Etiket arşivi: risale

Tedbir ve Tevekkül Arasında Korona

İslâmi literatürde bir tabir vardır; “beyne’l-havf ve reca”. Anlam olarak “Mü’min bir kimsenin kendini asla garantide görmemesi, Allah’ın rahmetinden de ümidini kesmeden yaşaması” olarak özetlenebilir.

Bu tabirin Âyet-i Kerîmelerden aldığını görmekteyiz. Şöyle ki; “Onlar, korkarak ve ümid ederek Rablerine ibadet etmek için yataklarından kalkarlar. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de Allah için harcarlar.” (Diyanet İşleri Meali Yeni, Kur’ân-ı Kerîm, Secde Sûresi, 16. Âyet Meâli) ile “Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin!” (Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Zümer Sûresi, 53. Âyet Meâli) âyetinden “havf” (korku) ve “reca” (ümid) arasında olmamız gerektiğini anlıyoruz.

Yukarıdaki âyetler ve çeşitli hadîslerden çıkarılan sonuç şudur ki; “Kul sıhhat halinde korkulu ve ümitli bulunmalı, havf ve recâsı birbirine eşit olmalı; hastalığı halinde de recâ (ümit) yönü kuvvetli olmalıdır.” (Nevevî, Riyazü’s-Salihîn Tercümesi, I, 479)

Risale-i Nur Külliyatı’nda da “havf ve reca” konusu ile ilgili şunlar geçmektedir; “Çünkü emn ve yeisin vartasına düşmemek hikmetiyle havf ve reca muvazenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast haletleri, celal ve cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatçe medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.” (Kastamonu Lâhikası, s. 13)

Bu tabirden ilhamla Koronavirüs için yapılacak şeyin “beyne’t-tedbir ve’t-tevekkül” olduğu kanaati hâsıl oldu. Yani tedbir ve tevekkül arasında. Bu da demek oluyor ki “Mü’min bir kimse bu virüse karşı tedbir alacak ve aynı zamanda da Allahu Teâlâ’ya tevekkül edecek.” Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Risale-i Nurda Tahrifat Yapıldımı Suallerine Cevablar

Risale-i Nurda Tahrifat Yapıldımı Suallerine Cevablar

( Abdulkadir BADILLI )

Üstadımız ahir ömründe külliyata; bizzat tashihat yaparak son şeklini vermiştir ve Latin harfleriyle tamamını bastırmıştır. Ancak bazı ağabeylere; kendi zamanında bastırmadığı bazı risale ve eserlerin sonradan neşredilmesine dair müsaadeleri olmuştur. Üstadın tarzına, tavsiye ve vasiyetine uygun olarak neşredilen eserler tahrif edilmiş anlamına gelmez. 

Tahrif; ortadan kaldırma, asıllarının yerine başka fikir ve düşünceleri ikame etme anlamına gelir.

Üstadın; kendilerine vasiyet ettiği ve eserleri neşretme müsadesi verdiği zevatın meşveretle yaptıkları neşir ve basma meselesi yukarıda izah edilen tahrif mana ve muhtevasına girmez. Bilakis, neşir, basım, yayım, tavzih anlamınadır. Ancak üstadımızın meslek ve meşrebine muhalif bazı cereyanlar var ki; onlar bazı cümle ve kelimeleri tahrif ederek külliyatı ve üstadı alet edebilirler. Bunlar maalesef mevcuttur. Bizlerin bu cereyanlara ve fraksiyonlara karşı dikkat ve itinalı olmamız icab eder. Bunlar ise; malum ve ekalliyet teşkil eden gruplardır. 

Klasik ve Orijinal hale gelmiş olan eserler âdeta her tarafta bulunmaktadır. Bu sebebe binaen, ne kadar menfi düşünceler, faaliyetler ve tahrifler olsa da; aslına zarar vermez. Çünkü bu eser; artık klasik hale gelmiş ve orijinal olarak dünyaya tamim edilmiştir. Artık iyileri kötülerden, faydalıları, tahrifat ve zararlılarından ayıracak olan; insanların muhakemesi, ciddiyeti, itinası ve hassasiyetidir.

Ortada Risale-i Nur lar tahfir olmuştur diye bir iddia var ve yıllardır devam ediyor. Bu iddiayı ortaya atan müddei konuşuyor. Delillerin tümü rivayet. Ve ravi kendisi. Üstadın, Muhammed sıddık bey ile ilgili iddia edilen rivayeti başta olmak üzere hiç bir rivayet için kaynak ve delil göstermemiz mümkün değildir. Baştan sona delil ve ispat mesleğini takip eden risalelerin, gizli bir şekilde bir çuvala konup ve Üstadın birinci derecede bir talebesi olmayan birisine gizli vermesi ile delilsizliğe mahkum edilmesini kabul etmek elbette kolay değildir.

Böyle bir iddia, muhtelif lahikalardan aldığımız aşağıdaki ifadelerle tamamen tezad teşkil etmektedir. Risale-i nur hizmetini ilgilendiren en ufak bir meseleyi dahi abilerin meşveretine havale eden bir Üstadın, hizmetin esası olan nur külliyatıyla ilgili en önemli bir meseleyi diğer bütün abilerden gizli bir şekilde halletmesini beklemek, üstadımızı çelişkili davranmakla ittiham etmek demektir ki; bundan da Allaha sığınırız.

Risale-i Nurlar, hiç bir şekilde değiştirilemez ve tahrif edilemez iddiasında bulunanlara da katılmak mümkün değildir. Ancak ortada bir sorun varsa cözüm yeri bellidir… Yoksa, bütün kamuoyunu meşgul etmek, hususen bu eserleri yeni tanıyıp samimiyetle okuyanların kafalarını karıştırmak, okumaktan uzklaştırmak, ne Risale-i Nur mesleğiyle ve ne de bir hizmet ehlinin ferasetiyle bağdaşmaz.

Üstada ait aşağıdaki ifadelere bakalım;

Bir mahrem risale vardı ki, o mahrem risalenin neşrini men etmiştim. “Öldükten sonra neşrolunsun” demiştim. Sonra mahkemeler alıp okudular, tetkik ettiler, sonra beraat verdiler. Mahkeme-i Temyiz o beraati tasdik etti. Ben de bunu dahilde âsâyişi temin için ve yüzde doksan beş mâsuma zarar gelmemesi için neşredenlere izin verdim. “Said, meşveretle neşredebilir” dedim. (Kastamonu Lah.)

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın iki yüz aksâm-ı i’câziyesinden nakşî bir kısmını gösterecek bir tarzda, Kur’ân-ı Azîmüşşânı, Hâfız Osman hattıyla taayyün eden ve Âyet-i Müdâyene mikyas tutulan sayfaları ve Sûre-i İhlâs vahid-i kıyasî tutulan satırları muhafaza etmekle beraber, o nakş-ı i’câzı göstermek tarzında bir Kur’ân yazmaya dair mühim bir niyetimi, hizmet-i Kur’ân’daki kardeşlerimin nazarlarına arz edip meşveret etmek ve onların fikirlerini istimzaç etmek ve beni ikaz etmek için şu kısmı yazdım, onlara müracaat ediyorum. (29. Mektup)

Asıl fikir sahibi, sizler ve Risale-i Nur’un has şakirtleri ve müdakkik naşirleri, meşveretle, hususan Ispartadakilerle, maslahat ne ise yaparsınız. (Emirdağ Lah.)

O amerikalı ehemmiyetli alim bütün Risale-i Nur u istese ve neşrine söz verse, sizin meşveretinizle bir mükemmel takım ona vereceğiz. (Emirdağ Lah.)

Yine Sual Ediliyor yahut İtiraz Ediliyor ki :

Üstadın yazdığı orjinal risalelerin birçok bölümünde ne yazıkki tahrifler yapılmış ve kürtlerle ilgili olan bölümler çıkarılmıştır  Ben bir kürt olarak Risalelerden kürt isminin dahi çıkarılmış olmasını kınıyorum.  Kürt ve kürdistan ifadelerini yerine koyun. Çünkü, Üstad,  risalede kendini kürdistanlı olarak tanımlıyor. 

cevabımız :

“Kürdi” ifadesi yerine, “Nursi”; “Kürdistan” yerine, “Şark” kelimelerini bizzat Üstadımız koymuştur. ..Mahkemelerde, yargıçlar bilerek ve kasdi olarak “Said-i kürdi” diyerek hitap ediyorlar.Zira onlar,  bunu kürtçülük şekline yorumlamak suretiyle insanları Üstaddan uzaklaştırmayı hedefliyorlardı.

Üstadımız ise, her seferinde bunu izah ediyor. Risalelerde tahrifat diye ifade ettiğiniz hususlar; bizzat Üstadın tassarrufundan geçen ve Üstadın değiştirdiği bu ifadelerdir. Bunun hikmeti ise birilerinin oyununa gelmemek için tedbir almaktı. Yoksa, hiç bir nur talebesinin, başka bir etnik kimliği ne inkar etmesi ve ne de ön yargılı davranması mümkün değildir.

(Asar-ı Bediiyyenin Osmanlıca İkinci Baskısının takdim yazısı olup, tadil edilmiş ve bu yeni harf baskılı Asar’ın ahirine ilhakı münasip görülmüştür.)

Osmanlıca birinci baskısının mukaddemesinde; kitabın muhtevası, neşrinin lüzumu, tesmiyesi ve Hazret-i Üstadın ondaki bazı Risaleleri üs­tünde yaptığı bir takım tasarruf ve tashihleri vesaire hakkında bir nebze izahat verilmiştir. Ancak kitabın birinci tab’ı ile intişarından sonra, geli­şen hadiseler ve ilk başlarda kitaba uygulanan bir çeşit ambargo ve ihti­yatî tedbirlerin ve bunların yanında Hazret-i Üstadın özellikle eski eserlerinden bazıları üzerinde -onun tasarruf ve tashihleri kat’î olduğu halde-menfî yönde devam eden dedikoduların mahiyetlerini gün yüzüne çı­karma hususunda daha biraz etraflıca izahat vermeye lüzum hasıl ol­muştur. İzahına gerek duyulan hususlar-üst cümlede işaret edildiği gibi— bir kaç maddedir. Bu maddelerin bir kısmı etraflıca, bir bölümü de az temas ile izahları yapılacaktır.

BİRİNCİ MADDE

Hazret-i Nur, aziz Üstadımızın eski eserleri de, yeni eserleri de serapa nur ve huzur vermektedirler. Çünkü menba’ları İslâm’ın aslî pınarıdır. Öyle olduğu için de, hiç bir zaman -başkalarında çoğu kez görüldüğü gibi- hissiyatın taşkın ve mütecaviz sâikiyle yazılmış değillerdir. Taşkın hissiyat karışmadığı için, daima sırat-ı müstakim sayebanlığı ve rehberli­ğinde neşv ü nema bulmuşlardır. Nitekim pişva-i ümmet olan o hazret, “İki Mekteb-i Musibetin Şehâdetnâmesi” eserinde, yani 31 Mart 1325 hadisesi münasebetiyle dehşetli olan Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesi pa­şalarına karşı son derece merdane müdafaatı içerisinde bu husus için şöyle demiştir:

«Ey paşalar zabitler! cemi-i kuvvetimle derim ki: Ceridelerde neşrettiğim umum makalatımdakı umum hakaika nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazî canibinden asr-ı saadet mahkemesin­den adaletname-i şeriatle davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatınm modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafına, üçyüz sene (1) sonra tenkidat-ı ukala mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam; yine bu hakikatleri -tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber- taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez, hakikat haktır.» (Asarı Bediiye sh: 422)

İşte Hazret-i Üstadın şu kat’î ifadesi, bizce mes’eleyi kökünden hal­letmiştir. Çünkü o, sırrınca, mutlak vâris-i Nebî olduğu için; havadan konuşmamak, hissiyatın taşkın tesirleri altında ifa­dede bulunmamak hakikatından nasib-i kâmili vardır.

Öyle ise o zat-ı kerim, 1908’lerde neyi konuşmuş, neyi yazmışsa, aynısıyla hak ve hakikat olduğu ve el’an da ve hatta kıyamete kadar da o hakikat, lüzum-u kat’îsinin bütün cihetleri ve çıplaklığıyla ortada olduğu gibi; o tarihten otuzüç yıl sonra, yani 1951’lerde aynı o hakikatleri, te­vessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamak, ya da hâs ve hu­sûsî iken, umumileştirmek ve bir nevi cüz’iyyetten külliyete çıkarmak gayesiyle ufak tefek bazı tasarruflarla yeniden tashih ederek neşrettiği şekliyle de elbetteki haktır, hakikattir ve yerindedir.

Mesela diyelim; eskide yazılmış bir eserinde hâs olarak “Kürd” kav­mine hitap ettiğinde, İslâmî milliyet çerçevesi içerisinde milliyetçilik hislerini tahrik edip intibaha getirmek niyetiyle; Rüstem-i Zâl ve Selahaddin-i Eyyübî’lerin isimlerini yâd etmiş iken; şimdi aynı o eserini yeniden neşrettiğinde, Türk kavmini de aynı hislerden uyandırmak için Barbaros Hayreddin Paşa ve Celaleddin-i Harzemşah vesairenin isimle­rini de (2) beraber zikretmesiyle, meselemizin özünü tebarüz ettirmekte olduğunu görüyoruz.

Yoksa, bazılarının zannı gibi; Hazret-i Bediüzzaman’ın eskideki nu­tuk, makale ve kitaplarının ihtiva eyledikleri büyük, derin ve zarurî olan o hakikatler, bilahere -az üstte izahı yapılmış tarzı ile- onun bazı tasarruflarına uğramış olmasıyla, arz-ı felata (yani çorak arazi) atılmış demek değildir. Bil’akis o eski eserlerinin dile getirdikleri aynı o hakikatler, bu­gün daha çok kuvvetlenmiş, şiddetlenmiş ve behemehal icabların ya­pılması zarurî hale gelmişlerdir.

Demek ki onlar, bugünkü halleri ile bir tevessü’ ve inbisat kaziyyesi mucibince bir yamalamaya tabi tutulması söz konusudur ve hususîlikten umumîliğe, cüz’îlikten küllîliğe terakki etme ve ettirme durumu vardır. Bu durumların icabına göre de, bir tasarrufu gerektirecektir. Nitekim de öyle olmuştur.

Hal böyle iken, Hazret-i Bediüzzaman’ın o eski eserleri bir çok yer­lerde ve kütüphanelerde ilk vaziyetleriyle ve kesretle bulunmaları karşı­sında, tasarruf ve tashih görmüş şimdiki durumlarını müdafaa ederken; bir sadakat ve emre itaat pozisyonunu aşırı derecede gösterircesine olan hâl ve hareketleri ile; o eskilerin ilk aslî vaziyetlerini adeta yanlış, ha­talı… hatta daha ötelere giderek muzır şeyler tarzında gösterircesine bir davranış göstermek, elbetteki çok yanlış ve aynı zamanda tehlikeli bir tahrik ve pek zararlı bir hâl olur. Bu halin ifratı neticesinde büyük tefrit­lerin doğmasına sebeb olduklarının farkında olmasalar da, vebalden kur­tulmuş olmayacaklardır. Zira kat’iyyen biliyoruz ki; Hazret-i Üstad es­kide yazmış ve neşretmiş olduğu o pek fevkalade mühim, ciddî ve muaz­zam hakikatlerden geri adım atmış değildir. Evet, her şeyini uhuvvet ve ittihad-ı İslama feda etmiş o aziz ve kerim Üstad, bu hususlarda elbetteki zamanın nezaketini düşünmüş ve ilcaâtını mülahaza etmiş olmasından; ehl-i gaflet olan siyaset erbabına ve dünyaperestlere, iman ve Kur’an hizmetinin selameti yolunda bir nevi taviz verme ve bir çeşit kamufle etme veya üstte izahı yapıldığı tarzda bir küllileştirme kaziyyesi mevzû-u bahistir.

Nitekim Hazret-Üstad, “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi” ese­rini tashih ve tasarruflardan sonra, son şekliyle tab’ettirmek için An­kara’ya gönderdiği zaman, onun başına şu yazıyı ilave etmiştir.

«Aziz Sıddık Kardeşim, bu tashihli tarzı hâs dostlar meşveretiyle tek­sir edebilirsiniz. Bu musahhahın bir suretini İnebolu’ya gönderip, eski harflerle kabil ise teksir edilebilir. Madem eski zamanda iki defa tab’ edilmiş, kimse itiraz etmemiş… Hem ilişmek ihtimali bulunan bazı keli­meler de değiştirilmiş ayn-ı hakikat bir risaleciktir. Hâs dostların tensibiyle, fakat sıhhatine tam dikkat etmek şartıyla neşredebilirsiniz. Eski zamandan ziyade bu zamanın tam bir dersi olabilir. Said-i Nursi»

Bu mevzuda pek mühim ve son derece ciddî bir husus daha vardır, o da şudur:

1908’lerden 1914’e kadarki geçen zaman akışı içerisinde gelişen ibret-âmiz hadiselerle ve Birinci Harb-i Umumî’nin tarrakalarının ihtar et­tiği derslerle; Hazret-i Üstadın o zamanlarda birinci derecede yürütmek istediği ve pek çok ehemmiyetle üstünde durduğu husus, Osmanlı camia­sında İslam milletlerinin ve Alem-i İslâmın içtimaî ve büyük hizmetleri merhalesini bir derece askıya almış ve ona, o günden itibaren artık üçüncü, dördüncü derecede bakarak, talî hizmetler sırasında bırakmış de­sek, yanlış etmiş olmayız tahmin ediyorum. Zira o zat, mezkûr zamanlar şeridine takılı olan hâdisatı ve içindeki esrarengiz ve desiseli inkılapları gördü, ibret ve ikaz derslerini aldı.. Ve bütün kuvvetiyle ve tamam kana­atiyle müslümanların iman ve akidelerinin takviye ve tahkim hizmetinin her şeyden önce elzemiyetini anladı ve bütün himmet ve gayretiyle ona el attı.

Hem İslâm milletlerinin tek ve yegane kuvvet kaynaklarının iman ve din kardeşliği içindeki tevhid ve ittihad olduğunu tamamıyla anladı. Bu­nun da, iman ve akideyi tahkim hizmetinden sonra, her şeyden önceki elzemiyetini gördü. Bu yüzden o koskoca Hazret-i Bediüzzaman, mezkûr iman ve İslâm hizmeti ve uhuvveti hizmetlerine çekirdeğinden başlamak üzere, bütün himmetiyle iman, akide, uhuvvet ve tevhid hizmetlerinin unvanı olan Nur Risalelerini te’lif ve neşretmeye mazhar oldu. Bu hizmetin dağdağasız ve selamet ile yürütülebilmesi için de, siyasî ve iç­timaî mes’elelerden tamamen elini çekti. Onun yerine iman ve Kur’an hizmetinin çerçevelediği hareketler yörüngesine girdi.

İşte, bu zaviyeden Üstad Bediüzzamana bakıldığı zaman, elbette de­nilebilir ki; Onun o eski mutasavver hizmetleri daima kendi makamında ve zemininde hak, lâzım ve yerinde olan şeyler olmakla birlikte, bunları bir kaç derece geri iten işler vardı ki; umum âlem-i İslâmı alakadar eden ve müşterek malı olan iman ve akideyi takviye hizmetlerinin dağdağasız yürütülebilmesi hatırına binaen, eskideki içtimaî hizmetleri askıya aldı. Yani bilfiil onları takibten bir derece geri kaldı. Hatta o eski hizmetleri­nin yeniden derhatır olup da, otuz-kırk sene sonra arasıra müteveccih ol­duğunda da, yine iman hizmetinin meslek ve meşrebine göre bir renk ve bir ayar verdi ve ona göre tanzim etti. Evet, bize göre şu birinci maddenin aslî izahının kısacası böyledir ve bu kadardır.

İKİNCİ MADDE

Bu madde; Allame-i bîadîl olan Hazret-i Bediüzzamanın eski ve yeni fikir, düşünce ve tedbirlerinin sabit ve layetezelzel değil de, belki (!) za­manlara ve şartlara münkasim ve tabi’ şeyler olduklarını, sözü, hâli ve davranışı ile iddia edenlerin yanlışlarını gösterme hakkındadır, şöyle ki:

Görüyoruz ki, bazı kimseler kalkıyor; (zeka ve ilminin belli bazı hududlarla çevrili olduğunu bilip düşünmeden, yani daha doğrusu had­dini bilmeden, Bediüzzaman Hazretlerinin istikbalî, içtimaî ve siyasî ted­birlerini ihtiva eden bazı sözlerini, kendi daracık kafaları ile yorumluyor, işlerine gelen tarafını alıp, pek hararetle ve hatta alet ederek kullanıyor. Amma hissine uygun gelmeyen, düşüncelerine uymayan tarafını ise, ya zamanlar ve devirlere bölüp te’vil ediyor, ya da vakti ve müddeti bitmiş eski şeyler olduğunun zehabına kapılıyor.. Hatta bunları iddia da edebili­yor.

Bu hususa bir misal vermek gerekirse, Hazret-i Bediüzzamamn eski eserlerinden “Münazarat” kitabında -ki bu kitabı Hazret-i Üstad Yeni Said diye tavsif ettiği zammında dahi inceleyip tashihlerden geçirmiş ol­masına rağmen- yazacağımız şeyin içindeki noktayı herhangi bir tasarruf ve tashiha tabi’ tutmadan ve aynen neşrettirdiği halde; mezkûr kişiler ise: “Bu mesele geçmiş zamanda tatbiki mümkün.. Ve fakat şimdiki halde uygulanmasıyla devletimizin birliğini bozar” diye hüküm koymuşlar.

Halbuki gerçek birlik ve hakikî ittihad ve tam muhabbet bu gibi iddiala­rının aksindedir. Yani Hazret-i Üstadın getirmiş olduğu tedbirinin aynen uygulanmasındadır.

ÜÇÜNCÜ MADDE

Birinci maddede işaret edilmiş olan Hazret-i Üstadın -özellikle- kendi eski eserleri üzerinde yaptığı bazı tasarruf ve tashihleri meselesidir.

Evet, benzeri tasarruf ve tashih kaziyyesi umum müellif ve musannıflarda görülmüş ve görülmektedir, ve bu yüzden bir çok kitap­larda nüsha farkları (3) düşmüştür. Hatta en mu’temet ve Kur’andan sonra en kudsî kitaplarda bile musannif veya müellifin bilahare yaptığı bazı ta­sarruf ve tashihlerinden dolayı nüsha farkları vücuda gelmiş ve bunlara sonradan işaretler konulmuştur.. Misal için, ilk tab’ edilen Sahih-i Buharî’nin ve Mecmuat-ül Ahzab’ta tab’edilmiş İmam-ı Ali’nin (R.A) Celcelûtiyesinin kenarlarında yazılmış nüsha farklarına bakılabilir. Hatta İmam-ı Şafi’î Hazretlerinin “Kavl-i Kadim ve Kavl-i Cedid” diye eserle­rinde büyük tasarruflar uyguladığı ulemaca meşhur ve ma’lumdur.

İşte, Hazret-i Bediüzzaman’da üstteki birinci ve ikinci maddelerde işaret edildiği üzere; kendi te’lifi olan eserlerinde, hususiyle eski eserle­rinin bazılarında bir takım tasarruf ve tashihleri vaki’ olmuştur. Ve bu kaziyye kat’îdir, şüphesizdir. Lâkin buna rağmen, Hazret-i müellifin mü­barek eli ve kalemi ile yapılmış mezkûr tasarrufların varlığı ortada iken; bazı insanları menfi yönden şüpheye sevk eden ve dedikodu içerisinde bırakan dâî ve sebeb bizce üç noktadır.

Birincisi: Kendisinin bizzat gözüyle görmediği bir şeyi -ne olursa olsun, kimden gelirse gelsin- kabul etmeme ve hatta inkâr etme cesare­tini göstermedir. O ise, hakikatte vaki’ olan müsbet bir işi, bir mes’eleyi; menfice inkar etmek için, bütün dünyanın her tarafını, her mekânı ve herkesi delik delik arayıp keşfettikten sonra, görülmezse “yoktur” diye­bilir. Müsbet şey ise, yani varlığı isbat ise, sadece o şeyin bir tekini, ya da o meselenin bir köşesini ibraz edip göstermekle, varlığı ispat edildiği için, davasını kolaylıkla ispat edebilir.

İşte bu esaslı kaide-i Şer’iye ve Nuriye, böylesi mes’elelerde daima kıstas ve ölçüdür ve öyle de olmalıdır. Ve bu kaide ve kıstas son derece keskindir, yanıltmaz. Şu mukaddememizin Hazret-i Üstadın bizzat kendi mübarek elleriyle değiştirdiği mühim bazı şeylerin klişelerini derc etmişizdir ki, şimdi halen bazı eşhasın dil ve hareketleriyle bu mev­zuda menfî yönden yapılan işâalar ile; bir çeşit vesvese ve şüpheler üre­ten bir ifsad mekanizmasının hüviyetini nasıl gösterdiklerini ispatlı şe­kilde ibraz etmektedirler.

Bu meselede ikinci mühim husus; Şer’an ve dinen iki şâhid-i âdilin müşahadeye dayanan ifade ve şahitlikleridir. Yani: İki şahid deseler ki: “Biz, evet gördük ki; Hazret-i Üstad şunları şöyle yaptı.” İşte iki şahidin birleşerek ve müşahadeye dayandırarak verdikleri bu ifade ve hüküm, hiç bir vesvese, zan ve şüphe ile zedelenemez. Üstelik o şâhidler Hazret-i Bediüzzaman gibi en keskin ve dûrbin manevî radarlara malik bir mane­viyat sultanının senelerce itimad edip, hâs hizmetinde bıraktığı ve manevî evlad kabul ettiği kimseler olsa!.. Evet, şu iki müsbet şer’î kaidelerden birisi; yapılmış bir şeyin vücudunu ispat eden en şeksiz vesikadır. İkincisi de: İki âdil şahidin ifade ve beyanları meydanda olduktan sonra, bütün dünya menfî yönden itiraz da etse, hakikatte ve şeriatça onun hiçbir de­ğerinin olmadığını ispat eden kat’î hükümdür.

Aman bütün bu şeksiz vesika ve kat’î hükümlere rağmen hiss-i inti­kamını ve adavet ve gayz ve tarafgirlik kinini tatmin etmek yönünde Şia mesleğini ihtiyar edip de, bu mesleğin sâliklerinin Kur’an’a ve sahabe-i Resulullah’a (A.S.M) dil uzattıkları gibi; şu her şeye itiraz eden ve bahanelerle teşkikât üreten mu’terizler yollarında devam ederlerse; hi­dayet ancak ALLAH’tandır, der ona bırakırız.

İkinci Nokta: Risale-i Nurun en ekmel ve en râsih ve en müstakim ve en hakikatli ve keşfiyatlı ilimlerine; ve en derin hakaikte ve Dinin en gizli sırlarında en nafiz ve keskin buluşlarına; ve sırat-ı müstakim-i Kur’ânî yolunda hikmet-i İslâmiyenin irşad ve tenviri çerçevesindeki en hakimane metodlarına tamamıyla âşinâ olmayan. veya Hazret-i Nur Üs­tadın meslek-i pâkine yeterince sadıkane intibak edemeyen, ya da ona kemaliyle gerdandâne-i teslim olamayan bazı kimseler; kafalarındaki ba­sit ilimciklerine göre hariçte, orada burada bazı malumat ve mes’eleleri toplar, getirir ve kendi zihninin bulanık ayinesinden baka­rak, onları en doğru ve hakikatli şeyler telakkî eder, gelir; Risale-i Nurun o meseledeki kafacığına uymayan hükmünü yanlış görür ve kendi ken­dine karar vererek der: “Risale-i Nûr’un burası tahriflidir.. Çünki benim bulduğuma uymuyor.” der. Evet, ben şahsen böylesi bîçare insanlara çok rastlamışımdır.

Bu meseleye bir misal olarak, Hazret-i Üstadın “İki mekteb-i Musi­betin Şehadetnamesi” eseri ilk matbu’ nüshasında “Biz ki Kürdüz, alda­nırız. Fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.” cümlesi bilahere Hazret-i Üstad tarafından şöyle bir tasarrufla tashih edilmiştir: “Biz ki hakikî müslümanız ilaahir…”

İşte bazı insanlar buna itiraz ediyor ve Üstadın tashihi değildir diyor. Çünki, hadis var: “Bir mü’min iki defa parmağını aynı deliğe sokmaz” hükmüne mugayir düşmektedir. Bu hadisin hükmüne göre, bir müslüman iki defa aldanmaz. Öyle ise bu tasarruf Üstadın olamaz” diye hüküm ba­sıyor.

Adam düşünemiyor ki; Kürd aldanırsa, -onun bu görüşüne göre-müslüman sayılmaması lazım gelir. Çünkü asıl matbu’ nüshada “Biz ki Kürdüz, aldanırız. Fakat aldatmayız.” dır. Sonraki tasarruf görmüş nüs­hada ise, “Biz ki hakikî müslümanız…” ifadesiyledir. Mânâsı da, “Biz Kürdler ki hakikî müslümanız” olur. Başka bir mânâ değildir. Ortada me­selenin bir kamuflaj durumu vardır.

İşte, tahrif teranesini kendilerine şiar edinenler iyi bilsinler ki; yap­tıkları iş, masum müslüman evlatlarının kalblerini Risale-i Nur’a karşı teşviş edip bulandırmaktan başka birşey değildir.

Hatta belki o körpe ve masum dimağların Nûr’a müştak duygularını haktan çevirmektir.

Bunlar eğer Şia’nın müfterî kısmının mesleğini şiar edinmemiş iseler; Risale-i Nur’un ailesi içerisinde bu mesele samimîce ve hususî olarak ele alınır, hakperestlik ve kavaid-i şeriata iltizamkârlık duyguları içerisinde tartışılır ve halledilir.. Ki zaten ortada halledilecek bir mes’ele de yoktur.

Bu fakir, bu meseleyi “Risale-i Nur’un Neşir Tarihçesi” eserimizde ve “Mufassal Tarihçe-i Hayat” kitabımızın son cildinin ahirinde ele almış ve tahlil ederek mahiyetini ortaya koymuşuzdur. İsteyenler bu eserlere bakabilir.

Üçüncü Nokta: Hazret-i Üstad tarafından bazı risalelerde yapılmış olan tasarruf ve tashih kaziyyesinin vuku’u, mahiyeti ve onun bu husus­taki izni hakkında bir nebze izahat vermeye dairdir.

Evet -yukarıdaki maddede geçtiği üzere- Üstadın gerek eski eserle­rinde, gerekse yeni eserlerinde bazı tasarruf ve tashihleri kat’iyyen vâki olmuştur. Bu tasarrufların en çoğu da eski eserlerinden olan “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi” eseri üzerinde görülmektedir. Zeten bu esere; -Hazret-i Üstadın ta o zamanlardaki bazı ifadelerinden anlaşıldığına göre- onu ilk neşreden muharrir ve gazetecilerin kelimeleri çokça karıştığı meselesi vardır. Mesela, Arapça El Hutbet-üş Şamiyenin bir zeyli olan “Teşhis-ül İllet” eseri son kısmında, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi kitabından bahsederken, dipnotta: “Maalesef heyecan o eseri teşviş ettiği gibi, matbaacı da onu tahrif etmiştir (4) demektedir.

Yine eski eserlerinden -yanılmıyorsam Sünûhatın- Birisinin arka ka­pağında eserlerinin isim listesi verilirken, bu kitap için “Gazetecilerin sözleri karışmasıyla bir derece müşevveş kalmıştır” demektedir.

Bu hâle göre, “İki Mekteb-i Musibet” eserine, o zamanlar onu neşre­den muharrirlerin edîbâne bazı tasvirleri ve fazla lügatçilik izhar eden kelimeleri karışmıştır diyebiliriz. Bundan dolayı olsa gerektir ki; Hazret-i Müellif 1950’lerden sonra, onu yeniden neşrettirmeye başladığında, ayrı ayrı zamanlarda bir kaç defa tashih ve tasarruflardan geçirdi. Tasarruf görmüş nüshaların tamamı bizde mahfuzdur.

Dördüncü Nokta: Hazret-i Üstadın mal sahibi ve müellif olarak kendi eserleri üzerinde yaptığı tasarruf ve tashihlerinin mahiyeti ise, az üstte bir nebze izahı geçmiş olan şudur ki: Umumileştirme ve küllileştirme ve benzeri olan durumların hikmetlerinden ileri gelmiştir. Bunun yanında o eserlerin ilk asıllarında aynı hakikat olan ağaçlarının çekirdeklik faziletleriyle devam edip kalırlar, ki bu iki durum arasında -evham, vesvese ve su-i zanlar müdahele etmemek şartıyla- fazla bir fark ve ayrı­lık yoktur.

Küllileştirme veya umumileştirme kaziyyesi dışında, bir de o eski eserlerin yönlerini Risale-i Nur mesleğine çevirme ve ona tabi’ kılma işi de vardır. Bu hususa Hazret-i Üstad bazı mektuplarında işaret buyur­muşlardır. Yani: Üstadın eski Said tabir ettiği kendi gençliği yıllarında gerçekleştirilmesine çalıştığı içtimaî ve millî mes’eleleri; Yeni Said fas­lında başlayıp açtığı iman ve Kur’an hizmeti mesleği, umum Âlem-i İslâmın müşterek malı olan iman ve akide esaslarını ispat etme ve yayma; Ve uhuvvet-i İslamiye ve Ittihad-ı İslamı hedef alan mes’eleleri perçin­leştirme gibi büyük ve geniş ve birinci derecede lazım mes’eleleri engel­siz yürütmesi bakımından, eski hizmetleri üçüncü ve dördüncü plana bı­rakması vaziyetidir.

Bu meseleye dair Hazret-i Üstadın bir mektubundan bir pasaj arzetmek istiyorum, işte: “… Hususan eski Divan-ı Harb-i Örfîdeki müdafaatım, Risale-i Nur mesleğine uymayan bazı cümleleri tayye­dilsin…” (Elyazma Emirdağ-I, S: 215)

Beşinci nokta: Hazret-i Üstadın gerek eski eserlerinin, gerekse Ri­sale-i Nur olan yeni eserlerinin bazı yerlerinin tayy, ıslah ve tashih etme yetkisini talebelerine çokça verdiği hususudur ki; Risale-i Nur’da ve hu­susiyle lahika mektuplarında bu izin numunelerinin mevcudiyeti, bu eserlere aşina olan kimselerin malumudur. Lâkin burada çok mühim ve kritik bir nokta vardır ki; herhangi bir maslahat, icab veya zaruret karşı­sında Nur talebelerinden yüksek seviyeli ve âşinâ sınıfının bazı tasarruf­ları olmuşsa da, bunların hepsini mutlaka Hazret-i Üstad görmüş ve bakmış; ya tasdik veya tashih ederek neşrettirmiş olduğu yerlerdir. Bun­ların haricinde yoktur ve olamaz.

Demek ki; Hazret-i Üstadın o gibi izinleri -yukarıda geçen bir mektu­bundan verilen pasajının numunesinde görüldüğü gibi- onun hayatta ol­duğu zamana ve mutlaka nazarında geçtiği şeylere aittir. Amma Hazret-i Üstadın vefatından sonra – ki Nurlar tamamen kemalini bulmuş, tashih ve tasarruf meselesi bütünüyle sona ermiştir., herhangi bir kimse; bilmem edebiyatmış, şuymuş, buymuş gibi sebeblerle Nurların bir tek cümlesini, hatta bir noktasını tashih veya ıslah gayesiyle tebdil edemez., nerede kaldı, başka niyetler!.. Zira ki Hazret-i Üstad hayatta değildir ki görsün, kontrol etsin, tashih veya tasvib etsin. Öyle ise, dar-ı dünyada Hazret-i Müellifin maddî varlığı yok ise, Nurlarda -bir asl-ı tashih-i Üstadîye da­yandırmadan – yapılacak herhangi bir tebdil veya tağyir velev bir tek harf olsun, elbette ve hiç şüphesiz kabih bir tahriftir, çirkin bir bid’attir.

Bakınız, Hazret-i Üstadın kendi sağlığında, bazı durumlarda bir kısım eski eserleri için talebelerine verdiği tasarruf iznini sarihan gösteren bir çok mektuplarından ezcümle şu tek bir mektubu içerisindeki bir parçasını takdim edelim:

 “… Fakat oniki adet parçalarda, (Tarihçe-i Hayat için hazırlanan Nur’un parçaları) onlar münasib görmedikleri cümleleri kaldırma­sına onlara izin veriyorum ve ıslahı da onlara havale ediyorum…” (Elyazma Emirdağ-I s: 215)

NETİCE

1-  Hazret-i Müellif kendi eserleri üstünde istediği kadar tasarruf ve tashih etme selahiyetine-şer’an ve aklen ve örfen-sahip olduğu için; özel­likle eski eserlerinin bir kısmının bazı yerlerini tasarrufla tashih etmiş ol­duğu kafidir, şüphesizdir.

2-   Şu mukaddemenin nihayetinde klişelerini vereceğimiz Hazret-i Bediüzzamanın kendi kalemiyle olan tasarruf ve tashihlerini gösteren numunelik belgelerle; ilk asıllarıyla farklılıkları göze çarpan sair yerlerin tamamının da müellifi tarafından tashih görmüş olduklarını gösterir. Ya da hiç olmazsa, hayatında onun emri ve izni dahilinde bazı yerlerde ufak tefek ta’dilat yapan talebelerinin yaptıklarını görmüş olan Üstadın tasdi­kini ifade eder. Zira o gibi yerler, Hazret-i Üstadın sağlığından beri neş­redilip gelen yerlerdir.

Evet, Hazret-i Üstadın bu tashih ve tasarruflarının zahir ve ayan – beyan numunelerini gösterdikten sonra, müsbet meseledeki şer’î ispat hakikatim ortaya konmuş oluyor. Amma menfiliğini ispat için -az üstte arz olunduğu veçhiyle- bütün dünyayı ve bütün herkesin kütübhanelerini arayıp taradıktan sonra, görülmediği zaman belki diyebilir ki: “bu yok­tur”. Aksi takdirde iddiaları hezeyanvâri şeylerle bir boşboğazlıkta kal­mayıp, fesad ve ifsad hududuna dahil olmuş olur.

3- Hazret-i Üstadın vefatından sonra, Nur naşiri bazı zatların bizzat itirafları ile, Nurların onbir yerinde yaptıkları basit, bazı tasarrufları; Envar Neşriyatça düzeltilmiş ve sona ermiştir. Buna rağmen bazı yayı­nevleri o hatalı ve basit yanlışlıklarında devam ediyorlarsa; haksızlıkta, münasebetsizlikte ve hatalı yolda ısrar ediyorlar demektir. Temennimiz, bir an evvel dedikoduya ve serrişte-i bahaneye medar olmuş olan o yan­lışlıkların düzeltilmesidir.

4- Hazret-i Üstadın kendi elleriyle üstünde bazı tashih ve tasarruflar icra ettiği aynı eserlerinin ilk asıllarını tamamen yok etmeye, yok saymaya veya ortadan kaldırmaya dair herhangi bir hareketi, emri, işareti ve ifadesi mevcut değildir. Öyle ise, bizim de o eski asılları yok etmeye veya yok saymaya haddimiz ve hakkımız değildir. Her iki tarzını da -eğer Üstada sadık talebe isek- kabul edip, hırz-ı cân etmeye mecbur ve mükellefiz.

5- Hazret-i Üstad kendi eski eserlerinden bazılarını alıp tashih ederek ve Risale-i Nurlarla birleştirerek, beraber neşrettiği halde, bir kısmına da hiç dokunmadan ilk asılları ile bırakmıştır. Mesela: Türkçe olan “Lemaat, Münazarat, İki Mekteb-i Musibet ve Muhakemât”ı ve bunlarla beraber eski olan bazı nutuk ve makalelerini ele alıp, gözden geçirip neşrettirdiği halde; Sünûhat, (sünûhattan olan rüyada bir hitabe bölümü hariç) Tuluat, Rumuz, İşârât ve Şuaât” gibi diğer eserlerine ve bunlarla birlikte bir kaç nutuk ve makalesine dokunmadan öyle bırakmış, neşrettirmemiştir. Amma Arapça eserlerinden El Mesneviy-ül Arabî Mecmuasına dahil et­tiği parçaları -bir iki zeyl müstesna- ve fakat hepsini önemle ele almış, okumuş ve bazı tashihlerden geçirdikten sonra; Türkçe olan “Nokta” ri­salesinin baş kısmıyla birlikte neşrettirmiştir.

Keza, eski eserlerinden Arapça “El Hutbet-üş Şamiye”yi fazla ehemmiyetine binaen, önemle ele almış ve bizzat Hazret-i Müellif ken­disi onu Türkçe’ye tercüme etmiş ve neşrettirmiştir. Bir müddet sonra da, kendisinin Türkçe’ye çevirmiş olduğu Hutbe-i Şamiye’sini küçük kardeşi molla Abdülmecid’e tekrar Arapça’ya çevirttirmiştir. İşarât-ül İ’caz ese­rini zaten hem Arabî aslını hem de Molla Abdülmecid’e tercüme ettirdiği Türkçe’sini ve ayrıca Mesnevi-i Nuriye’yi ve onun Türkçe tercümesini neşrettirmişlerdir.

VE TEKNİK BAZI DEĞİŞİKLİKLER

Asâr-ı Bediiyenin şu Osmanlıca ikinci tab’ında ve şimdi yeni harfle olan 3. baskısında içindeki risale ve makaleleri tertip ve muhtevaca -lüzumuna binaen- bazı değişikliklere tabi’ tutulmuştur, şöyle ki:

1- Osmanlıca Birinci ve ikinci tab’ında, içinde Arapça “Kızıl icaz” ve “Arabî Münazarat” ve “Arabî Muhakemat” ve “Arabî Hutbe-i Şamiye” ve “Arabî Hutuvat-ı Sitte” eserleri dercedilmişken, bu yeni harf baskıda konulmamıştır.

2-  Makaleler kısmı, bu baskıda, eskideki ilk neşir tarihlerine göre sı­ralanmaları yapıldığı gibi, pek mühim olan Hazret-i Üstadın dört beş ma­kalesi daha elde edilip eklenmiştir.

3-  Asar-ı Bediiyenin içindeki bütün risale, nutuk ve makaleler yeni­den ilk asılları ile mukabele edilmiş ve tashih edilmiştir.

4-  Kitapta görülebilen bazı nüsha farklarına bu yeni baskıda, dipnot­larda işaretler edilmiştir.

Böylece, dünyalar kıymetinde olan Asar-ı Bediiyenin bu defaki tab’ı, biiznillah mükemmel bir tarzda, hakikat ve Nur müştakı kardeşlerimizin ve bütün ehl-i imanın ellerine verileceğine rahmet-i ilahiyyeden ümitvârız. Aynı zamanda ilk baskısı sırasında -yanlış bir vehme binaen-koparılan yersiz velveleler, inşaallah şimdi zail olmuş olarak, erbâb-ı irfanın ve hususiyle müştak Nur talebelerinin serbestçe mütalaa, tefeyyüz ve istifadelerine takdim edilmiş olacaktır.

15 Safer 1418-21 Haziran 1997

ABDULKADIR BADILLI

www.NurNet.org

Bir yaprak misali hayat

Kâinatta yaratılmış tüm mevcudatın bir lisan-ı hali [1] vardır ve bizlerle bu lisan-ı halleri ile mesajlar verirler. Mevcudatın lisan-ı halini anlamaya çalışmak dinimizin ibadet saydığı bir ibadettir aslında. Biz buna tefekkür ile mevcudata bakmak da diyebiliriz. Tefekkür âlemi bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Çünkü tefekkür ettikçe iman hakikatlerinin kapıları da aralanmaya başlıyor ve kişi iman meyvesinin hakiki lezzetini tüm benliğinde hissedebiliyor. Bu sebeple bir ağaç, bir yaprak, bir karınca v.s. eğer bunların lisan-ı hallerini idrak edebilirsek, her biri tefekkür âleminin ayrı hazineleri olduğunu göreceğiz. Mesela bir yaprak bize ne anlatmaya çalışır, bir yaprağa bakınca ne görürüz, onun hal dinli nasıl okuruz? Bu soruların cevapları üzerinde tefekkür edip düşününce ortaya hakikat manaları çıkıyor.

Bir yaprak, çoğu şiirlere ve yazılara konu olmuştur. “Bir yaprak misali gibidir ömrüm, dalımdan düşüp savruldum” gibi buna benzer cümleler ile belki fanilik anlatılmıştır. Fakat çoğu yerlerde de yok oluşa örnek olarak verilmiştir.

Belki de “bir yaprak misali ömür” hep yanlış anlaşıldı; dalından düşüp yok oluşa sürüklenmek diye hep ifade edildi. Fakat işin aslı öyle midir? Değildir elbet. Çünkü yokluğa gitmek yoktur. Bakalım bir yaprak kendi lisanı-ı haliyle bizlere neler anlatacak? O vakit şimdi bir yaprağın hal dili bize söylediklerine kulak verelim ve bir tefekkür yolculuğuna çıkalım;

“Bir baharın çiğ düşmüş sabahında gözlerim dünyaya açıldı. Küçücüktüm. İlk olarak beni sıcacık gülümsemesiyle güneş karşılardı ve içim huzurla dolardı. Her sabah güneşin gülümsemesini beklerdim. Onun sıcak kucaklamasıyla uyanır, her gün biraz daha büyür ve biraz daha göğe doğru başım uzanırdı. İlk zamanlar etrafa manasız bakar ve kendimi tanımaya çalışırdım. Neyim ben? Kimim ben? Neden varım? Her gün bu güneş ile beni kucaklayan ve bana sevgisini gösteren kimdir? Başımı göğe kaldıran ve gökyüzünün maviliğini bana gösteren kimdir? Tüm bu olaylara hayret ederdim. Büyüdükçe düşüncelerim ve aklıma takılan sorular daha da çoğaldı. Yanımdaki çoğu arkadaşlarımda benimle aynı düşüncedeydiler. Onlarda merak ediyor ve benim gibi sorular soruyorlardı. “Neden varız? Niçin buradayız? Nereye gidiyoruz? Sonumuz ne olacak?”

Günler, aylar böyle geçti. Artık sabahları güneşin sıcak gülümsemelerini göremiyordum. Bulutlar kaplamıştı tüm gökyüzünü. Bazen sert rüzgarlar esiyordu, adeta bizi dalımızdan koparıp uçuracak gibiydi. Gittikçe böyle günler çoğaldı, fırtınalar, yağmurlar… Uzun zaman sonra kimi arkadaşlarımız güçsüz, kuvvetsiz ve benzi sararmış hale geldiler. Telaş içindeydiler. Çünkü artık dalından düşme vakitleri yaklaşmıştı. Bende artık onlar gibi olmaya başlamıştım. Altımızda olan toprağa doğru boyunlarımız bükülmüştü. Aradan günler geçti, yine sert rüzgarlar esmeye başladı. Güçten ve kuvvetten düşen arkadaşlar istemeyerek dalından ayrıldılar ve toprağın bağrına düşmeye başladılar. Hayır, bu böyle olmaz, hayatımız bu kadar kısa ve anlamsız olamaz. Niye var olduk? Neden dalımızdan kopuyoruz? Amacımız neydi? Tüm bunların bir cevabı olmalı… Derken diğer ağaçta dalından kopmak üzere olan yaşlı ve bilgin bir yaprak seslendi; “Hey arkadaşım! Merak etme, tasalanma, sen yokluğa gitmiyorsun. Düşeceğin toprakta yok olmayacaksın; orada zamanla yeni yapraklara, yeni ağaçlara veya bitkilere, seni var eden sana yeni bir hayat verecek. Çünkü bu kâinatın sahibi çok şefkatli çok merhametlidir.” dedi.”

Ey bir yaprağın hal dili ile bizlere söylediklerini dinleyen dost! Yaprak, lisan-ı haliyle bizlere şunu ifade eder: “Bizim gibi en edna yani önemsiz sayılan bir yaprak bile çürüyüp yok olmazken, bunca mahlûkat nasıl yokluğa gidebilir? Hele insan gibi mükemmel yaratılmış bir varlık nasıl olurda yokluğa ve hiçliğe gidebilir.” Evet, yokluğa ve hiçliğe gitmeyen insanın bir amacı olmalı; çünkü kâinatta hiçbir varlık boşuna yaratılmamıştır. Zira şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle[2] baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? [3] Der, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri.

Ey dost! Öldükten sonra çürüyüp yok olmayacaksın. En önemsiz sandığımız küçücük bir tohum bile toprak altında çürümeye terk edilmiyor; vakti geldiğinde toprağın karanlığından başı çıkarılıp yeni bir hayat veriliyor. Allah (cc) şu âlemde en önemsiz sandığımız bir tohumu bile toprak altında çürümeye, yokluğa, karanlığa ve hiçliğe bırakmazken, insanı nasıl bıraksın? Öldükten sonra ebedi bir hayat için diriltileceğiz. Dünyada sergilediğimiz amellerimize göre Allah’a (cc) hesap verip ebedi hayatımızdaki yerimize gönderileceğiz.

Tüm mevcudat hal dilleri ile bizlere hakikati anlatıyor, insana düşen vazife ise bu hakikate kulak vermeli ve hayatın gerçek manasını keşfetmeye çalışmasıdır.

İnsan ömrü, çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemleri de hikâyede anlatılan bir yaprak misali gibi değil midir? Vakti geldiğinde hayat dalından kopup toprağın bağrına düşeceğiz. Dünyadaki bedenimiz çürüyecek. Fakat yeni bir âlemde tekrar diriltileceğiz. Rabbimiz Hac Suresinde şöyle buyurur: “Ey insanlar! Öldükten sonra dirileceğinizden kuşku duyuyorsanız şunu unutmayın ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) açıkça gösterelim ve biz dilediğimizin rahimlerde belirli bir vakte kadar kalmasını sağlarız, sonra sizi bebek olarak çıkarırız ki daha sonra yetişkinlik çağınıza erişesiniz. İçinizden kimi erken vefat ettirilirken kimi de önceden bildiklerini bilmez hale gelinceye kadar ömrün en düşkün çağına eriştirilir. Öte yandan yeryüzünü kupkuru ve cansız görürsün; üzerine yağmur indirdiğimizde ise (bir de bakarsın) canlanıp kabarır ve her cinsten güzel bitkiler çıkarır.” [4] “Bu böyledir, çünkü Allah hakkın ta kendisidir, O ölüleri diriltir ve O’nun her şeye gücü yeter.” [5] “Kıyamet vakti şüphe yok ki gelip çatacaktır ve Allah kabirde yatanları diriltecektir.” [6] Ayetleri kesin olarak tekrar yeni bir âlemde diriltileceğimizi açık ve net ifade etmektedir.

Bu dünya bir imtihan meydanıdır ve her şeyin bir yaratılış amacı vardır. O vakit insana düşen en önemli vazife ve en önemli iş, hayatın gerçek manasını anlamaya çalışması olmalıdır. Sınava girdiği halde sınavın idrakinde olmayan ve sınavın manasını çözemeyenler girdiği sınavdan hiçbir şey anlamadan başarısız olarak çıkar. Sınavın hakikatini ancak sınavı geçenleri görünce anlar; fakat o vakit çok geç kalınmış olunur. Çünkü sınavı geçenler hayatın güzel mertebelerine atanırken geçmeyenler ise pişmanlıkla kıvranır durur. Bu misal gibi insanda hayatın gerçek manasını anlamaya çalışmalıdır. Hayat nedir? Amacımız nedir? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Niçin gidiyoruz? Gibi soruların gerçek manasını anlamaya çalışmalı ve hayatını hayatın gerçek manasına göre yaşamalıdır. Hayatımızda yapabileceğimiz en anlamlı iş, hayatın manasını anlamaya çalışmaktır. Aksi halde hayatımızın manası olmaz. Neden olmaz? Çünkü insan kendini tanımadan, Rabbini tanımadan yaşanılan bir hayatın ne anlamı olabilir ki…

Ey dost! Hayatın hakikatini her an idrak edebilmek için Rabbimizin “Oku” emri ile şu kâinata tefekkürle bakmalıyız. Hayatın hakikati ise Kur’an ve Sünnete göre yaşamaktır. Çünkü ihmal edildiği vakit, bu ahir zamanda kişiyi gaflet hayatına sürükleyip ahiretini aklına getirmeyecek sayısızca oyalanma vardır. Dünya ile oyalanıp da ahiretimizi unutanlardan olmamak duasıyla.

Mehmet Kazar

[1] Lisanı Hal: Risale-i Nur Külliyatında çokça geçer. Lisan-ı hâl, sözlüklerde “hâl dili” olarak geçer. Hâl kelimesi ise vaziyet, görünüş, tavır, suret, keyfiyet anlamlarına gelir. Yani “Bir şeyin görünüşü ile bir mana ifade etmesi”dir. Yine başka bir tarifte ise “Akılları gözlerinde olan avama ders veren fiil” olarak geçmektedir.

[2] Nazar-ı Hikmet: Hikmet Bakışı, Varlıklardaki anlam ve ince sırları araştıran bakış

[3] Risale-i Nur Külliyatından – On Dördüncü Sözden.

[4] Hac Suresi 5. Ayet

[5] Hac Suresi 6. Ayet

[6] Hac Suresi 7. Ayet

Me’yusiyetin Tiryakı Ümittir

Me’yusiyetin Tiryakı Ümittir

     İnsanlar, hilkatinde ekseriyetle eşit olarak yaratılarak dünyaya gelir. Bazıları ibret için farklı gelebilir. Allah (cc)’nün kainatta koyduğu bu kanunlara adetullah/tekvini kanunlar/şeriat-ı fıtriye gibi isimler verilmektedir.

     Biz adetullah olarak ele alalım. Adetullah herkese dünyada aynı işler. Mesela bıçak herkesin elini keser, yüksek bir yerden düşmek veya atlamak ölüm veya sakat kalma riskini beraberinde getirir. Bir işi yapmayı planlayan birisi adetullah kanunlarına uygun hareket ederse genellikle başarılı olur.

     Her insan aynı istidatlarda dünyaya gelmişken, fıtrat programına yerleştirilen istidatlarını gerekli eğitimlerin alınmasıyla ve o istidadların kabiliyete inkılab etmesiyle insan terakki eder. Mesela herkeste doktor, mühendis.. olma istidadı var. İnsan bu istidatlarını geliştirirse doktor, mühendis.. olabilir. Ama üzerine düşmez ve gerekli eğitimleri almazsa o istidatlar körelir ve kabiliyete inkılab etmez.

     İnsandaki latifeleri ve bunun içerisinde olan duyu organlarının da yanlış kullanılması genelde adetullah çerçevesinde peşinen karşılığını almaktadır.

     Ümit de bu latifelerden birisidir. İnsan bu ümit latifesini doğru kullanırsa daima bir terakki tablosu gösterirken ümidini, şevkini kaybedenler terakki yerine tedenni baş gösterir ve insanın terakkisi yavaş yavaş tedenni eğilimi gösterir. Yeis ve ümit her şeyde insanın karşısındabir yol ayrımıdır.

   “Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir. İşte himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedid olan yeis rast gelir. Kuvve-i maneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı لَا تَقْنَطُوا kılıncını istimal ediniz.”[1]

     “O yol ise, hayat yoludur ki; âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider.”[2]

     İnsan da hayat yolculuğunda ebedi alemlere giderken o alemin rengini, şeklini dünya sahnesindeki faaliyetleri teşkil ettirecektir. Bu sebeple insan ahrette karşısına ne çıkmasını istiyorsa burada onu hazırlamalıdır. Unutulmamalıdır ki, istikbal, mazinin aynasıdır.

     Hayat faaliyeti ve hareketi içinde insan adetullaha muvafık hareketini ifa ve icra ederken şevkini yani ümidini de kaybetmemesi lazım. Yoksa hayatta başarısızlıktan başka bir şey elde edemeyecektir. İnsanın en tehlikeli engeli ise yeistir. Yeise duçar olan insan manevi destekten mahrum kalmasıyla istidatlarını inkişaf ettiremeyecektir. Yeise karşı ümit ile mukabele edilmelidir.

     Rabbim yeisten emin, pürşevk ile ümitvar olanlardan eylesin. Amin

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 

[1] Münazarat ( 54 )

[2] Sözler ( 18 )

Kaynak: NurdanHaber

www.NurNet.org

işarat-ül i’caz Risalesi Hakkında . .

Tenbih

İfadetü’l-Meram

Kur’ân Nedir, Tarifi Nasıldır ?

Fatiha Sûresi

Bakara Sûresi

 1. âyetin tefsiri: “Elif, Lam, mim”  Sûrelerin başlarında bulunan mukattaa harf­lerine ait açıklamalar.


2. 
âyetin tefsiri: “Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir.” (Bakara Sûresi, 2:2.)


3.  
âyetin tefsiri: “O takva sahipleri ki, görmedikleri halde Allah’a ve Onun bildirdiklerine îmân ederler, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık ola­rak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar.” (Bakara Sûresi, 2:3.)


4. 
âyetin tefsiri: “Onlar sana indirilen Kur’ân’a da, senden önceki peygamber­lere indirilen kitaplara da inanırlar. Onlar, âhirete de kesin olarak iman etmiş kimselerdir.” (Bakara Sûresi, 2:4.)


5. 
âyetin tefsiri: “İşte, Rablerinin gösterdiği doğru yol üzerinde olanlar onlar­dır. Dünya ve âhirette saadet ve kurtuluşa erenler de onlardır.” (Bakara Sûresi, 2:5.)

 

6.  âyetin tefsiri: “İnkâr edenlere gelince, sen onlan inkârlarının akıbetinden sakındırsan da birdir, sakındırmasan da. Onlar inanmazlar.” (Bakara Sûresi, 2:6.)

 

7.  âyetin tefsiri: “İnkârlarında ısrar ettikleri için Allah onların kalblerini de, kulaklarını da mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de, hakkı görmelerine mâni bir perde vardır. Âhirette ise onlann hakkı pek büyük bir azaptır.” (Bakara Sû­resi, 2:7.)


8. 
âyetin tefsiri: “İnsanlardan bir kısmı da, mü’min olmadıkları halde, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’ derler.” (Bakara Sûresi, 2:8.)

 

9-10. âyetin tefsiri: “Allah’ı ve mü’minleri güya aldatmaktadırlar. Halbuki onlar yalnız kendilerini aldatırlar da farkında bile olmazlar. Onlann kalblerinde nifak hastalığı vardır. Âyetler peş peşe inip İslâm inkişaf ettikçe, Allah da onlann o hastalıklannı arttırmıştır. Âyetlerimizi yalanlayıp durmaları yüzün­den onlara pek acı bir azap vardır.” (Bakara Sûresi, 2:9-10.)

 

11-12. âyetin tefsiri: “Onlara ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ dendiği zaman, ‘Biz ancak ıslah ediciyiz’ derler. “Dikkat edin, asıl bozguncular onlardır; fakat farkında değildirler.” (Bakara Sûresi, 2:11-12.)

 

13. âyetin tefsiri: “Halkın imana geldikleri gibi siz de imana geliniz, diye ima­na davet edildikleri zaman, ‘Süfeha takımının imana geldiği gibi biz de mi imana geleceğiz?’ diye cevapta bulunurlar. Fakat süfeha takımı ancak ve ancak onlardır; lâkin bilmiyorlar.”

 

14-15. âyetin tefsiri: “îman edenlere rastladıklarında ‘İnandık’ derler. Şeytanlaşmış reisleri ve arkadaşlanyla baş başa kalınca da, ‘Aslında biz sizinle bera­beriz; onlarla sadece alay ediyoruz’ derler. Alaylarına karşılık Allah onları maskaraya çevirir. Ve onlara mühlet verip azgınlıkları içinde bırakır da, şaşkın şaşkın bocalayıp dururlar.” (Bakara Sûresi, 2:14-15.)

 

16. âyetin tefsiri: “Onlar, hidayeti verip dalâleti satın alan birtakım kafasızlar­dır ki, ticaretlerinden bir fayda görmedikleri gibi o zarardan kurtulmak için yol da bulamıyorlar.”

 

17-20. âyetin tefsiri: “O münafıklann hali, karanlık bir gecede ateş yakan kimsenin durumu gibidir ki, ateş tam onlann çevresini aydınlatmışken, Allah birden nurlarını alıp götürmüş ve onları karanlıklar içinde bırakmış; onlar da artık hiçbir şeyi göremez olmuşlardır. Sağır, dilsiz ve kördürler; gece karanlı­ğında bir ses işitmez, kimseye birşey işittiremez, bağırsalar da yardıma gelen olmaz, yollannı bulamazlar. Çabaladıkça batar, o musibetten kurtulup geri dö­nemezler. Yahut onların hali, şiddetle boşanan karanlıklı, gök gürültülü ve şimşekli bir yağmura tutulmuş yolculann misaline benzer. Yıldırımdan ölme korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah o kâfirleri kudre­tiyle çepe çevre kuşatmıştır. Şimşeğin çakması neredeyse gözlerini alır. Etraflarını aydınlatınca birkaç adım yürürler. Fakat üzerlerine karanlık çökünce ol­dukları yerde kalırlar. Eğer Allah dileseydi onlara verdiği işitme ve görme ni­metlerini de alıverirdi. Muhakkak ki Allah herşeye hakkıyla kadirdir.” (Bakara Sûresi, 2:17-20.)
 

21-22. âyetin tefsiri: “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine vâsıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semâdan suları in­dirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyleyse, Allah’a misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka mâbud ve halikınız yoktur.”

23-24. 
âyetin tefsiri: “Abdimiz üzerine inzal ettiğimiz Kur’ân’da bir şüpheniz varsa, Kur’ân’ın mislinden bir sûre yapınız. Hem de, Allah’tan başka, işleriniz­de kendilerine müracaat ettiğiniz şüheda ve muinlerinizi de çağırınız, yardım etsinler. Eğer sözünüzde sâdık iseniz hepiniz beraber çalışınız, Kur’ân’ın mis­linden bir sûre getiriniz. Eğer bir misil getiremediğiniz takdirde —zaten getire­mezsiniz ya— öyle bir ateşten sakınınız ki, odunu, insanlar ile taşlardır.”


25. 
âyetin tefsiri: “İman eden ve iyi işler işleyen mü’minlere beşaret ver ki, al­tında nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden bir meyve yedikleri zaman, ‘Bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir’ derler. Biribirine benzer bir surette rızıkları getirilip verilir. Ve o Cennetlerde, onlar için temiz kadınlar vardır. Ve onlar, o Cennetlerde de daimî bir şekilde kalacaklardır.”

 

26-27. âyetin tefsiri: “Cenab-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivri­sinek gibi hakîr, kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlûkla misal getirmeyi, kâ­firlerin keyfi için terk etmez. İmanı olanlar, onun, Rablerinden hak olduğunu bilirler. Amma kâfirler, ‘Allah bu gibi hakîr misallerden neyi irade etmiştir?’ diyorlar. Allah, onunla çoklarını dalâlete atar ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat fâsıklardan maada dalâlete attığı yoktur. Fâsıklar da ol adamlardır ki, Allah’ın tâatinden huruçla, mîsak-ı ezelîden sonra ahidlerini bozarlar ve Allah’ın akrabalar arasında veya mü’minler beyninde emrettiği hatt-ı muvasa­layı keserler; yeryüzünde işleri ifsattır. Dünya ve âhirette zarar ve hüsrana ma­ruz kalan ancak onlardır.”

 

28. âyetin tefsiri: “Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatı­nız yoktu, O size hayatı verdi. Sonra sizi öldürecektir, sonra yine hayat vere­cektir, sonra ona rücu edip gideceksiniz.”

 

29. âyetin tefsiri: “Yeryüzünde ne varsa sizin için O yarattı. Bundan başka se­maya da iradesini yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti. O herşeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara Sûresi, 2:29.)

 

30. âyetin tefsiri: “Düşün o zamanı ki, Rabbin melâikeye hitaben ‘Ben yerde bir halifeyi yaratacağım’ dedi. Melâike de ‘Yerde fesat yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın? Halbuki biz, hamdinle Seni tesbih ve takdis ediyo­ruz’ dediler. Rabbin de ‘Sizin bilmediğinizi Ben biliyorum’ diye onlara cevap verdi.”

 

 31-33. âyetin tefsiri: “Eşyayı melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.’ Melâike, dediler ki: ‘Seni her nekaisden tenzih ve bütün sıfât-ı kemaliye ile muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur; herşeyi bilici ve her kimseye liyakatine göre ilim ve irfan ihsan edici Sensin.’ Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.’ Vakta ki Âdem, isimlerini onlara söyledi, Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bili­rim ve sizin Âdem hakkında lisanla izhar ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bili­rim.'”

Ecnebî Filozofların Kur’ân’ı Tasdiklerine Dair Şehadetleri

Bir Müdafaa (Takriz)

Kaynak:SorularlaRisale

www.NurNet.org