Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Ey Müslüman Kardeşim Uzat Elini, Husumet ve Adavetin Vakti Bitti!

uzat.elini1878’de Şarkî Anadolu’nun yüksek dağların eteğinden, Bitlis’in Hizan ilçesinin Nurs köyünden dünyaya ilim, irfan sahasına bir güneş gibi doğan Bediüzzaman Said Nursi, Küçük yaşlarından itibaren ilk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan alır. Sekiz yaşında iken Tağ Köyünde tahsiline devam eder, oradan da Doğubayazıt’ta gider, üç ay süren tahsilinden sonra icazetini alır. Anlaşılması zor olan konuları kolaylıkla anlaması ve ezbere alması gibi farklılıkları nedeniyle, zamanın âlimleri ona “ Bediüzzaman” unvanı verir. Yani zamanın harikası, zamanın güzeli, kimseye benzemeyen, zamanın garibi manaları taşımaktadır.

Bediüzzamanın sergüzeşti hayatı daha çocuk iken başlar: Bitlis’te Vali Ömer Paşanın konağında iki yıl, daha sonra Van’da on yıl kalır. Horhor medresesini kurar, o zamandan beri fen ilimleriyle; din ilimlerinin birlikte okutulacağı, “ Medresetüzzehra” adı verdiği üniversite projesinin eğitim esasları ve yönetim şeklini de belirler,

Van’da bir üniversite açılması niyetiyle 1907 yılında İstanbul’a gider, niyeti Ortadoğu’da açılacağı üniversite ile Türk, Arap, Kürt, Ermeni ve diğer unsurların birliğini ve beraberliğini sağlamaktı, Sultan Abdülhamit ile görüşmesi gerçekleşemez.

1910 yılı bahar ayında Van’a döner, birkaç ay sonra, Bitlis, Muş, Diyarbakır ve Urfa yörelerindeki aşiretleri ziyaret eder. Meşrutiyetin faydalarını anlatır. Kış mevsiminde Şam’a gider. Orada âlimlerin ısrarı üzerine Emeviye camiinde İslam dünyasının siyasi, ekonomik ve sosyal sorunları ve çözüm yollarını belirlediği bir hutbe irad eder.

Bediüzzaman,“Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddi cihette Kurun-i Vusta’da (orta çağ) durduran ve Tevfik (alıkoymak) eden altı tane hastalığı beyan eder,

1- Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi,

2- Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiye de ölmesi,

3-Adavete muhabbet,

4-Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek,

5-Çeşit çeşit sâri (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden istibdat,

6-Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek,

Bediüzzaman, Arap saadetinin Fecr-i sadıkı yakınlaştığını, yani saadet güneşinin çıkması yakınlaştığı, “istikbal yalnız ve yalnız İslamiyet’in olacak ve hâkim, hakaik-ı Kur’aniye ve imaniye olacak” müjdesini veriyor,

İslam âleminin birleşmesini ve istikbal de Kur’an’ın hâkim olacağını, his-i kablelvuku ile 1371’de başta Arap devletleri, âlem-i İslam’ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslami devletler teşkil edeceklerini haber veriyor.

İslam âlemi içinde bir sulh-i umumiyi ümit eden Bediüzzaman, Araplar ümitsizliği bırakıp, İslamiyet’tin kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesanüt ve ittifak ile el ele verip, Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edecekler,

Konuşmasının devamında,“Eğer biz ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalatını  ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler, belki küre-i arzın bazı kıta’ları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler.” demiştir.

Sıdk, İslamiyet’in gerçek ve sağlam temellidir. Yüce duyguların yapısıdır. Onun için üstad sıdkın yani doğruluğu içimizde ihya edip, onunla manevi hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Yoksa sıdk yerine dalkavukluk, yapmacık ve alçakça bir yalancılık geçer, sıdk ile yalancılık arası da yoktur, birbirlerine muhaliftirler. “Yol ikidir. Ya doğru ya yalan, ya da sükût değildir.” Toplumun güveni ve asayişin altüst olması yalancılık ve maslahatın kötüye kullanmasındandır. Onun için Üstad, “ her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değildir.” demiştir.

Adavette, karşı muhabbeti öneren Bediüzzaman, “ muhabbete en layık şey muhabbettir. Husumete en layık sıfat husumettir.”  Toplumun hayatının temini, saadet ve muhabbetle olur. “ Husumet ve adavetin vakti bitti” diyor. Çünkü adavetin basit sebepleri, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek bir divaneliktir. Devamında şöyle diyen Bediüzzaman, muhabbet, kardeşlik ve sevmek İslamiyet’tin mizacıdır. Ehl-i adavet mizacı bozulmuş bir çocuğa benzer, ağlamak ister; bir şey arıyor ki, onunla ağlasın. Sinek kanadı gibi ehemmiyetsiz bir şey, onun ağlamasına bahane olur. Bir kötülük için on iyiliği görmezlikten gelir. Bu insafı ve iyi niyeti tamamen reddeder.

“Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslamiyet’tir.”  Bütün ehl-i İslamı bir tek hükmünde gören Bediüzzaman, birbirine manen lüzum olsa maddeten yardım eder, Müslümanlar birbirlerine bağlıdırlar. Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi cinayet işlese, düşman olan aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler hükmüne geçer, o aşiretin bir ferdi medar-i iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder.

Bediüzzaman, Müslümanları itihad-i ıslama davet ediyor.  Müslümanların birliği gerçek İslam milliyeti ile gayrete gelmeli, yoksa zarardır, diyor.

Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslamiyede ki saadetleri meşveret-i şer’iye yani dine, kurallara uygun olarak yapılan meşverettir. Asya kıta’sının geri kalmasının sebebi de o şura-i hakikiyeyi yapmamasıdır. Bu nedenle Bediüzzaman, “ Asya kıta’sının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şuradır” demiş.

Nasıl fertler birbirleriyle meşveret ederler, kavim, kabile, milletler ve kıt’alar dahi şura yapmaları lazımdır. İslam’ın ayaklarına konmuş çeşit çeşit baskı, keyfi uygulama zulüm ve tahakküm kayıtlarını, zincirlerini açacak ve dağıtacak, meşveret-i şer’iyedir. Hürriyet-i şer’iye,  Cenab-ı Hakkın Rahman ve Rahim tecellisiyle bir ihsan ve imanın bir esasıdır.

1925 yılında, Vilayat-ı Şarkî’yeden; Garbi Anadolu’ya nefyedilen Bediüzzaman, Van’ın halkı  “aman efendim bizi bırakıp gitme, müsaade buyur sizi göndermeyelim, arzu ederseniz Arabistan’a götürelim, yalvaran silahlı guruplara, ahaliye “ Ben Anadolu’ya gideceğim, onları istiyorum.” diyerek hepsini teskin etmiştir.

Bediüzzaman’ın nefyi, istibdad-ı mutlakın icra-i faaliyetlerinin ilk seneleriydi, gizli dinsiz komiteleri “İslam şeairleri birer birer kaldırarak, İslam ruhunu yok etme, Kur’an’ı toplatıp imha etme ve otuz sene sonra Kur’anı kaldırma planın hesabını yapıyorlardı.

Bin seneden beri Kur’an-ı Hâkimin bayraktarları olan Türk vatandaşını, İslamiyet’ten uzaklaştırarak, Kemalizm rejimine zemin hazırlandığı bir ortamda, Risale-i Nur böyle dehşetli bir zamanda meydana gelmiş, kati burhanlarla akli, mantıki delillerle küfr-i mutlakı tarumar ederek, masonların, komünistlerin, dinsizlerin belini kırmıştır.

Risale-i Nur bu millet-i İslami’ye yi maddi manevi felaket ve helaket tehlikelerden bir sed-i Kur’an’i ve nur-i imanı olarak muhafazaya vesile olmuştur. Kur’an-ı Kerimin hakiki bir tefsiri olan Risale-i nur, okunan yerde sadaka yerine geçer, belayı defeder.

Said Nursi Hazretleri, ülkesi onu sürgüne ve hapse mahkûm ettiği halde asla küsmemiş, hapishanede bile ülke insanlarının geleceği için Kur’an’ın tefsiri olan Risale-i nuru yazarak vatandaşlarının imanına, ilmine ve fikrine hizmet etmekten geri kalmamış,

“Husumet ve adavetin vaktinin bittiğini” söyleyen Bediüzzaman, insanları daima muhabbete, sevgiye hoşgörüye davet etmiştir. Şarkî Anadolu’dan; Garbî Anadolu’ya sürgün edilirken, vatan sathını bir görmüş, “Ben Anadolu’ya gideceğim, onları istiyorum.” demiştir.

Şark ve Garbın arasında ayırım yapmamış, Türk, Kürt, ırk ve mezhep ayrımı yapmamış.

“Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslamiyet’tir.” demiş,

Bediüzzaman, Anadolu mescidinde ve âlem-i İslam camiinde konuşuyor. Ehl-i İslam’a Kur’an’dan aldığı dersini tekrar ediyor. Tekrar edilen Kur’an’ın dersini tüm İslam âlemi nasip dar olmayı, hakiki milliyetimizin esası olan İslamiyet’i hal ve ahvalimizde yaşatmayı Yüce Rabbimden niyaz ederim.

22.4.2013

Rüstem Garzanlı / Diyarbekir

Kamu Yöneticisi

O, Nur (asm) Âlemlere Onurdur!

“Onur,” kısa olarak kişisel değer ve şeref olarak değerlendirilebilir. Bu şeref ve kıymetin insanlık tarihinde eşref-i mahlûkat olan Peygamberimize (asm) ve dolayısıyla insanlığa mahsustur. Çünkü İnsan yaratılış itibariyle “onur”lu bir varlıktır. Yaratılışların en saygını da insandır.

Bediüzzaman Mesnevi-i Nuriye’de:”Eğer o âlem-i kebîr, bir şecere (ağaç) tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur….” demiştir.

İşte âlemlere Rahmet olarak gönderilen peygamberimiz (asm)  “ Onur,” hakikati söylemektir.  Nefreti basmaktır, hürriyet umurunda çaba göstermektir, başkalarını kendine eşit görmektir, başkasının da hakkını müdafaa edebilmektir, büyüklere hürmet etmektir, insanlarla iyi münasebetleri devam etmek ve ettirmektir, kibirli olmamak ve mağrurane dolaşmaktır.” Buyurmuş,

Allah (cc) bir hadis-i kutside buyurur ki: “Ben gizli bir hazine idim; görmek, görünmek ve bilinmek istedim; âlemi yarattım”  Yarattığı on sekiz bin âlem içerisinde en kıymettarı şüphesiz insandır. Hadis-i kutside söz edilen gizli sırları keşfederek manalarını çözen varlık elbette şuur, akıl ve fikir sahibi olan insandır. İşte bu muhteşem kapalı âlemler, sırlar ve hazineler insanla değer kazanıyor.

Cenab-i Allah (cc) insana verdiği akıl ve şuur ile kapalı hazinelerini bildirmiştir. İnsan,  sirat-i müstakim üzere hareket ettiği müddetçe hem dünyası hem de ahreti mamur olur.

Maalesef, bugün dünya üzerinde çıkan kargaşa ve anlaşmazlıkların çoğu sırat-i müstakimden ayrılarak bencillik ve sömürgeciliği hedef seçen insanlar, güçlü zayıfı ezmeye çalışmaktadır.

Bediüzzaman,  bu münasebetle şöyle diyor: “ben tok olayım başkası açlıktan ölse banana”  burada faiz kurumlarının insanlığa verdiği zarar üzerinde durmaktadır. Yani, “sen çalış, ben yiyeyim” prensibi ağır bastığı için, halkı kine, hasede, çatışmaya sevk ediyor, dolayısıyla insanlar arasına da fitne, fesat, dengesizlik, bozgunculuk ve çatışma giriyor.

Aslında bugün dünyada her ne kadar bilimsel ve teknolojik anlamda bir ilerleme görünüyorsa da; Ne yazık ki, insanın onurunu muhafaza ve yüceltmeye yönelik ilerleme ve çaba pek görünmüyor. Eğer bir memlekette aç insan varsa, vatandaş arasında ayrımcılık, ötekileştirme, menfi milliyetçilik ve ırkçılık varsa, hor görme ve işkence varsa, binlerce insan öldürülüyorsa, annelerin yürekleri ağlıyorsa bu toplumun eksikliğidir, rahatsız olan onur, toplumun onurudur.

Bugün gençler, başı almış gidiyor! Açık saçık yarı çıplak kızlar; erkek gençler parklarda, sokaklarda ve caddelerde sabahlara kadar başıboş, rezalet içinde dolaşıyorlarsa, çöplük ve cami avlularına bebekler terk ediliyorsa  bu da  toplumun eksikliğidir…….

Kendi mahallesinde ve sokağında insanlar soyuluyorsa, çocuğunu okula tek başına gönderemiyorsa, bir memleketin hapishaneleri gençlerle doluysa bu da toplumun eksikliği ve onurudur.

Dünyada, menfaat için katledilen insanlar, dökülen kanlar insanlık onuruna yakışmayan bir rezalettir. Şiddet, işkence, adaletsizlik, zulüm devam ediyorsa, insanlar bu zulme seyirci kalıyorsa bu da insanlığın ve toplumun eksikliğidir.

İnsanlık kendi ürettiği beladan, neme lazımdan dolayı çok zarar görmüş, hatasının neticesinde bitkin ve baygın bir hale düşmüştür, çıkış yolları arıyorsa da ne yazık ki, ektiği tohumun filizleri başına dolanmış, kıvırdıkça boğazı sıkıyor, kendi tuzağından kurtulamıyor.

İnsanlık huzur istiyorsa! Barışa huzura en uygun reçete peygamberimizin(asm) örnek davranışları ve rehberliği ile temin edilebilir.

İki cihan serveri, peygamberimiz (asm) bin dört yüz sene önce “Veda” hutbesinde insanlık âlemine verdiği mesajda: İnsanların canlarının, mallarının ve ırzlarının iffet taşıyan değerlerinin ve insanlık onurlarının dokunulmaz olduğunu bizlere bildirilmiştir. İnsanın yaşama ve mülkiyet hakkı ile manevi kişiliği ayni ölçüde ve güvence altına almıştır. Din kardeşinin kişilik onuruna da dokunulmaz”  buyurmuşlardır.

İnsan, Cenab-i Allah’ın yarattığı mükemmel ve onurlu bir varlıktır. Bazen temel ölçütlerinden sapmalar gösterdiği zaman onursuz bir davranış sergiler. Yoksa kişi ırk, renk, maddi durum, soy-sop gibi ölçülere göre değerlendirilemez. Peygamberimizin (asm) yanında siyahı da beyazı da değerli ve onurludur.

Diyanet işleri Başkanı Mehmet Görmez’ın Diyarbakır’da Kutlu Doğum haftası münasebetiyle yaptığı konuşmasında: “ Diyarbakır’a İslam ordularının geldiği dönemde Sad bin Vakkas ile Selmani Farisi arasında küçük bir kırgınlık yaşandı. Herkes kendi atalarını saymaya başladı, Sıra Selmani Farisi’ye gelmiş, Selman: Benim İslam döneminde hiçbir atam olmadı, ben İslamoğlu Selman’ım” dedi. Bunu işiten Hz. Ömer, ben de İslamoğlu Ömer’im. Herkes bilsin ki ben Selman’ın kardeşiyim.

Evet, insan gaye bir varlıktır. Hiçbir insan kendi hayatını insanlık onurunu ayaklar altına alamaz, bir ideolojiye feda edemez. İnsan, devlet hukuk değildir. Devlet, hukuk insan içindir.” ifadelerini kullandı,

Bediüzzaman, “Milletimizin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül- gülistan olur.” diyor. İşte onurun en güzel tarifi bu olsa gerek,

Halife Ebubekir-i sıdık (ra) duasında: “Ya Rabbi vücudumu cehennemde öyle büyüt ki, mü’minlere yer kalmasın.” demiş, işte bu duygu bu haslet, müminler arasında devam etikçe kardeşlik de, barış da, huzur da insanlıkta devam eder.

Ya Rabbi! İnsanlık onurunun yücelmesi ve korunmasını, salah ve selamete kavuşmasını senden niyaz ediyoruz.

Selam ve saygılarımla,

Rüstem Garzanlı / Diyarbekir

Kamu Yöneticisi

Ey Göz Güzel Bak ve İffetli Ol!

İffet, kötü sözlerden uzak kalma, hayâ ve edep dairesinde bulunma ve ahlaki değerlere bağlılık üzere yaşama demektir. Bediüzzaman, iffet kavramı sadece “cinsel noktada değil; yemek, içmek, uyumak, konuşmak gibi insanın faydasına olan her şeyde ölçülü olmayı” beyan etmektedir. Dolayısıyla kişi, insani değerlerden uzaklaşması halinde hayvanlardan da daha aşağı bir seviyeye düşer.

Cenab-i Allah, (cc) Ayet-i Kerime’de: “İman edenlerin iffetli, hayâ ve edep yerlerini korurlar,”Şu halde, kim bunun ötesine gitmek isterse, işte bunlar, haddi aşan kimselerdir.” 1

Keza, kadınları ve erkekleri ayrı ayrı ifade ederek, bütün mü’minlere: “iffetli olmalarını, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” Buyurmaktadır.2

İffetli bir insan, göz, kulak, el, ayak gibi bütün azaların helal dairesindeki lezzetleriyle yetinerek harama girmemeli, izzet ve haysiyetini de muhafaza etmelidir

Bediüzzaman şöyle diyor: “Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvat nerede? Kütüphane-i İlâhinin mütefennin bir nazırı nerede?” 3    

Kıymettar bir organ olan göz, nefs-i emare hesabına namahreme baktığı zaman, niyet ve nazarı kötü bir emel hükmüne geçer, mütefennin bir nazır iken, bir kavvat ve bir tahrik duruma geçiyor.

Cenab-i Allah, şöyle buyurmaktadır: “Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” 4  

Peygamber Efendimiz’ın (asm) muaf bildirdiği bakış,” ansızın göze çarpan ilk bakıştır.” Göz namahrem üzerinde durursa “bakışı bakışa eklemek olur.”  Haram olan gözün ihaneti ve alçak nefsin  keyfiyetidir.Bunu da “göz zinası” olarak nitelendirilen Peygamberimiz, (asm) dilinde nefsani ve haram söyleyiş “dil zinası”; nefsani ve haram dokunuş “el zinası”; nefse hoş gelen haram sözleri işitmek “kulak zinası” haram yere haram işlemek niyetiyle yürümek “ayak zinası” dır, buyurmuş, 5

Yukarıdaki hadis-i şeriflerde zina olarak tabir edilen hususlar mecazi birer tabirdir. Yani asıl zina olarak değerlendirilmez. Harama götüren fiillerdir. Bu nedenle Peygamber Efendimiz, (asm) ümmetini zinaya götüren eylemlerden sakındırmıştır.

Kişi, yapmak istediği eylem ve fiilinde bir empati yapması gerekir. Şahsına istemediği bir şeyi başkasına yaptırması halinde hakarettir, hıyanettir, ahlaksızlıktır ve namussuzluktur. Ehl-i namusun namusuna nefsanî ve şehevi duygularla bakmak haram ve günahtır. Bu davranışta bulunan kişi toplum içinde de değersiz ve itibarsızdır.  

Haram günah olduğu gibi unutkanlıkla yakın bir ilişkisi olduğunu Bediüzzaman şöyle buyurmaktadır:

“ Risale-i Nur Talebelerinden bir genç hafız pek çokların dedikleri gibi dedi:

“Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?”

Ben de dedim: “Mümkün oldukça namahreme nazar etme,”

Çünkü rivayet var. İmam-ı Şafiî’nin (ra) dediği gibi: “Harama nazar, nisyan verir.”

Evet, ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsanîye heyecana gelip, vücudunda sû’-i istimalât ile israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hafızasına za’f gelir.”6

Bediüzzaman, “helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir, harama girmeye hiç lüzum yoktur.”7

Bu ölçüye göre meşru daire içinde yaşayıp gayr-i meşru ve harama girmemeli, helal dairedeki lezzetleriyle iktifa etmelidir.

Bediüzzaman  hazretleri konu ile alakalı başka bir eserinde  şöyle diyor: “Evet beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var.Fakat bu keyifli hevesat beşte birisi olmalı.Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur.Hem beşerin tembelliğine ve sefahatine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nikmet olur,beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar.”8

İnsanın fıtratında eğlenmek ve lezzetleri takip etmek meyli vardır. Bunların inkârı mümkün değildir. Öyleyse fıtri meyli, hak ve helal ve meşru dairede kullanmak şartıyla eğlenmekte sakınca yoktur.

Genç kardeşlerimizin haram yollara gitmemesi için, meşru ve helal dairedeki eğlencelere yönelik organizelerin yapılmasını, arkadaş seçiminde çok dikkatli, rast gele her yerde ve herkesle arkadaşlık ve dostluk kurmamaları, bilhassa nisa taifesiyle konuşmalarında da mesafeli ve ölçüyü elden kaçırmadan, farz ve sünnet-i seniye ye ittiba ederek günahlardan kaçınmalıdır.

Ya Rabi! Kur’an’ı akıl, kalp ve ruhlarımıza nur, nefislerimize mürşit eyle, insi ve cini şerlerden muhafaza eyle, Âmin, âmin, âmin.

Rüstem Garzanlı /DİYARBEKİR
10.04.2013

KAYNAK

1- Mü’minün 23/5-7

2- Ahzap,33/35

3-32.Söz,3, kar.

4-mü’min, 40/19

5-Cami’ü-sağir, Buhari,

6-Kastamonu Lah.Sy.

7-6.Söz

8-Emirdağ Lahikası, 64 mekt.

Kanuninin Kültürü Bize Yeter, Katerina Kültürüne Ne Hacet!

Aynı inancı, ayni değerleri paylaşan, ayni medeniyete sahip ayni topraklar üzerinde yaşayan insanların kültür, örf, adet, giyiniş, edebiyat ve sanatlarında ayrı farklılıklar görünmektedir. Bu farklılıklar elbette bu toplumun medeniyetinin zenginlikleridir.

Bu kültürel ayrılıklar; İslamiyet’ten öncede de vardı, sonradan da, yalnız İslamiyet’in gelişiyle batıl adetler kaldırılmış İslam’ın adetlerine uygun kültürler günümüze kadar devam ede gelmiştir. Elbette güzel geleneklerle birlikte sünnette uygun olmayan örf ve adetlerde görünmüyor değildir,

Son zamanlarda artık bölge farkı kalmadan, birçok düğünlerde erkek kadın karışık, kol kola dans etmektedirler. İslamiyet’e uygun olmayan bu karışık, açık saçık oyunlar, yurdumuzun tümüne yayılan adeta bir gelenek haline getirilmiştir.

Oysa Kanuni Sultan Süleyman, Fransa’da dans adı altında bir oyunun oynandığını duyunca, Fransa Kralına bir mektup yazar: “içinde kadın erkek birbirine sarılmak suretiyle insanlar arasında oyun oynanmaktadır. Bunun içimize de sıçrayacağından endişem var! Derhal dans denilen bu oyununun kaldırılmasını, aksi takdirde ordumla beni karşınızda göreceksiniz” demiş,

Görüldüğü üzere adaba uygun olmayan bir âdetin Fransa’dan, memleketimize sıçrayabileceği ihtimaliyle, dinine örf, adet ve kültürüne bağlı olan ecdadımız, savaşı bile göze alırken; Fransalı Katerina’nın bu oyun kültürünü memleketimizde oynatılması, Kanuninin ruhuna ne kadar uygun düşer. Sorsan? Cevap: “Ne yapalım düğün bir kere yapılır, biraz da millet eğlensin” diyecekler,

Ecdadımızdan günümüze kadar ananevi olarak sürdüre gelen birçok kültür,gelenek ve adetler sosyal hayatımızın meşru istek ve arzularına uygun ve yeterli olmasına rağmen,İslam diyarı olan memleketimizde, gayri ahlakı harici kültürleri büyük masraflarla istimal edilmesi, hem dinimize hem de kültürümüze uygun düşmüyor.Kanuninin kültürü bize yeter,Katerina kültürüne ne hacet!..

Anadolu’da imkânların bol olduğu hasat sonrası, sonbahar mevsiminde düğünler yapılırdı, yapılan düğünlerde arabana, ney, kaval benzeri çalgı aletleri çalınır, erkek kadın ayrı yerlerde oynarlardı. Düğün masrafı herkes bütçesine göre yapar, düğünler mevlitli yemekli, dualarla sünnete ve kültüre uygun yapılırdı, ne güzeldi o günün düğünleri!..

Konu gelenek ve kültürden açıldığı için, biraz da; Trakya’nın güzel ve şirin illerinden Kırklareli’nin yağmur duası geleneğinden söz etmek istiyorum:

İslam ülkelerinde ilkbahar mevsimi kurak geçtiği zaman “yağmur duası ve namazı” kılınıyor.

 Bediüzzaman Hazretleri Mektubat eserinde, yağmur duasıyla ilgili şöyle diyor:

Yağmursuzluk yağmur namazının sadece vaktidir. Yağmur duası ve namazı sadece Allah’ın rızasını kazanmak için eda edilir. Yağmur yağması için değil.”

Musibet ve sıkıntılar insanı ibadete teşvik ediyor. Asıl maksat Allah’ı bilmek ve o’nu tanımaktır. Yapılan ibadetlerin gayesi de bu olmalıdır. Dua ve ibadetler maddi veya manevi ihtiyaçların temini için yapılmaz. İbadetin illeti Allah’ın emridir. Neticesi ise Allah’ın rızasını kazanmaktır. İşte ihtiyaç ve sıkıntılar da, bu ibadetlerin vakti geldiği için yapılır. Örneğin yağmursuzluk, yağmur duasının bir vaktidir. Yağmuru yağdırmak için yapılmaz. Asıl ihtiyaçları bilen ve ona göre her şeyi tanzim eden Allah’tır. O’nun işine karışmak divaneliktir.

Kırklareli halkı herhalde yağmur duasının ehemmiyetini, mana ve mevhumunu anladıkları için, ibadet niyetiyle hemen her köyde “yağmur duası ve namazı”nı eda ediyorlar. Yağmur yağarsa “şükür duası,” yağmasa  “yağmur duası” yapılır. Bu dualar nisan ayında başlar, haziran sonuna kadar devam eder…

Ekin biçilmeden, hasadı yapılmadan Allah’ın vereceği nimete karşılık “şükür ibadeti”ni peşinen eda eden, bu halkın emeğinde de bereket görünüyor. Tarım uzmanı olmam hesabiyle, Ülkemizde birim alanda alınan buğday verimi 2006 yılı “FAO” istatistiklerine göre ortalama 215,2 kg/dk. iken; Trakya bölgesinde ise dekardan alınan buğday verimi 429.0 kg/dk.dır. Hem bölgenin 600 mm civarında yağış alması hem de halkın fiili ve kavli duaları, Rahman ve Rezzak olan Cenab-i Allah tarafından neticesiz bırakılmadığı kanaatindeyim. Ekinlerde ki bereket onu gösteriyor.

Kırklareli ilk defa birinci Murat zamanında 1363 yılında Osmanlıların eline geçmiş, daha sonra Balkan savaşı ile birinci dünya savaşı sıralarında Bulgar ve Yunan işgaline maruz kalmış, 10 Kasım 1922’de özgürlüğüne kavuşmuştur. Kırklareli’nin halkı genellikle Bulgaristan, Yunanistan, Boşnak, Arnavut gibi Avrupa muhacirlerinden, kısmen de Romen halkından oluşmaktadır.

Kırklareli’de hububat, ayçiçeği, şeker pancarı, mısır ve bağcılık ileri safhada yetiştiriliyor. Kısmen de Tekstil ürünleri imalatı da yapılmaktadır. Esnafın ticareti çoğunlukla semt pazarına yöneliktir. Kırklareli gelişmekte olan bir ilimizdir. Halkı mütevazıdir.

Tarihi bir yapıya sahip olan Kırklareli’nin merkezinde kol ve dalları semaya uzanmış, onlarca insanı gölgesinde ağırlayan, kocaman asırlık çınar ağacı büyük haşmetiyle Kırklareli’nin tarihini tescil ediyor. Ayrıca tarihi camilerden; Hızır bey camisi(Ulu cami) 1383–1384 yılında yapılmış,

Hızır bey camisi imam hatibi, Kırklareli’nin halkından nüktedan, belagati beliğ ve fazıl insan, büyüklere saygıdan genç, küçüklere ihtiyar diyen, kardeşliği pekiştiren, daima cebinde ki akide şekeriyle ikramda bulunan Ali Kutlugün hoca tarafından cami itina ile deruhte edilmektedir. Ayrıca, Kadı Emin Camisi, Kapan Camisi gibi tarihi camiler de bulunmaktadır.

Memuriyet icabı iki sene Kırklareli’de kaldım. Memnuniyetimi bihakkın ifade etmekten zorlanabilirim. Birçok portreden birkaçını beyan etmekten mahzur görmüyorum.

Şöyle ki: Hızır bey camii (ulu cami) eski imamı, Hamit Oruç ağabeyinin ilerlemiş yaşı ve rahatsızlığına rağmen, hizmet-i Kur’aniyede ki gayret, azim ve şevki,

Yakup Işıklar abinin tevazuu, gıybetten uzak duruşu, hoş görü ve muhabbetti, Merhum Sedat Kuranlı’dan; Demokratı, misafirperverliği, davanın ciddiyeti, Mehmet Şaylan hocanın fedakârlığı, hizmete verdiği önem ve ehemmiyeti, gayret ve ciddiyeti,

Mümin ağabeyinin, sakin, vakar, iktisat ve kanata verdiği önem ve ehemmiyeti, Fırıncı Sait Azmanoğlu’nun, misafirperverliği, sadakaya verdiği önemi, meslek ve meşrep farkı gözetmeden inancını her sahada serfuru etmeyi ve daha sayamadığım birçok kadirşinas Kırklareli halkın her birisinden ayrı ayrı gördüğüm meziyet ve güzellikleri, istifademe medar olmuştur.

Ayrıca: Romen kardeşlerimiz tarafından yayla mahallesinde yaptırılan mimariyle, yeşil alanıyla, düzen ve tertibiyle takdire şayeste olan camilerinde kıldırılan Ramazan ayı teravihleri, coşku ve heyecan dolu bir ayrıcalıktır,

Teravih namazı için camiye gittiğimizde ilgi ve iltifatlarına hayran kaldım. Namaz tesbihatı için bir gurup genç tarafından okunan ilahiler ve Peygamberimizin ruhaniyetine edilen salât ve dualar, ibadete başka bir haz ve heyecan vermektedir.

Kırklareli’de alevi suni ayrımı pek yapılmaz, birbirlerine kız verir alırlar, beraber ticaret yaparlar. Aleviler kirvelik geleneğine ve etkinliklerine bağlıdırlar. Her sene haziran ayında Kofçaz ilçesi Topçular köyünde “Topçu baba geleneksel anma etkinlikleri” yapılır.

Semahların dönüldüğü anma etkinliklerine İl valisi, il ilçe belediye başkanları, kaymakam, Siyasi parti mensupları, milletvekilleri, kanaat önderleri, il dışından Hacı Bektaşi veli Anadolu kültür vakfı başkanı, Bektaşi federasyon üyeleri ve çevre halkın katılımıyla şenlikler yapılır. Yemek ikramı ve Topçu baba türbesi ziyareti ile etkinlik son bulur. Şenliklerimiz de, dua ve niyazlarımız da hep birlikte yapılır, bu memlekette!..

Memleketimiz güzel, insani güzel, ahlakı güzel, örf ve adetleri gelenekleriyle güzel; varsa ayrılıkları o da toplumun kültür zenginlikleridir. Yeter ki biri diğerini kabullensin, hoşgörü olsun. Selamlar,

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

Eyvah Buda Gelenek ve Görenek Belası!

Taziye, ölünün yakınlarının üzüntüsünü paylaşmak, onları teselli etmektir. Mü’min kardeşine taziyede bulunması İslami ve insani bir adet ve güzel bir ahlaktır. Peygamberimiz (asm) cenaze yakınlarına taziyede bulunmayı tavsiye etmiştir. (Tirmizi,)

Küçük yaştaki hatıralar her nedense unutulmuyor, halen hafızamda kalan köyümüzün eski adet ve geleneklerinden biri de taziyelerdir. Köy halkı taziyelere giderken eli boş gitmezlerdi, durumu müsait olanlar aralarında ya bir miktar para toplar veya mevsimine göre koyun, kuzu, oğlak, şeker veya yağ gibi hediyeleri beraberinde taziye sahibine götürürlerdi. Köyde, ölüye saygıdan dolayı düğün ve sünnetler ertelenir, erkekler bir müddet saç sakalını kesmezdi, bayanlar başlarındaki renkli tülbendi kaldırır sade tülbent takarlardı, evlerde sinograf, gramofon veya az da olsa radyo bulunurdu, bu tür çalgı aletlerinin üzerine bez atılır, bir müddet çalgı çalınmazdı, ölünün yakınlarıyla hüzün ve keder birlikte paylaşılırdı, köyümüzde!..

Güney ve Doğu bölgelerimizde, taziyeler son yıllara kadar evlerde yapılıyordu,  vasıtaların çoğalmasıyla ulaşım, insanların seyahat imkânı, gidip gelmeler kolaylaşınca, taziyelerde de insan sayısı artınca, artık evlerde taziye yapma imkânı kalmadı, bu ağır şartları gören yörenin belirli aile reisleri ile kanaat önderleri bir araya gelerek alternatif taziye yerlerini açmaya başladılar. Köylerde taziye çadırı, şehirlerde ise yas evi olarak faaliyet gören bu mekânlar hem taziyeye gelenler hem de taziye sahibi için ideal yerlerdir.

Sünnette uygun bu yas evlerinde yapılan taziyelere yörenin tanınmış imam ve âlimleri iştirak eder, taziye bitinceye kadar ölü yakınlarıyla yas evinde otururlar. Taziyeye gelenlere vekâleten Kur’an’dan kısa bir aşır okunur, ölüye dua, yakınlarına da sabır ve tesellide bulunuyorlar. Belirli kabile ve aşiret reisleri taziyeye geldiklerinde haliyle imamlarıyla gelirler, imam usulen dua ve akabinde kısa bir konuşma yapar, cemaate ve ölü yakınlarına sabırda bulunduktan sonra gelenlere yer açılmak için son duanı yapar ve taziyeden ayrılırlar.

Oturmaya müsait olan bu taziye yerlerinde genelde dini sohbetler yapılır, böylece taziye sürecinde dost ve ahbaplar gelir giderler, kaynaşma ve dayanışmaya vesile olur. Hatta küskünler de taziyede barışırlar, böylece yas evlerinde taziye üç gün devam eder, gelen gidenlerin devam etmesi halinde bu kez ölünün evinde taziye yapılır. Köylerde ise süre ve sınır zaten yoktur, olması da mümkün değildir.

Ölü yakınlarının kısa sürede toparlanmaları için taziye süresi yakın çevreler için üç günden sonraya bırakılmaması ısrarla söylenmesine rağmen, yöre halkının kültür ve kadirşinaslığı ağır basarak, taziyeler günlerce devam edilmektedir.

Yakını vefat eden kimselerin taziyelerinde bulunmak, onlara yemek götürmek hem dinimizin hem insanlığın hem de sosyal ve içtimai hayatın gereğidir. İnsanlığa rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (asm) Cafer bin Ebi Talib’in şehit olduğu haberi alınca, “Cafer’in ailesine yemek götürün” emredilmiştir. Buda, musibet anlarında gerek akraba gerekse komşuların yemek konusunda ölü yakınlarına yardımcı olması hususu vurgulamaktadır.

Kadirşinas ve misafirperver Güney ve Doğu Anadolu halkı dinde hassas oldukları gibi örf ve adetlerinde de ayni hassasiyeti gösteriyorlar. Ölü yakınlarına ve uzaktan gelen misafirlere yemek ikramı yapmak ilgi ve alaka göstermekten kusur edilmez.

Bahse konu yörelerin örf ve adetlerini bir nebze dile getirmemdeki asıl gayem: Her taziyede istisnasız öğle akşam yemeği veriliyor, şehirlerde her öğün en az iki yüz, hatta üç yüzden fazla misafire yemek ikram edilir. Köylerde ise aileden aileye değişiyor, eğer tanınmış belirli bir ailenin taziyesi ise günlerce büyük küçükbaş hayvanlar kesilerek ifrat derecesinde israf ve masraflar yapılıyor. Bu örf ve adetler geleneğin etkisi olduğu için devam edilmektedir. Gönlü kırık ölü yakınlarına teselliden ziyade eziyettir. Hele nam ve şöhret için bu yemekler veriliyorsa bundan, Allah’ın rızası ne kadar olabilir? Hele hele ölünün evinde raşit ve buluğ çağına gelmemiş yetim çocuk varsa, taziye yemeği ne kadar caiz olabilir?

Gelişi güzel verilen bu taziye yemekleri ölü yakınlarına maddi ve manevi yönde eziyettir, büyük bir külfettir. Yöre halkın bu ağır gelenekten vazgeçmesini canı gönülden temenni ediyorum.

Ayrıca, Anadolu halkı dinde hassas oldukları için, din adamlarının taziye yemeklerine müdahale etmelerinde büyük yarar var. Bu vesileyle, Diyanet İşleri Başkanımız Sayın; Mehmet GÖRMEZ’ın katkı ve hassasiyetini bekliyoruz. Selam ve saygılarımla,

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi