Etiket arşivi: Selim Gündüzalp

Terk Etmedi Sevdan Beni

Hendek Harbi sırasında, Sevgili Peygamberimiz de (s.a.v.) bizzat çalışıyor ve hendeği kazarken şöyle dua ediyordu: “Gerçek hayat yok hiçbir yerde, Cennettekinden başka. Ensarla Muhacirine rahim ol Rabbim.” Sonra müjdelerle aydınlandı her yer…

Vur kazmayı Ferhat gibi içinin dağlarına, Sen de eriş o müjdece ey yolcu. Yüce davete uyup kutlu beldeye, kutlu sefere çıkan kardeşlerimizi dualarımızla uğurluyoruz. Bizi de duadan unutmasınlar inşaallah.

Öyle anlar vardır ki, âdeta bittim dersiniz. Aczinizin son sözleridir söyledikleriniz. Bıçak kemiğe dayanmıştır. Ve işte tam o sırada olmazlar olur, ilâhî bir inayet birden imdada yetişir. Sebeplerin tek tek tükendiği bir yerde, söz onundur artık. Simurg gibi, küllerinizden o an yeni bir hayat, yeni bir insan doğar. Kim bilir kaç yüzüncü kez bu böyle olmuştur? Yine de unuturuz, çareyi hiç olmayacak yerlerde ararız. Yanlış adreslerden medet umarız. Halbuki dua ve Allah’a sığınış en emin çaredir. Acz ve fakr, en kısa en selâmetli yoldur. Hedefe çabuk vardırır. Rabbimize ulaştırır bizi. Yüce Sevgili’nin huzuruna çıkarız. Bir damlacık hayat nuru buharlaşmadan kaynağına kavuşur. Dertler biter mi? Yine vardır ve hep olacaktır. Ama ruhun kavuştuğu huzur ve eriştiği hakiki iman sayesinde dağlarvari dalgalar, topuklara çıkar ancak. İnsanı aşamaz, boğamaz.

Tılsım bozulmuştur. Her devirde, her dönemde insanın hâli budur. İnişler ve çıkışlarla doludur hayatı. Ne onu üzen olaylar azalır, ne de ona ulaşan ilâhî yardımlar kesilir. Bazen şaşkınlık içinde aklımız karışır, seçemez olur doğruları. Hakka yönelmekte gecikiriz bir müddet. Yönümüzü ve yüzümüzü ondan yana çevirince anlarız ki; hayatı veren ve bu hayatın sahibi olan Rabbimiz bizi yalnız bırakmamıştır. Gözyaşlarıyla beraber dilimizden bir söz dökülür: “Terk etmedi sevdan beni.” Bu söz, bir dua gibi arşa yükselir. Darmadağınık bir evde, perişan bir odada temizlik yapmadan ne oturabilir ne de çalışabiliriz.

Kalbimizde böyledir, bazen dağılıyor, daralıyor, bin parça oluyor. Onun için de bir temizlik gerekiyor. Biçare kalbimizi, o kadar bencil duygular ve yabancısı olduğu fikirler kaplıyor ki, bunların esiri olmaktan bunalıyor “ah” “of” edip inliyor. Ruhumuzun inceldiği anlarda bu feryatları duyarız. Kalbimizin sesine uyarız. Çok geç olmadan ince bir temizliğe başlarız. Kalbimiz ki, o en temiz ve en saf yanımız. Tövbeyle arınmak ister. Ağlamakla, bulut olup yağmakla yıkanmak ister, İhtiyacı vardır. Serapa temizlenip güçlenmek ve beslenmek ister. Buyur etmek ister; “çün hazır oldu döşek/ Ona bir hakan gerek” der bebekler. Yüce Rabbin güzel isimlerinin tecellisini kendinde görmek ve göstermek ister. Bu böyledir… Her sıkıntı feraha açılan bir kapı olabilir. Allah(c.c.) Fettah’tır; kapılar açar. En umulmadık bir anda, size de bir kapı açılabilir. “Dışarıda arama, yollar hep senin içinde. Dön geriye dön, bir kapı açılır kalbinde. Ateşli hastalık gibidir günahlar, ruhu yakar. Tövbeyle arın, şifalar yakın rahmetinde.”

Kalbimin yumuşadığı günlerden bir gündü. Öksüz ve yetim çocuklarla sohbet etmiştik. Bu mânâyı bir kez de orada yaşadım. Rahmetli Doktor Haluk Nurbâki hoca bir sohbetinde anlatmıştı. Sahabeden biri gelir Hz. Peygamber’e (s.a.v.) “Duygulanamıyorum” der. Adeta kitlenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) o sahabeye, “Sokakta bir yetimle karşılaşırsan başını okşa. İçinde bir şeylerin kımıldandığını hissedeceksin” der. Denileni yapar, gerçekten de duygularının tekrar canlanıp, coştuğunu görür. O gün ben de böyleydim. Bir baş okşamakla, onların arasında olmakla ben de açıldım, konuştukça ferahladım. Her olay bizi derinden etkiliyor. Her bir olayla birbirimize bağlıyız. Görünmeyen bir zincirin halkaları gibiyiz. Tüm insanlarla birlikteliğimiz var. Bizden uzak olmayan biri var. Şükür ki bu bağı kuran, bu sevgiyi kalplerde uyandıran var. Bizden uzak olmayan biri var.

“Terk etmedi sevdan beni.”

Terk etmiyor bu sevdan hiçbir zaman. Ben unutsam da, sen unutmadın. Yaprak yaprak açtırdın ağaçları, çiçek çiçek donattın dalları. Dalların uçlarında rengarenk meyvaları. Hepsini, her şeyi benim için yarattın.

“Terk etmedi sevdan beni.”

Çünkü Sen Rahmandın. O yüce ve eşsiz sevginin şanındandır tüm bunlar. Sığındığım, kollarına atıldığım nice gerçek olmayan sevgilerin kapılarını kapadık. Yüz bulamadık, Senden Senin dergâhından başka hiçbir yerde. Hepsi gitti, gidiyor da zaten…

Bir zaman sonra anladık ki; aynalardaki güzellik aynalardan değilmiş. Biz aynadaki güneşe vurulmuşuz. Aynalar kırıldı. Güneş, gökte yine yalnız kaldı, pırıl pırıl. Sevginin güneşi de böyle, hiç sönmedi, sönmeyecek. Sen tüm sevgilerin kaynağısın, Rahmansın. Küçük diye ne bir karıncayı, ne de bir çiçeği terk etti rahmetin Senin. Her şeye, her şeyden yakınsın Sen. Her şey Senin çünkü Rahmansın Sen.

“Terk etmedi sevdan beni.”

Bu sevgi beni yaratmadan hatta kainatı yaratmadan öncede vardı. Ezelde Senin, Ebed de.

“Terketmedi sevdan beni.”

Sonra sonra, ilahi bir hikmetin ve sevginin ışığıyla yandı, aydınlandı her yer. Sen ki, Nurdun. O Nurdan uzak kalamazdı hiç kimse. Gizlenen, saklanan, uzak duranlar müstesna. Ama onları da unutmuyorsun, yine de yaşatıyorsun. Seni layıkıyla sevemedik. Allah’ım affet. Kayboldu bir kısmımız dünya çöllerinde, buharlaşıp gitti. Bir kısmımız ise yanıldığımızı anlayıp döndük. Davetine uyup tekrar düştük yollara, yöneldik huzura.

“Terketmedi sevdan beni” dedik.

Aç kaldık, susuz kaldık. Uğrulara kandık. Aldandık, aldatıldık bu yollarda. Bir Sen vefalı çıktın, beni yalnız bırakmadın.

“Terk etmedi Sevdan beni.”

Senin adınla başlayan her nimet güzeldi, Senin için katlandığımız her zorluk da kolaydı. Nimetler Sendendi, Senindi. Sevginle sermest, aşkınla bihuş olup düştük yollara, yollarına. O sevdanın uğruna. Daha yakın olalım, rahmetinden kana kana içelim, tadalım diye yollardayız. Yollar ki adınla güzel, bu yolculuğun en güzel kelimesi de yine Sen’den armağan; “Lebbeyk, Allahümme lebbeyk, Lebbeyke la şerike leke lebbeyk…”

Sevginin, hasretin ateşi sarınca içimizi, ayaklarımızın altındaki yollarda kısalıyor sanki, zaman da dürülüyor. Geç olmadan anladık ki, “Hac” sevgiymiş meğer… Bir aşk damlacığının, sevgi seline kapılıp ummana doğru koşmasıymış, çağlamasıymış. Huzurdayım, kapındayım, kıyamdayım demekmiş. Eller, diller ve gönüller arınmakta şimdi. Binler duygunun temizlenme vakti şimdi. Mahşerin provasına hazırlanıyor milyonlar. Günahın, lekenin bir zerreciği bile kalmamalı üzerimizde. Arafat’ta son bir defa daha yıkanıp arınmalıyız. Gerçek hayat neymiş burada anlıyor insan. Rahmetine sarılıyoruz, kabuslardan uyanıyoruz. Savrulmaktan ve ezilmekten ise izzetinle kurtuluyoruz. Seni bilmekle, Seni “Bir” ve “yakın” bilmekle rahatlıyoruz.

“Terk etmedi sevdan beni.”

Hiçbir zaman, ne dünyada , ne kabirde, ne de ahirette… Her nereye gidersek Sendin bizimle kalan, binbir isminle bizi kuşatan, bizimle olan. Senden başka kim var ki, kimimiz olabilir ki, bizi bilen? Varlığının yanında ne ki bu gölgeler? Senden medet almayan sevgiler, sönüp gittiler birer birer. Sen ki sönmeyensin! Sen ki, ölmeyensin! Sen ki, eşi ve benzeri olmayansın! Sen ki, kullarını unutmayansın!

“Terketmedi Sevdan beni.”

ALLAH’IM Sen ki, Rahmansın, yaşamak bu olmalı, gerçek hayat da bu olmalı. Çok şeyi bilmek değil, sadece bir şeyi bilmek, o yüce gerçeği bilmek. “Terk etmedi sevdan beni” demek. Ve seni sevmek… İşte bütün mesele bu… Seni sevmek, ölesiye sevmek, ebediyen sevmek. Mevlânâ gibi “Yarabbi; İşte Senden başka kimse yok! Sana teslim olan da, ağlar sayılmaz… Ey Nur; Sana karşı hiç kimsenin adını anmak lâyık değil. Bu bir damlayı, af ve rahmet denizlerine ulaştır. Kötülükleri bizden ırak et. Dua ve dileklerimizi kabul et…” Amin…

Selim Gündüzalp

Zafer Dergisi

Günahlardan Tövbeyle Arınmak

Yüreğimizin yandığı, gözyaşlarımızın çağladığı anlar vardır. Geçen günleri düşündükçe; ‘Ah keşke böyle yapmasaydım, şunları yaşamasaydım’ dediğimiz, hiç hatırlamak istemediğimiz nice hallerimiz vardır. Ama olan olmuştur. Amel defterimizi yazan melekler, her şeyi kaydetmiştir.

Bu sabah balkonumdaki kumruların hu, hu’sundan içime bir nur doğdu. Çocukluğuma, o günahsız günlere, özlemle uyandım. Duama cevap gelmekte gecikmedi. Sevimli, küçük bir çocuk, oturduğum koltuğun sol yanında başını cama dayamış dışarısını seyrediyor ve hiç olmayacak şeylerin peşinde: ‘Ben bebek olmak istiyorum,’ ‘Allah beni bebek yapsın,’ diyordu. Anne, baba dahil arabanın içindeki herkes şaşkın ve çaresiz. Başını okşadım. O hâlâ söylenmeye devam ediyordu; ‘Bebek, yeniden bebek olmak istiyorum.’

Ah be güzel çocuk! O günlere tekrar dönmeyi kim istemez ki? Allah’ım küçücük dudaklara, büyük lâflar ettiriyorsun. Hiç düşündünüz mü? Allah’ın katında neden özel bir yeri vardır çocukların, ihtiyarların ve hastaların diye. Çünkü âciz ve zayıftırlar. Sevgiye ve şefkate muhtaçtırlar. Dualıdırlar. O büyük hesap gününü, mahşeri düşündükçe yüreğimin yağı eriyor. Hz. Ebubekir’in ve daha nicelerinin sözlerini hatırlıyorum; ‘Keşke bir çocuk olsaydım, keşke toprak olsaydım, keşke bir daha dirilmemek üzere ölseydim de hesaba çekilmeseydim’ diye söylemelerinin hikmetini şimdi anlıyorum. Hesap gününün dehşetini hakkalyakîn duymuşlar, o günü ölmeden önce yaşamışlar.

Allah (c.c.), isim ve sıfatlarıyla tanındıkça, insan marifetullahta ilerledikçe, imtihanı daha da zorlaşıyor. İnsan, bilgisi nispetinde Allah’ı seviyor ve emrini dinliyor. Bazen kalbimizi, ümitsizlik bulutları kaplamaya başlar. Sonra bu tablo birden değişir. Yerini rahmete bırakır. Yağmur gibi kalbimize ümit yağmaya başlar. Rabbimizin rahmetiyle yıkanırız. Günahlarımızdan istiğfarla yıkanıp, tövbeyle temizleniriz. Tövbenin bir şartı da Allah’ın affedeceğine inanmaktır. Rabbimizin o engin rahmetiyle, şefkatiyle çepeçevre kuşatılmışız. O’na sığınırız, O’na güveniriz.

Allah’ım tövbemizi kabul eyle. Küçük büyük, gizli açık günahlarımızı affeyle. Rahmetinden sonsuza kadar ümitvar eyle. Son nefeste de adını yar eyle. Kabirde de imanımı yoldaş eyle. Azabından ve hesabından korkup, çekinenlerden eyle. Suçumu, kusurumu, hatamı günahımı ilk andan bugüne kadar ne varsa defterimde yazılı hepsini itiraf ediyorum. Hepsinin affını rica ediyorum senden. Tövbemin kabulünü bekliyorum. Merhametine güveniyorum. Çünkü Sen Tevvab’sın, Vehhab’sın, Gafur’sun, Settar’sın. Affedici, esirgeyip bağışlayıcı sadece Sensin. Hayra da, şerre de, iyiliğe de, kötülüğe de elverişli yaratılmışız.

Kalbe gelenin iyi ya da kötü olduğunu anlamanın yolunu, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle açıklıyor: ‘Eğer kalpte, kötülüğe karşı belli belirsiz bir fısıltı, gizli bir ses işitilirse, bilmeli ki, o fısıltıyı yapan şeytandır. Gizli ses de onun telkini ve vesvesesidir. Eğer tam zıttı ise, yani gelen ses bizi hakka ve iyiliğe çağırıyorsa o ses melek tarafındandır, Allah’tandır.’

İnsan olarak yaratılıştan nefsimizin arzu ve isteklerine uymaya ve duygularımızı o yolda kullanmaya düşkünüz. Nefis ise, şer ve kötülüklerin kaynağı olan şeytanın aracısı ve bir âletidir. Şeytan, nefsimizi kullanmakla bizi azdırıp, saptırabilir. Rabbimize sığınmakla, samimi ve ihlâslı bir kul olmakla bu tehlikelerden kurtulabiliriz. Tavır ve davranışlarımızın iyi ya da kötü olduğunu en ince noktasına kadar gösteren tek ölçü dinimizin emirleri. Yapılan her çeşit kötülükleri, haksız ve uygunsuz davranışları İslâm dini ‘günah’ ismi altında toplar. Günahlar ise, Yüce Allah’a, kendimize, ve başkalarına karşı olmak üzere üç gruba ayrılır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) herhangi bir tutum ve davranışın günah olup olmadığını Medineli Ensar’dan iki kişinin fazilet ve günah hakkındaki sorularına verdiği bir cevapla belirtmiştir. ‘Fazilet, huy güzelliğidir ve kalbini ferahlandıran şeydir. Günah da içini tırmalayan, rahatsız eden, halkın görmesini ve bilmesini istemediğin şeydir.’

Günahın küçüğüne aldırış etmemek olmaz. Büyük tepeler, küçük taşlardan oluşur. İnancı güçlü bir insan, günahlarının manevî ağırlığı altında ezilir. İmanı ve inancı zayıf olan ise, günahları, burnunun üstündeki bir sinek gibi görür, önemsemez. Başımıza gelen musibet ve fenalıklar insanın hep kendi kazancıdır. Nisa suresi, 79. âyette de; ‘Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Sana gelen her fenalık, kötülük de kendindendir,’ der. Bazen kalbimizi, endişe korku kaplar. Bazen de geçim sıkıntısına düşeriz. O zaman, Allah’a olan inancımızı ve güvenimizi tekrar sağlamlaştırmamız gerekir. ‘Kim benim zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır’ (Tâhâ, 124)

Günahlar, insana maddî ve manevî mahrumiyetler getirir. Kalp bunlardan kurtulup aklanmadıkça, ibadetten de bir haz ve bir tad alamaz. Kalbimiz, maddi ve manevî hayatımızı düzenleyen yegâne organımızdır. Bunun içindir ki, Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor; ‘Haberiniz olsun ki, bedenin içinde bir et parçası vardır. O iyi olunca bütün ceset iyi olur. O bozuk olunca, bütün ceset de bozuk olur. İşte o et parçası kalbtir.’ (Buharî, c.1, s. 19)

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), ‘Mü’min, bir günah işlediğinde onun kalbinde siyah bir nokta konulur. O, bunu tövbe ve istiğfar ile silip atınca, kalbi o lekeden temizlenir. Eğer günaha dönerse, o noktalar artırılır ve nihayet onlar, o mü’minin kalbini kaplar,’ buyuruyor.

Allah’ım; Seni hakkıyla tanıyamamaktan, sevgili Peygamberimizi (s.a.v.) lâyıkıyla bilip, örnek alamamaktan af diliyorum. Tövbeler ediyorum. Cahillikten, kibirlenmekten, gururdan, hasetten, kıskançlıktan, yalancılıktan, yanlış inançlardan, nefsimin heva ve heveslerine uymaktan, gösterişin her türlüsünden, kendimi beğenmekten, riyadan, amel ve ibadetlerimle gösteriş yapmaktan, tanınmak, görünmek, bilinmek ve şöhret belâsından, vara yoğa kızıp, haksızlık etmekten, kin ve inat gütmekten, Sana sığınıyorum. Bunları bilerek ya da bilmeyerek yaptıysam Senden af ve özür diliyorum. Günahlarıma tövbe ediyorum. Bir daha işlememeye azmediyorum. Affeyle Allah’ım. Affeyle Rabbim. Âmin’ 

Allah’ım; savurganlıktan, cimrilikten, acelecilikten, kötü kalpli olmaktan, sabırsızlıktan, neme lâzımcılıktan, münafıklık etmekten, sui zandan, nefsimin arzularına düşkünlükten, günah işlemekte ısrar etmekten, senden başka bir güç ve kudrete itimat etmekten sana sığınırım. Eğer bilerek ya da bilmeyerek, bu veya bir başka fiili işlemiş isem, hatamı itiraf ediyorum, pişmanlık duyuyorum ve bunu bir kere daha işlememeye azmediyorum. Sana en içten ve samimi duygularla tövbe etmek istiyorum. Kalbimdeki katılığı ve pası sil, gider, Rabbim. Tövbelerimizi kabul eyle Allah’ım. Ne olur Rabbim, kabul eyle. Âmin.

Dünyada da ahirette de yüz karası olacak günahlarla huzuruna gelmek istemiyoruz, bizleri affeyle. Günahlarımızdan kurtulmak için Sana tövbe ediyoruz. Rabbim, senin açık ve kesin emrine uyuyoruz. Sen Kur’an’da öyle buyuruyorsun: ‘Hepiniz, Allah’a tövbe edin ey mü’minler. Tâ ki, korktuğunuzdan emin, umduğunuza nail olasınız.’ (Nur, 31) Allah’ım Seni anmaktan, fiilen, halen, kalben ve tavren, şeytanın gaflete düşürücü vesvese ve tuzaklarından hepimizi uzak eyle.

Allah’ım, insanlığın ilki ve başı dedemiz Hz. Âdem’in ve Hz. Havva’nın Kur’an’da geçen ilk tövbesi ile tövbemizi kabul buyur: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik. Eğer, Sen bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen, herhalde en büyük zarara uğrayanlardan olacağız.’ (A’raf, 23)

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz de, çok zaman: ‘Allah’ım! Beni bağışla. Tövbemi kabul buyur. Tövbeleri, çok çok kabul eden merhametli Sensin, Sen’ diyerek dua ederdi. Hatta ‘Rabbinizden mağfiret dileyiniz. Sonra, Ona tövbe ile dönünüz. Çünkü benim Rabbim çok esirgeyendir. Mü’minleri çok sevendir’

Hud Suresinin 90. âyetleri nazil olduğu zaman, Hz. Peygamber (s.a.v.) her gün yüz kere istiğfar etmeye başlamıştı. Peygamberimiz (s.a.v.) her insanın, hangi hâl ve hangi iş üzerinde bulunurken ölmüşse, ona göre diriltileceğini söylüyor. Rabbimiz de; ‘Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz! Herkes, yarın için, önden ne göndermiş olduğuna baksın! Allah’tan korkunuz! Çünkü Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.’ (Haşr, 18) buyuruyor.

İnsanın kusursuz olmayacağı, bir gerçektir. Fakat, kusurunu bilmek ve onu tekrarlamamaya çalışmak da, bir görevidir, meziyettir. Burada kendini hesaba çeken, sorgulayan insan ne bahtiyardır. Hayat muhasebesinde bizi kurtaracak ve ilk baş vurulacak şey, tövbe etmemizdir. Yaptığı kötülüklerden pişmanlık duyan kimse, tövbenin ilk adımını atmış demektir. Peygamberimiz (s.a.v.) pişmanlığın, bir çeşit tövbe olduğunu haber vermiştir. Yaptıklarından hemen tövbe etmeyip onu, geciktiren veya ‘ileride tövbe ederim’ diyenler, şüphesiz aldanmışlardır. Hz. Lokman’ın oğluna ‘tövbeyi geciktirme! Çünkü, ölüm, sana ansızın gelir!’ der. Yüce Allah; Mü’min, münkir bütün kullarının tövbe etmelerini, bağışlanmak için af dilemelerini, rahmetinden ümitsizliğe düşmemelerini istemekte, kendilerinin bütün günahlarını bağışlayacağını bildirmektedir.

‘Bilmeyerek günah işleyen, sonra da tövbe edenler, bağışlanır ve Cennete girerler.’ (Nahl, 119)

‘Tövbe ve iman edip yararlı âmellerde bulunan insanlar, dünya ve ahirette felâh bulur, umduklarına kavuşurlar.’ (Furkan 70-71)

‘Mü’minlerden, kim bilmeyerek bir fenalık yapıp, sonra da ondan tövbe ve nedametle hallerini düzeltirse bilsin ki, Allah muhakkak çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.’ (En’am, 54)

‘Küfürden, zulümden tövbe edip iman ve hallerini ıslah edenlerin tövbeleri kabul olunur.’ (Mâide, 39)

Hz. Peygamber (s.a.v.) ‘Günahından tövbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir,’ (İbni Mace, Sünen, c.2, s. 1420) buyuruyor.

İşlenilen günahlardan dolayı edilecek tövbede, dil ile istiğfarda bulunmak, kalb ile pişmanlık duymak, günah işlemeyi bırakmak ve o günaha bir daha dönmemeye azmetmek gerekir.

Tövbe eden kimsenin; yalanı, gıybeti, koğuculuğu, boş boğazlığı bırakması.

Kalbinde kin, hased, düşmanlık duygularına yer vermemesi.

Düşüp kalktığı yaramaz arkadaşlarından ve kötü dostlarından uzaklaşması.

Rabbine ibadetten geri kalmaması ve ahiret hazırlığı yapması… Tövbesinin kabul olunduğunun belirtileri ve işaretleridir.

Sahabeden Abdullah b. Ömer ‘İşlediği günahı hatırlayarak kalbine korku düşen kimse, günahlarının silineceğine emin olsun’ demiştir. Bu gibi insanlara sevgi göstermek, tekrar aynı yola düşmemeleri için dua ve temennide bulunmak görevimizdir. Bu da bir yardımdır. Günah, Allah (c.c.)’a, insanlara ve kendimize karşı olmak üzere üç gruba ayrıldığı gibi, tövbeyi de, Allah’a karşı işlediğimiz günahlardan tövbe, başkalarına karşı işlediğimiz günahlardan tövbe diye gruplandırabiliriz.

Allah’a karşı işlenilen günahlar; İmana, itikada dair günahlar ve âmeli yani ibadete yönelik günahlardır. Her iki kısım günahın da büyük ve küçük olanları vardır.

İtikadla ilgili günahların en büyüğü: Zâtında ve sıfatlarında yüce Allah’a şerik ortak koşmak, yahut Allah’ı inkâr etmektir.

Dünyada, bu günahtan kurtulmanın, arınmanın yolu: Müşrikliği ve imansızlığı bırakıp Allah’tan af dileyerek tövbe etmek, Allah’ı, şeksiz, şüphesiz var ve bir bilmektir. Dünyada bu şekilde tövbe ve iman etmeyenleri, Rabbimiz asla, bağışlamıyor, temelli azapta bırakıyor. Allah’ın ‘Yapınız!’ dediğini, yapmamak, ‘Yapmayınız!’ dediğini yapmak suretiyle işlenilen günahlar, dünyada iken tövbe ve pişmanlık duymakla, Allah’a yalvarıp yakarmak, O’nun emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmakla bağışlanıyor. İşlenmiş olan günahlardan tövbe edilmekle birlikte, o günahların sayısı kadar hayr ve hasenat da, işlemenin gayreti içinde olmalıyız.

Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’inde: ‘Çünkü, haseneler, günahları giderir’ (Hud, 114) buyurduğu gibi, Peygamberimiz (s.a.v.) de, işlenilen bir günahı yok etmesi için onun arkasından hemen bir hasenenin, bir iyiliğin işlenmesini tavsiye buyurmuştur. (Münzirî, Ettergibu vetterhib, c.4, s. 109)

Kendimize karşı işlediğimiz günahlar, Allah ile kul arasında kalan günahlardır. Bu çeşit günahların tövbesi; dil ile istiğfarda bulunmak, kalb ile pişmanlık duymak, onları, bir daha işlememeye niyet ve azmetmektir. Başkalarına karşı işlediğimiz günahlardan tövbeye gelince. Bu, kul haklarına girdiği için, hepsinden daha önemli ve daha ağırdır.

Kul hakları: Mala, cana, ırz ve namusa, aile mahremlerine ve dine dairdir. Malla ilgili haklardan doğan günahlardan kurtulmanın ve arınmanın yolu; tövbe ve nedamet ederek o malı veya bedelini mal sahibine ödeyip helâllaşmak, Eğer hak sahibi kaybolmuş veya ölmüşse, o malı veya bedelini hak sahibinin varislerine ödemek. Varisleri yoksa onu, hak sahibi hesabına sadakalar vermek, Allah’tan da af dilemektir. Tasadduk edecek mala sahip olmayanların, ahirette hak sahibini razı edip, hakkından vazgeçirmesi için yüce Allah’a yalvarıp yakarmaktan, ağlayıp sızlanmaktan başka çareleri kalmamış demektir.

Gıybet ve iftira etmek, sövüp saymak, hakaret etmek, dövmek veya dövdürmek, Aile mahremlerini açıp, öğrenmeğe çalışmak, küfür ve dinsizlik isnad etmek.. gibi, ırz ve namusa, nefse, aile mahremlerine ve dine taalluk eden haklardan doğan günahlardan kurtulmanın, arınmanın yolu: Bu konuda sarf edilmiş olan sözlerin, yapılan hareketlerin tamamıyla asılsız, yersiz ve haksız olduğunu, hak sahibinin huzurunda itiraf etmek, hakkını helâl etmesini ondan dilemektir. Hak sahibinin gıyabında işlenmiş olan günah, kendisine açıklandığı takdirde, bir fitne ve fesad kopmasından korkulacak nitelikte ise, onu açıklamamak, fakat meclislerde, toplantılarda, dostları ve yakınları arasında, hak sahibinin iyi ve güzel huylarını anmak suretiyle daha önce onun hakkında söylemiş olduklarını geri almak, ahirette de, onu razı ederek hakkından vazgeçirmesi için yüce Allah’a yalvarıp yakarmak, ağlayıp sızlanmak, istiğfar etmek, hak sahibi adına hayr ve hasenat yapmaktan ve herkese iyi davranmaktan geri durmamak. Hakkına tecavüz edilen kimse, ölmüş, yapılan zulüm de, dil ve el ile yapılmış ise, o kimseyi rahmetle anmak, onun çoluğuna çocuğuna iyiliklerde ve iyi muamelelerde bulunmak gerekir.

Şüphe yok ki, yüce Allah, kullarından kusurlarını itirafla tövbe edenlerin tövbelerini kabul ve günahlarını afveder. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: ‘O, kullarından tövbeyi kabul eder. Günahlardan (tövbe edenleri) af buyurur ve bütün yaptıklarınızı bilir.’ (ŞÃ»ra, 25) Yeter ki, kul, yüce Allah’a açık bir kalble yönelmesini, ‘Aman ya Rabbi’ demesini bilsin. Yüce Allah, tövbe eden kullarını bağışladığı gibi, onları, günahlarının ağırlığı, ayıbı ve utancı altında da, bırakmaz.

Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, bakınız ne buyuruyorlar:

‘Yüce Allah, tövbe eden kullarını bağışladığı gibi, onları, günahlarının utancı ve ağırlığı altında da bırakmaz.’

Bir diğer hadislerinde ise:

‘Yüce Allah, tövbe eden ve tövbesi kabul olunan kimsenin amelini yazan meleğe, onun günahını unutturur. Onları işleyen azaya da, işlenen yere de unutturur. O kimse, aleyhine şehadette bulunacak hiçbir şey ve hiçbir kimse bulunmadığı halde mahşere gelir!’

Böyle olanların, Kıyamet gününde amel defterlerine bakıp, baş tarafında günahlarını, sonunda da, hasenelerini yazılı bulacakları, defterlerinin baş tarafına tekrar baktıkları zaman, tamamının hasenelerden ibaret bulunduğunu görecekleri de, ayrıca bildirmiştir. (Munziri-Ettergibu vetterhib c.4 s.94-95)

Yüce Allah da, bu hususta şöyle buyurur: ‘Ancak, tövbe ve iman edip iyi amellerde bulunan kimseler müstesnadır. İşte, Allah, onların günahlarını sevaplara çevirir. Allah, çok bağışlayıp, affedici ve çok esirgeyicidir.’ (Furkan, 70)

Rabbim, Hz. Peygamberimizin (s.a.v.) dünyamızı şereflendirdiği günler ve aylar hürmetine hepimizin günahlarını affeylesin. Dünyada ve ahirette afiyetler ihsan eylesin. Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin. Sonsuza kadar salâtu selâm Peygamberimizin (s.a.v.) üzerine olsun. Âmin.

 Selim Gündüzalp

Her güne yeniden başlamak

“Sayısız güzellik doğar da her günde birini sevmek için bir ömür yetmez” — F. Nafiz Çamlıbel

Her sabah pencereyi açıp, gördüğüm manzara karşısında söylediğim duadır bu: “Allah’ım, güzel bir güne başlamayı nasip et.”

Anlamadan ve ağlamadan edemiyorum! Allah’ın güzellikleri saymakla bitmiyor. Çiftçilerin ümitle beklediği yağmurlar, nihayet geldi… Rahmet çatlamış topraklara dudaklarını değdirdi.. Hafiften üşüten bir sabah var. Biraz yorgunum ama, temiz havayı ciğerlerime çektikçe, içimdeki mahmurluk git gide açıldı.

Küçük, sarışın bir kız çocuğu uzaktan sabah kahvaltısı için aldığı ekmekler elinde, neşeyle eve dönüyor. Uzaktan el sallıyorum ve merhabalaşıyoruz. Çevresini kuşatan güzelliğin bu çocuk bile farkında. İşte içten bir “merhaba” gönülleri fethetmeye yetiyor. …

Serçeler, çöp sepetinde yiyecek arama telâşında. Islanmışlar belli. Ama yağmurda ıslanmak onları korkutmuyor. Başka elbiseleri de yok ama aldırmıyorlar buna. Belki de bu bahar yağmurlarını sever kuşlar. Çılgınca bir neşe içindeler, keder dağıtıcı bir neşe bu. Önce bir ikisi çöp kutusunun içine kadar giriyor, bir tanesi de nöbet tutuyor kutunun üstünde.

Çok değil daha iki ay önce bahçedeki küçük ağaçlarımızın kuru dallarında hemencecik fark ettiğimiz bu kuşlar, şimdi yemyeşil yaprakların arasında gizleniyorlar. Her yer “cihetsiz kuş sesleri” ile dopdolu. Her yer onların. “Haydi bu şenliğe biz de katılalım” diye hareketleniyoruz. Bir-iki dilim kuru ekmek parçasını ıslatıp atıyoruz önlerine ve gelmelerini bekliyoruz merakla…

Önce kırlangıçlar geliyor bir iki pike yapsalar da pek de aldırış ettikleri yok bize.. Çünkü şu sıralar yuva yapma telâşındalar. Üstelik çamurlu toprak ve bir iki kuru yaprak peşindeler.

Sonra kurnaz kargalar belirdiler birden, onlar da birkaç alçak uçuş yapmakla beraber, herhalde ortamı güvenli bulmamış olmalılardı ki, hiç iltifat etmediler. Serçeler ise sahneye çıkmakta çok gecikmedi. Kimi ufak, kimi iri bir lokma kapıp, en yakın ağacın dallarına tüneyip, rızıklarını öteye beriye saçarak iştahla yemeye başladılar. saçılanlar karıncaların…

Dünya, her gün ve her sabah bu neşeli ve cıvıltılı seslerin içinde uyanıyor. Kim görüyor bu manzarayı? Belki de öldüğümüz gün anlayacağız, yaşarken ne fırsatlar kaçırmış olduğumuzu. Ama umarım böyle olmaz.

Küçücük penceremden dünyayı seyrediyorum. Keşke bu her zaman mümkün olabilse. Demek ki, Balzac’ı hatırlıyorum. Babasının kendisine verdiği ilk yazı derslerini..

Balzac’a yazı yazmaya nasıl başladığı sorusu yöneltildiğinde, şu anısını aktarıyor: “Babam, her gün evimizin, yüzü tarlalara dönük penceresinin önündeki bir sandalyeye oturturdu beni. Ve buradan, ne gördüğümü yazmamı isterdi. Bir gün, iki gün, üç gün, aylarca devam etti bu. Önce kızıp, sinirlenirdim. Göz yaşlarımı içime atardım. “Bir pencereden her gün görünenden başka ne görülebilir ki,” derdim kendi kendime. Fakat gerçek, hiç de öyle değilmiş. O pencereden, meğer çok şeyler görülüyormuş. Başlangıçta her gün yazdıklarım birbirine benziyordu. Sonra değişti bu durum. Çünkü ruhumun iklimleri değiştikçe, dışımdaki manzaranın da değiştiğinin farkını görüyordum. Yıllar sonra geriye dönüp baktığımda, yazarlığımın ilk çekirdeğinin o günlerde atıldığını zannediyorum. Belki de babam, ben pencereden aynı şeyleri görmemeyi başladığım gün, belki de yazarlığıma ilk adımımı atmış olacağıma inanıyordu kimbilir?..”

Lise yıllarından beri bu hatıra, benim de hafızamdan hiç silinmedi. Hep bir sandalyenin üzerine oturup, kırık dökük de olsa ahşap bir camdan rüzgârın uğultusunu duya duya dışarısını seyretmek arzusunu taşıdım hep. Ağaçları, kuşları, insanları, bulutları her şeyi çocuk gözüyle seyretmek istedim.” …

Tiyatroda küçük bir dekoru değiştirmenin nelere mâl olacağını, erbabı bilir. Onun için bir tiyatro oyununda en çok sevdiğim şey sahnesi her perdede değişen bol dekorlu oyunlardı. Allah’ımın dünyası, her an değişen dekoruyla hem de can kaynayan haliyle gözlerimizin önünde duruyor. Bu güzellikleri seyredecek gözler aranıyor. Biliyorum, bir göz yetmez bu güzellikleri görmeye. Binler gözler gerek.

Allah’ım dünyan ne güzel!

Biz misafir kullarına her sabah yeniden açtığın bu perdeyi, binler gözle seyretmek istiyorum. Tıpkı semadan bu güzelliği seyreden, melekler ve ruhanîler gibi. Şükür ki, meleklerin var. Biz bu güzelliğin şahidi ve seyircisi olamadığımız anlarda, onlar “maşallah, barekâllah” diyerek, seyrettiklerinden eminim. Hem de, her bir yerdeki, hiçbir karesini kaçırmamacasına. Hayatımızı kuşatan böylesi bir boyutu da var bu güzelliklerin…

Daha dün, bir karışı geçmeyen çimenler, bu gün diz boyu. Ve çiftçiler ellerinde tırpanlarıyla hummalı bir şekilde onları topluyorlar. Ağılda bekleyen hayvanlar için, mis gibi kokan yeşil otlar, balya balya arabalara yükleniyor. Durduk yerden rızk çıkıyor. Topraktan yiyecek fışkırıyor. Rızıklar dökülüyor. Demek ki toprak, kendi kendine açılmıyor. Vakti gelmeden bu nimetler verilmiyor ellerine. Sanki bir servis penceresi gibi, sınırsız rızkı yükleyip gelir her dal, her ağaç her bir karış toprak. Kendileri ne yaptıklarını, kimin için çalıştıklarını bilmeseler de, gayesiz, hikmetsiz başı boş bir üretim içinde değiller. Faaliyetin adresi belli. Odak noktası insan…

Her şey onun için. Rabbimiz bu güzellikleri görmemiz ve duymamız için gözümüze ve kulağımıza sesleniyor. …

İşte bir insan kendi küçük odasında ufacık pencereden minnacık gözleriyle dünyayı seyrediyor. Gözbebeğiyle küçük siyah noktası ile karadelik gibi kâinatı yutuyor, içine çekiyor adeta. Bir defacık olsun bakmayan, görmeyen ne büyük kayıpta.

… Allah’ım, görmeyen ve bakmayan gözler adedince, bir kerelik de olsa, her göz hakkı için bir bakış lutfet. Her sabah taze bir başlangıç yapıp, yeniden doğalım dünyana, yeniden bakalım güzelliklerine. Allah’ım kalbimizi boş şeylerin peşinden koşturma, yordurma. Yorgun düşmüş ruhumuza bu sahneyi, bu dekoru defalarca seyretmeyi nasip et. Dinlensin gözlerimiz, güzelliklerinde…

Demlensin fikirlerimiz eşsiz eserlerinde. Bediüzzaman’da, yaz-kış demez, her gün kırlara çıkar tefekkür edermiş. Bir ânını boş geçirmezmiş. Kâinata öylesine bir gözle bakmış ki, bu tefekkürünün meyvesi altı bin sayfalık eserleri olmuş, önümüzde duruyor. Yürürken yanındaki talebelerine, şu dersi verirmiş. “Ben nasıl boş, durmuyor kâinat kitabını okuyor isem, siz de boş durmayın gözlerinizle kâinat kitabını okuyun”

Sokrat da, seyahate çıkacak bir öğrencisine “Gözlerini yanına almayı unutma” diyor. İnsana yakışan, ipince bir tavsiyede bulunuyor. Çünkü bu güzellikleri kaçırmak, insana ne kadar pahalıya mâl olacağını o da gayet iyi biliyordu.

Sözümüzü Hz. Peygamberin diliyle ve duasıyla tamamlayalım: “Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız bize burada tattırdığın nimetlerin asıllarını, menbalarını göster. Bizi bu çöllerde mahvettirme, bizi huzuruna al…”

Selim Gündüzalp

Zafer Dergisi

“Ömrümde böyle çocuk görmedim”

O çocuğa bir temmuz günü rastladım. Sıcak mı sıcak günlerdi. Ne limonata ne de dondurma ferahlatmıyordu insanı. Ama içimde bir hafiflik vardı. Süpriz bir şeylerin yaşanacağını günün başından beri hissediyordum. Çünkü dışarıya inat içimde bir serinlik yaşıyordum. Haydi dedim. Yelkenleri şişir, güzellikleri dostlarla paylaşma vakti geldi. Çıkıp dolaşmalısın. Doğrusu dostları ziyaret etmeyeli uzun zaman olmuştu. Yanıma bir iki arkadaşı alarak yola çıktım. Gün boyu pek çok güzel şey yaşadık. İnanın her biri böyle bir yazıya konu olabilecek değerdeydi. Ama bir tanesi vardı ki, onu mutlaka sizlerle paylaşmalıyım.

Sokak-dükkan, eş-dost derken Zeki’nin dükkanına kadar gelmiştim. Zeki Çallı, kadim dostlarımdan biridir. Onun ticarethanesinde kısa ama bereketli zamanlar geçirmişimdir hep. Oturduk, halka olduk. Çaylar geldi. Bu çay, sıcakta da soğukta da aynı lezzettedir. Masanın üzerinde gerinmiş yatan tekire gözüm ilişti. Kedinin sinek avlayanını da ben ilk burda gördüm. Tekir bana Gümüş’ü hatırlattı. Bir otuz sene önceyi yani. O yüzü ihtiyar bir nineyi hatırlatan Van kedisi, pek asaletli bir hayvandı. Bu mekanı severim ben. Rahmetli babamın yazıhanesini hatırlatır. Burada, bu tatlı sohbetlerde, ulvi şeyler konuşulur, gündelik hadiselerin, geçici işlerin dışına çıkılır.Ama hayattan kopulmaz. Bir yandan müşteriler gelir işlerini görürler, bir yandan hayatın, varlığın, geçmişin ve geleceğin esrarına dair sorular sorulup, cevaplar aranır. Zamanı Yaratan’a vaktin zekatı böylece ödenir. Ferahlık olur, neşe gelir yüzlerde ve gönüllerde yerleşir.

Bir ara dükkanın kapısında minik bir çocuk belirdi. elinde bir deste kağıt tomarı tutmaktaydı. Gayet ciddi idi. Dükkan dükkan dolaşıp, reklam bildirileri dağıtan o çocuklardan biri gibiydi. Üzerinde Beşiktaş forması başında şapkası vardı. “Kerata bu yaşta reklam işine girmiş” diye içimden geçti. Zeki’nin oğlu Bahadır’a yaklaşıp elindeki kağıt tomarından bir yaprak çıkarıp ona verdi. Sonra da çıkıp gitti dükkandan. Bahadır eline tutuşturulan kağıda bakıp gülümsedi, sonra da kağıdı “abi bak hele şuna” der gibi bana uzattı. Bu eski bir kitaptan koparılmış tek bir sahife idi. Şaşırdım. “Bahadır git şu veledi çağır bakalım, bu işin aslı ne imiş” dedim.

Az sonra Bahadır kapıda çocukla beraberdi. Az önce bildiri dağıtıyor zannıyla dikkatle bakamadığım bu çocuk şimdi herşeyiyle bir merak konusuydu benim için. Üç karış boy, cin gibi bakan gözler ve her çocukta olduğu gibi yüzünde parlayan tertemiz bir çocuk safiyeti. Dışı kaç metre, kaç santim önemli mi işte sana koca bir dünya karşında duruyor diye düsündüm. O an “Allah’ın o kadar çok sanat eseri var ki, insan ise bunların içinde şaheseri” diye dalıp gitmişim. Şaşkınlıkla ve hayretle epey süzdükten sonra çocuğu bir el işareti ile yanıma çağırdım. İskemlelerde oturan gözler bize çevrildi.

“Senin ismin ne güzelim” dedim. Çocuk “Ensar” (yardımcı) dedi. İsimlerle cisimler arasındaki uygunluğun hayata yansıması ne kadar güzeldi. “Ensar,”dedim

“Elindeki bu kağıt parçalarını ne yapıyorsun?”

“Annem bu kitabı çöpe atacaktı, kıyamadım. Ben de sayfalarını dükkan dükkan dolaşıp dağıtıyorum” dedi. Kalayazdım. Başkası böyle birşey anlatsa belkide inanmazdım.

“Nerde oturuyorsun?”

“Arka sokakta.”

“Kaç yaşındasın?”

“Altı.”

“Okuma yazma biliyor musun?”

“Yok. Bu sene gideceğim.”

Şu işe bakın. Okuması yazması yok, ama kitabın kıymetini biliyor. … O gün, çok sevdiğim Uğurböceğinin yeni dizisi Okuma Zamanı kitaplarımız yeni çıkmış ve elimdeydi.

“Ensar okumaya başladığın zaman ilk kitapların inşaallah bunlar olur” diyerek, imzaladım ve kitapları hediye ettim. Alnına bir buse kondurup ayrıldığımızda Ensar kaldığı yerden işine devam ediyordu. Dükkan dükkan dolaşıyor, yaprak yaprak kitap dağıtıyordu. O akşam bu hadiseyi yazmayı düşünerek notlar almaya başladım. Ensar’ın dağıttığı o kitap sayfasını da cebime koymuştum. Geceye doğru alıp baktım. “Ömrümde böyle çocuk görmedim” diye başlayan bir yazı vardı üzerinde. Benim yazımın başlığı da böylece çıkmış oldu.

Çevremdekiler ve yeğenlerim aynı şeyi soruyorlar, “Hep sana mı denk düşüyor böyle önemli şeyleri yaşamak, bize niye olmuyor? ” Ben de onlara şu cavabı veriyorum: “Her güne ümitle başlar, beklentilerinizi yüksek tutarsanız, yaşadığınız olayları ciddiye alırsanız hiçbir şeyin sıradan olmadığını görecek, benden fazlasını yaşadığınıza inanacaksınız.”

Selim Gündüzalp

Zafer Dergisi

Hayat Yolu Düz Değil

İnişi de var, çıkışı da hayatın. Acısı da var, tatlısı da. Mühim olan acıyı bal eylemek. Yunus gibi. İnsan ne kadar zayıf bir varlık. En büyükten en küçüğe kadar her şey ona ilişir. Sevdiğiniz bir insan, bir hayvan ölse, sevdiğiniz bir ağaç kesilse, saksıdaki bir çiçek solsa dünyanız kararıverir, üzülürsünüz. Sevdiğiniz biri ayrılıp gitse, unutamazsınız bir türlü. Kalbiniz burkulur. Gönlünüz de onun ardı sıra gider durur. Hayat böyle… Düşe kalka gidiyoruz. Hayat yolu düz değil…

Çok hastalanan doktor olurmuş, çok yürüyen de yolcu! Rabbim yine de bir an olsun hiç yalnız bırakmıyor. Bazen öylesine daralıp sıkılıyorsunuz ki, nerede ise patlayacak bir hâle geliyorsunuz. Bir dost yüzü görmek, bir dost sesi duymak ihtiyaç oluyor. Kışımız bahara dönüyor birden. Can dostları bir başkadır. Mal dostu malından geçmez, ama can dostu canından geçer. Bazı insanlarda böyle bir sır, böyle bir cazibe var. Onların bir an olsun yüzlerini görmek bile ferahlatır içimizi. Âlemimizi değiştirir. Allah dostları böyledir. Aldıkları manevî bir işaret üzerine, vazifeli oldukları yere giderler. Allah bir kulunu sevdi mi, ona ihtiyaç duyulan yere gönderir. Bir dert bir sıkıntı varsa, iki de ferahlık var. Her zorluğa karşılık iki kolaylık var.

Geçenlerde eski bir dostu ziyaret ettim. Onca derdine ve perişanlığına rağmen, hem gülümsüyor, hem de izzet ve ikramdan geri kalmıyordu. Bakışlarımdan ne sormak istediğimi anlamış gibi; “Bize başka türlü bir hayat yakışmaz.” dedi. Ne söz ama. İnanın ruhuma işledi. Cömerdin kalbi gibi, dili de temizdir. Böyle güzel bir söz yerde kalmaz zannımca, kanatlanır, arşa gider. Yere düşen bir kesme şekerin bile çevresini yüzlerce karınca sarıyor. Küçük bir nimetin kırıntısının kokusu bile rızık sahiplerini hemen kendine çekiyor. Aynen bunun gibi, Allah için söylenen güzel sözler de melekleri çekiyor. Ruhanîlerin gıdaları oluyor. Rabbim sesimizi de, sözümüzü de güzel eylesin. Rahmetli M. Selâhaddin Şimşek’in dediği gibi: “Sesini değil, sözünü yükselt. Yağmurlardır büyüten zambakları, gök gürültüleri değil.” Kolay değil elbette. Akla gelen elden gelse, bitmeyen iş kalmazdı. Ha demekle hemen her şey olmuyor. Önce azim ve gayret, sonra da sabır ve sebat gerek. Ya tahammül, ya zafer gerek…

Hayat yolu düz değil… Baharı var, kışı var. Gecesi var, gündüzü var. Her insan da bir değil. İyisi var, kötüsü var. Madem ki bu dünyadayız, imtihana da alışacağız. Hayat yolu düz değil. Hz. Mevlânâ hayatını üç kelimede özetliyor: “Hamdım, piştim, yandım.” Ve devam ediyor: “Bu dünya bir ağaca benzer. Bizler de bu ağacın yarı ham, yarı olmuş meyveleri gibiyiz. Ham meyveler ağacın dalına iyice yapışır; oradan kolay kolay kopmazlar. Çünkü ham meyve köşke ve saraya lâyık değildir. Bu dünyadan başka hayat tanımayanların, ham meyveden bir farkı yok. Onlar dünyadan hiç ayrılmak ve hiç çıkmak istemezler. Çünkü Allah’ın huzuruna, O Yüce Sultanın sarayına, Cennete çıkacak ne yüzleri vardır, ne de olgunlukları.” İyilerin çekmedikleri bir eza, bir cefa yok bu dünyada. Onlara dadanan düşmanların sayısı hesaba gelmez ama neticede kazanan yine hep iyilerdir. Ve onların yolundan gidenlerdir. Hayat böyle…

Hayat yolu düz değil. Görmek isteyen gözünü, işitmek isteyen kulağını açacak. Su içmek isteyen eğilecek. Lokmayı ağza atmak yetmez; yutmak isteyen onu çiğneyecek. Hangi kapının önünde durduk, hangi kapıyı çaldık da o kapı açılmadı ki? Allah’ım bizi kendinden başka hiç kimseye muhtaç etme. Ama her şeye rağmen zahmetlerin bir hikmeti olacak. Hikmeti nedir derseniz ona da cevap var. Bir gün, bir grup mümin, zalimlerin zulmünden şikâyetçi olmak üzere Mevlânâ’ya gelirler. Hz. Mevlânâ onlara şöyle bir ders verir: “Kasaplar pazarında hiç köpek kesiyorlar mı? Öldürülmeye en çok onlar lâyık olduğu halde, kesilen ve kesilmek zahmetine katlanan yine koyunlardır. Allah’ın yardımı da müminlere daha fazla olduğu için, zahmetleri de daha çok olacaktır. Onlar hakkındaki rahmet ise, o zahmete göredir. Sonsuz ve sayısızdır.”

Evet, koyunların yaşadığı zahmet ve sıkıntılar, hep onların değerli ve kıymetli oluşlarındandır. Köpeklerin kesilmemesi ve o sıkıntıları yaşamamaları ise kıymetlerinden değildir. Bu dünya da iyi insanların derecelerinin yükselmesi ve arınmaları için bir fırsattır. Şunu da unutmamak gerekir, burası hizmet yeridir, ücret yeri değildir. Zorluk, zahmet çok olur. Ama Rabbimizin rahmeti de bol olur. Dikenler çok olsa da bir gülün güzelliği, her zahmeti, her çileyi unutturur. Bir gül hatırı için, nice bin dikene katlanır bahçıvan. Mümin için dünya da böyledir. Burası ahiretin tarlasıdır. Dikeniyle uğraşma. Gülünü deren gider. Hayat yolu düz değil. Sen doğru yolda ve iyilik üzere ol. Attığın her adım, söylediğin her söz, verdiğin her sadaka, Allah için olsun yeter. Gerçek iyilik, gerçek zenginlik de bu değil mi? İşte size harika bir kıssa: Âlemlerin en sevgilisi Hz. Peygamber (sav.) anlatıyor:

Vakti zamanında bir adam;

“Bu gece illâ ki Allah için birine sadaka vereceğim,” deyip evinden çıktı ve sokakları dolaşmaya başladı. Karşıdan gelen bir adamın avucuna bir miktar para sıkıştırdı ve evine geri döndü. Sabah olunca köyün bazı yerlerinde toplanan insanların:

“Bu gece akılsızın biri, falan azılı hırsıza bir avuç dolusu sadaka vermiş. Sadaka verilecek başka kimse yok muydu?” diye konuşup gülüştüklerini, olayı anlatıp alay ettiklerini duydu ve üzüntü içinde evine döndü. Kendi içinden şöyle dedi:

“Ey Allah’ım, şükür sana lâyıktır, ben sadakayı senin için verdim. Bu gece yine sadaka vereceğim” diyerek, gece olunca yine evinden çıktı. Bir sokağın kenarında bekleyen bir kadına sadakasını verip evine geri döndü. Ertesi sabah halkın:

“Hayat kadınlığı yapıp hayasızlığı meslek edinmiş olan falan kötü kadına adamın biri sadaka vermiş, bu adam ne kadar akılsızdır, sadaka verecek başka birini bulamamış mıdır?” diye söylendiklerini, dedikodu yaptıklarını işitti. Adamın içinde bir burukluk meydana geldi. Adam evine gelip yine kendi içinden şöyle dedi:

“Allah’ım, sana şükürler olsun. Ne olursa olsun ben sadakayı senin rızan için verdim. Bu gece yine senin rızan için sadaka vereceğim” diyerek, gece vakti evinden çıktı. Sokakta ilk rastladığı bir adamın avucuna sadakasını sıkıştırıp geri döndü. Sabah olunca bazı köylülerin;

“Bu gece delinin biri, zengin bir adama sadaka vermiş” dediklerini, alay edip gülüştüklerini duydu. İçindeki üzüntü ile evine geri döndü ve şöyle dedi:

“Allah’ım sana tekrar tekrar şükürler olsun. Ben sırf seni hoşnut etmek için sadaka vermek istedim. Birincisinde sadakamı bilmeden bir hırsıza vermişim. İkincisinde tanımadığım bir hayat kadınına vermişim. Üçüncüsünde ise sadakaya muhtaç olmayan zengin birine sadakam gitmiş. Ben hikmetini bilmesem de, sana yine şükürler ediyorum,” deyip uykuya daldı. Gece rüyasında ona şöyle seslenildi:

“Ey sadaka veren kişi! Verdiğin sadakaların her biri yerini bulmuştur. Hırsıza giden sadakan, onu hırsızlıktan alıkoyacaktır. Zinakâr kadına verdiğin sadakan ise onu zinadan tövbe ettirecektir. Zengine verdiğin sadakan ise, ona ders olacak; kendisinin de malından sadaka vermesini sağlayacaktır.” (Buhari)

Evet, gönülde yaşanan güzel hayatlar insanı cennette kılar. Gönül sahibi olanlar, bu dünyada o gönül hayatına ererler. Allahım şu mübarek günler hürmetine, hayrı ve hasenatı sadece Senin rızan için yapan kullarından eyle. Amin. Hz. Peygamber Efendimize sonsuza kadar salâtu selâm olsun.

Son söz:

Efendimiz buyurdular ki: Bir gün bana Cenâb-ı Hakk’ın dört büyük meleği geldi. Bunlar Cebrail, Mikâil, İsrafil ve Azrail aleyhimüsselâm idiler.

Cebrail aleyhisselâm bana dedi ki: “Yâ Resulallah! Senin ümmetinden bir kimse size günde on defa salâvat ederse yarın kıyamet gününde ben onun elinden tutar, sıratı kuşlar gibi geçiririm.”

Mikâil aleyhisselâm da dedi ki: “Ben o kula senin Kevser havuzundan kana kana içiririm.”

İsrafil aleyhisselâm dedi ki: “Yâ Resulallah, o kulun affı için başımı secdeye koyarım Allahu Teâlâ onu affetmedikçe başımı secdeden kaldırmam.”

Azrail aleyhisselâm da: “Yâ Nebiyallah, sana günde on defa salâvat edenin ruhunu Peygamberler gibi kabz ederim” dediler.

Bunun üzerine Nebiler Nebisi Efendimiz: “Bu ne büyük lütuf yâ Rabbi! Bu ne büyük ihsan Allah’ım” buyurdu.

Selim Gündüzalp

Zafer Dergisi