Etiket arşivi: Selim Gündüzalp

Çocuklarla Ramazan Daha da Güzel

Kimi hayalî, kimi gerçek anılarla dolu bir yazı…

Ne diyeyim Rabbim? Bilemiyorum. Ruhumdan coşup gelen duygularla doluyum.
… Bir bulut geçse, bir kuş kanat çırpsa, bir yaprak düşse nereye düşer, nereye gider, nereye konar diye merak ediyorum…

Her şey âşikar Allah’ım. İnanan için her şey gözler önünde. Ama yine de gözlerden gizli. Ne de olsa imtihan sırrı. Her şey göz göz olmuş, bana doğru bakarken, benim gözlerim nerede? Nereye çevrili? Işıltılı vitrinlere mi, boş şeylere mi? Gözlerimiz nereye çevrili?
Kur’ân öyle hayretengiz şeylere dikkat çekiyor ki; göklerin direksiz durduğundan haber veriyor. Kuşların gökyüzü boşluğunda ancak Allah’ın izniyle durduğunu söylüyor. Say ki say… Asıl haber bunlar.

Merakı olana yetmez mi? Gözümüzü çevirip bakmak gerekmez mi? Ülfet denilen hastalık yetti, yeter. Her şey Allah’ı anlatırken, bizim dillerimiz neler anlatıyor neler! Sorulacak bir gün dillerimize neler anlattığı, neler söylediği.

Dilimize de oruç tutturmak var bu ayda. En zor oruç da bu olsa gerek Ramazanda…
***

Gelelim gecelerine.
Geceler ki huzur dolu. Ramazanda ışıl ışıl minareler. Ruhumu ateşliyor, tutuşturuyor. Yeni gözler gerek görmek için, gönüllerimizin arındığı ve yıkandığı bu vakitlerde. Gencecik insanlar, babalar, çocuklar, anneler ve küçük kızlar el ele… Hem de neşeyle… Teravih için yollardalar. Camilerin kapılarındalar. Rabbim nasıl da sermişsin rahmetini, nasıl da kucaklamışsın rahmetinle hepsini… Görmek yetmez bunları. Durmak, düşünmek de gerek üstünde.

Hayat ki, geçip gidiyor işte. Kayan bir yıldız gibi gözler önünde. Bir buket çiçek yap, topla bunlardan. Hatıralarının en müstesna köşesinde sakla. Ya da arı gibi bal yap, peteğini doldur. Dem bu dem. Deme “daha erken”. Çek içine bu havayı vakit varken.

Ne masraflar eder, nice zahmetlere katlanıp nerelere gideriz de elimiz bomboş döneriz çok defa. Neden mi? Ruhumuz yoktur yanımızda, kalbimiz yoktur da onun için. Asıl ticaret bu: Allah’ın verdiği bu bereketli vakitleri yine Allah’ın yolunda kullanmak. Ticaretini Allah ile yapan zarar eder mi hiç?

Görmeyenlerin bile kalp gözü ile gördüğü bir dünyada, görenlerin kafa gözünü ibretle bakmak için kullanamamaları ne garip. Gözü olan değil, kalbi olan görüyor.

Meselâ bir çocuk önünüzden geçer gider. Sahi sizin çocukluğunuz değil mi o? Meselâ onun tuttuğu oruç, onun nefsiyle verdiği o eşsiz mücadele… Akşama doğru ezan sesiyle o yüzde beliren neşe… Bir şeyi başarmanın o küçük ruhta meydana getirdiği o büyük sevinç. Sizin çocukluğunuzdan da izler taşımaz mı?

Kendi başına yaşamak yok. Başkalarının da hayatı bizim. Aynalar konuluyor önümüze. Görmek zor değil. Dikkatli olmak yeterli. Şimdi mutluluğu çoğaltmak vakti. Sevinenlerin sevincini paylaşmak vakti. Seyrediyorum ibretle ve hikmetle yaşananları birer birer. Sanki kamera elde, bir film çeker gibi hem de, hassasiyetle…

İşte kaymak satan bir çocuk.
Elinde kaymak tepsisi. Geride kız kardeşi ve abisi.

Nasıl gidiyor satışlar?” diye soruyorum.
Titrek bir ses ve utangaç bir eda ile:
“İyi abi.”
Kazandığınızla ne yapacaksınız?” diyorum.
“Kardeşim bayramlık almak istiyor, onun için çalışıyoruz.”

Bu cevap yetiyor beni düşündürmeye… Hayat bir faaliyet. İster karıncaya bak, ister kaymakçı çocuğa. Bak da ibret al… Bu küçük ruhlar kendi içinde organize olmuş, bir güzel dayanışma dersi veriyorlar.

Bir kare daha geçiyor gözlerimin önünden. Caminin avlusunda dedesi ile küçük bir çocuk yürüyor. Yardım isteyen birine merhametli nazarla bakıyor ufaklık.
“Dede, cebimde param olsaydı hepsini verirdim bu kadına.”
Dedesi bu fırsatı kaçırmıyor. Cüzdanını çıkarıp on lira uzatıyor:
Ver o zaman” diyor.
Sevinçten uçarak gidiyor ufaklık. Dedesinin yanına döndüğünde de bu sevinci paylaşıyor.
“Dede, herkes bir lira verirken, ben on lira verdiğimde ne kadar sevindi kadıncağız. Gözlerinden belliydi.”
Maşallah, aferin sana. Evlâdım, yardımın güzeli, kimse görmeden yapılanı.
İhtiyar bir ders veriyor. Hem torununa, hem de bana…
***

İftar vakti dakikaları sayan çocuklar… Allah’ı seviyorlar, İslâm’ı seviyorlar, orucu seviyorlar. Belli ki seve seve tutuyorlar. Peygamberimizi (asm) ve Kur’ân’ı seviyorlar ve oruçlarını duâlı dillerle açıyorlar.

Rabbim, bunları yaratan Sensin… Bu manzaraları gözler önüne seren Sensin. Görelim, duyalım, ibret alalım diye…
İman denilen o büyük nimet parıldadı mı bir kere insanın içinde, ışıklara da ihtiyaç yok. İmanın nuruyla her yer pür nûr oluyor.
***

Ah camiler, ah minareler, ah ezanlar… Hele de akşam ezanları… Günün bittiğini ilân ederler. Yeni bir sayfa açılır. Dünyamız, tam bu anda sofralarının başında insanları görmek isteyen melekler ve ruhanîlerle dolar.
Ne ilâhî bir manzaradır bu… Aynı anda bir buçuk milyar el suya, hurmaya uzanır Bismillah ile. Emir gelir Rabbimizden orucunuzu açabilirsiniz diye.

Dünyanın en zor işi, mecbur olmadığı halde, sadece ve sadece Allah için aç kalmak ve aç durmaktır. İnanan gönüller ne sıcak, ne de soğuk dinler… Ne kısa, ne de uzun günler dinler… Hepsi vız gelir iman erlerine, Allah’ın mü’min kullarına. Bir emirle yemeyi içmeyi keserler. Bir emirle de oruçlarını açarlar. Emir demiri keser. O emir Allah’tan olunca, kul yemeyi içmeyi birden keser.

“İşte, ilân ediyorum bütün kâinata… Ne varsa yaratılmış bütün mevcudata… Kâinattaki bütün nimetlerin hakiki sahibi Sensin. Ben de senin âciz bir kulunum Rabbim!” der.

Biz tutuyoruz gibi görünsek de orucu, Allah izin verdiği için tutuyoruz aslında. O tutturuyor bize orucu. Hangi ibadet olursa olsun, ancak Allah bize o ibadeti kolaylaştırırsa yapabiliriz. Hastaların, çocukların oruçlarındaki sır da budur işte.

Rabbim, Rabbim, Rabbim… Bu kelimeyi söyleyince her şeyi söylemiş olduğumu hissediyorum. Bin bir güzel ismini “Rabbim” demekle zikrediyorum. Bu duyguyu, bu Ramazanda da bize de yaşattığın için Sana binler şükürler ve hamdler olsun Rabbim…

El-hamdü lillahi rabbi’l âlemin. Rabbim, Rabbim, Rabbim…
Orucun bir dâvetmiş, bir şölen, bir ziyafetmiş. Bu nimetten bizi mahrum etmediğin için Rabbim, şükran hisleriyle dolu içim. Eksilmeyen duâlar dilimde ve devam ettikçe çoğalan şükürler, hamdler var.
***

“Ramazan bitti bitiyor. Oruç mevsimi gitti gidiyor.” diye söyleniyorum. “Nereye gidiyor?” diye soruyor bir çocuk. “Kendine sor.” diyorum. Duraklıyor birden. Cevabını veriyor hemen. İki eliyle kalbini bastırıp: “O gitmiyor, burada.” diyor. Susturuyor bizi bir küçük çocuğun kalbinden gelen büyük bir söz. “Hiçbir yere gitmiyor, o burada.” diyor, iki eliyle kalbini gösteren çocuk.

Ah çocuk, ah çocukluğum… Şimdi hayret sırası bende. Kalbime giriyorum, orada bir şeyler arıyorum. Kaç Ramazan, kaç oruç var orada, kaç hatıra var orada diye… Beyaz gemilere binip çocukluğumun ülkesine yelken açıyorum bu sözle…

Özellikle teravih namazlarında her dört rekâttan sonra getirilen tekbirlere ve salât-ü selâmlara çocukların büyük bir aşkla ve şevkle iştirak ettiğini görmek, hep hayrete düşürmüştür beni. Sevdirilmese Allah, sevebilir mi insan? Söyletmese Allah, söyleyebilir mi diller? Derdine yansız söyleyemeyenler.
“Allahümme salli âlâ, seyyidinâ, Muhammedinin nebiyyi ümmiyyi ve âlâ, âlihi ve sahbihi ve sellim…”

Rabbim, merhametin ne kadar geniş… Rabbim nimetlerin ne kadar çok… Ne diyebilirim, ne isteyebilirim Senden daha Rabbim bu güzel nimetlerin ebediyen devamından başka? Gölgeleri böyleyse, asılları nasıldır, kim bilir…

Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, membalarını göster ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme; nizi huzuruna al, bize merhamet et. Burada bite tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu mûtî raiyyetini başıboş bırakıp îdam etme.” (Sözler, 47)
***

Ağaçlar kuşları, yıldızlar çiçekleri beslerken, hayaller, hatıralar hayatımızı süslerken, Rabbim ne güzel şey Seni düşünmek. Tertemiz duygular içinde sadece Seni düşünmek ve her nimeti Senden bilip şükretmek ne güzel şey…
***

Son bir öykü daha:
Bir ihtiyar bir de çocuk konuşuyorlar:
Bak yavrum, oruç tutamıyorum bu sene. Sen tuttuğun orucunun kıymetini bil.
“Dede, hasta olmasan tutar mıydın?”
Hem de nasıl… Tam seksen yıl hiç kaçırmadım evlâdım, hep tuttum.
“Şimdi de tutmak ister misin?”
Hastayım görüyorsun. Ama bir iyi olsam… Bir gün olsun bir oruç tutabilsem… Rabbime diyeceğim ki; ömrümün bütün oruçlarının yerine, bu orucu benden kabul buyur.
“Gerçekten mi?”
“Elbette yavrum.”
Dedeciğim…
“Buyur yavrum.”
Ben Allah’a duâ edeceğim. Bugünkü orucumun sevabı senin olsun. Ben yarın yine tutarım.

İhtiyar adamın boğazı düğümleniyor. Gözyaşı tufanına tutuluyor adeta. Sadece “Rabbim, Rabbim” diyor. “Bu sözü bu çocuk söyleyemez; söyleten Sensin. Bu çocuğun duâsını benden de kabul et Rabbim. Vermek istemeseydin, istemek duygusunu vermezdin. Ondan da, benden de kabul et yâ Rabbi. Senin rahmetin merhametin çok geniştir. Kabul et Rabbim. Kabul et ne olur.”

Rabbimize sonsuz hamd-ü senâ ile, Efendimize (asm) sonsuz salât-u selâm ile…
Selim Gündüzalp

Hayat bulmacasının cevabı ölümdedir!

Her şeyin bir anlamı var. Hayatın, ölümün, insanların, hayvanların, ağaçların, dağların…

Her nedense insanoğlu doğumu sevinçle karşılarken, ölümden korkuveriyor. Oysa hayatı anlamlı kılan şey, gerçekte, ölümdür. İnsanoğlu şu dünyada hiç ölmeden yaşıyor olsaydı, herhalde, bu hayatın bir “emanet” olduğunu, bu emanetinse kendisine bir süreliğine verilmiş olduğunu hiçbir zaman düşünemeyecekti. Ama öyle değil; hayat bize verilmiş bir emanet.

İnsan, bu fani dünyanın gelip geçici yolcusu… Ölüm, yaşa başa, kadına erkeğe veya yaşlıya gence bakmadan ansızın geliveriyor kapımıza… Ölüm, bir yok oluş değil; yeni bir hayatın başlangıcı… Öyle ki ölüm, bütün gerçekliğiyle karşımızda duruyor. Zira ne akla, ne de vicdana uygun geliyor, ölümü yok saymak.

Madem ölüm yeni bir hayatın başlangıcı; o halde neden korku ve kaygılar içerisinde, ölümü bir son gibi düşünüyoruz? Ve ölüm deyince neden dünyamız kararıyor bir anda?

Peki ya, ölümün varlığı neden rahatsız ediyor bizleri?

Bunlar gibi pek çok sorunun cevabını, eserlerinde ve yazılarında ölümü sıklıkla ele alan, usta kalem Selim Gündüzalp’le gerçekleştirdiğimiz bu söyleşimizde bulabileceksiniz.

Öykülerinin yanı sıra, yazılarında ve kitaplarında ölümü ele alıp irdeleyen ve ölüme edebî bir bakış kazandıran, bir araştırmacı yazar olarak da yer ediyorsunuz zihnimizde. Bu noktada, gerek ölüm korkusunu yenme ve gerekse de ölüme hazırlanma adına neler söylersiniz bize? Yani ölüme nasıl bakmalıyız, ne dersiniz?

Ölüme bir defa değil, belki her gün defalarca bakmamız gerekir. İnsan her gün yürüdüğü yolda bile aynı yola bakarak yürür. Yoksa bir direğe toslamamız kaçınılmazdır. Hayat yolunda da gittiği istikametten yüzünü çevirmemeli insan.

Nereye gidersek gidelim, ölüm bizimle beraber geliyor. Her şey ama her şey bizden uzaklaşırken, ölüm anbean yaklaşıyor bize.

Dün iki-üç kişi içindi ölüm; bugün, her gün yüz binler için ölüm.

İnsanların sayısı arttıkça, ölümler de çoğalıyor.

Hız kesmiyor ölüm. Aksine sürat peyda ediyor. Eh, bu modern asra da, bu yakışıyor doğrusu!

Biz istediğimiz zaman olacak ya da istediğimiz zaman olmayacak şeylerden biri değildir ölüm. Çarnaçar dönecek ve istemesek de arz-ı endam edecek kapımızda. Vakitli vakitsiz gelecek. Sen işini bitirmeyi düşünürken, o senin işini bitirecek. Çökecek kapının önünde; seni almadan gitmeyecek.

Yok saymakla, göz kapamakla, ölümü yok edemeyiz.

Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyat var diyor Bediüzzaman. (Lem’alar, 225)

Ölümün işi bu. Görevi, gelmektir, götüreceğini bulup götürmektir.

Hindistan’da da olsa, Türkistan’da da olsa insan, hangi istan ya da fistanın içinde de olsa fark etmez. Ölümden kaçıp kurtulma şansı yoktur. Sonunda bir taş dikiliverecek bir gün başına. “El-Bâki Hüve’l-Bâki” denecek ve son durak kabristan olacak…

Vadesi gelen ayda da ölür, dünyada da. Ölümün unuttuğu tek bir kişi yoktur bu dünyada. Öyle ki, o kadar hikmetli, takipli, yapanı bellidir ölümün. Tesadüfün zerresi yoktur bu işin içinde.

Ölümü yakın takibe alanlar, hiç zarar görmemişlerdir. Bilakis hayatlarını daha da güzel ve düzgün yaşamanın çabası içine girmişlerdir. Eh, ne de olsa yolculuğunu unutmayan, valizlerini ona göre hazırlar.

Ölümü unutmak kişide ne tür manevî tahribatlara veya kayıplara yol açar?

Bu aslında başlı başına önemli bir konu ve bu asrın belki de en baş problemlerinden biri. Bir etiket var üstümüzde. Faniyiz, ölümlüyüz. Nerede gidersek gidelim, bu yazı silinmiyor. Ya ona göre yaşayacağız ya da onu yok sayacağız.

Sahabeden biri, ev inşa etmektedir. Hz. Peygamber (a.s.m.) de oradan geçer ve der ki: “Dikkat edin, ölüm size yapmakta olduğunuz bu evden daha yakındır.” Yani siz bu evi bitirmeden, ölüm sizin dünyadaki görevinizi bitirebilir. Sahabe mesajı alır, çünkü duyguları açıktır.

Hz. Peygamberimiz (a.s.m.) ne demek istiyor? “İşinizi terk edin, istirahate çekilin, bırakın” demiyor elbette. Ancak “Hayatın en acil ihtiyacını karşılarken bile, sakın ama sakın ölümü unutmayın. Eliniz işle meşgulken, zihniniz, fikriniz, hayaliniz ölümü düşünsün. İşinize renk, hayatınıza ahenk gelsin.” Herhalde mesaj buydu. Ve bütün duyguları açık olan sahabe efendilerimiz derhal ama derhal verilen mesajı alıyorlardı. Biz de bu hatırayı duyduğumuzda mesajı alabiliyorsak ve şöyle bir an için olsun durulup, üstümüzden başımızdan dünyanın tozlarını silkebiliyorsak o mesaj bize de ulaşmış, yerini bulmuş demektir.

Ne kadar zorlu bir görevdir insanları hiç bilmedikleri tehlikelere karşı uyarmak. Şuradan bir düşman gelecek, şurada bir ateş var, şurada bir uçurum var, şurada sizi bekleyen çok önemli tehlikeler var diye uyarmak ve onların gözünü açıp uyandırmak ne kadar güç bir iştir. Kolay bir görev değildir bu. Hele de anlamak ve duymak istemeyenleri uyarmak ve uyandırmak daha da güçtür. En tehlikelisi ise ölüme, kabre ve kıyamete karşı duyguları keskinleştirmek ve onları bir bir açıp uyandırmak, kolay değildir.

İnsan kendisiyle ilgili işleri düşünmekten uzak yaşamaktan hoşlanır. Otuzuna kırkına geldiyse, bir kırk senesi daha var zanneder. Alın size çarşaf çarşaf hayat bulmacası. Doldurun bakalım sağdan soldan kareleri. Yazdığınız bütün kareler, yazdığınız bütün cümleler nereye çıkacak? Ölüme ve kıyamete… Başka nereye çıkabilir ki? Ne yazarsanız yazın, hangi yerden başlarsanız başlayın, hayat yolu sonunda ya kabre ya da kıyamete çıkar. Oraya gelir dayanır. Hayat yolu kısadır.

Ölümü hatırlamak insana bir şey kaybettirmez; çok şey kazandırır.

Korkulardan, kaygılardan ve ümitsizlik hallerinden kurtulup, kalbimizi ümit çiçekleriyle doldurmak ve ölümle yüzleşmek için maddî ya da manevî olarak nelerden, nasıl beslenmeliyiz?

Kur’an’daki kıyamet sahnelerinin böyle anlarda bir daha açılıp, tekrar tekrar okunması gerekir. Bunlar, er ya da geç yaşayacağımız, göreceğimiz sahnelerdir. O gün inananlar hayretle, inanmayanlar ise dehşetle seyredecekler.

Rabbim! Ölümün kötü hâllerinden ve hayatın içine devekuşu gibi başımızı sokup o büyük günü unutmaktan, duygularımızın diriliğini kaybetmekten, son nefeste kelime-i şahadeti söyleyememekten ve kabir azabından bizleri muhafaza eyle!

Her gün yeni bir fırsattır, hayatın kalan günlerini mayalamak için, eksiğini ya da gediğini onarmak, yamamak için bir fırsattır. Rabbimiz imanı bir imkân olarak sunduğuna göre ve her günü bizim için özel yarattığına göre kaçırmayalım bu fırsatı. Uyanışın baharını biz de duyalım. Çalıların içerisindeki bir çiçek gibi, bir kelebeğin gelişini biz de bekleyelim. Her şey görevini eksiksiz yerine getirmeye çalışırken biz neden geri kalalım?

Bir çiçek, diri, dipdiri bir çiçek, ancak bir kelebeği, bir arıyı kendine çeker. Bir bahçede yeniden bir dirilişi ve baharı bazen bir çiçek başlatır. Bir çiçek bunu yapabilir Allah nasip ederse.

O zaman topyekûn bir uyanış, bir diriliş, bazen bir çiçekle başlayabilir. Allah’ın rahmetinden ve kudretinden hiçbir şey uzak değildir. O isterse ve dilerse her şey olabilir. Bir çiçek, bir baharı başlatabilir. İşte her gün böyle bir çiçektir. Kalbimizdeki güzellikleri uyandırmaya gelir. Nice kelebekler, nice arılar gelir. Nice güzellikler… Açın, görün, yaşayın baharınızı. Bu fırsat belki de bir daha hiç olmayacaktır.

Bir tarafta hayatta var olabilme ve gelecek kaygısı, bir taraftaysa ölüm kaygısı yaşıyor insan. Bu kaygı halleri zihnimizde ‘ümitsizlik’ ve ‘korku’ kavramlarını da çağrıştırıyor bir anlamda. Ümitsizlik ve korku arasında olmak ne demektir?

Elinizdeki çekirdeği toprağa koyduğunuzda, o ölümün bir yanda da sümbülün hayatıdır. “Güller toprağın gecesine yaslanır, oradan güler güneşe.” Toprağın gecesine giren bir tohum bile gülen bir gül olarak karşımıza çıkıyorsa insan niye ümitsiz olsun ki? Rabbi onu hayat duraklarının hangi safhasında yalnız bırakmıştır ki kabirde yalnız bıraksın?

İnsan geleceği bilemez. Doğru… Ama Allah geleceği güzel yapmıştır. Yeter ki ona uygun bir yol haritasını izleyebilelim ve Allah hakkında hüsnüzan edelim. Allah dileseydi bizi kediler âleminde fare yapabilirdi, bir tutam maydanoz yapabilirdi… Yapmamış… Demek ki bir muradı var bizden, bizi insan olarak yaratmakla. Bu kadar değer verdiği bir varlığı elbette toprakta unutmayacak, çürütmeyecek.

Tohumu toprakta unutmayan Allah, güneşi gecede unutmayan Allah, insanı da toprakta unutmaz. Onu da bir gün yattığı yerden kaldıracaktır, ebedî bir diyara sevk edecektir.

Genellikle ölüm korkusu gündeme gelince kişinin dinî yaşamı irdeleniyor. Bu korkuya cevap verecek tek unsur din midir?

Elbette dindir. Ama insanların ve biz dindarların da düştüğü bir hata söz konusu. Ölümü verenin Allah olduğunu unutmak ve onu tam anlayamamak. Daha önce de belirttiğimiz gibi Bediüzzaman Hazretleri “ölümü vermek” tabirini kullanıyor. Onu da bir nimet olarak görmeyi başarırsak problemimiz ya azalacak ya da hiç kalmayacak.

Bir bahçe sahibi bile, uzun emekler vererek, özenle yetiştirdiği ağaçlardaki meyveleri son dakikada kurda kuşa yem etmez; bahçesinin talan edilmesine izin vermez. İnsan yani… Allah, kâinat ağacının meyvesi olan insanı neden toprakta zayi etsin ki? Bir çiftçinin elinde toprak ne ise, toprağın bağrındaki insan da öyledir. Tohum baharda kendini gösteriyor, açılıyor. İnsan ise ebedî hayatın baharında amellerinin meyvesini vermek üzere toprağa koyuluyor.

Burada da şunu unutmamak gerekiyor: Ölen bedenimizdir, ruhumuz değil. Beden topraktan gelen gıdalarla besleniyor ve geldiği yere gidiyor. Ama ruhumuz ise topraktan gelmediği için toprağa gitmiyor. Allah onu özel bir yere alıyor.

Rahime Sönmez

Cuma Duası (Cumanız Mübarek Olsun)

Hz. Peygamberimizin (S.A.V.) temiz ve pak dilinden dualar:

Allah’ım!
Ömrümün sonunda, ihtiyarlık anımda bana bol bol rızık ver. (Hâkim, 1/542, Sahihu Cami, 1/396)

Allah’ım!
Günahlarımı bağışla. Evimi geniş, rızkımı bereketli kıl. (Ahmed b. Hanbel, 4/63; 5/375)

Allah’ım!
Düşmekten, vurulmaktan, boğulmaktan, yanmaktan Sana sığınırım. Ölüm anında şeytanın beni çarpmasından Sana sı­ğınırım. Senin yoluna sırt çevirmiş olarak ölmekten Sana sı­ğınırım. Yılan veya akrep sokarak ölmekten Sana sığınırım. (Ebu Davud, 2/92; Nesei, i/1125)

Allah’ım!
Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilik­ten, ihtiyarlıktan, taş yürekli olmaktan, gafletten, fakirlikten, zillet ve meskenetten Sana sığınırım. Fakirlikten, küfürden, fısktan, düşmanlık ve nifaktan, gösteriş ve riyadan Sana sı­ğınırım. Sağırlıktan, dilsizlikten, delilikten, cüzzamdan, ala­cadan ve benzer hastalıklardan Sana sığınırım. (Hakim ve Beyhaki, Bkz. Sahihu Cami 1/406).

Allah’ım!
Huşu duymayan kalpten,
Kabul edilmeyen duadan,
Doymayan nefisten,
Ve yararsız ilimden Sana sığınırım.
Bu dört durumdan Sana sığınırım. (Tirmizi, 5/519; Ebu Davud, 2/92; Sahihu Cami 1/410; Sahihu Nesei, 3/1113).

Allah’ım!
Senden cennet isterim, Beni cehennemden korumanı iste­rim. (Tirmizi, 4/700; İbn Mace; 2/1453; Nesei, bkz. Sahihu Tirmizi 2/319; Sahihu Nesei 3/1121; Lâfzı şöyledir: “Kim Al­lah’tan {c.c.) üç kez cenneti isterse, cennet şöyle der: Al­lah’ım! Onu cennete sok. Kim üç kez cehennemden korunma­yı dilerse cehennem: Allah’ım! Onu cehennemden koru der”)

Allah’ım!
Bilerek şirk koşmaktan Sana sığınırım. Bilmeden şirk koşmaktan Senden mağfiret dilerim. (Ahmed b. Hanbel, 4/403)

Allah’ım!
Senden yararlı ilim, temiz rızık ve kabul edilen amel iste­rim. (İbn Mace, l/298’de tahric etti. Bkz. Sahihu İbni Mace 1/152)

Ey Vâhid, Ehad ve Samed olan! Doğurmayan ve doğurul-tnayan! Hiçbir şey kendisine denk olmayan Allah’ım! Senden günahlarımı bağışlamanı isterim. Muhakkak ki, Gafur ve Ra­him olan Sensin. (Nesei, 3/52; Ahmed bin Hanbel, 4/338)

Allah’ım!
Beni Senin sevginle,
Ve sevgisi Senin katında bana fayda verecek olanın sevgi­siyle rızıklandır.

Allah’ım!
Sevdiğim şeylerden bana verdiğin rızkı, Senin sevdiğin yolda, benim için kuvvet kıl.

Allah’ım!
Sevdiklerimden benden uzaklaştırdığın şeyi, Senin sevdi­ğin yöne yönelt. (Tirmizi, 5/523)

Allah’ım!
Ey Cebrail’in ve Mikail’in Rabbi!
Ey İsrafil’in Rabbi!
Cehennemin sıcaklığından ve kabir azabından
Sana sığınırım. (Nesei, 8/278; Sahihu Nesei, 3/1121)

Allah’ım!
Beni kolay bir hesap ile hesaba çek. (Ahmed b. Hanbel 6/48) Hz. Âişe (r.a.) dedi ki: “Ey Allah’ın nebisi! Kolay hesap nedir?” diye sordum. Buyurdu ki: “Allah’ın, kişinin amel def­terine bakması ve onun günahlarından vazgeçmesidir. Çünkü o gün, kimin hesabı ince elenip sık dokunursa, o helak ol­muştur ey Âişe!”

Allah’ım!
Seni zikretmemiz, Sana şükretmemiz, Sana güzelce ibadet etmemiz için bize yardım eyle. (Hâkim. 1/499)
Hz. Peygam­ber (s.a.v.), Hz. Muaz’a (r.a.), bu duayı bütün namazların so­nunda okumasını tavsiye etmiştir).

Allah’ım!
Borcun sıkıştırmasından, düşmanın galip gelmesinden ve düşmanları güldürmekten Sana sığınırım. (Nesei, 8/265; Bkz: Sahihu Nesei 3/1113)

Allah’ım!
Beni günahlardan ve hatalardan temizle. Allah’ım!
Beni o günah ve hatalardan, beyaz elbisenin kirden temiz­lendiği gibi temizle.

Allah’ım!
Beni kar ve doluyla, soğuk suyla temizle. (Nesei, 1/198, 199; Tirmizi, 5/551; Sahihu Süneni Nesei 1/86)

Selim Gündüzalp

www.NurNet.Org

Cuma Duası (Cumanız Mübarek Olsun)

Hz. Peygamberimiz(S.A.V.)’in temiz ve pak dilinden dualar:

Allah’ım!
Bize dünyada da ahirette de iyilik ver; bizi cehennem aza­bından muhafaza buyur. (Buhari, 7/163, Müslim, 4/2070)

Allah’ım!
Cehennemin fitnesinden ve azabından sana sığınırım, ka­bir azabından ve kabrin fitnesinden sana sığınırım, zenginlik fitnesinin şerrinden ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım.
Mesih-i Deccal fitnesinin şerrinden sana sığınırım. Kalbi­mi kar ve dolu suyuyla yıka Allah’ım! Beyaz elbiseyi kirden nasıl temizliyorsan, kalbimi hatalardan öylece temiz kıl Al­lah’ım!

Allah’ım!
Doğu ile Batıyı birbirinden uzaklaştırdığın gibi, benim ile hatalarımın arasını da aç.
Allah’ım! Tembellikten, günahtan ve borçlu kalmaktan Sana sığınırım. (Buhari, 7/161; Müslim, 4/2078)

Allah’ım!
Belânın eziyetinden, sıkıntıya uğramaktan, kötü kazadan ve düşmanlara gülünç duruma düşmekten Sana sığınırım. (Buhari, 7/155; Müslim, 4/2080; Resulullah (sav) bu lâfızlar­la sığınırdı)


Allah’ım!
Dinimi salih kıl, o benim işimin iffetidir. Dünyamı salih eyle, hayatım ondadır. Ahiretimi salih yap, dönüşüm onadır. Bana türlü türlü hayırlarla uzun ömür ver. Ölümü benim için bütün serlerden uzak kıl. (Müslim, 4/2087)

Allah’ım!
Bana hidayet ver, beni dosdoğru kıl. Allah’ım! Senden hidayet ve istikamet isterim. (Müslim 4/2090)

Allah’ım!
Verdiğin nimetin yok olmasından, sunduğun afiyetin de­ğişmesinden, azabının ansızın gelmesinden ve Seni gazaplandıran her şeyden Sana sığınırım. (Müslim, 4/2097)

Allah’ım!
işlemiş olduğum ve henüz işlememiş bulunduğum amelle­rin şerrinden sana sığınırım. (Müslim, 4/2085)

Allah’ım!
Senin rahmetini umarım, beni göz kirpimi bir an ve nef­simle baş başa bırakma, bütün işlerimi salih kıl, senden baş­ka ilâh yoktur. (Ebu Davud 4/324- Ahmed b. Hanbel 5/42)

Allah’ım!

Ben senin kulunum, babam ve annem de senin kulların­dır.
Benim perçemim senin elinde, benim hakkımdaki hükmün geçmişte yazıldı. Hakkımda verdiğin hüküm âdildir. Zâtını isimlendirdiğin o Sana has bütün isimlerle Senden isterim; kitabında inzal buyurduğun, yarattığın bir kula öğrettiğin bü­tün isimlerle Senden isterim. Katında bulunan gayb ilminde, Zât’ın için seçtiğin bütün isimlerle Sana yalvarırım.
Kur’an’ı kalbimin baharı, gönlümün nuru kıl, üzüntümü aydınlatan ve derdimi gideren yap. (Ahmed bin Hanbel 1/391, 452; Hâkim, 1/509)

Ey kalblere tasarruf eden Allah’ım! Kalblerimizi Sana itaat etmeye yönelt. (Müslim; 4/2045)

Ey kalbleri çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl-(Tirmizi, 5/238; Ahmed b. Hanbel, 4/182; Hâkim, 1/525, 528 Ümmü Seleme’nin (r.a.) rivayetine göre, Resulullah’ın (s.a.v.) en fazla yaptığı dua budur).

Allah’ım!
Senin Nebin Muhammed’in (s.a.v.) Senden istediği hayır­dan ben de isterim. Nebin Muhammed’in (s.a.v.) istiaze etti­ği serden Sana sığınırız.
Yardım istenecek Sen’sin, dilekler Sana sunulur. Allah’dan (c.c.) başka güç sahibi yok, kuvvet sahibi yok. (Tirmizi, 5/537; İbnMace, 2/1264)

Allah’ım!
Kulağımın, gözümün, dilimin, kalbimin ve şehvetimin şer­rinden Sana sığınırım. (Ebu Davud, 2/92; Tirmizi 5/523; Ne-sei: 8/271)

Allah’ım!
Şüphesiz ki Sen affedensin, Kerimsin, affetmeyi seversin, beni de affet. (Tirmizi, 5/534, bkz: Sahihu Tirmizi, 3/170)

Allah’ım!
Hatalarımı, bilgisizliğimi, isimdeki taşkınlığımı ve Senin benden daha iyi bildiğin günahlarımı bağışla.

Allah’ım!
Şakamı ve ciddiyetimi, kasten ve hataen yaptıklarımı, bende mevcut olan bütün yanlışlarımı bağışla. (Buhari, Maal Feth: U/196)

Allah’ım!
Beni bağışla, bana merhamet et, bana hidayet eyle, afiyet ver, beni rızıklandır. (Müslim, 4/2073; 2078)

Selim Gündüzalp

www.NurNet.Org

Bir Yanda Mahşer, Bir Yanda Dertler…

—Yiğit, düştüğü yerden kalkar.

Gece, bir uçurum gibi. Düşersin içine birden. Hiçbir şey anlamadan. Anladığını da anlatamazsın zaten. Düşersin işte. Bir derdin varsa, inlersin. Elini böğrüne kor, kanlı bir bıçak gibi saplarsın bir yanına. Akan kanın da sızısını duymazsın ya… Gecenin karanlığı kan olur, akar üstünden. Bıçak gittikçe saplanır içine, tâ derinine… Gece, karanlık ve bıçak… Kucak kucak derdi olanın ıztırabı, ondan da beter.

Elleri böğründe nice insan var. Elleri göğüslerine kapanmış, dar bir düşüncenin koridorunda yürürken, çıkacak bir kapı, bir yol ararlar.

Dizlerinin bağı da çözülmüştür. Yapacak bir şeyi de yoktur. Yürüyemez. Yıkılır kalır olduğu yere. Ağlamak istese, gözyaşları çare değil. Pınarlar kurumuştur. Eller titremekte, birbirine zor kenetlenmekte. Göğüs, işte öyle… Çarpıyor, ama ne için çarptığından habersiz. Bir dâvâsı olmadı mı, yüreği yüksek bir hakikat için çarpmadı mı insan, paranın pulun, onun bunun, hayatımızı kirleten ne varsa her türlü tehlikeli gelişmenin kirlerini üzerinde hisseder. Önce düşünceler kirleniyor, sonra insanlar. Ardından da dünyalar.

Nereye kaçmalı? Bu kirlenmeden kurtulmak için nereye sığınmalı?

Bir çadırda mı yaşamalı? Yoksa zindanda mı, yer altında bir mağarada mı? Yoksa… Siz söyleyin. Nerede yaşamalı insan?

Çıkarların, menfaatlerin, riyaların, alkışların, desinler, görsünler hastalığının kol gezdiği, Allah’ın istemediği her şeyin cirit attığı bir dünyada, ulvî bir ıstırapla inleyen bir kalp ne yapsın?

Yazmakla susmak arasında kalınca, sarkacın ucu nereye gitsin, nerede dursun?

Bu halde bir insan ne yapsın? Bir gün, iki gün değil, yıllar boyu sussa, hiçbir şey yazmasa, konuşmasa da, bu yürek buna ne kadar dayanır? Bir gün olur coşmaz mı? Çağlamaz mı?

Olanca hızıyla kirlenen ve ruhların kirlenip öldüğü bir dünyada, bedenlerin ölümü ne kıymet ifade eder ki? Üç kuruşluk basit çıkarların, menfaatlerin, faydasız hazların ve zevklerin uğruna ne canlar telef oluyor, ne idealler batıyor…

Elleri böğründe bir insan ne yapsın gecenin bir karanlığında? Kalbine bir bıçak sokuluyorsa, ıstırabın bıçağı saplanıyorsa iyiden iyiye, ne yapsın?

İnsanlığın bütün derdi, bazen bir insanın omzunda titrer.”

Öyle dermiş bir bilge. Taşınacak yük ne kadar ağır olursa olsun, onu yüklenen omuzlar da ona uygundur. Çünkü Allah taşıyamayacağı yükü, hiçbir kulun omzuna koymaz.

İnsan mukaddes bir hamaldır. Hamal ise yüküyle güzeldir. Bu yük, büyük. Yükü de taşıyandan mukaddes. Ya taşımalı, ya doğrulup kalkmalı, ya yazmalı, ya susmalı, ya konuşmalı… Ama asla yatmamalı, görevden kaçmamalı.

Tercihler çok. Birinden birini yapmalı. Birinden birini seçmeli. Gecenin karanlığı ebedî değil ya… Her derdin, her ıstırabın yine nefes alacağı bir delik vardır mutlaka. Anahtar deliği kadar da olsa. Işık, vefalı ışık, yetişir imdada. Nereden olursa olsun, karanlığın kendisi bile bir zaman ışık oluverir. Yanar, aydınlatır. Karanlıkta kalmak istemeyeni taşır bir nur, bir aydınlık, en berrak iklimlere.

Hiç kimsesi olmayan yalnızları da bir düşünelim. Bütün insanlık ailesini tek tek… Binleri, milyonları, yüz binleri… Hiçbiri bizden uzak yerlerde değildir onların. Her birinin kendine mahsus derdi vardır. Yarın mahşer arkadaşımız olacak bizim onlar. Her birinin bir hesabı var. Geçmişte yaşayanların, şu anda yaşayanların… Mahşer arkadaşlarımız olacak onlar. Bugünkü insanlar da, yarın yaşayacak olanlar da… Hepsi birlikte duracaklar divana, Allah’ın huzuruna. Birlikte hesap vereceğiz.

O zaman aralarından bir adım öne çıkacak olanlar, başkalarının dertleriyle dertlenenler, onların dertlerini yüreğinde hissedenler olacaklar. Bıçağın sıcaklığını, ıstırabın sesini yüreğinde duyanlar, kalbinde duyanlar, gözyaşını kanla, kanı gözyaşıyla yıkayanlar olacak.

Vakti yok artık. Ne insanın ne de kâinatın boş şeylerle oyalanmaya, vakti yok artık.

Bir yanda mahşer, bir yanda küçük dertler…

Öyle bir ayna koymalı ki önüne, dertler utanmalı dert olduğundan. Hesabın, o çetin günün yanında… Mahşerin yanında her şey küçülmeli. O kadar küçülmeli ki, görünmez olmalı, yok olmalı.

Hayatı iki eli böğründe yaşamaya mahkûm değildir insan. Doğrulmalı. Yattığı yerden doğrulmalı. Silkinip kalkmalı. Yeleleri altından parlayan bir küheylan, bizi bekliyor. Eşiniyor, sabırsızlanıyor. Miraç öncesi Burak gibi. Yakışır mı yatmak? Dört bir yanı saran ateşlere bîgâne kalmak yakışır mı? Yangınlar seyredilmez. Hele sende onu söndürecek su varsa, aşk varsa…

Haydi bre… Topuğunu geçmeyen suları tepele. Zincirlerini kır da gel. İçinin tutsaklığından kurtul da gel. Bekleniyorsun… Sensiz olmayacak, biliyorsun… Haydi bre… Tut paçasından, ser yere. Tuş et nefsini, kurtar kendini ve kendin gibi nicelerini.

Çamlıbel yaylalarında Köroğlu’nun atı gibi, dörtnala giderken bile çamur sıçratmayacaksın. Hiç kimseye, hatta kendine bile bir leke atmayacaksın. Kimseyi kırmayacak, hiç kimseye çamur sıçratmayacak ey kahraman! Nerdesin?

Nerdesin? Günün başlamak üzere. Senin için döner bu devran. Ey küheylan! Ey isimsiz kahraman… Sen nasılsan, öyle gel. Boşluğu dolduracak kadar güzelsin. Gel… Ardından geleceklerin de işareti ol, öyle gel. Kalksın iki eli böğründe yatanlar, gözyaşını kanla yıkayanlar, kanı gözyaşıyla yuyanlar… Kalksınlar. Binilecek küheylanlar geldi, bekliyor… Bu asrın, bu zamanın kahramanları buradalar. Belki de aramızdalar.

Geceden sonradır aydınlık. Karanlıktan sonradır ışık. Zahmetlerden sonradır rahmet. Zorluğa, darlığa düşenin ışığa ulaşması çok daha kolaydır. Zorun karnındadır, zorun içindedir rahmetin çekirdeği ve müjdesi. Bayrağı taşıyacak kahraman artık gelsin. Hepimizin gözdesi nerdesin? Onu beklemek müjdeler müjdesi. Hz. Peygamber’in (asm) müjdesi, her asır üstatlarının ve dahi son asır üstadının da müjdesi…

Gelsin bakayım yeleli bir küheylan. Kıskıvrak yakalasın bir yanından. Atsın şöyle üstüne kahramanını. Binmesini beklemeden tutsun, o atsın onu üstüne. Kahramanını seçer gibi. Tıpkı Medine-i Münevvere’ye teşrifinde Ebâ Eyyüb el-Ensarî’nin hanesini seçtiği gibi o mübarek devenin…

Evet, o küheylan da seçer kahramanını. Nerede olursa olsun, bulur. Çevik ve çalak bir rüzgâr gibi eser, kaldırır önündeki setleri. Işık, o gözü, o kalbi, o ruhu en karanlık bir gecede aydınlatır işte.

“Bak” der, yatma zamanı geçti. Kalk! Eli böğründe olanların devri geçti. Kalk, sahte kahramanlara meydanı terk etme. İnsansan kalk! Sahtelerin dünyasında hakikati haykırmak görevini yüklen. Yiğitsen kalk… Kahramansan kalk… İnanıyorsan kalk…

Yiğit düştüğü yerden kalkar…

Kalk da yattığın yerler de seninle beraber kalksın. Belki de içinde bulunduğun kâinat seninle beraber kalksın, uyansın. Bir kişinin ayağa kalkmasıyla başlar her şey. Kalk! Sen kalk. Kalkacak olan daha çok kahraman var. Hele bir kalk! Hele bir doğrul! Ellerini böğründen aşağı çek. Gözyaşlarını sil. Kirpiklerinin üstündeki o incileri elinin tersiyle sil. İstersen iç. Ama yeter ki, sen dâvânı bir hiç uğruna satma hiç…

Kibrin, riyanın, gösterişin ve kendi içine kapılıp gitmenin o basit ve fasit dairesinde dolanıp durma. Bırak! Allah’a teslim ol. Allah’ın bir kuluna neler yaptıracağını ibretle seyret. Seyret acizlerin ne kadar güçlü olduğunu. Seyret, bir karıncanın Firavun’un sarayını nasıl harap ettiğini. Bir sineğin Nemrut’u nasıl yere serdiğini…

Seyret fakirlerin zenginliğini. Seyret hiçbir şeyi olmayanların, her şeyin sahibi olacaklarının işaretlerini seyret. Sahteler çekilip giderken, günün ilk ışıklarıyla her şey rengini belli eder. Kahramanlar ise çoktan işlerini bitirip yine yerlerine yurtlarına dönmüşlerdir. Kimsenin görmeyeceği ve bilmeyeceği köşelerine çekilmişlerdir. Sen onu seç. Onlarla ol.

Atla küheylanın arkasına. Bin sırtına bakalım. Yolda sana açılan ne varsa topla güzellikleri bir bir. Yaralı kalplere deva ol. Gözü yaşlılara merhem ol, yeter. Yüzünü bile görmesinler isterse, tanımasınlar, adını da bilmesinler. Yeter ki kalk şöyle etrafına bak.

Silkin bakalım gafletin tozlarından. Üzerindeki o uzun yılların getirdiği ağır tembellik uykularından hele bir sıyrıl bakalım. Hele bir “Bismillah” de…

Bir zelzele gecesi gibi, bir bahar sabahı gibi, birden bir diriliş, bir uyanış, bir ışık içinde yansın. Bahar seninle başlasın. Kalpte iz bırakan günahlar, tövbelerle yıkansın. Uyanışlar ve dirilişler senle başlasın.

Hadi bakalım… Hadi aslanım…

Hele bir doğrul yattığın yerden. Bak, sen ayağa kalkınca, sen haydi “Bismillah” deyince, seninle beraber daha pek çok kimse ayağa kalkacak, pek çok evde ışıklar yanacak, pek çok kalplerde nurlar yanacak. Uyuyanlar uyanacak. Kendini kaybetmekle dünyayı da kaybediyorsun, hayatı da, sana bakan hayatları da…

Eh, bu kadarı da hakkın değil hani. Şimdi naz değil, niyaz faslındayız.

Kader her zaman üstündür. Kader konuşunca insan susar, konuşanı dinler. Kaderin her şeyi güzeldir. Allah var, keder yok. Allah var, dert yok…

Selim Gündüzalp

selimgunduzalp@hotmail.com

BİR KISSA:

Dertlerin Arkası

Hz. Mevlânâ bir gün eve gelir, oğlunu üzgün görür. Sebebini sorar. Oğlu: “Hiç…” der. Hz. Mevlânâ dışarı çıkar. Kapıda asılı bir kurt postu vardır, onu alır üstüne giyer. Ellerini havaya doğru açıp ulumaya başlar. Oğlu babasının bu haline bakıp güler.

Hz. Mevlânâ:

Evlâdım, gördün mü?” der. “Dünya dertleri de işte böyledir. Kurt, aslında korkutucu bir hayvandır. Ama sen o postun arkasında babanın olduğunu bildiğin için korkmadın ve güldün. İşte bütün dertlerin arkasında da Rabbinin olduğunu bil ve ona güven.

www.zaferbilimarastirma.com / 2011 – Eylül Sayısı