Etiket arşivi: Selim Gündüzalp

‘Hac da Kapının Önünde, Aç da’

Bir zamanlar, Erzurum ilinin bir köyünde, kendi halinde yaşayan bir adamcağız vardı. Kunduracılık yaparak geçimini temin ederdi. Kazanndığından bir kısmını da kenara ayırmayı adet edinmişti. Adamcağızın bundan muradı, bir kere çıktığı hac yolculuğuna bir kere daha çıkmaktı.

Zaman geçti, Kunduracının kenarda biriktirdiği paralar, hatırı sayılır bir miktara ulaştı. Hesabını kitabını yaptı. Para hac için kâfi idi. O da yol hazırlıklarına başlayıverdi. O hazırlık yapadursun, kümesindeki üç-beş tavuktan biri hastalanıp öldü. Adam da bu ölü tavukları alıp kapısının önündeki çöplüğe attı.

Ertesi sabah bir baktı ki, ölü tavuk attığı yerde değil. ‘Acaba’ dedi. ‘Köpekler mi aldı götürdü?’ Ama köpekler alıp gitmez oracıkta yerdi. Kimin aldığıın pek merak etti. Birisinin almış olacağından şüphe etti. ‘Birisi bu hasta tavuğu yerse, o da hastalanır. Ah keşke gömeydim de böyle ortalığa bırakmayaydım’ diye eyvahlandı. Sağa sola bakınırken, üç beş ev ötesinde oturan dul ve fakir bir kadıncağızın evinden pişmiş tavuk kokusunun geldiğini farketti. ‘Eyvahlar olsun! Bu fukara kadıncağız tavuğu almış olmasın’ dedi. Gidip kapılarını çaldı. Hakikaten de, dul ve fakir kadın, adamın çöpe attığı tavuğu almıştı. ‘Bacım, o tavuk hasta idi. Yenmez ki!’ dedi.

Kadın: ‘Ağam, ben fakirim, günler oldu şu çocukcağızlarıma aş edemedim. Bu ölü tavuğu da o sebeble aldım ki, kursaklarına lokma girsin.’

Bu sözleri duyan kunduracı: ‘Vay benim halime’ der. ‘Şu kadıncağız ile yavruları aç yatar aç kalkarlar da, ben kenara akçe yığarım.’

Sonra da ikinci kez hacca gitmekten vazgeçer. Elinde avucunda ne biriktirdiyse kadına verir, doyurur giydirir. Kendisini bekleyen hac kafilesini de: ‘Siz varın gidin. Allah haccınızı mubarek etsin’ diye uğurlar. Kafilesi, kunduracıyı köyünde bırakarak yola çıkar. Ova geçilir, dağ aşılır, çöl adımlanır..

Onlar mübarek Hicaz’a varırlar. Kâbe’ye vardıklarında bir de ne görsünler, kunduracı, beyaz ihrama bürünmüş, tavaf ediyor. Şaşırıp kalırlar. İçlerinden bir kaçı koşarak yanına gidip sormak ister. Ancak gittiklerinde onu gördükleri yerde bulamazlar. Bakarlar, başka bir tarafta yine görürler. Bu sefer de o yana koşarlar. Ancak yine aynı şey olur. Gözlerinin değdiği yere, ayakları değdiğinde, kunduracı orada yoktur. Seslenirler, seslerini duyuramazlar. Bu böyle çokca olur.

Nihayet hac vazifesi biter ve kafile geriye, köylerine doğru yola çıkar. Köye dönüp geldiklerinde, konu komşu, hısım akraba, torun torba ziyarete gelip el öpmek için sıraya girince, hacılar bir türlü ellerini vermezler. ‘Boşverin’ derler, ‘Bizim elimizi öpüp de ne yapacaksınız! Gelin hep beraber kunduracıya gidelim, onun ellerini öpelim. Esas hacı odur.’ ‘Hac da kapının önünde, aç da’ sözü, işte bu şekilde doğar. ‘”

Selim Gündüzalp

Deyimler ve Öyküleri

Zafer Dergisi

Vakıdî’nin Mühürlü Kesesi

İslam toprakları günden güne genişliyor, yeryüzünün görüp görebileceği en insanî medeniyetin elmas kubbesi, gök semaya doğru büyüyerek yükseliyordu. O elmas kubbe altında, insanlığın kadim defterine yine elmas harflerle yazılacak nice hatıralar yaşanmaktaydı. Hz. Peygamber’in (asm) seferleri üzerine yazdığı Kitab-ül Megazî adlı tarih kitabının yazarı Abdullah Vakidî (747-823), yazdıkları ve halka anlattıklarıyla, insanları bilgilendirir, heyecanlandırır ve iyi insanların safına katılma arzularını coştururdu. Herkes onu sever ve takdir ederdi.

Bu gayretli insan, birgün geldi ve artık eskisi gibi sağa sola koşturamaz ve kendisine para kazandıracak işlerin üstesinden gelemez oldu. Ayrıca kendine has fikirleri ve ilkeleri yüzünden devrin büyükleri de, Vakıdî’yi unutmuş ve bir köşeye itmişlerdi. Vakıdî’nin kalabalık bir ailesi vardı. Öyle bir zaman geldi ki, kendisi evlatları ve torunları için ancak kuru ekmek bulabiliyordu. Ailesine karşı mahcup ve boynu büküktü. Derken, bayram geldi. Vakıdî’nin hanımı, bayram gününün sabahında karşısına geçip şöyle dedi:

“Biz senin aileniz. Senin fikirlerine saygı duyarız ve doğruluğuna inanırız. Bu uğurda sen hangi sıkıntıyı çekersen, biz de seve seve o sıkıntıyı seninle paylaşırız. Bunu zevk ü sefa ile yaparız. Fakat bu yavrucuklarımızın ne günahı var? Şu perişan hallerine bir bak! Bayram gelmiş, onların üstü başı neredeyse çıplak. Senin sözlerine ve uğrunda direndiğin fikirlerine saygı duyanın hiç yok mu? Zor zamanında imdadına koşacak bir dostun bulunmaz mı? Bir haber göndersen de, yardım istesen, olmaz mı?”

Vakidî’nin iki sadık dostu vardı. Her biri bir ötekinden daha aziz idi. Onlardan birine bir mektup yazıp gönderdi. O sadık ve aziz dost, derhal ağzı mühürlü bir kese dolusu altını Vakıdî’ye gönderdi. Kese ile birlikte gelen notta ise, içinde bin dirhem altın olduğu yazılı idi. Vakıdî o keseyi açmak üzereydi ki, öteki aziz ve sadık dostundan bir mektup getirdiler. Açtı okudu. Dostu, Vakıdî’nin durumunu bilmiyordu. Bilmediği için, ondan acele yardım istiyordu. Vakıdî, elindeki mühürlü keseyi hiç açmadan, mektubu getiren kimseye verip, gönderdi. Böylece birinci dosttan gelen kese, doğruca ikinci dosta gitmiş oldu.

Vakıdî, o günün gecesinde evine gidemedi. Karısına ne söyleyecekti? Mescide gitti ve sabaha kadar ibadet edip, Rabbisine dua etti. Sabah olduğunda ise,—olmuşla ölmüşe çare yok—gidip, karısına olan biteni anlattı. O saliha kadın, kızıp bağıracak yerde:

“Bey, sana da bu yakışırdı. İyi yapmışsın..” dedi.

Tam o sırada kapı çaldı. Açtılar, karşılarında, ilk sadık dostu buldular. Elinde ise, Vakıdî’ye gönderdiği o mühürlü kese vardı ve kese açılmamıştı. Vakıdî, bu işe çok şaşırdı. Dostu sordu:

“Sana gönderdiğim bu keseyi sen ne yaptın? Allah aşkına doğruyu anlat!”

Vakıdî, olanı biteni anlattı. Dostu, onu dinledikten sonra, buğulanan gözleriyle şunları söyledi:

“Senin mektubun bana geldikten sonra, bu keseyi derhal sana gönderdim. Fakat bende hiç para kalmadı. Üstelik çok acil bir ödemem vardı. Bunun üzerine ikimizin de dostu olan falancaya mektup gönderdim. Onun o sırada hiç parası yokmuş. Parasız olduğu ve senin halini de bilmediği için, senden istemiş. Sen de, benim sana gönderdiğim bu keseyi ona göndermişsin. O da senden gelen bu keseyi, bana, yani ilk sahibine göndermiş. Şimdi biz bu kesedeki altınları üçe böleceğiz. Böylece hepimizin ihiyacı giderilmiş olacak.”

Öyle de yaptılar. Üç aziz ve sadık dost, ihtiyaçlarını giderdiler. Onlardan geriye de, keseler dolusu altına bedel bu ibretli öykü kaldı.

Selim Gündüzalp

Zafer Dergisi

Bu Sırrı Kim Çözebilir?

Bazen öyle anlar olur ki, o ânı yıllara değişmez insan. Küçücük bir şey, bir ses belki de hayatımızı yeniler, tazeler. Martı sesinden denize yaklaştığınızı anlarsınız ya, işte öyle bir şey. Olağanüstü bir ânın içine doğru çekildiğinizi hissedersiniz o zaman. Hayal değil gerçektir hepsi. Ama susarsınız, çünkü yaşadıklarınızı anlatmaya kelimeler yetmez. Gerçekten yaşamak için, gafletten uyanmak gerekir. Bu imkânı bulan ve yakalayan; değişir, olgunlaşır. Yeniden doğuşun sırrına ulaşır. Sararmış otların baharı beklediği gibi, Rahman’ın rahmetini bekleyenlere cevap gelmekte gecikmez. Ve insan; “zamanı gelince” diye bir şey yoktur, bunu bir daha yakînen anlar. Ne yapacaksa şimdi, şu an yapmalıdır. Gecikmek, elleri kirli devanasıdır. Dünyamızı ve diyarımızı terk etmelidir.
Balığın suya, kuşun maviye, gözün ışığa acıktığı gibi kalbimiz de sevgiye acıkır. Kalpler, sahibini özler. Kalpler ki, ancak Onu (cc) anmakla tatmin olurlar. Hayatın gerçek tadını, Onu anmakta bulurlar. Sonra bir soru takılır aklına, saniyeler su gibi akıp gider o sorunun cevabının peşinden. Bir fecir vakti, odanızın penceresinden kâinatın uyanışını seyredersiniz, neşeyle ve coşkuyla. Birazdan koca bir şehir uyanacak, insanlar gerine gerine yataklarından kalkacak. Siz ise, günü erkenden karşılamanın sevinç ve huzurunu tâ içinizde duyacaksınız. Bir sabah vakti… Çocukça sorular soracaksınız belki; “Güneş şimdi acaba nerede? Hangi şevkle, hangi ümitle doğacak bugün? Ne bekliyor acaba, hizmetine karşılık bizden? Altın ışıklarını birazdan üzerimize doğru serperken, duayla mı karşılanmak ister?”
Yıldızlar ise, şahit olan göklerin şehadet kelimeleri olan yıldızlar. Uzak, çok uzaktaki yıldızlar; “Ne yer, ne içerler, ışıkları nereden gelir, nasıl gezerler. Sema denizinin bu nuranî balıkları, hiç acıkmazlar mı?” Hayaliniz birden denizlere de dalıp gidebilir o an. Belki de, “balıklar rüya görürler mi acaba?” diye düşünürsünüz. Bir ses; “Balıklar rüya görmezler, denizler o kadar güzeldir ki…” der. Ve siz binlerce sorunun arasında dalıp gitmişken, güzel sesli bir müezzinin okuduğu Sâbâ makamındaki ezan-ı Muhammedî (asm) sizi sarsar, daldığınız tefekkürden uyandırır.
Hayret, ellerinizi dayadığınız mermerin soğukluğunu bile hissetmemişsiniz onca zaman.. Serin seher rüzgârının yüzünüzü okşayışını da fark etmemişsiniz.. Ve daveti alır almaz seccadenize doğru yürürken; dudaklarınız bir ezan duası ve ardından Necip Fazıl Kısakürek’in şu mısraları dökülür: “Beni kimsecikler okşamaz madem; Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!”
allahu ekberVe işte insan bu sırrın peşine düştü mü o sabahlarda, içinin yıkandığını görür o masmavi sularda. Haydi der bir ses, haydi, kaldır ellerini; hasretle, muhabbetle ve bin iştiyakla “Allahu Ekber.” Selâm verip namazı bitirdiğinizde yine tefekküre dalıp, başınızı secdeden kaldırmadan duaya sarılırsınız;
“Sen ki, nimetlerini ücretle vermeyen, parayla satmayansın. Lütuf ve ihsanını başa kakmayan, akılları bulandırmayan, kalpleri usandırmayansın. Bu kadar muhtacın, bu kadar çok isteği, Senin sonsuz hazinenden hiçbir şey eksiltmez. Sen öyle Gani, öyle cömertsin. Ey dua edenlerin duası kendisini asla usandırmayan Allahım, Senin lütuf ve kerem elin, herkesin elinin üzerindedir. Allahım duamı cevapsız bırakma. Hz Muhammed (asm) ve mübarek nesline salât eyle. Dualarımı kabul ederek elimden tut. Şüphesiz Sen, rahmeti geniş, keremi bol olansın. Rahman’sın. Subhane Rabbiyel A’lâsın.”
Secdede sarsıldığını hissedeceksin derinden, belki de bunu dualarının kabulüne bir işaret bileceksin. Düşünmek, fikretmek, eskilerin tabiriyle ‘tefekkür’ etmenin değerini bir kez daha anlayacaksın bu sabah. İnsanın düşünmek için, ibretle seyretmek için yaratıldığına o kadar çok delil var ki… Saymakla bitmez. O güzel düşüncenin sonu nice bin hayır ile çoğala çoğala büyüyecek. Ellerin nur dolacak, yüzün gözün ışıl ışıl pür nur olacak. Güneşi içinde hissedeceksin o sabah. Şeytan, Rabbinle arana girip parazit yapadursun yılma, yoluna devam et. Senin, Allah (cc) ile olan bağlantını hiçbir şey kesemez ve kesemeyecektir. “Düşündün de ne değişti, daha kaç yıl düşüneceksin ve ne değişecek bu dünyada?” deyip, seni o kudsî görevinden ayartmaya çalışacak. “Şunu yap, buna böyle bak” diye elinizdeki o büyük iman nimetini kıskanıp, kapmaya uğraşacak. Sakın ola ki, o kıymetli sermayeni eritmeyesin, yedirmeyesin, kaptırıp çaldırmayasın o kıskanç hırsıza.
Şu cümleyi yüzsüz yüzüne çarpıp, ne kazandığınızı gösterin ve kendisinin de neleri kaybettiğini: “Tefekkür teşekkürdür” deyin. Hamdinizi, şükrünüzü tazeleyin Rabbinize. Sizi bu ulvi ibadetten alıkoyup, uzaklaştırmaya çalışan o sinsi ve hilebaz düşmanın hevesini kursağında bırakın. “Euzu billahi mineş-şeytanir-racim” söyleyin. Öyle yağma yok… Allah için uyanan bir kalp. Onun eserini hayran hayran seyreden bir ruh. Kolay pes etmez.
Ve sonra imdadınıza Bediüzzaman Hazretlerinin 23. Söz’ünden bir bahis yetişsin, yoldaşınız olsun. Kulağınız o ifâdelerin manalarına hayran kalıp doyamayacak, tekrar tekrar okumak isteyecektir: “Sonra görür ki: Bir Rabb-ı Rahim, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da O’na hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini O’na sevdirir. Sonra görüyor ki: Bir Mün’im-i Kerîm, maddî ve manevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da ona mukabil; fiiliyle, haliyle, kaliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleri ile, cihâzâtı ile şükür ve hamd ü sena eder. Sonra görüyor ki: Bir Celîl-i Cemîl, şu mevcudatın âyinelerinde kibriyâ ve kemâlini ve celâl ve cemâlini izhar edip nazar-ı dikkati celbediyor. O da ona mukabil: “Allahü Ekber, Sübhânallah” deyip, mahviyyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder.”
Evet ne varsa sabahlarda var. Bu sırrı sabahlar çözebilir ancak… Merak etme, ne kadar karanlıkla doluysan o kadar da ışığın, yıldızın var demektir. O ışıkla tanırsın kâinatı ve onun Rabbini… Ne kadar renkle doluysan ve de ışıkla; işte gerçek dünyan o kadardır. Pırıl pırıldır, apaydınlıktır. İman hem nurdur ve hem de yüce bir kuvvettir anlarsın. Bir bakışta, bir nakışta fikrinin mekiği çalışır durur, gider gelir. O an, o saniye kendi hayat halının en önemli nakşını dokuyup durursun. Hayat halının üzerinde en anlamlı izleri ve işaretleri bırakırsın. Hem de düğüm düğüm süzülen gözyaşlarının eşliğinde. Bir sabah vakti…
Hayatı yaşamayan ölümü de bilmez. Rabbim, beni sabahları güneşleri içmeğe, içime çekmeye çağır, sadece görmeye değil. Beni gözleri olup da göremeyenlerden, kulakları olup da duyamayanlardan, ve kalpleri, akılları olduğu halde Sana inanmayıp, Seni bulamayıp savrulup gidenlerden eyleme. Değirmeni su döndürür, insanı da dili döndürür. Dilimi hayra yönelt, adımımı Sana yönelt. Yanlışa, gıybete, boş sözlere değil Rabbim. Gönül, cenneti ve cemalini görmeyi çok ister ama günah komaz, şeytan peşimi bırakmaz. Ne olur beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsime ve şeytana bırakma Rabbim.
Sevgili Allahım, ben küçüküm ama Senin rahmetin büyük. Kapında dileniyorum, istiyorum ama istemeyi de bilemiyorum bağışla, tüm günahlarımızı affeyle. Duamın içine bir küçük kıssayı da katmak istiyorum:
Annesiyle beraber bir bakkaldan alışveriş yapan küçük çocuğa dükkân sahibi şeker kutusunu açıp, “istediğin kadar al yavrum” der. Çocuk el uzatıp almaz, çekingen davranır. Bakkal, bir avuç şekeri kendi uzatır, verir. Dışarı çıktıklarında annesi; “Yavrum, bakkal amca al dediğinde niye almadın?” der. Çocuk: “Anneciğim, benim ellerim ufak, bakkal amcanınkiler daha büyüktü. Onun vermesini bekledim,” der.
İşte biz de bu çocuk gibiyiz Allahım. Sen bizim küçücük ellerimizle istemelerimize, o sonsuz büyük kerem elinle ve o sonsuz büyük rahmet elinle ver. Senin hazinen hiç bitmez… Küçük büyük verdiğin her nimete hamd olsun. Gönderdiğin o Sevgili Peygamberimize de salât ve selâm olsun.
Hz. Peygamberin (asm) en seçkin öğrencilerinden Enes bin Malik’e yaptığı bazı tavsiyeleri hatırlamanın tam sırası. Bize de rehberlik edeceğine inanıyorum. O mübarek sahabeyi de şefaatçi edip rahmetle anıyoruz. Allah Resulü buyuruyor ki:
1. Ey oğlum! Yapabilirsen sürekli abdestli ol! Böyle yaparsan, abdestli iken ölürsen şehit olursun.
2. Ey oğlum! Yapabilirsen sürekli salâvat oku! Okuduğun sürece melekler sana salâvat etmeye devam eder.
3. Ey oğlum! Evinden çıktığında, gördüğün bütün kitap ehline selâm ver. Böyle yaparsan, affolunursun.
4. Ey oğlum! Ailenin yanına gittiğinde selâm ver! Böyle yapmak, senin için de ailen içinde bereket olur.
5. Ey oğlum! Abdest uzuvlarını tam yıka! Böyle yaparsan Allah seni sever, korur, ömrün uzar.
6. Ey oğlum! Yapabilirsen sabaha ya da akşama ulaştığında kalbinde kimseye karşı kızgınlık ya da hile olmasın. Bu ahiretteki hesabını kolaylaştırır.
7. Ey oğlum! Evinde iki rekât namaz kılabilirsen kıl! Bu benim sünnetimdir. Sünnetimi seven beni sevmiştir. Beni seven benimle birlikte cennette olacaktır. Büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi göster ki, cennette benimle olasın.
(Tirmizi, İlim, 16; İbn Manzur, Muhtasar, 5/67)
Evet; herkesin uyuduğu bir zamanda uyanan insanlar için önemlidir sabahlar. Bu sırrı sabahlar çözebilir. Şair Muzaffer Tayip Uslu (1922-1946) “Arzu” isimli şiirinde bunu çok güzel dile getirir:
“Bir sabah uyandığım vakit 
Seyredebilsem penceremden 
Kocaman gemilerle dolu 
Kocaman bir limanı 
Bir sabah uyandığım vakit 
Rabbim diyebilsem içimden 
Bir şeyler var bu sabahta 
İnsana ‘yaşıyorum!’ dedirten.”
Sabah erkenden kalkmak ve düşünmek “ben ne kadar küçüğüm, kâinat ne kadar büyük!” Bu kadar küçük insana, bu kadar büyük kâinat niçin hizmetkâr edilmiş? İnsana niçin bu kadar önem ve değer verilmiş? Dünyaya gelmemizdeki gaye ne ve yolculuk nereye? Acaba nereye gideceğiz? Bu sırrı sabahlar çözebilir…
Selim Gündüzalp
Zafer Dergisi

Mızrağın ucunda bir kefen

SELÂHADDİN EYYUBİ, ölüm döşeğinde idi. Kendisinden sonra, yerine geçecek olan oğlu Melik Efdal’i yanına çağırdı ve ona şunları nasihat etti:
“Evlâdım sana, bütün iyiliklerin kendisinden geldiği Allah korkusu ile doğrudan ve doğru yoldan ayrılmamayı vasiyet ederim. Allah’ın emirlerini yerine getirmekte elin gevşek olmasın ve kusur işlemeyesin. Bilesin ki, kurtuluş ancak bundadır. Kimsenin kanı ile, ellerini kirletme. Halkının emniyeti ve saadeti için çalış. Onları Allah’ın sana bir emaneti bil. Komutanlarına değer ver. Arkadaşlarını koru. Herkesin bir gün öleceğini aklından çıkarma. Kimsenin hakkını zayi etme. Kul hakkı, kul affetmedikçe kalkmaz.”
Bu nasihatlardan sonra, vaziyet olarak da şunu istedi: Kefenimi bir mızrağın ucuna bağlayıp, tellalın eline vereceksin. O, sokak sokak gezecek ve halka şöyle bağıracak:
“İşte ey ahali! Bu Kudüs fatihi Selâhaddin’in kefenidir… Dünyadan, sadece bu kefenle gidecektir. Bundan gayrı mal, mülk, mevkii ve makam, ölüm kapısından öteye geçmeyecektir. Bakın ve ibret alın!”
Selim Gündüzalp
Zafer Dergisi

Sözler’ini Okudum, Hayatım Değişti

Eserleri ve düşünceleriyle, milyonlarca insanın hayatına anlam katan aziz Üstad’a…

Ziyaretine beklediğiniz o bahar hediyelerinden birinin, nacizâne armağanıdır bu yazı. Binler fatihalarla…

GENÇLİĞE yeni adım attığım yıllardı. Sanırdım ki, liseyi, üniversiteyi bitirecek bir meslek sahibi olacak ve ardından sonsuz huzur ve mutluluğu yakalayacaktım. Öyle sanırdım. Çünkü hayallerim, ideâllerim buraya kadardı. Çok geçmeden bu düşünce ve bu plânda bir şeylerin eksik olduğunu fark ettim. Bir kere hayat çok kısaydı, arzu ve isteklerimin ise, sonu yoktu. Çalışıp çabalamak, sonunda bir şeyler başarmak ve kendini ispatlamak önemliydi. Ama daha da önemli şeyler olduğunu gördüm hayatta…

Hiç beklenmedik bir anda, peş peşe gelen vefatlar, kazalar, hastalıklar v.s. hayatımı alt üst etti. Uykularımı kaçırdı, ağız tadım bozuldu. İşler gönlümce yürümüyordu. Hayat istediğim gibi gitmiyordu ve gitmeyecekti de… Benim küçük plânımdan daha büyük ve ilâhi bir plân vardı. Bunu sezinleyebiliyordum. Ne olacaktı, peki ne yapacaktım? Bu işin sonu neydi? Durup, düşünmem gerekiyordu. Öyle de yaptım. Bu durulma, bu kendimi yeniden tanıma dönemi ile, yeni fırsatlar doğdu. Yaratılışımız gereği, her insan gibi benim de tutkularım, arzularım ve hayattan beklentilerim vardı. Herkes bir şeylerin peşindeydi. Bir şeyler arıyordu ve ona ulaşmak istiyordu. Ama gerçek aradığımız şey ve ortak noktamız ise, sürekli bir huzur, biteviye bir mutluluktu. Bu neredeydi, buna nasıl ulaşabilecektik?

Sadece kendimize karşı değil, bütün insanlığa karşı da görevlerimiz vardı, bu da unutulmamalıydı. Kendi imkân ve ölçülerimiz içinde kazandıkça seviniyorduk, sonra bu da bir tür alışkanlığımız oluyordu işin kötüsü. Bu defa da yenilerinin peşine düşüyorduk. İşte o zaman bir kısır döngüye dönüşüyordu hayat, ardından bir tatminsizlik başlıyordu. Şikâyetler çoğalıp, şükürler azaldığında, hayat yaşanmaz ve çekilmez bir hâl alıyordu. Elimizde bulunan ve sahip olduğumuz onca nimetin farkına varmaktı aslolan. Bu kolay yolu, biri göstermeliydi bize. Gözümüze çarpmayan nice küçük ve minik ayrıntılar, binbir sevincin ve mutluluğun kaynağı niye olmasındı ki? Bu perdeyi sıyıracak bir el gerekliydi bize.

GENÇLİĞİMİN en güzel günleriydi. Günler, geceler boyu okuyor, bu sorulara bir cevap arıyordum. Kucak dolusu kitapla yatıp kalkıyordum. Ama hiçbirinde aradığım o kabuksuz öz yoktu. ‘Neden’ ve ‘nasıl’lar ile oyalıyordu beni kitaplar. ‘Kim’ ve ‘niçin’ sorularıyla uğraşılmıyor, üzerinde bile durulmuyordu. Artık iyice bunalmaya başlamıştım. Bîtap düşmüştüm. Sığınacak bir liman ve tutunacak bir dal arıyordum. Hızır gibi yetiştin, baharla geldin, rahmeti getirdin. Dalım oldun. Çiçeğim, balım oldun. Benliğimde ne varsa aldın, hayatının içine kattın. Sadece bir ben değildim bunu yaşayan. Milyonlarca insanın yaşadığı ve tattığı bir gerçekti bu.

Bu güzelim dünyada, görmem gereken işaretler vardı. Elimden tuttun, görmem gerekenleri gösterdin. Unutulmuş eski, antik bir şehirdi ruhum. İçimde sonsuz güzellikler vardı keşfedilecek. En değerlisi, en derinde, kalpteydi. İçimdeki sevgiydi o. Şefkatli ellerin oraya da erişti. O günleri hatırlıyorum şimdi. Ashab-ı Kehf misâli uykuda olduğum o günleri. Ve o geceyi hatırlıyorum. Bir hastane odasında, bir başına acılar, sancılar içinde kıvrandığım o geceyi. Son nefesimi verir gibi inleyip, o mübarek kelimeyi şehadeti söyleyip de, gözlerimi bir daha hiç açmamak üzere kapadığımı hatırladığım o geceyi hiç unutmadım. Unutamadım. Saatler sonra uyandığımda ağır bir ameliyat geçirmiş gibi hissediyordum kendimi. Ruhumda bir rahatlık vardı. Gözlerimi açtığımda her şey yerli yerindeydi. Dünya aynı dünyaydı. Çevrem de öyle. Ama ben artık aynı ben değildim. Eşyaya ve olaylara bakışım tamamen değişmişti. Sanki üzerimde, esrarlı bir el gezinmişti. Nasıl olmuştu bütün bunlar? Rabbimden başka bilen yok. Ben bile hayretteyimdir hâlâ…

VE SONRA bir kitap. Bir kitap bir insanın hayatını sil baştan nasıl değiştirebilirdi? Yeniden yaşama azmi ve ümidiyle o insanı nasıl doldurabilirdi ki? Buna da hayret edecektim. Ama olmuştu işte. Yaşadıklarımın hepsi gerçekti. Madem yeniden doğmuştum, öyleyse yaşadığım günlerin hakkını vermeliydim. Fırsatları değerlendirmeliydim. Hayatımı anlamlı kılmalıydım. Çok çalışmam gerekiyordu çok. Benim durumumda olan binlerce, milyonlarca insan vardı bu dünyada. Onları da bu hazineden haberdar etmeliydim. Azimliydim, Rabbimin kudretine sonsuz güvenim vardı. Elveda aldanış, elveda boşa geçen yıllarım. Merhaba yeni gün, merhaba yeni hayatım. Yıllardır yardım edecek bir el bekliyordum, imdadıma koşacak birini arıyordum.

Rabbim nasip etmişti nihayet. Önce kendimden tıpkı senin yaptığın gibi, nefsimden başlayıp, yola koyulmam gerekiyordu. Erik ağaçlarının çiçek açtığı bahar sabahlarının birinde, iki eskimeyen dostum, ellerinde bir kitapla çıkageldiler. Kabul ederseniz hediyemiz olsun dediler. Seni anlatıyordu bu kitap. Çileli hayatını, o mukaddes davanı. Daha birkaç satır okur okumaz, içimin ürperdiğini hissettim. Her söz’ünü, kendim söylemiş, kendim yazmış gibi bildim. Kitabın sayfalarını karıştırınca, hiç unutmayacağım bir cümleye ve bir resme takıldı kaldı gözüm. O cümle şöyleydi:

‘Risale-i nuru anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolâstik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim; hatta bu hususta bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu (…) Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım; çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.’

NE ATEŞÃŽN ifadelerdi bunlar. Bugüne kadar hiçbir yerde rastlamamıştım. Samimiydin, ihlâslıydın. Yanıyordun, yakıyordun. Yanmayan yakamaz. Göz önündeki yangını görmüş, var gücünle söndürmeye koşuyordun. Yangınlar seyredilmez diyordun. Fedakârlık dersi veriyordun. Eski Yunan ve Batı felsefesini biraz olsun okumuş olmanın da etkisiyle derinden sarsılmıştım o gün. Her şeyi anlatmaya yetiyordu bu sözler. Karşımda sıradan bir insan ve sıradan bir kitap yoktu. Karşımda bir dağ vardı. Bu dağ aşılacak değil sığınılacak bir dağdı. Uhud gibi, Hira gibi, Sevr gibi…

‘Bismillah’ dedim. Her hayrın başı olan bu mübarek sözle başladım. Önce, kendi mağaramdan çıkıp onca yılın ve köhnemiş fikirlerimin içinden sana, senin taptaze, bahar kadar güzel, cennet gibi şirin iklimine yürüdüm. Büyük müjdeler veriyordun. ‘Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.’ diyordun. Zordu ama olsun, her zorlukta bir değil iki kolaylık vardı mutlaka. Bu uğurda sabır ve sebat gösteren için Rabbimden ayet ayet müjdeler vardı. Bir de kitabın içindeki bir resme takılıp kalmıştım. Ne kadar da güzeldi, efsunluydu gözlerin. Ruhumu okuyordun sanki. Davetkâr bakıyordun. Büyük bir heyecanla hayatını ve eserlerini öğrenmeye, okumaya koyuldum. Önümde 12 ciltlik ve 6000 sayfalık bir umman vardı. Sezai Karakoç Bey’in ifadesiyle bu kitaplar; ‘Tek başına bir İslâm kültürü külliyatıydı.’ Çok şükür yıllardır aradığımı bulmuştum. Yaralarıma merhem olmuştu.

EVET, işimiz kolay değildi. ‘Nefis cümleden edna, vazife cümleden alâydı.’ Rabbim son nefese kadar bu yoldan, bu davadan ayırmasın. Her türlü zorlukların üstesinden gelmeye yetecek bir ruh ve heyecana sahibiz. Yeter ki gerekli sabrı ve fedakârlığı gösterebilelim. İşte o zaman yarınlar çok daha güzel olacaktır. Hayatı, hayatım gibi bir söz’le değişen ve değişecek olan herkese, şimdiden merhaba. Aziz ve muhterem Üstad’a rahmet duasıyla…

Yazımızı tercümesini Bediüzzaman Hazretlerinin bizzat yaptığı Cevşen’in 57. bölümündeki duayla bitiriyoruz. ‘Ey göklerde ve ecrâm-ı ulviyede azameti görünen Zât-ı Zülcelâl, Ey zeminde ve zeminin her bir mevcudunda vahdâniyetin delilleri, âyetleri müşâhede edilen Zât-ı Zülkemâl, Ey her bir şeyde ve mahlukta vücub-u vücuduna delâlet eden burhanlar bulunan Zât-ı Celil-i Zülkemâl, Ey mahlukatı bidâyeten yaratıp sonra tekrar iâde ve ihyâ eden Zât-ı Kadîr-i Zülcelâl, Ey dağlarda zîhayatların hâcetleri için iddihâr edilen hazineleri halk eden Hallâk-ı Kerîm, Ey her bir şeyin yaratılışını güzel yapan, güzel tedbirini gören ve ona levâzımâtını güzel bir tarzda veren Zât-ı Cemîl-i Zü’l-İkrâm, Ey her şey her bir hâcetinde ve her bir emrinde Ona müracaat eden ve her bir mevcut her bir keyfiyetinde Ona dayanan ve her bir hak ve hakikat ve hüküm ve hâkimiyet Ona râci olan Zât-ı Kadîr ve Rabb-i Külli Şey, Ey her şeyde zâhir bir surette lutfunun eserleri ve inâyetinin cilveleri ve güzel san’atının lâtif nakışları ve rahmetinin letâfetli hediyeleri müşâhede edilen Zât-ı Lâtîf-i Habîr, Ey zîşuur mahlukatına kudretini göstermek için kâinatı bir meşher-i acâib yapan ve umum masnuâtını kudret ve hikmet ve rahmet gibi kemâlâtını teşhir etmek için bir dellâl, bir ilânnâme hükmüne getiren Zât-ı Kadîr-i Hakîm, Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdad etsin. El-aman, el-aman! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden kurtar.!

Selim Gündüzalp / Zafer Dergisi