Etiket arşivi: Selçuk Eskiçubuk

Kaldır Siyah Perdeleri Aradan

Edebiyat, resim, müzik, çini, seramik ve yazı gibi konular birer sanat dalıdır. İlham ile hareket eden sanatçıların elinden çıkarlar ama onları gören insanların içindeki estetik duyguları da harekete geçirirler.

Sanatçı eserini yaparken kullandığı desen ve renk sonsuz olduğu için onların bileşimleri de sonsuz olur. Desen çizimlerinin elemanları, ilkeleri vardır ama kullanılacak malzemeleri sınırsızdır. Kompozisyon, perspektif, düzen ve form ile sanatçının anlattığı konu daha başka bir önem taşır. Bazı eserlerde buna ışık da eklenir. Bütün bu araçlar sanatçının özgün sanatını belirleyen faktörlerdir.

Sanat eserlerinde uygulanan renklerin sanatçının yaşadığı ortama, kültüre göre farklı anlamları vardır. Mesela kırmızı renk: ABD’de tehlike, Fransa’da: asalet, Mısır’da ölüm, Hindistan’da yaşam, Japonya’da öfke ve tehlike, Çin’ de ise mutluluk anlamları taşır.

Her sanatçı kendi yapıtlarıyla sanatının arkasında görünür, tanınır. Aynı kategoride diğer sanatçılarla arasındaki yetenek farkları, ifade biçimleri o eserlerin sanatsal değerini gösterir.

İnsanlar tarafından üretilen sanatları teşhir için galeriler olduğu gibi evrende de ilahi sanatların çok sayıda galerisi vardır. Oralarda birbirinden çok farklı boylarda, canlı, cansız, sıcak veya soğuk, hareketsiz veya hareketli sayısız sanat eserleri sergilenmektedir.

Başını kaldırıp gökyüzüne bakan, teleskoplarla, uydularla evreni inceleyen insan; orada hareketleri, hızları, eğilimleri, büyüklüklüleri, şekilleri, yörüngeleri, atmosferleri ve sıcaklıkları birbirinden çok farklı galaksileri, yıldızları görür.

Sanat galerilerinde sergilenen eserlere bakanlar; insan sanatının nerelere kadar uzandığını seyrederler, sanatçısına hayran olurlar, ama aynı insanlar gökyüzüne bakınca oradaki ilahi sanatlar karşısında akılları hayretler içinde kalır mı acaba?

Ya da elementlerin atomlarına bakınca elementlerin çekirdekleri, elektronları ile birbirleriyle birleştiklerinde aralarındaki bağlarla kurulan atomik dizilişlerdeki sanata ne demeli? O dizilişe göre değişen fiziksel ve kimyasal özellikler, inorganik yapıdan organik yapıya geçince kazanılan hayat, canlılıklar nasıl bir sanat eseridir.

Ve o canlının ölümüyle başka canlıya geçen atomlar, yeniden özel dizilişler, cansızlardan, bitkilere, bitkilerden hayvanlara ve insanlara, hayvanlardan bitkilere veya insanlara geçişlerdeki güzellikler ve hareketler hangi sanat eserlerinde vardır ki? Sanatsever insanlar bunları hiç düşünürler mi? Veya onları yapan sanatçılar, kendi eserleriyle bu ilahi sanat eserlerini kıyaslarlar mı?

Peki mikroskopla görülebilen tek hücreli canlılardan, bitkilere, hayvanlara ve insanlara kadar uzanan maddi güzellikler, renkler, desenler, canlılık, hayat ile kendini gösteren sanat eserlerini başka nerede görebiliriz ki?

İnsanın san’atıyla Halıkın san’atı arasındaki fark: İnsan kendi san’atının arkasında görünebilir; amma Halıkın masnuu arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat, Halıkın bütün masnuatı def’aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuraniler kalır. (M. NURİYE, 10. Risale)

* Sâni-i Zülcelâlin san’atında, harekât nihayet derecede muhteliftir. Meselâ, savtın süratiyle ziyâ, elektrik, ruh, hayal süratleri ne kadar mütefâvit olduğu mâlûm. Seyyârâtın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. (SÖZLER, 31.söz)

Kur’an ayetlerinin yavaş yavaş indiği zamanlarda Kâbe duvarlarına altınla yazılıp asılan kasideler, o günün sanat eseri sayılan en güzel edebi metinleriydi. Şair Lebid’in kızı Kur’an ayetlerini duyunca babasının eserinin artık bir kıymetinin kalmadığını görür ve onu oradan indirir.

Kur’ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki, Kâbe’nin duvarında altın ile yazılan en meşhur ediblerin “Muallakât-ı Seb’a” nâmiyle şöhretşiâr kasîdelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kızı babasının kasîdesini Kâbe’den indirirken demiş: “âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.“(SÖZLER, 25.Söz)

Yeryüzündeki bütün sanat eserlerini gören kimseler,sanatseverler, onları yapan sanatçılar; bir o sanatlara baksınlar bir de evrendeki ilahi sanatlara, sonra canlı cansız, tüm sanat bu eserlerinin sanatkârını görmek için iyice düşünsünler.

O’nu görebilmek hem çok kolay, hem de çok zordur. Kendi sınırlarını bilip O’nun sınırlarını anlamak için ilahi sanatlardaki sebepler perdesini kaldırmak gerekir. Sebep-sonuç ilişkilerinde, sebeplerin öyle sonuç vermesini isteyen o irade, o güç kim? Sebepleri yaratanı bulmadan o eserlerin sahibi bulunmaz ki.

Galerideki eserleri sanatçıya veren insan, bu sefer onlarla mukayese bile edilemeyecek ölçüde sanat değeri taşıyan milyarlarca eserleri, tesadüfe, tabiata vermeye kalkabilir mi? Kim kalkarsa da, yazıklar olsun o akla. Hem de o akıldan istifa etsinler, ta ki akıl, onlardan utanmasın!

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Diktatör Kimdir? Yargının Siyasallaşması Nedir?

Sabahattin Ali (1907-1948), bu memleketin yetiştirdiği Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarından biridir. Biz onu daha çok bestelenen şiirleriyle tanıyoruz. Aldırma Gönül, Leylim Ley, Dağlar, Çocuklar gibi, Melankoli, Karayazı ve Eskisi gibi şarkılarda onun imzası vardır. Geçtiğimiz 25 Şubat onun doğum günüydü. Bu nedenle eskileri şöyle bir karıştırdık ki ibret alalım, unutmayalım. Tek parti dönemindeki aydınlar üzerindeki baskıları ve aydınların tepkilerine, ne kadar dik durabildiklerine bir pencere açıp bakalım dedik.

1932 yılında Konya’da Öğretmenlik yaparken evde arkadaşlar arasında okuduğu “Memleketten Haber”  isimli bir şiir yüzünden 12 ay hapse mahkum edilir. Konya hapishanesinde iken mahkemeden tahliyesini talep eder, ancak tahliye beklerken 2 ay daha ceza verilerek cezası 14 aya çıkarılır. 5 ay Konya ve 5 ay da Sinop cezaevlerinde kalır. Cumhuriyetin 10. yılı nedeniyle çıkarılan bir afla çıkar ama memuriyetten de atılır.

Yeniden göreve gelebilmek için Milli Eğitim Bakanı Hikmet Bayur’un ikna edilmesi gereklidir ve o da mecburen “Benim Aşkım” isimli Ulu gazi’ye aşkını ifade eden bir şiir yazar ve bu şiir 10 Ocak 1934 tarihli Varlık dergisinde yayınlandıktan sonra memuriyete alınır.

Sabahattin Ali bir şiir yüzünden hapse girmiş ve memuriyetini kaybetmiş, sonra yine yazdığı övgü şiiri sayesinde yeniden memuriyete atanmıştır. Ama bir daha da şiir yazmamıştır. Şiir defterini 15 Nisan 1935 de yine Varlık dergisinde yayınladığı “Ruhumun Dalgaları” ile kapatır.

1944 yılında yine görevden alınır, serbest gazetecilik yapmaya başlar. Siyasal mizah dergilerinde yazılar yazar, iktidarı eleştirir, zaman zaman hapse girer çıkar.1948 yılında hapisten çıkınca yine işsiz kalır. Bulgaristan’a kaçmaya karar verir. Ali Ertekin isimli hem insan kaçakçısı hem de devletin ajanı birisi tarafından kaçırılma esnasında başına sopa vurularak öldürülür, cesedi Bulgaristan sınırına yakın yere atılır. Ali Ertekin yargılanır ama adam öldürme suçundan değil milli hisleri tahrik suçundan ve ona 4 yıl gibi bir komik bir ceza verilir. Birkaç hafta sonra çıkarılan af ile de dışarı çıkarılır.

Devlet bunu hep yapar, sayısız örneklerinden biri de şudur. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Kazım Orbay’ın oğlu Haşmet,16 Ekim 1945 de Ankara’da muayenehanesinde bir doktoru öldürür. Haşmet, Ankara valisi Nevzat Tandoğan’ın Haşmet’in sınıf arkadaşı Reşit Mercan’ı ayağına getirtir ve onu suçu üzerine almaya ikna eder. Mahkeme Reşit Mercan’a 20 yıl, silah temin ettiği için de Haşmet Orbay’a 1 yıl ceza verir. Ancak Yargıtay Cumhuriyet başsavcısı Fahrettin Karaoğlan temyiz eder ve cezalar bozulur. Ancak tanık olan 17 yıllık Ankara valisi, Belediye Başkanı ve CHP il başkanı Nevzat Tandoğan bu sefer sanık olur.

 Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Karaoğlan 16 Haziran 1946 da otomobili içinde ölü bulunur. Vali Tandoğan da yargılanmayı onuruna yediremez  9 Temmuz 1946 da silahla başına ateş ederek intihar eder.

Şimdi bir de tek parti döneminde Bediüzzaman’ın hayatına bakalım. Onun çektiği eziyetlere rağmen başını hiç eğmeden dik duruşuna bakalım.

O, 1936-1943 yılları arasında mecburi ikamet için Bakanlar Kurulu kararıyla Kastamonu’ya sürgün edilir.1943 yılında Kastamonu’dan alınarak önce Ankara’ya getirilir. Vali Tandoğan onu vilayete getirtip başına şapka giydirmek ister, ancak Bediüzaman Vali Tandoğan’a ’’Ben sizin ecdadınızı temsil ediyorum. Münzevi yaşıyorum. Kıyafet kanunu münzevilere tatbik edilmez. Ben dışarı çıkmıyorum. Beni icbarla siz çıkarıyorsunuz. Bu sarık bu başla beraber çıkar, başından bul diyerek odadan çıkar, sonra da Denizli hapishanesine doğru yola koyulur.

 Bediüzzaman Said Nursi(1878-1960) de Padişahlık, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini yaşamış bir din alimidir. O da fikirlerinden dolayı gerek Padişahlık döneminde tımarhaneye konmuş, eziyet çekmiş Divanı Harplerde yargılanmış ama Bitlis, Van ve Diyarbakır gibi Doğu illerinde “Medreset’üs Zehra” adını verdiği 3 dilde eğitim önerdiği Üniversiteleri kurdurma sevdasından asla vazgeçmemiştir.

Cumhuriyet döneminde de aynı sevdanın peşini bırakmamış, 1925 yılında M.Kemal’in daveti üzerine Mecliste onunla görüşmüş, kendisine teklif edilen Şark Vaiz-i Umumîliği görevini kabul etmeyip Van’a gitmiştir. Ondan sonra da Şeyh Said isyanı bahane edilerek daha Batıya sürgün  edilecek ve zulüm içinde geçecek yeni dönem başlamış olacaktır.

“Büyük memurlardan birkaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkiyeye Şeyh Sünusi yerine vaiz-i umumi yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilal yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevi hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hatta ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankaraya gönderilen Risale-i Nurun şiddetli tokatları için beni idama mahkum eden zatlar, Risale-i Nurla imanlarını kurtarıp idam-ı ebediden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helal ederim.”(EMİRDAĞ LAHİKASI)

O, Cumhuriyet döneminde diğer İslam alimleri gibi çok sıkıntılar çekmiş, hapishanelere konmuştur. Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanmış ve ömrünün 35 yılını hapisler ve sürgünler ile geçirmiştir. Bu arada 20 kez de zehirlenmiştir. Devlet, mezarını bile Urfa’dan kaldırıp bilinmeyen bir yere nakletmiştir.

Dava adamı olmak zordur, para, makam, şöhret cazip şeylerdir. Herkesin harcı değildir onları elinin tersiyle itip hapis yatmak, sürgüne gitmek. Ve ölünce Devletin mezarının yerini kaybetmesini bile göze almak.

Sabahattin Ali’nin doğum günü nedeniyle yakın tarihin penceresinden içeriye bir bakalım demiştik. Karşımıza bir aydının duruşuyla bir din adamı olan Bediüzzaman’ın duruşu çıktı. Tek partinin demokrasi anlayışı ve yargı bağımsızlığının nasıl uygulandığını hatırlamış olduk.

Günümüzde çok partili rejime, serbest seçimlere rağmen istedikleri parti seçimleri kazanamayınca Diktatörlükten bahseden, Yargının siyasallaştığından, hukuktan adaletten dem vuran günümüz insanlarına geçmişte yaşanmış birkaç örnek gösterdik. Diğerlerini de tek tek yazsak herhalde din adamlarının kahramanlık destanı ortaya çıkar.

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Kitab-ı Mübin, İmam-ı Mübin, Lehv-i Mahfuz Nedir? Nasıl Anlamalı?

İlahi gücün; şimdiki zamanda yaptığı işlerin yazıldığı o manevi defterin, o kitabın adı Kitab-ı Mübin’dir. Geçmişte yaptıkları ve gelecekte yapacakları şeylerin, yazılı olduğu manevi defterin, kitabın adı ise İmam-ı Mübin’dir. İlmi İlahinin o iki büyük defterin bulunduğu manevi kozmik odaya ise Levh-i Mahfuz adı verilir.

*Levh-i Mahfuzun defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübînde (ŞUALAR,3.Şua)

İlahi gücün tabiatta cereyan eden işlerini anlatmak için “Levh-i Mahv ve İsbat” sözcüğü  bir tabirdir. Görünen ibret verici bir vaziyete Levh denir. O vaziyetin birden ortadan kalkmasına ve mahvolmasına Mahv adı verilir. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz. Mesela gökyüzü bulutlarla kaplı, şimşek çakar, yağmur yağar bir vaziyette iken ibret verici bir tablo sergiler. Ama aniden hava açılır, hiç bir şey yokmuş gibi, eski manzarayı mahvolmuş halde görürsek buna Mahv diyoruz. Fakat tekrardan gökyüzü bulutlarla kaplanır, şimşekler çakar ve yağmur yağmaya başlarsa buna da İsbat denir. Bunların hepsi ilahi gücün tabiattaki işleridir. Hepsinin arkasında ince hesaplar, irade ve birçok amaç vardır.

*Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl, Ey Kâdir-i Mutlak,

….Hem zihayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi; cevvi, âdetâ bir hikmete binâen “levh-i mahv ve isbat” ve yazar, ifâde eder, sonra bozar tahtası” suretine çevirmekle, Senin faaliyyet-i kudretine işâret ve Senin vücuduna şehadet ettiği gibi, Senin merhametinle bulutlardan sağıp zihayatlara gönderilen rahmet dahi; mevzun, muntazam katreleri, kelimeleriyle, Senin vüs’at-ı rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder. ( ŞUALAR, 3.Şua)

* seyyâl zamanın hakikati ve sahife-i misâliyesi olan Levh-i Mahv, İspat’ta (SÖZLER, 30.Söz)

* bu sahife-i havanın, hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedâhetle, Zât-ı Zülcelâlin hadsiz gayr-i mütenâhî ilmi ve hikmetle çalıştırdığı kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sayfası ve bir levh-i mahfuzun âlem-i tegayyürde ve mütebeddil şuûnâtında bir levh-i mahv, ispat nâmında yazar bozar tahtası hükmündedir. (SÖZLER, 13.Söz)

* irâde ve evâmir-i tekviniyenin ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn’den (SÖZLER, 26.Söz)

* kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn’den (SÖZLER, 30.Söz)

* emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvânı olan İmâm-ı Mübîn’den (SÖZLER, 26.Söz)

* İmam-ı Mübin kader defteri ise, Kitab-ı Mübin kudret defteridir. (MEKTUBAT, 10.Mektup)

* herbir mevcut, Vâcibü’l-Vücudun bâki şuûnâtının tezahürüne bâki birer medar olacak mânâları, keyfiyetleri, hâletleri vücutta bırakıp öyle gidiyorlar. Hem o mevcut, bütün müddet-i hayatında geçirdiği etvar ve ahvâli, ilm-i ezelînin ünvanları olan İmam-ı Mübîn, Kitab-ı Mübîn, Levh-i Mahfuz gibi vücud-u ilmî dairelerinde vücud-u haricîsini temsil eden mufassal bir vücut dahi bırakıp öyle giderler. Demek, her fâni, bir vücudu terk eder, binler bâki vücutları kazanır, kazandırır. (MEKTUBAT, 24.Mektup)

* Kitâb-ı Mübîn ise, âlem-i gaybdan ziyâde âlem-i şehâdete bakar. Yani, mâzi ve müstakbelden ziyâde zaman-ı hazıra nazar eder. Ve ilim ve emirden ziyâde, kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvânı, bir defteri, bir kitâbıdır. İmâm-ı Mübîn kader defteri ise, Kitâb-ı Mübîn kudret defteridir (SÖZLER, 30.Söz)

* İmam-ı Mübin, mâzi ve müstakbelin ve âlem-i gaybın etrafında dal budak salan şecere-i hilkatın bir programı, bir fihristesi hükmündedir. Şu mânâdaki İmam-ı Mübîn, kader-i İlâhînin bir defteri, bir mecmua-i desâtiridir. O desâtirin imlâsıyla ve hükmüyle, zerrat, vücud-u eşyadaki hidemâtına ve harekâtına sevk edilir. (MEKTUBAT,10.Mektup)

Gördüğümüz şu şehadet alemindeki varlıklar; herşeyin iç yüzünü bilen bir sanat, şuurlu bir hikmet ile yaratılmış olup her şey yaratıcı tarafından önceden planlanmış bir denge içindedir. Yaratılış kanunlarıyla da bu denge devam ettirilmektedir. Bu alemdeki canlı varlıklar taşıdıkları hayat ile bir ışık gibi her şeyi aydınlatırlar, adeta her şeyi kaplarlar. Ve Bu alemin yaratılmasının gerçek amacı ve sonucudur.

* Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alîm-i Kadîre şehadet eder. Çünkü zerre gibi bir câmid, arı gibi küçük bir hayvan, Kitab-ı Mübînin mühim ve ince meseleleri olan nizam ve mizanı bilmez. Câmid bir zerre, arı gibi küçük bir hayvan nerede? Semâvat tabakalarını bir defter sayfası gibi açıp, kapayıp toplayan Zât-ı Zülcelâlin elindeki Kitab-ı Mübînin mühim, ince meselelerini okumak nerede? Eğer sen divanelik edip zerrede o kitabın ince hurufâtını okuyacak kadar bir göz bulunduğunu tevehhüm etsen, o vakit o zerrenin şehadetini redde çalışabilirsin!

Evet, Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübînin düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçla icmâl edip derc eder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaçla amel etse, o Kitab-ı Mübînin düsturlarını bilmeyerek imtisal eder. Meselâ, hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar, durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harp gibi maharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen bu mahlûka bu san’atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san’atını kim öğretmiş? Ve nerede öğrenmiş? (LEMALAR, 17.Lema)

İşte, ilhâma mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvânâtı bu sineğe kıyas et. Hattâ nebâtâtı da aynen hayvânâta kıyas edebilirsin. Evet, Cevâd-ı Mutlak (celle celâluhu), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midâdıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş, onunla evâmir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir. Bak o Hakîm-i Zülcelâle, nasıl Kitab-ı Mübînin düsturlarından, arı vazifesine ait miktarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, programını okur, emri anlar, hareket eder Rabbin balarısına ilham etti.” (Nahl Sûresi: 16:68.) âyetinin sırrını izhar eder. (LEMALAR, 17.Lema)

Görünen alemde yaşayan insan; evreni inceleyip tefekkür ettiğinde onun adete başka görünmeyen bir alemin de perdesi olduğu gerçeğini bulacaktır. Kendisine sunulan bunca nimetlere bakacak ve varlıkların kendisine has dillerini çözerek kendisiyle konuşan yüce yaratıcının izini keşfedecektir.

Kur’an’a bakan kimse ise; bilinmeyen gaybi alemlerin sahibinin sesini duyacaktır. Ve bu görünen alemin kapısından girerek önündeki aleme elini uzatacaktır. Onun için bu alemin sırlarını iyice anlamak gerek.

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Beni Sev

Beni seviyorsan söyle!                                                                               

beni sevdiğini göster,                                                         

beni kucağına al,

öp kokla!

Sen benim annem babam değil misin?    

Bak Peygamberimiz ne diyor:“Her öpücük için cennette beş yüz yıllık mesafesi olan bir derece verilir” 

“Allah, öpmeye varıncaya kadar çocuklarınız arasında adil davranmanızı sever.”

İstersen bir de hayvanlar dünyasına bak!

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

 hayvanlar dunyasi sevgi

Albatros (Şiir)

Yetmiş, seksen yıl yaşarmış

tek eşle geçermiş bir ömür

ölse de sadık kalırmış eşler

beyaz renkli, uzun kanatlı bir kuş

Albatros…

 

Birbirini sevgiyle örten kanatlar

yılda tek yumurta, tek yavru

ve eşine sadakat

ne kadar imrenilse azdır sana

Albatros…

 

Çıkarların  öne çıktığı

boşanmaların arttığı bu ülkede

niye ders almazlar senden insanlar?

ah Albatros, ah Albatros…

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org