Etiket arşivi: risale

Okumak

Kur’anın mu’cize-i maneviyesinin hakiki bir tefsiri olan
Risale-i Nuru nasıl okumalıyız?

En başta ve en evvel Risale-i Nur’u dikkat ve tefekkürle devamlı olarak okumak
Asa-yı Musa – 249

Risale-i Nur’u, dikkat ve tefekkürle ve devamlı olarak müsaid vakitlerimizi boşa gidermeden okumak
Asa-yı Musa – 250

Risale-i Nur Külliyatını seve seve okumasına
Asa-yı Musa – 268

Sebat ve devam ve dikkatle okumayı
Sözler – 749

Risale-i Nur Külliyatını dikkatle, sebatla okumak kâfidir.
Sözler – 758

Simdi yeni görüyorum gibi tekrar okumağa ihtiyaç ve iştiyakım
Sözler – 760

Bir hayat boyunca okumaya
Sözler -755
Gazete gibi okumayınız.
Mektubat – 42

Risaleleri kemal-i merak ve dikkatle okumağa
Lemalar-320

defalarca daha okumak
Barla – 58

büyük bir zevk-i manevî ile okumam
Barla – 91

“Risaleleri ciddî okumak
Barla – 142

büyük bir zevk ile mükerreren okuduğum
Barla – 190

âsâr-ı Nur’u aşk ile okumak.
Barla – 217

tefekkürle okumağa
Kastamonu – 31

yavaş yavaş okumağa
Emirdağ-1 – 65

Teenni ve dikkatle okumağa
Emirdağ-1 – 65

beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak
Emirdağ-2 – 104

el ele vererek hem eserleri okumalarını ve anlayamadıkları yerleri sormalarını,
Emirdağ-2 – 148

Risale-i Nur Külliyatını seve seve okumasına . Tarihce-i Hayat -19

ölünceye kadar onu okumak
Tarihçe-i Hayat – 155

“İmanlarını kurtarmak niyetiyle Risale-i Nur’u okumak
Tarihçe-i Hayat – 163

ibadet niyetiyle risaleleri ya yazmak veya okumak
Tarihçe-i Hayat – 316

Risale-i Nur’u sebat ve devamla ve niyet-i hâlisane ile okumakla
Tarihçe-i Hayat – 547

Risale-i Nur’u, dikkat ve tefekkürle ve devamlı olarak müsaid vakitlerimizi boşa gidermeden okumak
Tarihçe-i Hayat – 624

Nurları sebat ve sadakatla okumak
Tarihçe-i Hayat – 689

zevk ve şevk ile okumak,
Sikke-i Tasdik[Y] – 7

kemal-i lezzetle, her gün tefekkürle okumaya
Sikke-i Tasdik[Y] – 31

daima okumak için zamanlarınızı büyük bir kıymetle kıymetlendireceksiniz. Nurları okumak sevgisiyle, Nurları okumak heyecanıyla, Nurları okumak ihtiyacıyla .. Gençlik Rehberi – 251

devamlı okumaya . . Gençlik Rehberi – 261

tekrar ile okumasına iştiyak ve ihtiyaç . . Hizmet Rehberi – 183

bazı lügatların manalarını söyleyerek aynen okumak . . Konferans – 57

okumak için uykularımızı terketmek . . Nurun İlk Kapısı – 187

– dikkatle okumak
Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir.
Muhâkemat/84

– YİNE ders almak için okumak
Ben tashihatta gerçi usanmıyordum, fakat her tashihte yine ders alıp istifade etmek bir âdetimdi.
Kastamonu Lâhikası/257

– şuurlu ve şiddetli okumak ruhsuz resmî okumamak
Her okuduğum bir kelime ve dua da ve münacat da şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor. Sahabelerdeki ibadetlerinin sırr-ı tefevvuku bu noktadandır. Tesbih ve zikri bütün manasıyla şuurlu bir surette söyledikleridir.
Barla Lâhikası/284

– müteyakkız ve hüşyar okumak
insanların bütün hissiyatını, letaif-i maneviyesini uyandırmış; hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir surette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddid manaları kendi zevklerine göre alır, emer.
Sözler/491

– tasannu ile okumamak
Tasannu, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için bu nurların hakikatlarının meali, benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak, bana yabanî görünüyor, yabanî kalıyordu.
Lem’alar/44

– itikad ile okumak
iğtinam edebildiğim kısacık vakitlerde zihnimi safileştirip Nurların karşısına, dolayısıyla Kur’an’ın mu’cizeleri mecmuasına ve aziz, muhterem üstadımın medresesine ve ol Seyyid-ül Kevneyn Peygamberimiz Efendimiz (A.S.M.) Hazretlerinin ravza-i saadetlerine ve nihayet Rabb-ül Âlemîn Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin huzur-u lâmekânîsine çıkıyorum. Bu sebeble cidden o nurlarla iştigal etmediğim zamanlar, keşke enfas-ı ma’dude-i hayattan olmaya idiler diyorum.
Barla Lâhikası/35

– tenkid ile okumamak
tenkid elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüd eliyle baksan, tenkid ile el atsan, o yürür gider; senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.  Lem’alar/128

– ruhumuza yazarak okumak Eskiden hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım.
Barla Lâhikası/334

Bediüzzaman Said Nursi

Dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır…

“Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır…” Devamıyla detaylıca izah eder misiniz?

Cây-ı dikkat bir hal: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslüman’dır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.”(1)

“Cây-ı dikkat bir hal…” Yani dikkat edilecek bir durum… Üstad Bediüzzaman Hazretleri, öncelikle dikkatleri konunun üzerine çekiyor. Devamında da neden böyle dediğini anlamamız mümkün. 

Burayı daha iyi anlamak için, bu cümlelerin geçtiği yeri iyi bir şekilde tahlil etmeliyiz. Eser, Mektûbat eseri. Çoğunluğunu Bediüzzaman Hazretlerinin talebesi Hacı İbrahim Hulusî Yahyagil’in sorularına verilen cevaplar oluşturuyor. İfadeler Yirmi Altıncı Mektûb’da geçiyor. Yirmi Altıncı Mektûb, Bediüzzaman’ın tabiriyle; “…iblisi ilzam ve ehl-i tuğyanı iskat eden, gayet mühim bir mektûbdur.”(2)

Kısaca anlamı: İnsanları Allah’ın yolundan çıkarmaya çalışan şeytanı susturan, söz ve fikirde galip eden ve yanlışlarını delilleriyle ispat eden ve zulüm, küfür, azgınlık ve taşkınlıkta ileri gidenleri aşağı düşürüp, hükümsüz bırakan pek çok önemi bulunan bir mektuptur.

Geçtiği bölüm, Üçüncü Mebhas. Müellif’in, yani yazarın tabiriyle; 

“… hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin münasebatına dair gayet mühim bir sırrını ve insanlar, millet millet ve kabile kabile yaratılmasının mühim bir hikmetini Yedi Mesele ile tefsir ediyor. 

Bu mebhas, milliyetçilere mühim bir tiryaktır. Bu zamanın en müthiş marazına gayet nâfi’ bir ilaçtır. Ve sahtekâr hamiyet-füruşların ve yalancı milliyet-perverlerin yüzlerindeki perdeyi açar, sahtekârlıklarını gösterir.”(3)

Yukarıda alıntı yaptığımız yer büyük oranda anlaşıldığı için fazla izaha gerek yoktur.

“…Türk…” diye yeni cümleye başlıyor. Burada bir hitap söz konusu. Bu kelimeyi kaynakları ile ele alıp, izaha başlayalım. Öncelikle hakiki söz sahibi olan “Kur’ân-ı Kerîm” ile başlayalım.

Kur’ân-ı Kerîm’in Mâide Sûresi’nin 54. Âyeti‘nden, birçok müfessir “Türklerle ilgili âyet” diye çıkarımda bulunmuştur.

“Ey îman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçakgönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getireektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”(4)

Bu âyet-i kerîmeyi belirttikten sonra Bediüzzaman Hazretleri şöyle der; “(Mâide Sûresi 54.) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve Frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!”(5)

Mâide Sûresi’nin 53. Âyeti’nin sonunda ise şu ibareler geçer; “…Bütün çabaladıkları boşuna gitti de zarar içinde kaldılar.”(6)

Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinde de şöyle geçmektedir; “Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın!”(7)

Şimdi de şerhini yaptığımız metnin müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine kulak verelim.

“Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyet’in en kahraman ordusu olan Türk milleti…”(8)

Bu cümleden Türklerin 4 özelliği ortaya çıkıyor:

– Şarkın (Doğu’nun) en cesur,
– Kuvvetli, 
– Kesretli (çok olan),
– İslâmiyet’in en kahraman ordusu.

“Türk denilen bu vatan ehl-i imanı…”(9)

“Türk milleti Kur’ân’ın bayraktarı ve sena-i Kur’aniyeye mazhar olduğu…”(10)

Buradan da 3 özellik daha göze çarpıyor.

– Bu Vatan ehl-i imanı, 
– Kur’ân’ın bayraktarı,
– Senâ-i Kur’âniyeye mazhar.

“…asil Türk milleti…”(11)

“Dindar, cengâver Türk milleti ve imanlı, cesur Türk gençliği korkmaz.”(12)

– Asil,
– Dindar,
– Cengâver,
– İmanlı,
– Cesur.

Burada da 5 özellik daha eklenerek toplam da 12 özellik ile Risale-i Nur’da geçen Türklerin hususiyetlerini belirttik.

Türklerin soyu ile ilgili şu anektodu verebiliriz:

“Türklerin soyu Tevrat’ın naklettiği ve İbn-i Haldun’un da kabul ettiğine göre Hz. Nuh (as)’un oğlu Yafes’ten gelir. Yafes’in büyük oğlunun adı ise Türk’tür.”(13), (14).

Türkler, İslâm ile şerefyâb olarak yeni bir karaktere bürünmüştür. Türkler, İslâm ile yükseldi ve yüceldi. Ve Bediüzzaman’ın tabiriyle İslâm ile “mezc oldu”. Türk kelimesi İslâm ile birlikte anılmaya başladı. Türkler bu “yeni” din ile “yeni” bir kimliğe kavuşmuş oldu. 

Konu ile ilgili; “Türkler, İslâm dinine girmeleri ile bu yeni din sâyesinde yepyeni bir hüviyete sahip olmuşlar…”(15) denilebilir.

Türkler aynı zamanda idarecilikte de maharetli idi. Ve bu nedenle komutanlık ve yöneticilik vazifelerini hakkıyla yapmışlardır. 

Konuyla ilgili bir anektod; “Artık Türkler her şeye hâkim oldular. Diğer bütün insanlara onların emirlerini dinlemek ve itaat etmekten başka ne kaldı?!”(16)

Türklerin “hâkim” olmasını ve “âmiriyet”ini yabancı yazarlar da dile getirmişlerdir.

Mesela, “Sadece Orta Doğu’da değil, hemen hemen dünyanın her yerinde genellikle Türkler, bir azınlık olmalarına rağmen daima hakim unsur olmuşlardır.”(17)

Bediüzzaman Hz. de Türklerin idareci yönlerine dikkat çekerek şöyle demiştir:

“Türkler bizim aklımız… Biz de onların kuvveti… Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserane yapmayacağız.”(18)

Buradan da anlaşılacağı üzere Bediüzzaman Hz. Türkler ile Kürdlerin toplamının bir iyi insan olacağını ve dikbaşlılık yapılmamasını belirtmiştir. 

Yalnızca Türkler ile Kürtlerin değil, aynı zamanda Arapların da bir olması gerektiğine dikkat çeken Bediüzzaman şöyle demektedir:

 “İnşâallah yine Araplar yeisi bırakıp İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesanüd, ittifak ile el ele verip Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edeceklerdir.”(19)

Osmanlı İmparatorluğu bu şekil bir ittihâd ve ittifâkın mücessem bir örneğidir.

“Osmanlı İmparatorluğu’nun (…) muharip gazilerin(in) gerek Arap olsun, gerek Türk, her iki lisanda aynı olan bir tek şiarı, parolası vardı. O da şüphesiz ‘Allahu Ekber – Allah Büyüktür’ idi.”(20)

Şimdi de diğer kelimenin izahı ile devam edelim.

“…anâsır-ı İslâmiye içinde…” cümlesinde geçen “anâsır” kelimesi; unsurlar, milletler, bir çok şeyden oluşanlar ve benzeri anlamlara gelmektedir. “anâsır-ı İslâmiye” ise makam bakımından dolayı şu anlama gelir; birçok milletten oluşmuş olan İslâm milleti. 

“…en kesretli olduğu halde…” diye devam eder. Tarihi ve demografik  (nüfus) olarak da bir hakikate işaret edilmektedir. Yani İslâm milletleri içinde en kalabalık ve çoklukta olan kavimdir. 

“…dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslüman’dır.” Burada ifade edilen mânâ; Nasıl ki İslâmiyet’in ilk yıllarında “Araplar geliyor!..” denildiğinde akla Müslümanlar geliyordu. Aynen onun gibi daha sonra İslâm’ın sancaktarlığı vazifesini alan Türkler de fetihlere gittikleri zaman, “Türkler geliyor!..” denildiğinde akla ilk gelen Müslümanların geldiğidir. Çünkü gaza-cihad anlayışı ile hareket eden ordulara sahip olup, İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna çaba sarf ettikleri için artık mensup oldukları din ile bütünleşmişlerdir. Çok az sayıda da olsa başka dine mensup Türklerin bulunması bu kaideyi bozmadığı gibi, tarihi kayıtlar da Türkler ile İslâmiyetin bütünleştiğine şahit bir delildir. Diğer dinlere mensup olan Türkler şu şekilde sıralanabilir; Macar, Bulgar ve Gagavuz Türkleri, Hristiyan; Hazar Türkleri, Yahudi; Yakut Türkleri, Şamanist ve Tengricidir. Uygur Türklerinin bir kısmı da Budist ve Maniheisttir. Medeniyetten uzak olan bazı Orta Asya Türk kabileleri ise Gök Tanrı inancına bağlıdır. 

“Sâir unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir.” diye de iddia güçlendirilir. Bu cümleden de anlaşılacağı üzere; Türkler, diğer Müslüman milletler gibi değildir. Onlarda şöyle bir hâsiyet ve durum vardır. Bu durum ise diğer Müslüman milletlerde görülmemektedir. O durum da bütün Türklerin Müslüman olmasıdır. Diğer Müslüman milletlerde Müslüman ve Müslüman olmayan diye bir ayrım vardır. Türklerde ise böyle bir ayrım, iki kısma taksim olma, ayrılma yoktur. Meselâ Araplarda hâtırı sayılır bir Hristiyan topluluk vardır. Kürdlerde Müslüman, Yezidî, Ezidî, Zerdüştlük gibi diğer din mensupları vardır. Farslarda Mecusî ve benzeri diğer dinlere inanan topluluklar vardır. Gürcülerin bir kısmı Müslüman diğer kısmı ise Hristiyandır. Diğer kavimleri buna kıyas edebiliriz. 

“Nerede Türk taifesi varsa, Müslümandır.” Bu cümlenin izahı yukarıda genişçe yapıldığından tekrara lüzum yoktur. 

“Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır.” diye ilmî bir tespit yapılmıştır. Ve Bediüzzaman bir örnek vererek iddiasının delilini ortaya koyar. (Macarlar gibi) Evet, Bediüzzaman ‘akla bir kapı açtı’ ve gerisini bizim aklımıza havale etti. Buna örnekler arttırılabilir. Macarlar, Bulgarlar; Slavlaşmıştır. Çünkü Hristiyanların arasında kalarak bir çeşit asimile olmuşlardır. Hazarlar da aynı şekilde Yahudi olarak kendi benliklerini unutmuşlar ve bir çeşit “Türklükten dahi çıkmışlardır.”

“Halbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.” diye devam edilir. Burada geçen küçük unsur yani küçük milletler tabiri diğer bütün İslâm milletlerine şâmildir. Türklerde Müslüman nüfusun çokluğu tamamına yakın bir oran sayılabildiği içindir ki “Türk, Müslüman demektir.”(21) şeklinde yerleşmiştir. 

Türk kelimesinin lügat mânâsına bakacak olursak şu bilgiler yer almaktadır:

 Anavatanı Orta Asya olan, Türkçe’nin değişik lehçeleri ile konuşan millet ve bu millete mensup olan kişilere denir. Türkler, Asya’nın en büyük ve en meşhur milletidir. İki şubeye ayrılırlar: Türkistan’ın doğusunda kalanları “Uygur”, batısında kalanları “Türk” ve “Türkmen” adlarıyla anılmışlardır. Orta Asya’da iken Şamanizm, Tengricilik ve Gök Tanrı inançlarına bağlı idiler. Hicretten 350 yıl sonra Tağ Han neslinden olduğu rivâyet edilen Türkmen Hükümdarlarından, Karahanlı Hakanı Salur veya Saltuk Han; İslâm dinini kabul ederek Kara Han ve Abdülkerim ismini almıştır. Halkının çoğunun da Müslüman olmasını sağlamıştır. Bu şekilde Orta Asya’daki ilk Türk-İslâm Devleti, Karahanlı Devleti olmuştur. Abdülkerim Saltuk Buğra Han, daha sonra da devletin resmi dinini İslâm yapmıştır. Bu dönemde ilk Türk-İslâm eserleri olan geçiş dönemi eserleri verilmiştir. O devirde hilafet merkezleri olan Bağdat’a gidip gelmekle askerî cesaret ve kahramanlıkları ile Abbasî halifelerinin gözdesi olmuşlardır. Askerlik hizmetlerinde istihdam olunmuşlardır. Daha sonraları diğer devlet kademelerinde de görev almışlardır. Kumandanlık ve emirlik seviyesine kadar çıkmışlardır. Bu sebeple İslâm beldelerinde büyük bir şöhret ve nüfuza sahip olmuşlardır. Oradan Anadolu’ya ve Avrupa’ya yayılarak bir çok devlet kurmuşlardır. İslâmiyet’i dünyanın bir çok yerine ulaştırmışlardır. Tarihte 16 büyük devlet kurmuşlardır. Bediüzzaman’ın tâbiriyle “İslâmiyet’in Sancaktarı” olmuşlardır.(22)

Bediüzzaman Hazretlerinin bir cümlesi ve o cümlesine dair bir kaç anektoda geçelim.

” Türkler hakkında sena-i Peygamberî muhakkaktır. Birkaç yerde Türklerden ehemmiyetle bahsetmiş. Hadîs var… Bir numunesi, Sultan Fatih hakkındaki hadîstir.”(23)

Burada İstanbul’un fethi ile ilgili hadîs örnek veriliyor. Hem komutan hem de ordu övülüyor, hadîs-i şerîfte. Şimdi de konu ile ilgili diğer hadîslere geçelim.

“Konstantiniyye (İstanbul) mutlaka feth olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır. Ve o asker ne güzel askerdir.”(24)

“Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyin. Çünkü milletimin mülkünü ve Allah’ın ona ihsanını en evvel Kantura (Türk) nesli alacaktır.”(25)

“Habeşliler sizle uğraşmadıkça siz sizde onlarla uğraşmayınız. Hele Türkler size dokunmadığı sürece siz de Türkler’e (sakın) dokunmayınız!”(26)

“Hıfz on kısma ayrılmıştır. Dokuzu Türklerde, biri (de) diğer insanlardadır.”(27)

Burada geçen medih ve övgüler; Türkleri kavim olarak övmek değil, İslâm’a olan hizmetlerindendir. İslâm’a göre ölçü budur. Bu anlamda Arapları öven hadîsler de mevcuttur. 

Dipnotlar:

1. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s.364.
2. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 309.
3. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, Fihrist, s.566
4. Mâide Sûresi, 54. Âyet.
5. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 354.
6. Mâide Sûresi, 53. Âyet.
7. Ebû Dâvûd, Sünen-i Ebû Dâvûd, Mısır Tabı, c.4, s.112.
8. Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Beşinci Şua, s. 488.
9. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat s. 477.
10. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-I, s. 281.
11. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-II, s. 206.
12. Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, On Dördüncü Şua, s. 438.
13. bk. İbn-i Haldun, Tarih-i İbn-i Haldun, Mısır Tabı, c.1, s. 8.
14. bk. Zekeriya Kitapçı, Yeni İslâm Tarihi ve Türkistan, c.1, s. 34.
15. Lewis B., The Emergency of Modern Turkey, London, s. 325.
16. El-Mesudî, Mürucu’z-Zeheb, Bulak, 1383, c.2, s. 336.
17. Lewis, B., The Middle East and West, London, s. 20.
18. Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye, s. 466.
19. Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye.
20. Zekeriya Kitapçı, Türklerin İslâm Medeniyetlerindeki Yeri, Ankara, 1972.
21. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-II, s. 222.
22. bk. Yeni Lügât, Abdullah Yeğin, s.1048.
23. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-II,  s. 39.
24. Buhârî; Tarihu’l-Kebîr, cilt 1, kısım 2, s.81; Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/42; El-Hakîm, Müstedrek 4/42-422.
25. İmam Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr/Mu’cemü’l-Evsat.
26. Ebû Dâvûd, Sünen-i Dâvûd, c.4, s.112.
27. Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Ramuz El-hadîs, 4140 nolu hadîs.

 

www.NurNet.org

Risaleler nasıl okunmalı? Üstad’ın “…Gazete gibi okumayınız.” tavsiyesini nasıl anlamalıyız?

Risaleler nasıl okunmalı? Üstad’ın “…Gazete gibi okumayınız.” tavsiyesini nasıl anlamalıyız?

Bilindiği gibi Nur Risaleleri ne sadece akla, ne de yalnız kalbe hitap etmeyip her ikisinin de hissesini verir. Bazı risaleler, Üstad’ın da ifadesiyle “akıldan ziyade kalbe nazırdır.” Bazıları da bunun aksi mahiyettedir.

“Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a’saba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır.”(1)

Okumada esas olan ihlastır, ihlasla okunan bir dersten kalp mutlaka hissesini alır. Aklın hissesi ise o dersin anlaşılması nispetinde ziyadeleşir.

Nurlarda ele alınan konular büyük ekseriyetle marifetullahla ilgilidir; ibadetle ilgilidir; diğer iman hakikatleriyle ilgilidir. Marifetullahın sonu yoktur. Allah Resulünün (asv) mi’raçta rüyet ile taltif edildiği anda söylediği,

“Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni hakkıyla, tam bir marifet ile tanıyamadım.”

cümlesi, bu sahanın sonsuzluğunun en güzel ifadesidir. Bu hakikatin ışığında, Nur Risalelerini şevk ile, ihlasla, tefekkürle ve dakik bir nazarla okumak, üstünkörü geçmemek gerekir.

Üstad’ın önemli bir tavsiyesini de bu vesileyle hatırlayalım: “Gazete gibi okumamak.”

Bilindiği gibi, gazete okuyan kişi önce haber başlıklarına şöyle bir bakıp geçer, daha sonra önemli gördüğü haberlerin ayrıntılarına iner. Gazetenin tamamını okusa bile ertesi gün, aynı şeyleri değil farklı haberleri izler.

Gazeteyi okuduğumuzda ondaki her şeye vakıf oluruz. Onu tekrar okumamız gerekmez.

Nurlar ise öyle değildir. Her okudukça marifetimizde inkişaf olacak, ama biz Allah Resulünün (asv) o mübarek kelamını hatırlayarak, elde ettiğiniz marifetin yeterli olmadığını bilecek ve okumaya devam edeceğiz.

Üstadımız bir risalesinde, “her yerde bir küçük bir medrese-i Nuriye açılmasını” tavsiye ederken şu gerekçeyi de ekler:

“Çünkü herkes her meselesini anlamaz, fakat hissesiz de kalmaz.”(2)

Bundan da anlaşılacağı gibi, Nurları birlikte ve mütalaa ederek okuduğumuzda aklımızın hissesi daha da artacaktır.

Nurların okunmasında belli bir metot olmamakla birlikte, genelde kabul gören tarz, “sıra ile birkaç kez külliyatı devretmek, daha sonra her gün yine belli bir miktar sıra ile okumaya devam ederken, öte yandan konularda derinleşmeye çalışmaktır.”

Allah Resulünün (asv) şu hadis-i şerifi Nurların okunmasında da temel kaidedir:

“Amelin hayırlısı, az da olsa, devamlı olanıdır.”

Genel bir kaide olarak şunu söyleyebiliriz: Her kelime üzerinde fazlaca durmadan Külliyatı, “kendini kaptırarak ve hafif bir sesle” okumakta kalbin hissesi daha fazla olur. Kelimeler, cümleler üzerinde müzakereli olarak okunduğunda ise aklın hissesi daha fazla olur. Bize her ikisi de gerekli olduğundan “her iki tarzı da birlikte yürütmek en faydalısıdır.” kanaatindeyim.

Bir Nur talebesi, hem binlerce günahın insana hücum ettiği bu fitne asrında, bu marifetullah dersleriyle kendini korumak, hem bütün dünyada nurları okuyanlarla bir manevî rabıta kurmak, hem de neşrini bir dava olarak benimsediği bu hakikatlerin ulviyetini yeniden hatırlamak ve onları muhtaçlara ulaştırmak için, yeni bir şevk kazanmak üzere bu eserleri her fırsatta okur. Özellikle namazlardan sonra okunması bir âdet haline gelmiştir. İbadet ortamında, Rabbine ibadet ve dua ettikten sonra bu hakikatlerin birkaç dakika olsun okunması, sözünü ettiğimiz manaları daha da kuvvetlendirir.

Bu konuda az da olsa muhatap olduğumuz bir soru var: Nurları okumak mı daha önemlidir, yazmak mı?

Bir Nur talebesi için en önemli mesele nurlardaki hakikatlere güzel, parlak ve berrak bir ayna olmaktır. Tâ ki, bu hakikatlerin başka kişilere de ulaşmasında örnek ve rehber olabilsin. Üstadımızın,

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki Küre-i Arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.”(3)

ifadeleri çok önemlidir. Bu gayeye okuyarak da erilse, yazarak da kavuşulsa sonuç değişmez. Ancak şu var ki, nurları okumanın yasak olduğu, Üstatla temas edenlerin bile hapislere, sürgünlere sevk edildikleri o müthiş zamanda, en büyük hizmet nurları yazmak ve neşrine öylece çalışmak idi. Teksir makinesiyle çoğaltma dönemini, Üstadımız Risale-i Nur’un bayramı olarak ilan etmiş ve teksir makinesini binler kâlem ile neşir yapmaya benzetmişti. Bugün, Rabbimize hadsiz şükürler olsun, Nur Risaleleri her dilde rahatlıkla basılmakta ve muhtaçlara ulaştırılmaktadır. Artık yazma, o zulüm dönemindeki tarihî önemini kaybetmiştir. Ancak, Osmanlıca eserleri okuyabilenlerin, eserleri Osmanlıcasından okumaları, yazıya özel bir merakı olanların da yazmaları nurlardan istifadelerinin artmasına sebep olabilir. Bu özel bir durumdur, genel tarz, Nurları okumak, yaşamak ve neşrine çalışmaktır.

Şunu da önemle ifade etmek isterim: Hizmetimizin her sahasında meşveret ve şura esastır. Nurları okunma tarzının da yetkili kişilerden teşekkül edecek bir şurada enine boyuna tartışılmasının en verimli şekli ortaya koyacağına inanıyorum.

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas.

(2) bk. Şualar, Yedinci Şua (Ayetü’l-Kübra)

(3) bk. Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı.

Selam ve dua ile…
Sorularla Risale Editör

 

www.NurNet.org

YİRMİ ÜÇÜNCÜ SÖZ RİSALESİ ARNAVUTÇA OLARAK NEŞREDİLDİ

Risale-i Nurun Sesi Gürleşiyor. Tercüme eserlerle nurun tesir saha inkişaf ediyor. Son OlaraK Yirmi Üçüncü Söz Risalesi Arnavutça Olarak SÖZLER NEŞRİYAT tarafından neşredildi.
Kitap bilgileri:
RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDAN  – TRAJTESA RRETH NATYRES – YİRMİ ÜÇÜNCÜ SÖZ RİSALESİ – ARNAVUTÇA
CİLT      : KARTON KAPAK
EBAT    : ORTA BOY (10,5 x 16 cm)
KAĞIT  : 1. HAMUR

BASKI  : TEK RENK

SAYFA  : 107 SAYFA

YAYINEVİ: SÖZLER NEŞRİYAT
Temin etmek için: https://www.sozler.com.tr/23-SOZ-ARNAVUTCA,PR-380.html
www.NurNet.Org

Risale-i Nurun Tahrifat İddialarına Bediüzzamanın Talebelerinden Cevap

                            بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

                             اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ 

 Aziz Sıddık Kardeşlerim,

Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak bu Ramazan-ı Şerifin Leyle-i Kadrini umumunuza bin aydan hayırlı eylesin, Âmin. Ve seksen sene bir ömr-ü makbul hükmünde hakkınızda kabul eylesin, âmin. Said Nursî

***

… Ders-i Nuriyedeki hizmet düsturları ve Hz. Üstadımızın vasiyet ve tavsiyelerini hatırlatma ve hizmete müteallik bazı harekât ve ef’allerine bir nebze bakabilmek maksadıyla, hem de bazıların, Nur neşriyatına ait YANLIŞ İSNADLARIN da cevab olarak bu mektubu takdim ediyoruz.

Başta SÖZLER Mecmuası olarak külliyat, ilk defa Ankara’da tab’a başlandı. Rahmetli Atıf Ural, Tahsin Tola (Rhm.A.) Said Özdemir, Seyyid Salih Özcan ve Mustafa Türkmenoğlu gibi kardeşlerin bizatihi gayretleriyle ve genç üniversitelilerden bazı fedakâr talebelerin de yardımıyla Sözler, Mektubat, Lem’alar, İşarat-ül İ’câz, Sikke-i Tasdik-i Gaybi mecmuaları ve küçük risaleler tab edildi.

İstanbul’da  da Mesnevi-i Nuriye, Şualar, Arabî Mesnevi-i Nuriye, Asâ-yı Musa mecmuaları gibi eserler neşredildi. Hz. Üstad 1952 Gençlik Rehberi mahkemesi dolayısıyla İstanbul’a teşrif ettiklerinde başta Ziya, Ahmed Aytimur, Abdülmuhsin olarak bazı fedakâr gençler, hizmet-i Nuriyeyi omuzladılar. Ankara’yı müteakip yine Hz. Üstadın izni ile İstanbul’da da Nurların neşrine matbu olarak başladılar. Gerek Ankara gerek İstanbul’da Nur Talebeleri hizmet-i Nuriyede muhtelif alâkaları ile sa’y ü gayrette bulundular. O zaman, Samsun’da ve Antalya’da da bazı küçük risaleler neşredilmişti.

Sözler Mecmuasının sonuna konferansın ilavesi, Hz. Üstadın emriyledir. O konferans, Hz. Üstadın hizmetinde bulunan talebelerine muhtelif vesilelerle yaptığı dersler ve sohbetlerin neticesinde kaleme alınmış ve Ankara Ziraat Fakültesi mescidinde üniversite talebeleri ve bazı Meb’uslar huzurunda konferans olarak takdim edilmiştir.

Manzum Lemaat Risalesini 1951’de Üstad Hz.leri Emirdağ’ında hizmetinde bulunan talebelere ders olarak vermiş, Sözler’in sonuna ilavesi için hizmetinde bulunan bir talebesi vasıtasıyla Isparta’ya göndermiştir. “Tevhidin İki Bürhan-ı Muazzamı” başlığını taşıyan bahis, manzum Lemaatın ortasındayken Hz. Üstad en başa almış ve Lemaatın bazı kısımlarını da çıkartarak, teksirle basılacak olan Sözler’in âhirine ilhak edilmek üzere Hüsrev Ağabeye göndermiş ve öylece Üstadımızın tensibi üzere teksir edilmiştir.

Hz. Üstad sonra yeni yazı Sözler’in sonuna aynı Lemaatın ilavesini tensip buyurarak bazı kısımları tekrar çıkarmışlardır. Bu itibarla yeni harf Sözler’deki manzum Lemaat, hatt-ı Kur’an ile olan Lemaattan biraz daha noksandır.

Risale-i Nur’un Diyanet İşleri Müşavere kurulunun yapılan inceleme sonundaki mufassal müsbet raporu üzerine Afyon Ağır Ceza Mahkemesi, bütün risaleler hakkında beraet ve iade kararı vermiştir. Bunun üzerine Ankara’da resmen tab’ına başlanacağı zaman Hz. Üstad, hizmetinde bulunan talebelerinden Rahmetli Tahirî ve Ceylân’ı Ankara’ya yardıma göndermiş ve tab masrafının ilk sermayesine de bizzat kendileri iştirak etmişlerdir.

MEKTÛBAT: “Vehhabiler” bahsini Hz. Üstad koydurmamıştır. Mektûbat’ın sonuna “İŞARAT-I GAYBİYE Hakkında bir TAKRİZ” “HAKİKAT ÇEKİRDEKLERİ” ve en nihayetteki “HAKİKAT IŞIKLARI” manzumesi, yine Hz. Üstadımız tarafından ilhak edilmiştir.

LEM’ALAR: 8,9 ve 18’nci Lem’alar ve 26’ncı Lem’anın zeyli ve 27’nci Lem’a, Lem’alarda yoktur ve 28’nci Lem’anın da bir kısmı vardır. 29’ncu Arabî Lem’adan yalnız Allahu Ekber bahsi vardır. Bu da Hz. Üstadımızın tensibiyledir. Ve aynı şekilde tab ve neşredilmiştir. Hatta 3’ncü Şua olan Münacat Risalesinin Lem’alar mecmuasının sonuna ilhakı, yine Hz. Üstadımızın tensibiyledir.

ŞUÂLAR: Birinci Şuâ olan İşarât-ı Kur’aniye risalesi ve Beşinci Şua ve 8’nci Şua, Hz. Üstad’ın emriyle Şuaların sonuna konmuş ve İman ve Tevhid bahsine dair 2’nci Şuâ risalesi, Şuâlar’ın başında yer almıştır. 29’ncu Arabî Lem’anın ELHAMDULİLLÂH babının Abdülmecid Efendi tarafından yapılan tercümesi de, Şuâların en nihayetine yine Hz. Üstadımızın emir ve iradesiyle konulmuştur.

ASÂ-YI MÛSA: Hatt-ı Kur’anla yazılan ve neşredilen Asâ-yı Mûsa’nın sonundaki takriz ve lügatçe, yeni harfle tab edilen Asâ-yı Mûsada yoktur. Hz. Üstadın tensibi iledir. Bizzat Hz. Üstad, Ahmed Aytimura “Asa-yı Musa’nın birinci cildini neşret” diye emretmiştir.

İŞÂRÂT-ÜL İ’CAZ: Münafıklar hakkındaki 12 ayetin tercümesi de bizzat Hz. Üstadımızın emri icabı neşredilmemiştir. Hz. Üstadımız Said Özdemir’e de ayrıca münafıklar bahsini koymamasını ihtar etmişlerdir. Halbuki Hatt-ı Kur’an ile olan da vardır.

Kitabın nihayetinde konulan Garp feylesoflarının İslâmiyet hakkındaki müsbet beyanatları ve Mehmed Kayalar’ın müdâfaası da Hz. Üstadımızın tensibiyledir.

SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ: Hatt-ı Kur’an’la vaktiyle neşredilen Sikke-i Tasdik-ı Gaybî risalesinde bulunan 18 ve 28’nci Lem’alar yeni harfle neşredilende yoktur. Hatta 8’nci Lem’anın bazı kısımlarını dahi yine Hz. Üstad koydurmamıştır.

MESNEVİ-İ NURİYE: Hz. Üstadımızın biraderi tarafından yapılan tercümesidir. Hz. Üstad’a yanında bulunan hizmetkârları okumuşlar ve Hz. Üstadımızın emriyle, tensibiyle neşredilmiştir.

LÂHİKALAR: İlk Barla Lâhikası : Hz. Üstadımızın zamanında İstanbul’da teksirle basılan kısım, Isparta’dan Hz. Üstadın tensib ettiği şekilde İstanbul’a gönderilmiş ve tab’edilmiştir.

Yine Hz. Üstadımız elyazma Barla Lâhikalarını vaktiyle tashih ettiklerinde ehemmiyetli gördükleri mektubları işaretlemişler ve o işaretleri müvacehesinde seneler sonra daha geniş olarak Barla Lâhikası basılmıştır. Tashih edilen ayrı ayrı nüshalardan 3 ayrı yerde basıldığı ve Hulûsi ve Re’fet Ağabey’lere Hz. Üstadımızın gönderdikleri bazı güzel mektubları da ilave edildiği için, birkaç mektub fazla veya eksiği var suretinde tezahür etmiştir.

KASTAMONU VE EMİRDAĞ LÂHİKASI: Hz. Üstadımız, Küçük Ali Rahmetullahi Aleyh’in hattı ile yazılan Lâhika mektublarını baştan nihayete tashih etmişler ve neşr için Sıddık Süleyman’ın refika-i muhteremeleri ile Ankara’ya 1959 yılında göndermişlerdi. Evvelâ Kastamonu Lâhikası bilâhare 1’inci Emirdağ ve seneler sonra 2’nci Emirdağ Lâhikaları tab ve neşredildi.

Yalnız Küçük Ali (R.H.) efendinin yazdığı Lâhikalar, 1953 senesine kadar yazılan ve neşredilen Lâhika mektublarıdır. Ondan sonraki son Isparta hayatında olanlar yoktur. Buna binâen son Isparta hayatında Hz. Üstadın yazdıkları mektublar ve beyanlar 2’nci Emirdağın sonuna Hz. Üstad’ın hizmetkârları tarafından ilhak edilmiştir. Zaten onların bir kısmı, Tarihçe-i Hayatta ve Konferansta neşredilmişti. Hatta bu Lâhikalar, yalnız Hz. Üstad’ın mektublarıdır. Küçük Ali (R.H.) efendi yalnız onları yazmış ve böylece neşredilmiştir.

TARİHÇE-İ HAYAT: Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hz.leri hakkında ilk tarihçe-i hayatı, biraderzâdeleri Merhum Abdurrahman efendi tarafından devr-i Meşrutiyette İstanbul’da neşredilmiş. 1950 senesinde İstanbul Üniversitesi talebeleri tarafından “Dünya ilim ve irfan sahasına Türkiye’den bir güneş doğuyor.” başlığı altında bir Tarihçe-i Hayat teksirle neşredildi. Ve arkasından Sebilürreşad sahibi rahmetli Eşref Edip bey de aynı şekilde bir Tarihçe-i Hayat neşretti.

Bilâhare Hz. Üstadın hizmetkârları, Nur hizmetlerini de ihtiva eden bir Tarihçe-i Hayat hazırladılar. Ve Hz. Üstad’a takdim ettiklerinde, Kastamonu Hayatına Âyet-ül Kübra ve Münacât Risalesi ve Denizli Hayatına da Denizli hapsinde te’lif edilen Meyve Risalesinin (Tevhid ve Haşre dair) 6 ve 7’nci meselesini Hz. Üstad ilave ettirdiler. Hattâ yalnız hizmete müteallik hususlar yazılsın diye, harika ahval ve etvarından bahsettirmediler.

Hz. Üstadın Âyet-ül Kübra ve Münacât gibi İman-ı Billah’a ve Tevhide dair risalelerini  Tarihçe-i Hayata koydurmaları çok mânidardır ki: Risale-i Nur hizmeti ve Bediüzzaman denildiği zaman ezelî ve ebedî hakikat olan İMAN’a nazarlar çevrilsin.İşte ben oyum ve yalnız onun için çalışıyorum gibi mânalar bilinsin için her halde; ve fakat öyle bir İMAN-I TAHKİKÎ dersi ki: Kâinat tabakalarını ve asırları kucaklayan ve o vüs’atta iman dersini veren ve o dersde, bütün hakaik-ı Kur’aniyeyi ve İslamiyeyi de derceden ve en küçük bir İslâmî mes’eleyi kabule akıl ve kalbi müheyya eden bir ders…

Hz. Üstad, Tarihçe-i Hayat için 20 mecmua kadar ehemmiyeti var derdi ve Barla hayatının müstakil neşrini kendileri emrettiler.

Nur mecmualarının neşri ve içinde bulunmayan bazı kısımların durumları bu arzettiğimiz tarzdadır. Yoksa bunları neşretmemek için Hz. Üstadımızın emri ve tensibine riayetten başka hiçbir sebeb yok. Madem Hz. Üstad bu şekilde tensib ettiler, bizler de o tanzim ve tensibe sadakat manasiyle aynı neşriyatı devam ettirdik. Hz. Üstadımızdan beri devam edegelen o tanzim bozulmasın ve istikbal nesillerine kadar devam etsin diye aynı tertibi muhafazaya çalıştık. 

Neşredilen küçük risalelerin çoğu yine Hz. Üstad zamanındadır. Umum kardeşler Hz. Üstadımızın tarzını devam ettirmeyi bir sadakat borcu bilmektedirler. 

Ve Hz. Üstadımızı seven herkes, onun hayatının gaye-i asliyesi ve esası olan Risale-i Nur hakkında istikamet-i fikir ve hüsn-ü zannını muhafaza etmelidir. Öyle ulu orta, bilmeden, araştırmadan dilini ve kalemini hareket ettirmemelidir. Çünkü, vâkıa mutabık olamayan bir söz, hilaf-ı hakikat bir mana ve yanlış zan ve onların getireceği manevî tahribatın mes’uliyeti, sahiplerini dünya ve ahirette manen, maddeten perişan eder.

Nur risaleleri, çok ağır şartlar ve dehşetli hadiseler içinde, Lillâhilhâmd asliyetini tam muhafaza içinde defalarca neşredilmiş, dahil ve haricte yayılmasıyla Nur-u İslâmiyetin Âlemde yeniden ihyasına Kur’an namına vasıta olmuştur. Hz. Üstadımızın bir talebesinin vaktiyle Fihriste Risalesine bazı kelimeler ilavesine karşı : “Titremeliydiniz… Ben dahi kalem karıştıramıyorum.” İhtar ve ikazına yakinen şahid olan telebeleri, hiç ihtimal var mıdır ki, böyle en küçük bir tağyir ve tebdile rıza göstersinler veya teşebbüs etsinler.

Çok cüz-i olan nüsha farkları : Malum olduğu üzere: R. Nurun ilk telifi, 1926-1934 seneleri arasındadır. Sözler, Mektubat, 15. Lem’a dahil, Hz. Üstadın ikamete memur edildiği Barla nahiyesinde te’lif edilmiştir. 15. Lem’a Fihrist Risalesi olarak Barla’da son te’lifidir. Ondan sonra Isparta’da ikamet  ettiği dokuz aylık zaman içinde 16-26. Lem’aya kadar te’lif etmiştir. (Bunların bir kısmı daha önce te’lif ettiği kısımlar olup isim olarak Lem’alara dahil olmuştur.)

Sonra Eskişehir Mahkemesine sevk edilmiş ve hapiste 27-28-29-30. Lem’aları ve 2. Şuâ olan tevhide dair risaleyi te’lif etmiştir. 27. Lem’a Eskişehir müdafaasıdır. 1936 da Eskişehir hapsini müteakip Kastamonu’ya sevk edilen Hz. Üstad, orada Onuncu Şuâ’ya kadar olan risaleleri te’lif etmiştir. 11. Şuâ olan Meyve Risalesi ise, Denizli Hapsinde te’lif edilmiş ve Denizli Hapsinin bir meyvesi addedilmiştir.

Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde yetmiş talebesiyle beraber beraet eden ve temyiz mahkemesince beraeti ve bütün Risalelerinin iadesi tasdik edilen Hz. Üstad, Denizli’den sonra Emirdağ’ına nefy edilmiştir. 1948 senesi başına kadar Emirdağ’ında ikamet etmiştir. Burada Meyve Risalesinin 10 ve 11. mes’elelerini te’lif etmiştir. 20 ay mahpus kaldığı Afyon cezaevinde ise 15. şuâ olan Elhüccetüzzehra Risalesini te’lif etmiştir.

12-13. Şuâlar Denizli Müdafaası ve mektubları ve 14. Şuâ da Afyon müdafaası ve mektubları olarak Hz. Üstadın emriyle Şuâlarda yerini almışlardır.

Teksir makinesiyle ilk önce 1947 de Zülfikar Mecmuası ve Asa-yı Musa mecmuası, Siracin-Nur, Tılsımlar ve Sikke-i Tasdik-i Gaybi, (hatt-ı Kur’an ile) neşredilmiştir. Bilahare küçük Isparta ünvanını alan İnebolu’da, Hatt-ı Kur’an’la Zülfikar ve Asa-yı Musa’yı neşretmiştir. İnebolu aynı zamanda yeni harfle Asa-yı Musa’yı da neşretmiştir. Emirdağı Lahikasında Hz. Üstad, bu hizmetlerden sitayişle bahsetmektedirler. Bütün bu zikrettiklerimiz, lahikalarda mevcuttur.

Risale-i Nur’un te’lifinden ta 1956’ ya kadar uzun bir devrede Hz. Üstad, tashihat hizmetiyle meşgul olmuştur. Barla’da te’lif edilen 29’uncu Mektubun başında Hz. Üstad, bu hizmet hakkında şöyle demektedir: “Kardeşim, bu sene Elhamdülillah Risaleleri yazanlar pek çoğalmış. İkinci tashih bana geliyor. Sabahtan akşama kadar sür’atli bir tarzda meşgul oluyorum. Çok mühim işlerim de geri kalıyor. Ve bu vazifeyi daha azim görüyorum. Hususan Şaban ve Ramazan da akıldan ziyade kalb hissedardır, ruh hareket eder. Şu mes’eleyi azimeyi başka vakte talik edip, ne vakit Cenab-ı Hakk’ın Rahmetinden kalbe sünuhat gelse, tedricen size yazılır.”

Risaleleri yazanlar, Hz. Üstada gönderirler. Hz. Üstad da mütemadiyen tashihat vazifelerinde iştigal ederler. Anadolu’ya yayılan el yazması risale ve mecmuaların çoğunda Hz. Üstadın mübarek hattı ile bu tashihler göze çarpar. Ve bugün böyle Hz. Üstadın kalemiyle tashih buyurdukları nüshalar ellerde mevcuddur…

Ankara’da 1956 da matbaalarda tab edileceği zamanda Hatt-ı Kur’an ile yazılmış olan risaleleri daktilo ile yeni Türkçeye Rahmetli Binbaşı Hayri Bey yazmıştı. Ve cemaat halinde neşriyata yardım edilmişti. Risaleler forma forma basıldıkça Hz. Üstada gönderiliyor ve bu formalar Hz. Üstadımızın huzurunda Risalelerle karşılaştırılıyor, okunuyor, tashih edilip geri gönderiliyor ve böylece tab ve neşriyat yapılıyordu. Lillâhilhamd Ankara ve İstanbul’da neşriyat bu şekilde yapıldı. Yani her forma mutlaka, Isparta veya Emirdağı’na gönderilir. Hz. Üstad, yanındaki hizmetkarları ile beraber okurlar, mukabele ederler. Hz. Üstad ya dinler veya hatt-ı Kur’an ile olan nüshadan takip eder, tekrar basılan yere iade edilirdi. Bittabi o zaman en büyük mes’ele, Nur mecmualarının neşri idi.

Ve Hz. Üstad o günler için “Şimdi Risale-i Nur’un bayramıdır.” derdi… Sözler tab’a başlayınca, Hz. Üstad “Benim artık vazifem bitti Sözler’i bekliyorum” derdi. Sözler bitince de Mektubatı, Lem’aları, ta Sikke-i Tasdik-i Gaybi ve Şuâlara kadar o mecmuaların herbirisi için “Neşrini bekliyorum, vazifem artık bitti” buyururdu. Ve bu mecmuaların her biri için “On ordu kadar, bu vatana millete faydası var.” diye ehemmiyetini, faydalarını, defalarca her vesileye zikrederdi.

Tarihçe-i Hayatın neşri için “20 mecmua kadar kıymettardır.” diye beyanda bulundu. Barla hayatının müstakil bir Risale halinde neşrini de bizzat kendileri emretmişlerdir. Mecmualar forma forma okunduğu gibi, ciltlenip geldiğinde de baştan nihayete kadar defalarca okunmuştur.

Yukarıda zikredildiği üzere, Risale-i Nur’un te’liflerinden, ta matbaalarda neşredildiği tarihe kadar bir uzun devrede Risaleler hatt-ı Kur’an ile el yazması halinde çoğaltılırdı. Hz. Üstad, birer birer Risaleleri tashih etmişlerdir. Bu tashihatları hususunda lahikalarda çok yerde beyanları vardır. El yazısı ile olan Risalelerde, bizzat kendi kalemiyle tashihatta bulunduğu bazı kelimeler ve nadiren cümlecikler göze çarpmaktadır. Hz. Üstad, tashih yaparken başka bir Risale ile karşılaştırmaz, hafızasından yapar. Bazen kendi mübarek kalemiyle tashihat içinde, manayı daha da kuvvetlendirmek için midir, her ne hikmetse, kelimeler ilave etmiştir. Sonraki neşriyatlarda da bu kelimeler, Hz. Üstadın bizzat kendi hattı ile tashihidir diye ve mânayı daha da kuvvetlendiriyor niyetiyle neşredilmiş. Ve ayrıca ilk baskılarda, kelimelerin okunmasında veya terkiblerdeki noksanlarda sonradan düzeltmeler yapılmış. Bu sebepten nüsha farkları çok cüz’i de olsa meydana gelmiş…

Yoksa Nur talebeleri bir kelimeyi kasden değiştirmeyi en büyük ihanet telakki ederler. Ve Nur Talebeliği ile asla kabil-i tevfik olmayan manevi bir sukut bilirler ki, Elhamdülillâh, asla değiştirmek gibi sadakatle kabil-i tevfik olmayan bir şey vâki olmamıştır.

Yukarıda arz ettiğimiz bir ağabeyimizin Fihrist Risalesine bazı kelimeler ilavesiyle mânayı bozduğunu görünce, Hz. Üstad Zübeyr, Ceylan, Sungur, Bayram’ın yanında hiddetle: “TİTREMELİ İDİNİZ, ben dahi kalem karıştıramıyorum” diyerek Sünuhat-ı Kur’aniye ve İlham-ı İlahi eseri olan Nurların te’lifindeki tarzın, asla değiştirilmemesi lüzumunu ihtar etmişlerdi. 

Fihrist Risalesi, Hz. Üstadımızın tashihi üzere teksirle neşredilmiştir. İbrahim Fakazlı Ağabey naklediyorki: Afyon Hapsinde Rahmetli Ahmed Feyzi Ağabeyin Gençlik Rehberini sadeleştirme tarzındaki niyetini arz ettiğinde, Hz. Üstad, razı olmayıp, “Ancak o zaman benim imzamı değil, kendi imzamı atarsın.” şeklinde manidar bir cevapta bulunmuştur. Hz. Üstad eski âsârından “Aşâire cevap” olan  Münazarat Risalesi ile “Divan-ı Harbi Örfi” risalesinde 1950 den sonraki neşri zamanında ehemmiyetli tashihatta bulunmuş ve ona göre neşredilmiştir. Hatta 1953 te tashih edip neşredildikten sonra Divan-ı Harb-i Örfi risalesini yeninden yine tashih etmiştir. Ve kitabın başına şu cümleyi yazmışlardır.

Yarım asır evvel tab edilen bu müdafayı şimdi bu asra daha muvafık gördük. Güya o zamandan elli sene sonra bir hissi kablel vuku ile bir nevi ihbarı gaybi olarak hayatı içtimaiyeyi alakadar eden çok hakikatlara temas ettiğinden neşredildi.”

Hem aynı kitabın içinde : “Ey paşalar, zabitler; bütün kuvvetimle derim ki:

Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikta nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, asr-ı saadet mahkemesinden adaletnâme-i Şeriatla dâvet olunsam, neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcââtının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üçyüz sene sonraki tenkidât-ı ukala mahkemesinden tarih celbnâmesiyle celb olunsam, yine bu hakikatları tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Demek “Hakikat tahavvül etmez, hakikat haktır.” denilmektedir.

Meşrutiyette şarkta aşiretler arasında seyahatındaki derslerini veya Divan-ı Harb-i Örfi deki müdafasını, 1950 den sonraki zamanda Âlem-i İslâm’a ictimaî dersler manasında ibraz ederken, İslam kavimlerinin heyet-i umumiyesini muhatab ittihaz ettiğinden elbette bazı kelime libaslarında tashihat yapması kadar makul, münasip ne olabilir? Zaten o dersler için “O zamandan ziyade bu zamanın dersidir.” diye defaatle ifadede bulunmuştur.

1951 senesinde Hz. Üstada Van’dan gönderilen Arapça Hutbe-i Şamiye’sini Emirdağ’ında tercüme ederken, biraz daha genişletmiştirki, 1911 de söylediği bu hutbe, hem 1950, hem 1980 den sonraki zamanların ve bütün İslam milletlerinin taze bir dersi olarak ehemmiyetini daima devam ettiregelmektedir.

Ey bu sözlerimi dinleyen bu camii emeviyedeki kardeşler ve 40-50 sene sonra Âlem-i İslam câmiindeki ihvân-ı Müslimin (kardeşlerim)…”

Ey bu Câmi-i Emevideki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonra Âlemi İslam Mescid-i Kebirindeki dortyüz milyon ehli iman olan ihvanımız.”   diye hayatı ictimaiye dersleri olan Hutbe-i Şamiye, Münazarat ve Divan-ı Harb-i Örfi gibi eserlerini , gelecek nesillerin nazar-ı dikkat ve irfanına arzetmektedir.

Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeliye seyahatı münasebetiyle Şark vilayetleri namına refakat ettiği yolculuğunda, iki mektebli mütefennin arkadaşlarının sordukları:

-Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?”

Suallerine verdiği çok mühim ve acip cevabını ihtiva eden Hutbe-i Şamiye’nin Zeyli Risalesi’ni bu zamanın efkârına sunarken :

Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım ve şimdi zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektebliler!.. Size de derim ki…”

Diye dersini ve hitabını daha da umumileştirmiştir. Ve inayet-i İlahiye ile bugün Risale-i Nur dersleri ve hakikatları bütün İslâm alemine, hatta topyekûn insanlık câmiasına bir ders-i ahlâk ve fazilet istikamet ve muvaffakiyet düsturlarını neşretmektedir. Bu da, Hz. Üstadın beyaniyle:

Risale-i Nur’un, Kur’an-ı Hakim’in bu asrın fehmine ve anlayışına bir dersi olması mazhariyetidir.” Cenâb-ı Hakk’a sonsuz hamd ü senalar olsun ki, bu dersler tesirlerini göstermişler ve Nur Talebeleri çok ağır şartlar altında inayet ve kerem-i İlâhî ile üstadlarının emir ve tavsiyelerine riayetle tevfik-i İlâhînin tecellisine nâil olmuşlardır.

Hz. Üstadın zamanından beri Nur’un dersinde, hizmetinde ve neşrinde bulunan kardeşlerin bir kısmı Lillâhilhâmd hayattadırlar. Ve hizmet-i Kur’aniyyeye ve Nuriyeye devam etmektedirler. Hz. Üstadın buyurduğu gibi, “Benim bir fâni dilime bedel, Risale-i Nurun yüzbin nüshalarının bâki dilleri susmaz, konuşur. Ve hâlis talebeleri, binler kuvvetli lisanlarla o kudsî ve küllî vazife-i Nuriyeyi şimdiye kadar olduğu gibi kıyamete kadar devam ettirecekler. ”

Lillahilhamd hizmet-i Kur’aniye ve İmaniye’de Cenab-ı Hak rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki, vefatım ile, o hizmet bir merkezde yapıldığına bedel, çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölüm ile susturulsa, pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler. Hatta diyebilirim : “Nasıl ki, bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sünbül hayatını netice verir, bir taneye bedel, yüz tane vazife başına geçer. Öyle de; mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vâsıta olur ümidini besliyorum!.. ” demektedir.

Hz. Üstad, bu ümit ve ricasının bir mektubunda, “Hiçbir mahviyet ve tevazu niyetiyle olmayarak bütün kanaatimle ilân ediyorum ki; Benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayatım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. İnayet-i İlâhiye ile bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde’ olmak için “Kur’an’dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur Risalelerini ihsan etmiş” diyerek kabul olunduğunu dile getirmiş, hayatının son senelerinde bizzat müşahede ederek tahdis-i nimet suretiyle ifade ve beyanda bulunmuştur.

                          Hz. Üstadın hizmetkârlarından     Sungur – Hüsnü – Bayram – Abdullah

www.NurNet.Org