmiyetle durduğu konu da budur. Tevhîdin aksi “şirk”, yani Allah’a ortak koşmaktır ve en büyük günahtır. Varlık âlemi, en küçüğünden en büyüğüne kadar, aslında hâl lisanıyla: “Bir Allah var.” der. Kendisine akıl ve irade verilmiş olan insanların bir kısmı bu hakikat yolunun yolcusu iken, büyük bir kısmı da, bundan dalâlet (sapma) hâli içindedirler.

Kar kristallerindeki “Tevhid” dersi nedir?

Kar kristallerinin hepsi altıgen geometrisindeki kristal yapılarında teşekkül eder; fakat birbirinin ayni iki kar kristaline hiç rastlanmaz! Ömrünün elli senesini kar kristallerinin fotoğraflarını çekerek geçiren ve binlerce kar kristali fotoğrafı çekmiş olan W.A.Bentley, çektiği kar kristali fotoğraflarından 2453 adedini 1931 de Amerika’da 226 sayfalık “Snow Crystals”(Kar Kristalleri) kitabında neşrederek, Allah’ın varlığı ve birliğinin kar kristallerindeki bir çeşit deliline -bilerek veya bilmeyerek- dikkatleri çekmiştir.

Aynı cinsten olan canlı veya cansız bir varlığın, genel olarak anahatlarıyla birbirine benzer yapıda olmalarına rağmen hiçbirinin diğerinin ayni olmaması, konuyla ilgili kitaplarda açıklaması yapılan, Allah’ın “Fert” isminin içindeki “Vahidiyet” ve “Ehadiyet” şekillerindeki birliğinin tecellîleridir.

İnsandaki Vahidiyet ve Ehadiyet Tecellîleri nelerdir?

Allah’ın, Vahidiyet ve Ehadiyet şekillerindeki birliğinin tecellîleri en fazla, en mükemmel mahlûku olan insanların yaratılışlarında görülür: İnsanların DNA’larında, parmak izlerinde, yüzlerinde, avuç içlerindeki ve ayak tabanlarındaki çizgilerde, ellerinin damarlarında, bakışlarında ve daha başka birçok yerlerinde Allah’ın Vahidiyet ve Ehadiyet şeklindeki birliğinin delilleri mevcuttur. Bilim ilerledikçe, bu birlik tecellîlerinin yeni misallerini de keşfetmektedir.

İnsanlardaki kadar çok olmasa da, diğer bütün varlıklarda, Allah’ın bu birlik tecellîleri vardır. Meselâ bütün koyunlar, genel görünüşleri ile birbirine benzemekle Allah’ın Vahidiyet şeklindeki birliğini ispatlar; fakat birbirinin tamamen ayni iki koyunun bulunmaması da, her bir koyunda ayrı olarak Allah’ın Ehadiyet şeklinde birliğini gösterdiğinin delilidir. Ayni şey, bir ağacın bütün yaprakları ve bütün meyveleri için de söylenebilir.

Asıl Bulunması Gerekeni, Nobel Kendisi Bulmuş muydu?

Bir asırdan fazla zamandır, dünyanın en prestijli ödülü olan Nobel Ödülünü alabilmek için değişik branşlarda insanlar yarışmakta, bu ödülü alanlar şöhret ve servet, ülkelerine de itibar kazandırmaktadırlar. Bu ödülü koyan kimdi ve kendisi neyi bulmuştu?

Alfred Nobel (1833-1896), özel olarak kendi kendini yetiştirmiş ve yirmi yaşına geldiğinde, o devrin bilim seviyesine göre mükemmel bir kimyacı olmuştu. Ana dili olan İsveç dilinden başka Rusça, Almanca, Fransızca ve İngilizceyi de mükemmel şekilde konuşabiliyordu. Yaptığı ilmî keşiflerini endüstriye uygulamakta da çok muvaffak olmuş; yirmiden fazla şehirde seksenden fazla şirket kurmuş ve büyük servet kazanmıştı. Hiç evlenmemiş, son derece mütevazi bir hayat yaşamış ve ölümünden bir yıl önce hazırladığı meşhur vasiyetnamesi ile, büyük servetinden her yıl insanlığa en faydalı olanlara mükâfat verilmesini istemişti. Alfred Nobel’in bu vasiyetnamesi gereğince, her yıl fizik, kimya, fizyoloji veya tıp, edebiyat, barış ve kardeşlik için en büyük çalışmayı yapanlar seçilmekte ve bu seçimlerin neticelerini bütün dünya alâka ile takip etmektedir.

Nobel’in 31 milyon İsveç kron’luk servetinin her yıl getireceği gelir, bu vasiyetnamesine göre 5 eşit kısma bölünerek, ölümünün yıldönümü olan 10 Aralık’ta Stokholm’ün meşhur Konser Salonunda, büyük bir merasimle sahiplerine verilir. Mükâfatlar, berat, altın madalya ve para çeki halindedir.

Nobel’in hayatını yakından takip edenler, l896 yılında 63 yaşında ölen ve 119 yıldır yüzlerce kişiye kendi adı ile şöhret ve servet dağıtmış olan Nobel’in, topluluk içinde neşeli görünmesine rağmen, yalnız kaldığında büyük bir sıkıntı haline girdiğini nakletmektedirler.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Dünya Uçağında Mana-yı Harfi ile Seyahat Etmek

İnsanların yaptığı, dünyanın en büyük veya en hızlı yolcu uçağına ait bir haber ilgimizi çeker. Halbuki biz şu anda, yedi milyar insan yolcusu ile ve onlardan daha fazla ve toplam sayısı tahmin edilemeyen çeşitli hayvanlar ve bitkiler ile ve ayrıca denizler, dağlar, bahçeler, evler,  köşkler vs. ile süslü, üstelik 6.592.000.000.000.000.000.000 ton  ağırlığında ve yaklaşık 12.500 km (ekvatorda 12.727 km) çapında gövdeye sahip bu dünya uçağında saatte 108.000 km ortalama hızla, gece-gündüz hiç durmadan seyahat ediyoruz! Bu hızla yıllık yörüngesinde seyahat eden dünya uçağımız, aynı zamanda kendi ekseni etrafında da devrini her 24 saatte, çok muntazam bir şekilde tamamlayarak dönüyor!

İnsan yapısı uçaklar, kapalı mekânlardır. “Yolcu kabini” denilen o kapalı mekânlarda yolcuların hayatı ve seyahati esnasındaki rahatı için uygun bir ortamın tesisine çalışılır. Halbuki, insan yapısı uçaklardan en az 100 misli daha hızlı olduğu halde,  sürekli seyahat halinde olduğumuz bu dünya uçağımızda kapalı bir mekânda da değiliz!

İnsan yapısı uçaklarda zaruretsiz kalkıp dolaşılmaz. Halbuki çeşitli hızlarda yürümek, koşmak, bisiklete, motosiklete, otomobile, gemiye, sürat motoruna ve hattâ bu dünya uçağının etrafında uçan, insan yapısı başka bir uçağa da binmiş halde bile, bu dünya uçağında birlikte seyahatimize devam etmemiz mümkün olabiliyor!

Güneşin etrafında bahsettiğimiz ortalama hızla sürekli hareket halinde olan bu dünya uçağının yolcuları olarak, açık mekândaki bu seyahatimizde dünya uçağımız bizi dengeli bir şekilde çektiğinden, uzaya savrulmamak için kendimizi kemerlerle bu uçağın bir yerine bağlamak ihtiyacını da duymuyoruz; hem lüzumundan fazla bir çekimle çok ağırlaşıp hareketlerimiz engellenmiyor; hem de lüzumundan az bir çekimle ayaklarımızı yere basabilmekte güçlük çekmiyoruz. Hattâ bu dengeli çekimle, bir küreye birbirine zıt istikamette batırılmış toplu iğneler gibi, bu uçakta bizim zıt istikametimizde öbür ucundaki canlı ve cansız varlıklarla birbirimize göre baş aşağı durumda bulunduğumuzun bile farkında olmuyoruz!

İnsan yapısı uçaklar, kısa mesafeli uçuşlarında bile tarifelerinde yazılı varış saatlerine tam uyamazken, o uçaklara göre çok daha büyük, çok daha hızlı olan bu dünya uçağımızın insan yapısı uçaklardan en az yüz misli kadar büyük bir hızla 13,5 milyar seneden beri kat ettiği çok daha uzun mesafelerde harika bir düzen ve dakiklik içerisinde hareket ettiği için, ne zaman hangi mevkie geleceği insanlar tarafından çok önceden büyük bir doğrulukla tahmin edilerek, buna göre yıllar öncesinden takvimler bile yapılabiliyor.

17 km kalınlıktaki dış tabakasının kalınlığının gövdesinin çapına oranı, ancak bir elmanın kabuğunun kalınlığının elmanın çapına oranı kadar olmasına rağmen burada bitki, hayvan ve insan nevilerinden hayat sahipleri olarak yaşayan; insan yapısı uçaklardaki gibi içinde uçuş ekibi, motoru, yakıtı, haritaları ve muhabereyle, hızla, yükseklikle ilgili aletleri, bilgisayar vs gibi uçuş ekipmanı bulunmayan; bunların tam aksine, gövdesinin derinlerinde yüksek sıcaklık ve basınçta erimiş madenler mevcut bulunan bu harika dünya uçağımızı Kim yapmıştır; 13,5 milyar yıldan beri Kim sevk ve idare etmektedir? Bu, akıl sahiplerinin üzerinde hayretle ve ibretle düşünerek doğru hükme varması icap eden mühim mevzulardan biri değil midir? Bunu; “evrim”, “çevrim” gibi bu mevzudaki asıl gerçeği örtmeye çalışan sözlerle açıklayabilmek, selim akıl ve bozulmamış vicdan sahiplerini bu şekilde tatmin edebilmek mümkün müdür?   

İnsan yapısı uçaklarla yaptığımız her seyahatin belirli bir ücreti varken ve seyahat edilen uçağın uçuş mesafesi arttıkça seyahat ücreti de artarken, insan yapısı uçaklara nispeten çok daha uzun uçuş mesafeli bu dünya uçağında yıllarca yaptığımız seyahatimizin de ücreti yok mudur? Varsa, bu ücret nedir? Biz o ücreti ödüyor muyuz?

Hem, her çeşit vasıtayla yapılan seyahatlerin başlangıç yeri ve varış yeri vardır. Biz, dünya uçağıyla yolculuğumuza nereden başladık; bu yolculuğumuzda varış yerimiz neresidir? Bu dünya uçağıyla seyahatimizde varacağımız yerin neresi olduğunu biliyor muyuz?

Her seyahatte varılacak yerin şartları önceden merak edilir ve o şartlara göre tedbirler alınır; hazırlıklar yapılır. Dünya uçağı ile yaptığımız bu seyahatimizde varacağımız yerin şartlarını merak ediyor ve o şartlara göre tedbirlerimizi alıyor, hazırlıklarımızı yapıyor muyuz? 

İnsan yapısı uçaklarla yapılan her yolculukta ve bilhassa dış hat seferi uçuşlarında yolculardan kimlik bildiriminde bulunmaları ısrarla istenir. Yolcusu olduğumuz bu dünya uçağında biz kimiz? Bu dünya uçağında halimizle, tavrımızla, yaşayış tarzımızla gösterdiğimiz kimliğimizin en mühim özellikleri nelerdir?

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Kar Niçin Yağar?

Çocuklara; “Tavuk mu yumurtadan, yoksa yumurta mı tavuktan çıkar?” diye sorarlar. Bu soruya benzer şekilde soracak olursak: “Kar yağdığı için mi hava soğuk olur, yoksa hava soğuk olduğu için mi kar yağar?” Bu iki soru birbirine benzese de, cevaplar birbirinden farklıdır.

Okullarda, ansiklopedilerde ve kitaplarda ‘Kar niçin yağar?‘ başlığı altında anlatılanlar, aslında ‘kar’ın niçin yağdığına değil, nasıl yağdığına dâirdir. Çoğu zaman ‘nasıl’ ve ‘niçin’ sorularının doğru yerde kullanılıp kullanılmadığına dikkat edilmez. ‘İlim’ ve ‘bilim’ kelimelerinin doğru yerlerde kullanılmadığına da çok rastlanır. ‘İlmî hakikatler’ ve ‘bilimsel gerçekler’ her zaman birbirinin yerine kullanılabilecek mânâda değildir.

Yale Üniversitesi profesörlerinden Arthur Thomson , bu yanlışlığı şöyle izah ediyor:

Hakikat, yalnız bilimin gösterdiğidir.‘ demek doğru değildir. Çünkü bilim şunları arar: ‘Bu nedir ve hangi sebeplerle meydana gelmiştir?‘ ‘Bu niçin böyledir? Bunun mânâ ve gâyesi nedir?‘ gibi sorular bilimin sahasına girmez. Her şeyin ‘niçin‘i bilimi aşar, bu bilimin ötesidir. Bu problemleri felsefe cevaplandırmaya çalışır; fakat felsefe de dinden kopuksa, bu soruları doğru cevaplayamaz. Beşerin sorularını onları huzura sevk edecek tarzda hikmetlerle cevaplayan ise dindir.”

Kar niçin yağar?’ sorusuna verilecek doğru bilgiler, ‘kar’ın yağmasının hikmetleridir. Bu hikmetleri, ‘kar’ın kendisinden bilmek büyük bir yanlışlık olur. Bunlar, ilâhî hikmetlerdir.

‘Kar’ın nasıl yağdığının cevabı ise, fizik ve kimyanın araştırma metotlarıyla yazılmış fen kitaplarında mevcuttur.

Aslında, yalnız karın yağmasında değil, varlık âleminde gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyde, Allah’ın diğer isimleri ile birlikte bilhassa Hakîm isminin tecellileri vardır. Çünkü, bu dünya dârü’l-hikmet; insanın ölüm kapısından geçerek gideceği âhiret âlemi ise dârü’l-kudrettir. Bu dünyada olanlar, Allah’ın koyduğu sebepler perdesiyle cereyan eder; bu sebepleri yapan ve çalıştıran Müsebbibü’l-Esbâb’ı (bütün sebepleri meydana getiren Allah) bu perdede takılıp kalmadan tanımak, insanın bu dünyada en mühim imtihanıdır. Âhirette ise, imtihan olmadığından, Allah (cc), kudretini sebepler perdesini kullanmadan doğrudan tecellî ettirir.

Bu dünya dârü’l-hikmet ise, ‘hikmet‘ ne demektir? Bir âyet-i kerimede: ‘O hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet nasip edilmişse, doğrusu, o büyük bir hayra mazhar olmuştur.‘ (Bakara, 269) buyrulmaktadır. Erkek ve kadınlara isim olarak da verilen hikmet kelimesinin lûgat mânâsı: ‘İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip, hayırlı işleri yapmak sıfatı’dır.

Şimdi, ‘Kar yağdığı için mi hava soğuk olur?‘ sorusunun cevabı olabilecek bir hikmetten bahsedebiliriz. Kar, havanın soğuk olduğunu gösterir; fakat kar yağdığı için hava soğumaz, aksine kar soğuğu azaltır. Bunu şöyle izah edebiliriz: Bir gram maddenin erimesi için gerekli ısıya o maddenin ‘erime ısısı’ denir. Buz, su haline gelirken gram başına 80 kalori ısı alır. Bu, buzun erime ısısıdır. Su, buz hâline gelirken erime ısısını verir ve her bir gram suyun donup kar kristali haline gelmesi esnasında atmosfere 80 kalori verilir. Bu hesaba göre, 10 ton karla atmosfere verilen ısı, 100 kilo iyi cins maden kömürünün yanmasıyla verdiği ısıya eşittir. Bunun hesabı basittir: 10 ton = 10.000.000 gram. Bu kadar suyun kar haline gelirken atmosfere verdiği ısı = 10.000.000 x 80 kalori = 800.000.000 kalori. Bir gram iyi cins maden kömürünün yanmasıyla verdiği ısının 8.000 kalori olduğu göz önüne alınırsa, on ton suyun kar hâline gelirken verdiği ısı, 800.000.000 / 8.000 = 100.000 gram = 100 kilogram iyi cins maden kömürünün verdiği ısıya denk bulunur. Atmosferdeki suyun kar haline gelirken verdiği bu ısı, soğuğun şiddetini kırmaktadır. Hava 0 ºC civarında iken, 10 ton yağmurun teşekkülü esnasında atmosfere yayılan ısı, yaklaşık 750 kg iyi cins kömürün yanmasıyla verdiği ısı kadardır. Bitki, hayvan ve insanlar, karın diğer faydaları yanında, aşırı soğuğun meydana getireceği çeşitli zararlardan da korunmaktadır. Baharda, karların erirken atmosferden aldığı gram başına 80 kalori ısı ile, atmosferdeki sıcaklık azaltılmakta, böylece yeni filizlenen bitkilerin sıcaktan zarar görmesi önlenmektedir. Kar yağmasının bazı hikmetleri de şunlar olabilir: Karların erimesi neticesi meydana getirilen sular, dengeli şekilde toprağa karışıp yeraltına geçer, böylece toprak muhtemel sel ve erozyonun tesirlerinden korunur. Ayrıca havadaki toz ve zehirli parçacıklar, karla yere indirilerek hava temizlenir.

Yazının başındaki soruya tekrar dönecek olursak; kar yağdığı için hava soğuk olmamakta, hava soğuk olduğu için kar yağmaktadır. Yağan kar hem atmosfere ısı vermekte hem de (kendisi de soğuk olmasına rağmen) yeri bir yorgan gibi örterek bazı bitki ve hayvanların aşırı soğuktan telef olmasını önlemede rol almaktadır.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org