Etiket arşivi: İslam ve Cumhuriyet

Bediüzzaman’ın Gözünde “Cumhuriyet”

Cumhuriyet; egemenlik hakkının belli bir aile veya kişi elinde olmadığı, halkın özgür seçimle idarecilerini işbaşına getirdiği bir rejimin adıdır.

Bediüzzaman; Padişahlık, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini yaşamış bir din alimidir. Yaşadığı bütün zaman dilimlerinde her zaman islamiyetin  gösterdiği doğruların yanında, yanlışların karşısında olmuştur. O,İstibdatın karşısında Meşrutiyetçidir, hürriyet taraftarıdır. Tek adama dayanan idari sistemlere hayatı boyunca karşı olmuş ve bunu da açıkça ifade etmiştir.:

*”Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki, (HAŞİYE-1 O zaman Meşrutiyet; şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş.) adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir.  (İlk dönem eserleri)”

Bir zamanlar tek parti ve tek adama dayanan bazı ülkelerdeki otoriter rejimler kendilerine Cumhuriyet adını verdiler. Mesela Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Libya Sosyalist Halk Cemahiriyesi ve İran İslam cumhuriyeti gibi. Ülkemizde 1923 yılında ilan edilen Cumhuriyet rejimi de taşıdığı özellikler bakımından uzun yıllar bunlarla benzerlikler göstermiştir.1923 yılından 1946 yılına kadar tek partili rejimin adı olmuştur. Çok partili sisteme geçişe 23 yıl boyunca izin verilmemiştir. Buna izin verilen çok partili dönemlerdeki ise askeri ve bürokratik vesayet, Cumhuriyeti koruma ve kollama adına yaptıkları ihtilallerle halkın seçtiklerine engel olmuş, hatta özel mahkemelerle seçilmişler idama göndermişleridir. Bir de bu dönemde muhalifleri sindiren “İstiklal mahkemeleri” de unutulmamalıdır.

Bediüzzaman’ın da bir Cumhuriyet anlayışı vardır. Bu konudaki fikri de gizli değil, çok açıktır. O, “dindar bir Cumhuriyetçi”dir. Çünkü dört Halife ona göre; hem halifedir hem de cumhurun yani halkın reisidir. O, manasız bir isim ve resim taşıyan rejimden yana değildir.

*”Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif bir vakıa-i müdafaayı beyan ediyorum.

Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”

Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”

Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.”

Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” (Tarihçe-i Hayat)

Bediüzzaman’ın Cumhuriyet anlayışı ülkeyi tek adam anlayışı ile yönetmek isteyen laik Cumhuriyet anlayışı ile tabi ki örtüşmedi, o da siyasi hayattan koparak kendi başına yaşamak gayesiyle 17 Nisan 1923 de Ankara’dan ayrılıp Van’a hareket etti. Ama buradaki yaşamı ancak 3 yıla yakın sürdü. 1926 yılında patlayan Şeyh Said isyanı bahane edilerek oradan alınıp 1954 yılına kadar sürecek çeşitli hapis, sürgün ve mahkemelerle dolu eziyetli bir hayata mahkum edildi ve “Dindar bir Cumhuriyetçi” olmanın bedeli ona ve talebelerine fazlasıyla ödetildi.

Hapishaneler ve sürgünler ona Medrese-i Yusufiye oldu, o da eserlerini yazmaya başladı.1911 ve 1912 yıllarında yazılan (Kızıl İcaz, Muhakemât, Münazarât, Hutbe-i Şamiye,  Deva-ül Yeis, Teşhis-i İllet, Divanı HarbiÖrfî ve Nutuklar) ile Birinci Cihan Harbi esnasında da yazılan ”İşarât-ül İ’câz” adlı eseri   dışındaki bütün Risale-i Nur’lar Cumhuriyet döneminde yazıldı. Laik cumhuriyetin zulümleri ona bu eserleri yazma kapısını açtı. Çıkarıldığı mahkemeler aslında ona fikirlerini anlatacak bir kürsü oldu ve o da Risale-i Nurlar’ı anlattı, kendi fikirlerini müdafaa etti. Cumhuriyetin, ilmi ve fikri hareketleri koruması altına alması gerektiğini, asayişe yani kamu düzenine karışmayan hareketlere baskı uygulanamayacağını söyledi. Çünkü Cumhuriyet ona göre özgürlüktü. Bir ülkede bütün fertlerin aynı kanaatte olması beklenemez, bu rejimde çoğulculuk esastı. Laik Cumhuriyet; dini dünyadan ayıran esaslar üzerine kuruluydu, asla dini reddeden ve dinsiz olmaya zorlayan bir rejim değildi. Laik Cumhuriyet savunucuları da dinsiz değildi.

*“Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir. Ve madem hükûmet ise, cumhuriyetin en serbest suretini kabul etmiştir. Elbette, hakikî ve kat’î ve reddedilmez kanaat-i ilmiyeyi ve efkâr-ı saibeyi âsâyişe dokunmamak şartıyla, cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdat altına alamaz ve onu bir suç tanımaz. Evet, dünyada hiçbir hükûmet var mıdır ki, bütün milleti bir tek kanaat-i siyasiyede bulunsun? Haydi—farz-ı muhal olarak—ben, perde altında kendi kendime kanaat-i siyasiyemi yazmışım ve bir kısım has dostlarıma göstermişim; bunda suç var diyen kanunları işitmemişim. Halbuki Risale-i Nur, iman nurundan bahseder; siyaset zulmetine sukut etmemiş ve tenezzül etmez.

Eğer faraza, lâik cumhuriyetin mahiyetini bilmeyen bir dinsiz dese: “Senin risalelerin, kuvvetli bir dinî cereyan veriyor, lâdinî cumhuriyetin prensiplerine muaraza ediyor.” 

Elcevap: Hükûmetin lâik cumhuriyeti, dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi, Türk milleti misillü bütün asırlarda mümtaz olarak, bütün aktar-ı cihanda ve nerede Türk varsa Müslümandır. (Tarihçe-i Hayat)

O yaşadığı dönemdeki hükümet erkanını,  kaymakamları, valileri, savcı ve hakimleri yazdıkları mektuplarla veya mahkemedeki savunmalarıyla uyarır. Adalet, kanun ve asayiş namına, yazmış olduğu Kur’anın imani ayetlerini esas alan Risale- i Nur adı verilen tefsirine, dini ve ilimi eserlerine yasaklar getirilmemesini ister.

*”Madem, hükûmet-i cumhuriye, cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette, dindarlara ve takvâcılara da ilişmemek gerektir. Ve madem dinsiz bir millet yaşamaz ve Asya din noktasında Avrupa’ya benzemez ve İslâmiyet, hayat-ı şahsiye ve uhreviye cihetinde Hıristiyanlığa uymaz ve dinsiz bir Müslüman başka dinsizler gibi olmaz. Ve bu bin seneden beri dünyayı diyanetiyle ışıklandıran ve bütün dünyanın tehacümatına karşı salâbet-i diniyesini kahramanâne müdafaa eden bu vatandaki milletin bir ihtiyac-ı fıtrîsi hükmüne geçen diyanet, salâhat ve bilhassa iman hakikatlerinin öğrenmesi yerlerine hiçbir terakkiyat, hiçbir medeniyet tutamaz. Ve o ihtiyacı onlara unutturamaz. Elbette bu vatandaki millete hükmeden bir hükûmet, Risale-i Nur’a adalet ve kanun ve âsâyiş cihetinde ilişemez ve iliştirmemeli. (Şualar)

Ülkemizde bugün cumhuriyetin 92. yıldönümünü kutluyoruz. Kuruluşundan bugüne kadar Cumhuriyetimiz çok aşamalar yaşadı. Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” kitabında anlattığı sofralardan, “Cumhurbaşkanlığı sofrası”na kadar bir dizi değişim yaşandı. Aydınlar, akil insanlar, sanatçılar, muhtarlar ve her ilden seçilmiş halkın temsilcileri, bizzat halk tarafından seçilen cumhurbaşkanlarıyla buluştular. Cumhuriyet bayram kutlamaları da sivilleşti. Halkın seçtikleri üzerinden vesayetler de kaldırıldı.

Cumhuriyet ve Demokrasinin kazanımlarını iyi bilelim. Bugünlere kolay gelinmedi, halk çok bedel ödedi, öyleyse:

Yaşasın Cumhuriyet!

Yaşasın çok partili Demokrasi!

Yaşasın halkın bizzat katıldığı Cumhurbaşkanlığı seçimleri!

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Hür Adam’ın Cumhuriyet Anlayışı

Said Nursî dindar bir cumhuriyetçidir. Risâle-i Nurları okuyup istifade edenler de öyledir. Ancak, o, cumhuriyetin lâfta kalmasından, isimde ve resimde kalmasından şikâyetçidir. Eleştirisi bunadır. Adam gibi cumhuriyet olsun derdindedir bu hür adam.

İstibdad-ı mutlak diye ifade ettiği diktatörlüğe cumhuriyet ismi verilmesinden çok rahatsızdır. Bu yüzden mücadelesini, eliyle değil, diliyle, kalbiyle ve kalemiyle yapmaya karar verir. O bir muhaliftir. Cumhuriyetin içini boşaltıp komünizme perde yapanlara muhaliftir.

Dr. Duzi’nin inkâr kokan eserlerini serbest bırakıp İman inkılâbına dair olan Risaleleri yasaklayanlara muhaliftir.

Cumhuriyet adı altında bu milletin imanını tutuşturup yakmak isteyenlere muhaliftir.

Ama o, müsbet hareketi kendisine şiar edinmiş ve asla başkaldırı düşüncesi içinde olmamış, hatta bu konuda kendisine teklif getirenleri şiddetle reddetmiştir. Her ülkede muhalifler bulunabilir. Bu çok normaldir. Hükümet ve mahkemeler dile değil, kalbe değil, ele bakmak zorundadır.

O dindar bir cumhuriyetçi olmasından çeker bütün bu sıkıntıları. Cumhuriyet ilân edildiğinde, Türkiye Cumhuriyeti anayasasında da bu milletin dininin İslâm olduğu yazılıdır. Bu yüzden Cumhuriyet dindar olarak doğmuştur. Ama bu dindar bebek, kundağında öldürülmüştür.

Eskişehir mahkemesinde dindar bir cumhuriyetçi olduğunu söyleyen Said Nursî, Hulefa-i Râşidîn’in de dindar bir cumhurbaşkanı olduklarını ifade eder:

‘Hulefa-i Raşidin hem halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıddik-i Ekber (ra) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirâma elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.’ (Said Nursî, Şuâlar, Sözler Yayınevi, İstanbul, tarihsiz, s. 304)

Diğer taraftan Said Nursî, meşrûtiyetle aynı kategoride gördüğü cumhuriyetin özelliklerini sayarken, ‘adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet‘i zikretmektedir. (26 Şubat 1909, Volkan, sayı 70) Bunun yanında, cumhuriyetin ‘fikir ve vicdan hürriyetini en geniş mânâsıyla tatbik ettiğini ve demokrasi kanunlarını içinde barındırdığını‘ ifade etmektedir. (Said Nursî, Emirdağ Lâhikası II, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1959, s. 192)

Buna göre Bediüzzaman’ın ‘dindar cumhuriyet’ anlayışının ana umdeleri de ortaya çıkmış olmaktadır. Bu umdeler din ile cumhuriyet arasında bir paralellik olduğunu da göstermektedir.

Âdil cumhuriyet

Her şeyden önce, cumhuriyetin dayanması gereken en önemli prensip ‘adalet’tir. Bir devletin zulümle payidâr olması mümkün değildir. Adaletin kelime anlamı, eğri olan bir şeyi doğrultmak demektir. Buna göre adalet toplumda meydana gelen ve hukuk dilinde haksızlık olarak nitelendirilen ‘eğrilikleri’ doğrultmak anlamında kullanılmaktadır. Buna bağlı olarak adaletin esas amacı, kanun önünde herkesi eşit hâle getirmektir, fertlerin veya yöneticilerin kimseye haksızlık etmemesi, mahkemelerin adalet dağıtmasıdır. Birilerine zulmedildiği zaman da bu zulme taraftar olmamak, zalimin değil mazlûmun yanında yer almaktır.

Bediüzzaman’ın cumhuriyetin temel bir niteliği olarak zikrettiği bu adalet kavramının, Kur’ân’ın temel kavramlarından biri olduğunu ifade etmemiz yerinde olacaktır. Cenâb-ı Allah Kur’ân’da adaleti emretmektedir. (Nisa/58, Nahl/90) Zulüm ise Allah’ın sevmediği bir sıfattır. (Al-i İmran/57) Kur’ân’a göre Allah, zalimleri hidayete erdirmez. (Al-i İmran/86)

Bir kişinin hatasıyla başkası sorumlu tutulmaz‘ anlamındaki âyet, adalet-i hakikiyeyi ifade etmektedir. Buna göre, toplum için ferdin fedâ edilmesi, bir cani için bir geminin yakılması veya batırılması mümkün değildir. Hatta doksan dokuz caninin yanında bir masum dahi olsa, yine masuma zulmedilip, ‘kurunun yanında yaş da yanar’ denilerek onun hakk-ı hayatı elinden alınamaz.

Cumhuriyetle idare edildiği iddiâ edilen bir ülkede, bir kaç cani yüzünden bir köyün yakılmaması gerekir. Eğer yakılıyorsa, Cumhuriyetin adalet prensibi işlemiyor demektir. Terörün alt yapısını oluşturan unsurlardan birisi de adaletin gerçek anlamda uygulanmamasıdır. Terörist kimse ona ceza verilir. Onun köyüne, akrabalarına, eşine dostuna zarar vermek adalete ve insafa uymaz ve bu insanları devlete karşı başkaldırmaya, devlete düşmanlık beslemeye teşvik eder.

Meşverete dayalı cumhuriyet

İkinci olarak cumhuriyet, meşveret esasına dayanmalıdır. Kur’ân’da iki âyet meşvereti teşvik etmektedir. (Şûrâ/38, Al-i İmran/159) Meşveretin nasıl olacağı, meşveret edilecek kişilerin sayısı ve niteliği örfe bırakılmıştır. Önemli olan meşveret prensibini ihyâ etmektir. Dindar bir cumhuriyet idaresi diyebileceğimiz Hulefâ-i Râşidîn döneminde, tıpkı Peygamberimiz (asm) zamanında olduğu gibi meşverete gerekli ehemmiyet verilmiştir. Ancak Emevî döneminden itibaren bu meşveret yaşatılmadığı için, kendi başına buyruk idareciler çıkmıştır ve zulümler de eksik olmamıştır.

Kur’ân’a uygun olan cumhuriyetin bu meşveret prensibi, diktatörlüğü engelleyici bir özellik taşımaktadır. Bu sistemde fertlerin ağızlarından çıkan kanun değildir. Kanunlar bir danışma organında alınan kararlarla ortaya çıkar. İdareciye ise o kanunları icrâ etmek düşer.

Bu sebeple meşveret keyfî idarenin önünde bir sed oluşturmaktadır. Burada şunu da ifade etmekte yarar vardır: Cumhuriyetin önemli bir prensibi olan meşveretin, yani danışmanın toplumun bütün tabakalarında yerleştirilmesi gerekir. Meşveretin toplumsal altyapısı oluşmadan tam olarak uygulanabilmesi mümkün değildir.

Bunun için meşveretin edebiyatını yapmak yetmemektedir. Bunun aileden başlayarak uygulanması önem arz etmektedir. Bir ailede ortak alınan kararların uygulanabilirliğinin daha fazla olduğu ve aile fertleri arasındaki dayanışmayı arttıracağı da bilinmelidir. Hazret-i Peygamber’in (asm), meşveret edenin pişman olmayacağını bildirmesi bu açıdan önem arz etmekte ve evrensel bir özellik taşımaktadır.

Kuvvetin kanunda olduğu bir cumhuriyet

Diğer taraftan cumhuriyetin üçüncü bir prensibi de, kuvvetin kanunda olmasıdır. Buna göre böyle bir sistemde kuvvetli olanlar haklı değil, haklı olanlar kuvvetlidir. Çünkü kanunlar haksızdan yana değil, haklıdan yana olmak mecburiyetindedir. Bu sebeple burada haklı olanın üstünlüğünü ve rahatlığını görmek mümkündür. Kuvvetin kanunda olması prensibinin, adalet ve meşveret prensipleriyle bir bütünlük arz ettiği de anlaşılmaktadır.

Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdad tevzî olunur‘ sözü iyi tahlil edilmelidir. Cumhuriyet idaresi, kanunlara istinat etmezse, o ülkede en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün birimlerde keyfîlik ve istibdad hükümferma olur. Böyle bir ortamda herkes kendisine verilen küçücük yetkileri, istibdada âlet etme cüretini gösterebilir. İslâmın da insanlara keyfî muâmeleyi onayladığı söylenemez. Cezaların hepsinin bir dayanağı vardır. İslâm baştan sona bir kurallar manzumesidir.

Demokratik cumhuriyet

Cumhuriyetin dördüncü ve beşinci prensipleri de, fikir ve vicdan hürriyetini esas alıp, demokrasi kanunlarını içinde barındırmasıdır. Bunun için cumhuriyet idareleri demokrasiyi benimsemek, demokratik bir yapıya sahip olmak zorundadır. Demokrasisiz bir cumhuriyet tasavvur dahi edilemez. Demokrasi ise gerekli bütün hak ve hürriyetlerin kabul edilmesini gerektirmektedir. Demokrasi, Allah’a kul olunan, Allah’tan başka kimseye kul olunmayan bir sistemdir.

Bir cumhuriyette din ve vicdan hürriyeti teminat altına alındığı halde, insanlar ibadet hürriyetinden mahrum ediliyorsa, ibadet yapanlara da ‘mürtecî’ damgası vuruluyorsa, burada tam bir demokrasiden ve cumhuriyetten bahsetmek mümkün değildir. Demokrasiyi benimseyen bir cumhurî idarede, herkesi tek tip kafa yapısına sahip kılmaya çalışmanın ne kadar saçma bir davranış olduğunu ve bunun demokrasi, cumhuriyet adı altında katı bir istibdadın uygulandığını gösterdiğini görmemek için kör olmak lâzımdır. Bunun için zorla fikirlere ve vicdanlara kelepçe vurmak, cumhuriyetin prensipleriyle bağdaşmaz.

İslâm da bu esasları benimsemiştir. İslâm bir fıtrat dinidir. İnsan fıtratı hiçbir zaman baskı ve zorlamalara tahammül etmemektedir. Allah insanların inanmaya icbar edilmemesini istemektedir. (Bakara/256) Onlara bir irade hürriyeti vermiştir. Dileyen iman eder, dileyen etmez. İsteyen mü’min olur, isteyen kâfir. (Kehf/29) Bunun dışında farklı inançtan olan insanların da İslâmın ruhuna uygun olan cumhurî sistemde yeri vardır. Ve onların hayatları da, namusları da, dinleri de vergilerini vermeleri karşılığında masun kılınmıştır.

Cumhuriyetin uygulanış biçimi

İşte bu prensiplere dayanan cumhuriyet, gerçek bir cumhuriyet olma niteliği kazanabilir. Ne yazık ki cumhuriyet, ülkemizde başlangıçtan itibaren büyük istismarlara maruz kalmış ve incitilmiştir. Said Nursî’nin ifadesiyle siz, ‘istibdad-ı mutlaka cumhuriyet nâmını verir, irtidad-ı mutlakı rejim altına alır, sefahat-i mutlaka medeniyet ismi verir, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun ismini takarsanız’ (Nursî, Şuâlar, s. 242) o nazenin cumhuriyeti üzmüş, incitmiş, hasta etmiş olursunuz. Elbette ki kanun hakimiyetinin olmadığı, diktatörlüğün izleri görünen ve dinsizliğin dine tercih edildiği ve adaletin yerine zulmün ikame edildiği bir cumhuriyet, gerçek cumhuriyet olma hüviyetinden uzaklaşmış demektir. Said Nursî, gerçek hüviyetini kaybeden böyle bir cumhuriyete muhalefet etmenin (muhalif olduğunu söylemenin) de suç teşkil etmeyeceği kanaatindedir. Ona göre böyle bir muhalefet hiçbir hükümette de suç sayılmamaktadır. (Nursî, Emirdağ Lâhikası, II, Sinan Matbaası, İstanbul, 1959, s. 127) Burada vurgunun cumhuriyetin kendisine değil, uygulanış biçimine olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Yoksa cumhuriyet ve demokrasinin gelişmesi, olgunlaşması, gerçek rayına oturtulması imkânsız hale gelir. Bu ülkenin cumhuriyetle idare edilmesini gerçekten arzu eden kimselerin, cumhuriyetin eksik uygulamalarına karşı fikrî muhalefet içinde bulunan ve bunları seslendiren kimselere karşı tahammül göstermesi gerekir.

Yrd. Doç. Dr. ATİLLA YARGICI

Kaynak: Yeni Asya