Etiket arşivi: Risale-i Nur ve Cumhuriyet

Bediüzzaman’ın Gözünde “Cumhuriyet”

Cumhuriyet; egemenlik hakkının belli bir aile veya kişi elinde olmadığı, halkın özgür seçimle idarecilerini işbaşına getirdiği bir rejimin adıdır.

Bediüzzaman; Padişahlık, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini yaşamış bir din alimidir. Yaşadığı bütün zaman dilimlerinde her zaman islamiyetin  gösterdiği doğruların yanında, yanlışların karşısında olmuştur. O,İstibdatın karşısında Meşrutiyetçidir, hürriyet taraftarıdır. Tek adama dayanan idari sistemlere hayatı boyunca karşı olmuş ve bunu da açıkça ifade etmiştir.:

*”Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki, (HAŞİYE-1 O zaman Meşrutiyet; şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş.) adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir.  (İlk dönem eserleri)”

Bir zamanlar tek parti ve tek adama dayanan bazı ülkelerdeki otoriter rejimler kendilerine Cumhuriyet adını verdiler. Mesela Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Libya Sosyalist Halk Cemahiriyesi ve İran İslam cumhuriyeti gibi. Ülkemizde 1923 yılında ilan edilen Cumhuriyet rejimi de taşıdığı özellikler bakımından uzun yıllar bunlarla benzerlikler göstermiştir.1923 yılından 1946 yılına kadar tek partili rejimin adı olmuştur. Çok partili sisteme geçişe 23 yıl boyunca izin verilmemiştir. Buna izin verilen çok partili dönemlerdeki ise askeri ve bürokratik vesayet, Cumhuriyeti koruma ve kollama adına yaptıkları ihtilallerle halkın seçtiklerine engel olmuş, hatta özel mahkemelerle seçilmişler idama göndermişleridir. Bir de bu dönemde muhalifleri sindiren “İstiklal mahkemeleri” de unutulmamalıdır.

Bediüzzaman’ın da bir Cumhuriyet anlayışı vardır. Bu konudaki fikri de gizli değil, çok açıktır. O, “dindar bir Cumhuriyetçi”dir. Çünkü dört Halife ona göre; hem halifedir hem de cumhurun yani halkın reisidir. O, manasız bir isim ve resim taşıyan rejimden yana değildir.

*”Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif bir vakıa-i müdafaayı beyan ediyorum.

Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”

Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”

Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.”

Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” (Tarihçe-i Hayat)

Bediüzzaman’ın Cumhuriyet anlayışı ülkeyi tek adam anlayışı ile yönetmek isteyen laik Cumhuriyet anlayışı ile tabi ki örtüşmedi, o da siyasi hayattan koparak kendi başına yaşamak gayesiyle 17 Nisan 1923 de Ankara’dan ayrılıp Van’a hareket etti. Ama buradaki yaşamı ancak 3 yıla yakın sürdü. 1926 yılında patlayan Şeyh Said isyanı bahane edilerek oradan alınıp 1954 yılına kadar sürecek çeşitli hapis, sürgün ve mahkemelerle dolu eziyetli bir hayata mahkum edildi ve “Dindar bir Cumhuriyetçi” olmanın bedeli ona ve talebelerine fazlasıyla ödetildi.

Hapishaneler ve sürgünler ona Medrese-i Yusufiye oldu, o da eserlerini yazmaya başladı.1911 ve 1912 yıllarında yazılan (Kızıl İcaz, Muhakemât, Münazarât, Hutbe-i Şamiye,  Deva-ül Yeis, Teşhis-i İllet, Divanı HarbiÖrfî ve Nutuklar) ile Birinci Cihan Harbi esnasında da yazılan ”İşarât-ül İ’câz” adlı eseri   dışındaki bütün Risale-i Nur’lar Cumhuriyet döneminde yazıldı. Laik cumhuriyetin zulümleri ona bu eserleri yazma kapısını açtı. Çıkarıldığı mahkemeler aslında ona fikirlerini anlatacak bir kürsü oldu ve o da Risale-i Nurlar’ı anlattı, kendi fikirlerini müdafaa etti. Cumhuriyetin, ilmi ve fikri hareketleri koruması altına alması gerektiğini, asayişe yani kamu düzenine karışmayan hareketlere baskı uygulanamayacağını söyledi. Çünkü Cumhuriyet ona göre özgürlüktü. Bir ülkede bütün fertlerin aynı kanaatte olması beklenemez, bu rejimde çoğulculuk esastı. Laik Cumhuriyet; dini dünyadan ayıran esaslar üzerine kuruluydu, asla dini reddeden ve dinsiz olmaya zorlayan bir rejim değildi. Laik Cumhuriyet savunucuları da dinsiz değildi.

*“Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir. Ve madem hükûmet ise, cumhuriyetin en serbest suretini kabul etmiştir. Elbette, hakikî ve kat’î ve reddedilmez kanaat-i ilmiyeyi ve efkâr-ı saibeyi âsâyişe dokunmamak şartıyla, cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdat altına alamaz ve onu bir suç tanımaz. Evet, dünyada hiçbir hükûmet var mıdır ki, bütün milleti bir tek kanaat-i siyasiyede bulunsun? Haydi—farz-ı muhal olarak—ben, perde altında kendi kendime kanaat-i siyasiyemi yazmışım ve bir kısım has dostlarıma göstermişim; bunda suç var diyen kanunları işitmemişim. Halbuki Risale-i Nur, iman nurundan bahseder; siyaset zulmetine sukut etmemiş ve tenezzül etmez.

Eğer faraza, lâik cumhuriyetin mahiyetini bilmeyen bir dinsiz dese: “Senin risalelerin, kuvvetli bir dinî cereyan veriyor, lâdinî cumhuriyetin prensiplerine muaraza ediyor.” 

Elcevap: Hükûmetin lâik cumhuriyeti, dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi, Türk milleti misillü bütün asırlarda mümtaz olarak, bütün aktar-ı cihanda ve nerede Türk varsa Müslümandır. (Tarihçe-i Hayat)

O yaşadığı dönemdeki hükümet erkanını,  kaymakamları, valileri, savcı ve hakimleri yazdıkları mektuplarla veya mahkemedeki savunmalarıyla uyarır. Adalet, kanun ve asayiş namına, yazmış olduğu Kur’anın imani ayetlerini esas alan Risale- i Nur adı verilen tefsirine, dini ve ilimi eserlerine yasaklar getirilmemesini ister.

*”Madem, hükûmet-i cumhuriye, cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette, dindarlara ve takvâcılara da ilişmemek gerektir. Ve madem dinsiz bir millet yaşamaz ve Asya din noktasında Avrupa’ya benzemez ve İslâmiyet, hayat-ı şahsiye ve uhreviye cihetinde Hıristiyanlığa uymaz ve dinsiz bir Müslüman başka dinsizler gibi olmaz. Ve bu bin seneden beri dünyayı diyanetiyle ışıklandıran ve bütün dünyanın tehacümatına karşı salâbet-i diniyesini kahramanâne müdafaa eden bu vatandaki milletin bir ihtiyac-ı fıtrîsi hükmüne geçen diyanet, salâhat ve bilhassa iman hakikatlerinin öğrenmesi yerlerine hiçbir terakkiyat, hiçbir medeniyet tutamaz. Ve o ihtiyacı onlara unutturamaz. Elbette bu vatandaki millete hükmeden bir hükûmet, Risale-i Nur’a adalet ve kanun ve âsâyiş cihetinde ilişemez ve iliştirmemeli. (Şualar)

Ülkemizde bugün cumhuriyetin 92. yıldönümünü kutluyoruz. Kuruluşundan bugüne kadar Cumhuriyetimiz çok aşamalar yaşadı. Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” kitabında anlattığı sofralardan, “Cumhurbaşkanlığı sofrası”na kadar bir dizi değişim yaşandı. Aydınlar, akil insanlar, sanatçılar, muhtarlar ve her ilden seçilmiş halkın temsilcileri, bizzat halk tarafından seçilen cumhurbaşkanlarıyla buluştular. Cumhuriyet bayram kutlamaları da sivilleşti. Halkın seçtikleri üzerinden vesayetler de kaldırıldı.

Cumhuriyet ve Demokrasinin kazanımlarını iyi bilelim. Bugünlere kolay gelinmedi, halk çok bedel ödedi, öyleyse:

Yaşasın Cumhuriyet!

Yaşasın çok partili Demokrasi!

Yaşasın halkın bizzat katıldığı Cumhurbaşkanlığı seçimleri!

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

İstismar Edilen Cumhuriyet’ten Meşverete Dayalı “Adil Cumhuriyet”e..

Padişahlıkla idare edilen Osmanlı Devletinin, Hitler Almanya’sında veya Mussolini İtalya’sında olduğu gibi ırkçı bir diktatörlükle idare edildiğini söylemek tarihi realiteleri saptırmak anlamına gelir. Çünkü Osmanlı yönetim şeklinde padişahlar tamamen sınırsız bir yetkiye sahip değillerdi. Aynı zamanda İslamın “kardeşlik” potasında eridikleri için de ırkçılığı ön plana çıkarmamışlardı. 

Osmanlı döneminde idarecilerin yapması muhtemel yanlışlıklar, İslamdan kuvvetini alan çeşitli kontrol mekanizmaları tarafından engelleniyordu. Örneğin; Kanuni Sultan Süleyman tarafından çıkarılan Kanunnamelerin, böyle bir kontrol mekanizmasını oluşturma hedefine yönelik olduğu söylenebilir. Diğer taraftan Yavuz Sultan Selim ile birlikte padişahların “halife” de olmaları, dini bir yükümlülük de getirmiş ve “otokontrol” sistemi teşekkül etmiştir. 

Ancak mutlakıyet benzeri bir yönetim şeklinin, İslamın ilk başlarında ortaya çıkıp, dört halife ile devam eden bugünkü seçimi de çağrıştıran “biat” sistemine uygunluk arz ettiği söylenemez. Babadan oğula geçen padişahlık ve halifelik Emevi döneminden beri devam eden İslamın ruhuna aykırı bir geleneğin uzantısından ibarettir. Bunun için halkın veya idari sistemin, bazen keyfî, bazen de “mecburi” bir şekilde istibdada kaydığı vaki olmuştur. İslamın hürriyet anlayışında ise istibdat yoktur; kula kul olmak değil, Allah’a kul olmak vardır. Aslında baskıyı netice veren diktatörlük insan fıtratına aykırıdır. Bir dine inansın inanmasın herkeste baskıya karşı koyma ve isyan etme duygusu vardır. Bu se-beple diktatörlük, yalnız İslam topluluklarında değil, bütün toplumlarda toplumsal muhalefetle karşılaşmıştır. Avrupa’da ortaçağda kilisenin halk üzerindeki baskısı, reform hareketlerini doğurmuş, Hıristiyanlık çeşitli mezheplere bölünmüştür. Dünya tarihinde baskıya boyun eğmeyen pek çok örnek görmek mümkündür. 

İşte Sultan Abdülhamid’in Bediüzzaman’ın ifadesiyle “mecbur kaldığı istibdadına” karşı toplumun her kesiminden yükselen muhalefet sesleri, esasen fıtrata uygun seslerdi. Bu yüzden Birinci ve İkinci Meşrutiyet denemeleri ile bu toplumsal muhalefet bastırılmaya, frenlenmeye çalışılmıştır. 

Dini atmosfer 

Ülkemizi işgal eden İngiliz, Fransız İtalyan ve Yunan gibi düşman kuvvetlere karşı Anadoludan başlayan kurtuluş hareketinin önemli bir karakteristiği vardır. Bu özellik Anadolunun çeşitli yerlerinde yapılan kongrelerde hazırlanan bildirilerde de kendini göstermektedir. 

Örneğin Erzurum Kongresinde “saltanat ve hilafetin kurtuluşu için yapılacak faaliyetler”den bahsedilmektedir. İşte yokluklar içinde kıvranan Anadolu insanını harekete geçiren hususların başında hilafet merkezinin ve halifenin tehlikede olması vardır. Yani burada “din unsurunun” büyük bir ehemmiyeti haiz olduğu anlaşılmaktadır. Kurtuluş Savaşında sarıklı mücahitlerin oynadıkları rol de inkar edilemez gerçekler arasındadır. Hatta Celal Bayar’ın “Galip Hoca” adıyla Anadoluyu karış karış dolaşıp halkın dini hissiyatını galeyena getirmeye çalıştığı da yakın tarihimizin unutulmaz sayfaları arasında yer almaktadır. 

Halkın topyekün gayretleriyle elde edilen zaferin akabinde, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılmıştır. BMM’nin açılışında da Kurtuluş Savaşının ve o savaşı zaferle sonuçlandıran halkın ruhuna uygun olarak, “dini atmosferin hakim olduğu” tarihen sabittir. BMM’nin açılışının Cuma gününe tesadüf ettirilmesi, Hacı Bayram Camiinde kılınacak Cuma namazından sonra, sakal-ı şerif ve sancak-ı şerif taşınarak, mevlidler okunarak, kurbanlar kesilerek, dualarla açılışın yapılması dini atmosferin hakimiyetini açık bir şekilde göstermektedir. 

Bunun yanında BMM’de de demokratik bir hava vardı. Hassas konuların müzakere-sinde çok şiddetli tartışmaların çıktığı, ikinci ve birinci gruba mensup olan milletvekillerinin birbirlerine girdikleri bilinmektedir. 

Dikensiz gül bahçesi 

Mecliste milletin ve dinin lehinde olan konuların savunucularının çok olması Meclis başkanını rahatsız etmiş olacak ki, birinci Lozan görüşmelerinin inkıtaa uğradığı bir zamanda meclis aniden feshedilmiştir. Kısa bir müddet sonra ise iki dereceli bir seçimle Meclis yeniden teşekkül ettirildi. Fakat yeni kurulan meclis adeta dikensiz bir gül bahçesine çevrilmişti. 

Birinci Mecliste problem çıkardığı ileri sürülen ve ikinci gruba mensup olan milletvekillerinden çoğu bu meclise sokulmamıştır. İşte bu uyumlu meclis, hem Lozan antlaşmasını imzalamış, hem Cumhuriyeti ilan etmiş, hem de bir dizi inkılapları gerçekleştirmiştir. İşte Cumhuri-yetin ilanından sonra ortaya koyulan tavrın, ne dinî, ne de demokratik bir yönü vardır. 

Halbuki Bediüzzaman Said Nursi, Mustafa Kemal’in ısrarlı davetleri üzerine gittiği Ankara’da BMM’de yayınladığı bir bildiride ekseriyeti dindar olan bu milletin fıtratına uygun bir cereyan verilmesini milletvekillerinden istemiş, onları dinde laubalilik yapmamaya çağırmış, namaz gibi hususlarda hassas olmaya davet etmiştir. Hatta bu beyannamenin sonunda “bu inkılabın temel taşları sağlam gerek” ifadesini kullanma ihtiyacı duymuştur. (Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1976, s. 125-126) 

İstismar edilen cumhuriyet 

Zaman zaman diktatörlüğe kayan padişahlıktan Meşrutiyete, Meşrutiyetten Cumhuriyete geçilmiş olması elbette Türkiye için bir kazançtır. Fakat geçen süre, Cumhuriyetin çeşitli şekillerde istismar edilerek, istibdada alet edildiğini göstermiştir. Esasen Cumhuriyetin kendisi böyle bir istismarı hak etmemektedir. Ona bu zulmü reva görenlerin, Cumhuriyetle beraber “cumhur”u yani halkı, kamuoyunu da “rencide” ettikleri çok iyi bilinmelidir. 

Burada ilginç olan bir nokta var: Kurtuluş Savaşında ve BMM’de hakim olan “dini atmosfer” Cumhuriyetin kuruluşunda da egemendir. Nasıl olduğunu Süleyman Demirel’in bir beyanatından öğrenelim: “TC Devleti kuruluşta dinî bir devlettir. 1928’e kadar devam eden bu anayasa, “devletin dini, din-i İslam”dır diyor. 1928’de “din-i İslam”dır tabiri kaldırılıyor. Laik tabiri yok. 14 sene sonra, 1937’de laiklik tabiri geliyor. (Cumhuriyet, 5 Ocak 1987) 

Buradan anlaşılan mânâ, TC’nin M. Kemal’in Cumhurbaşkanlığını yaptığı beş senelik devrede, Laik bir devlet olmadığıdır. Bu tarihi gerçeği görmezden gelmenin veya saptırmanın mümkün olmadığı açıktır. O halde Cumhuriyetimiz kendisini o güne getiren şartlara da uygun olarak “dindar bir cumhuriyet” idi. İşte bu Cumhuriyet Bediüzzaman’ın hürriyet, meşrutiyet ve cumhuriyet tahlilleri ile de paralellik arz etmektedir. Onun bu tahlillerdeki çizgisi, “meşrutiyet-i meşrua”“hürriyet-i şer’iye”, “dindar cumhuriyet” kavramlarıyla hatlarını belirgin hale getirmiştir. 

Cumhuriyetin özellikleri 

Said Nursi’nin cumhuriyetle ilgili değerlendirmelerine dikkat edildiğinde, cumhuriyetin kuruluş amacına nasıl hizmet edebileceği ve özellikleri fark edilebilir. 

Her şeyden önce o kendisinin “dindar bir cumhuriyetçi” olduğunu söylemektedir. Cumhuriyete taraftar olmanın selef-i salihine muhalefet anlamı taşımadığına temas eden Nursi, meseleye şu şekilde açıklık getirmektedir: “Hulefa-i Raşidin hem ha-life, hem reis-i cumhur idiler. Sıddik-i Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuri-yetin reisleri idiler.” (Said Nursi, Şualar, Sözler Yayınevi, İstanbul, tarihsiz, s. 304) 

Diğer taraftan Said Nursi, meşrutiyetle aynı kategoride gördüğü cumhuriyetin özelliklerini sayarken, “adalet, meşveret ve kanunda inhisarı kuvvet”i zikretmektedir. (26 Şubat 1909, Volkan, sayı 70) Bunun yanında, cumhuriyetin fikir ve vicdan hürriyetini en geniş mânâsıyla tatbik ettiğini ve demokrasi kanunlarını içinde barındırdığını” ifade etmektedir. (Said Nursi, Emirdağ Lahikası II, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1959, s. 192) 

Buna göre Bediüzzaman’ın “dindar cumhuriyet” anlayışının ana umdeleri de ortaya çıkmış olmaktadır. Bu umdeler din ile cumhuriyet arasında bir paralellik olduğunu da göstermektedir. 

Adil cumhuriyet 

Her şeyden önce, cumhuriyetin dayanması gereken en önemli prensip “adalet”tir. Bir devletin zulümle payidar olması mümkün değildir. Adaletin kelime anlamı, eğri olan bir şeyi doğrultmak demektir. Buna göre adalet toplumda meydana gelen ve hukuk dilinde haksızlık olarak nitelendirilen “eğrilikleri” doğrultmak anlamında kullanılmaktadır. Buna bağlı olarak adaletin esas amacı, kanun önünde herkesi eşit hale getirmektir, fertlerin veya yöneticilerin kimseye haksızlık etmemesi, mahkemelerin adalet dağıtmasıdır. Birilerine zulmedildiği zaman da bu zulme taraftar olmamak, zalimin değil mazlumun yanında yer almaktır. 

Bediüzzaman’ın cumhuriyetin temel bir niteliği olarak zikrettiği bu adalet kavramının, Kur’an’ın temel kavramlarından biri olduğunu ifade etmemiz yerinde olacaktır. Cenab-ı Allah Kur’an’da adaleti emretmektedir. (Nisa/58, Nahl/90) Zulüm ise Allah’ın sevmediği bir sıfattır. (Al-i İmran/57) Kur’an’a göre Allah, zalimleri hidayete erdirmez. (Al-i İmran/86) 

“Bir kişinin hatasıyla başkası sorumlu tutulmaz” anlamındaki ayet, adalet-i hakikiyeyi ifade etmektedir. Buna göre, toplum için ferdin feda edilmesi, bir cani için bir geminin yakılması veya batırılması mümkün değildir. Hatta doksan dokuz caninin yanında bir masum dahi olsa, yine masuma zulmedilip, “kurunun yanında yaş da yanar” denilerek onun hakk-ı hayatı elinden alınamaz. Cumhuriyetle idare edildiği iddia edilen bir ülkede, bir kaç cani yüzünden bir köyün yakılmaması gerekir. Eğer yakılıyorsa, Cumhuriyetin adalet prensibi tam işlemiyor demektir. 

Meşverete dayalı cumhuriyet 

İkinci olarak cumhuriyet, meşveret esasına dayanmalıdır. Kur’an’da iki ayet meşvereti teşvik etmektedir. (Şura/38, Al-i İmran/159) Meşveretin nasıl olacağı, meşveret edilecek kişilerin sayısı ve niteliği örfe bırakılmıştır. Önemli olan meşveret prensibini ihya etmektir. Dindar bir cumhuriyet idaresi diyebileceğimiz Hulefa-i Raşidin döneminde, tıpkı Peygamberimiz zamanında olduğu gibi meşverete gerekli ehemmiyet verilmiştir. Ancak Emevi döneminden itibaren bu meşveret yaşatılmadığı için, kendi başına buyruk idareciler çıkmıştır ve zulümler de eksik olmamıştır. 

Kur’an’a uygun olan cumhuriyetin bu meşveret prensibi, diktatörlüğü engelleyici bir özellik taşımaktadır. Bu sistemde fertlerin ağızlarından çıkan kanun değildir. Kanunlar bir danışma organında alınan kararlarla ortaya çıkar. İdareciye ise o kanunları icra etmek düşer. 

Bu sebeple meşveret keyfi idarenin önünde bir sed oluşturmaktadır. Burada şunu da ifade etmekte yarar vardır: Cumhuriyetin önemli bir prensibi olan meşveretin, yani danışmanın toplumun bütün tabakalarında yerleştirilmesi gerekir. Meşveretin toplumsal altyapısı oluşmadan tam olarak uygulanabilmesi mümkün değildir. 

Bunun için meşveretin edebiyatını yapmak yetmemektedir. Bunun aileden başlayarak uygulanması önem arz etmektedir. Bir ailede ortak alınan kararların uygula-nabilirliğinin daha fazla olduğu ve aile fertleri arasındaki dayanışmayı arttıracağı da bilinmelidir. Hazret-i Peygamberin, meşveret edenin pişman olmayacağını bildirmesi bu açıdan önem arz etmekte ve evrensel bir özellik taşımaktadır. 

Kuvvetin kanunda olduğu bir cumhuriyet 

Diğer taraftan cumhuriyetin üçüncü bir prensibi de, kuvvetin kanunda olmasıdır. Buna göre böyle bir sistemde kuvvetli olanlar haklı değil, haklı olanlar kuvvetlidir. Çünkü kanunlar haksızdan yana değil, haklıdan yana olmak mecburiyetindedir. Bu sebeple burada haklı olanın üstünlüğünü ve rahatlığını görmek mümkündür. Kuvvetin kanunda olması prensibinin, adalet ve meşveret prensipleriyle bir bütünlük arz ettiği de anlaşılmaktadır. 

“Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdad tevzi olunur” sözü iyi tahlil edilmelidir. Cumhuriyet idaresi, kanunlara istinat etmezse, o ülkede en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün birimlerde keyfilik ve istibdad hükümferma olur. Böyle bir ortamda herkes kendisine verilen küçücük yetkileri, istibdada alet etme cüretini gösterebilir. İslamın da insanlara keyfi muameleyi onayladığı söylenemez. Cezaların hepsinin bir dayanağı vardır. İslam baştan sona bir kurallar manzumesidir. 

Demokratik cumhuriyet 

Cumhuriyetin dördüncü ve beşinci prensipleri de, fikir ve vicdan hürriyetini esas alıp, demokrasi kanunlarını içinde barındırmasıdır. Bunun için cumhuriyet idareleri demokrasiyi benimsemek, demokratik bir yapıya sahip olmak zorundadır. Demokrasisiz bir cumhuriyet tasavvur dahi edilemez. Demokrasi ise gerekli bütün hak ve hürriyetlerin kabul edilmesini gerektirmektedir. Demokrasi Allah’a kul olunan, Allah’tan başka kimseye kul olunmayan bir sistemdir. 

Bir cumhuriyette din ve vicdan hürriyeti teminat altına alındığı halde, insanlar ibadet hürriyetinden mahrum ediliyorsa, ibadet yapanlara da “mürteci” damgası vuruluyorsa, burada tam bir demokrasiden ve cumhuriyetten bahsetmek mümkün değildir. Demokrasiyi benimseyen bir cumhuri idarede, herkesi tek tip kafa yapısına sahip kılmaya çalışmanın ne kadar saçma bir davranış olduğunu ve bunun demokrasi, cumhuriyet adı altında katı bir istibdadın uygulandığını gösterdiğini görmemek için kör olmak lazımdır. Bunun için zorla fikirlere ve vicdanlara kelepçe vurmak, cumhuriyetin prensipleriyle bağdaşmaz. 

İslam da bu esasları benimsemiştir. İslam bir fıtrat dinidir. İnsan fıtratı hiçbir zaman baskı ve zorlamalara tahammül etmemektedir. Allah insanların inanmaya icbar edilmemesini istemektedir. (Bakara, 256) Onlara bir irade hürriyeti vermiştir. Dileyen iman eder, dileyen etmez. İsteyen mümin olur, isteyen kafir. (Kehf, 29) Bunun dışında farklı inançtan olan insanların da İslamın ruhuna uygun olan cumhuri sistemde yeri vardır. Ve onların hayatları da, namusları da, dinleri de vergilerini vermeleri karşılığında masun kılınmıştır. 

Cumhuriyetin uygulanış biçimi 

İşte bu prensiplere dayanan cumhuriyet, gerçek bir cumhuriyet olma niteliği kaza-nabilir. Ne yazık ki cumhuriyet, ülkemizde başlangıçtan itibaren büyük istismarlara maruz kalmış ve incitilmiştir. Said Nursi’nin ifadesiyle siz, “istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını verir, irtidad-ı mutlakı rejim altına alırsanız, sefahat-i mutlaka medeniyet ismi verirseniz, cebr-i keyfi-i küfriye kanun ismini takarsanız”, (Nursi, Şualar, s. 242) o nazenin cumhuriyeti üzmüş, incitmiş, hasta etmiş olursunuz. Elbette ki kanun hakimiyetinin olmadığı, diktatörlüğün izleri görünen ve dinsizliğin dine tercih edildiği ve adaletin yerine zulmün ikame edildiği bir cumhuriyet, gerçek cumhuriyet olma hüviyetinden uzaklaşmış demektir. Said Nursi, gerçek hüviyetini kaybeden böyle bir cumhuriyete muhalefet etmenin (muhalif olduğunu söylemenin) de suç teşkil etmeyeceği kanaatindedir. Ona göre böyle bir muhalefet hiçbir hükümette de suç sayılmamaktadır. (Nursi, Emirdağ Lahikası, II, Sinan Matbası, İstanbul, 1959, s. 127) Burada vurgunun cumhuriyetin kendisine değil, uygulanış biçimine olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Yoksa cumhuriyet ve demokrasinin gelişmesi, olgunlaşması, gerçek rayına oturtulması imkansız hale gelir. Bu ülkenin cumhuriyetle idare edilmesini gerçekten arzu eden kimselerin, cumhuriyetin eksik uygulamalarına karşı fikri muhalefet içinde bulunan ve bunları seslendiren kimselere karşı tahammül göstermesi gerekir. 

Sonuç 

Türkiye Cumhuriyeti, laik değil, dindar bir cumhuriyet olarak kurulmuştur. Cumhuriyet Halk Fırkasının ilkelerinden biri olarak kabul edilen laiklik, daha sonra cumhuriyetin bir niteliği haline dönüş-türülmüştür. Laikliğin de dindarlara ve dinsizlere ilişmeme prensibi göz ardı edilerek, cumhuriyetin özüyle tezat teşkil eden baskıya alet edildiği görülmüştür. Laikliğin dinsizlik olarak kullanılması ve istibdada alet edilmesi, birinci meclisin açılışında ve cumhuriyetin ilk kuruluşunda hakim olan “dini” havayı bozmuş, esasında cumhuriyeti de isimden ve resimden ibaret olan bir tabelaya dönüştürmüştür. Bir dönem din adına ne varsa ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet perdesi altında şiddetli bir istibdat dönemi hükmetmiştir. 

Bugüne geldiğimizde, cumhuriyeti övme sadedinde bir taraftan bağımsızlık, eşitlik ve demokrasi sloganlaştırılırken, diğer taraftan bu gibi hususların sadece sözde kaldığı, bazı insanlara biraz daha fazla eşitlik tanındığı, kanun hakimiyeti adı altında keyfî muamelelerin yapıldığı da görülmektedir. Bunun için ülkemizde demokrasi görünümü altında gizli bir istibdadın hüküm sürdüğü tespiti yapılmaktadır. 

Ülkemizde yapılması gereken şey, TBMM’nin ilk kuruluşunda hakim olan, demokratik atmosferi tekrar yakalamak, milletin devlet için değil, devletin millet için olduğu gerçeğinden hareket ederek, Cumhuriyeti Müslüman millete bir baskı aracına dönüştürmekten çıkarıp onu gerçek hüviyetine kavuşturmak ve dindar bir cumhuriyet oluşturmaktır. 

Bediüzzaman’ın bu tespitinden anlaşılacak mânâ, cumhuriyetin sahip olduğu özellikleri de dikkate alınarak “meşveret” anlamındaki parlamentoyu tam işletip, meşveretin, toplumun bütün tabakalarında yaygınlaştırılması, demokrasinin her kesim tarafından hazmedilip insan haklarının eksiksiz uygulanması, kanun hakimiyetinin tesis edilerek, keyfiliklere son verilmesi, adaletin başına geçirdiği zulüm külahını atıp insanlara huzur ve mutluluk verecek bir araç haline getirilmesi şeklinde olmalıdır. 

Cumhuriyetin doğru anlaşılıp tatbik edilmesini, bir avuç idareci elitten bekleme ve ümit etme gafletinden de kurtulunarak, dindar cumhuriyete inanmış gönül erlerinin-bir zamanlar Bediüzzaman’ın Meşrutiyeti anlatmak için dolaştığı gibi-bu ülkeyi fedakarlıklar yaparak gezip dolaşmak ve cumhuriyetin gerçek özelliklerini ve niteliklerini hem hakkıyla yaşayıp, hem de bıkmadan usanmadan anlatma yoluna gitmesidir. 

Halkın bu hususlarda şuurlandırılmasından başka çıkar yol olmadığını, geçen zaman çok acı tecrübelerle ispat etmiştir. Yoksa Said Nursi’nin ifade ettiği gibi, millet demokrasi ve cumhuriyetten habersiz olacak, kendi haklarının da savunmasını yapmaktan aciz kalacak, bunun sonucunda bizi idare eden bazı “ehl-i hamiyet”i müstebit yapmaya bile sebep olabilecektir.

Atilla Yargıcı

04.08.2007

SorularlaRisale

Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”

Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.

Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.”

Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.

İşte, ey müddeiumumî ve mahkeme âzâları.

Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni itham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim. On senedir (şimdi yirmi sene oluyor) ki hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükümet-i cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyorum. El’iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilâperva ilân ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm (Hasbunallahu ve ni’mel-vekil) olarak, siz beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim:

Ben Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle, idam olmuyorum. Belki terhis edilip nur âlemine ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalâlet hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferitle mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemâl-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazırım.

Said Nursi