Etiket arşivi: senai demirci

Kaf Nun Sergisi Yüzde Yüz Keşif

Birkaç yıl önce, bir gece tefekkürünün dünyama yansıyan ışıltılarını ifadelendirmeye çalışırken hepimizin içinden gelip geçtiği ama çabucak unuttuğumuz en tehlikeli serüvenimizden söz etmem gerekti.

Her birimiz bu dünyaya kimliğimizin var-yok arasında gidip geldiği, varlığımızın ölüm-kalım arasında sarkaçlandığı sessiz bir yolculuktan sonra gelmiştik. Öyleyse o günlere gidip ‘şimdi sahip olduklarımız’ı yeniden düşünmek ilginç olabilirdi. Derin bir yokluğun içinden varlığa doğru yolculuk gerçekten ilginç bir anlatıma da yol veriyordu. Örneğin, “Gözlerim yoktu, gözlerimin olmadığını görecek gözlerim de yoktu” gibi bir ifade, verilene henüz verilmeyenle tanıklık ederek, verilenin bizim malımız olmadığını açıkça ifade etmeye yetiyordu: “Gözlerim yokken, gözümüzün olmadığını da görecek olan ben değildim; öyleyse gözlerimin olmadığını bir Sen gördün.” Her birimizi varlık-yokluk arasındaki keskin çizgiye taşıyan bu ifadeler diğer verilenler için de dillendirilebilirdi. Ellerim için: “Elim yoktu, Senin ‘kudret eli’ne tutundu ellerim. Ben, ellerim ve elde edeceklerim, öylece ele avuca geldi.” Kulaklarım için: “Sağırdım, bana bir Sen kulak verdin. Herşeyi her an işiten Sen, ben kulak sahibi değilken, işitmek istediklerimi işittin.” Dilim için: “Dilim dönmüyordu, Sen bana söz verdin.” Dudaklarım için: “Daha dudağım dudağıma değmedi. ‘Ağzı var dili yok’ bile değilim. Bana rahmetinle bir Sen tebessüm ettin. İki dudak verdin, bir dil. Cümle dudakları gül eyledin. Gülücükler verdin, güller gönderdin.” Ayaklarım için: “Ayaklarım yoktu, beni varlığa Sen yürüttün. Yokluktan varlığa yürüttün Sen bedenimi. Hiç yoktan ayağa kaldırdın beni.”

Bir gece yarısı heyecanıyla kaleme aldığım (daha doğrusu, tuşa getirdiğim) “Bir Ceninin Hatıra Defteri” başlıklı makalede yüzüm için söyleyeceklerimi en sona bırakmıştım: “Gelmeye yüzüm yoktu, Sen bana yüz verdin. Beni tanımıyordu annem babam bile. Varlığımdan bile haberli değillerdi. Ben de bilmiyorum var olduğumu. Var olma arzumun bile farkında değilim. İnsan olduğumu da bilmem. ‘Anılmaya değer bir şey’ değilim. Kimse saymıyor beni. Adım yok, adam yerine koyulmuyorum.

“Yüzüm yok. Çatık bir kaşım, gamzeli bakışlarım yok. Saçlarım, kirpiklerim yok. Kaşlarım kirli bile değil; yok. Yüzüme çamur bulaşmamış; çünkü yok! Şekilsiz, biçimsiz, kaba, belirsiz ve korkunç görünüyorum. Böyle görseydi beni annem, belki yüz vermezdi bana. Yüzüme bakamazdı.

“Yüzüme bir Sen baktın. Bana Sen yüz verdin. Yokluğun kirli, çirkin maskesini yüzümden indirdin. Rahman sûretini indirdin yüzüme. Annemin gözlerine değesi ‘bebek yüzlü’ tenler giydirdin ete kemiğe. Kirpiklerimin ucuna gamzeli bakışlar düşürdün. Ve yanaklarıma gülücükler saldın. Saçlarımı verdin, ‘zülf-ü yâr’ olası çizgiler çizerek; kaşlarımı eğri kıldın, yay gibi; bakışlarıma nur verdin, ay gibi. Karşısına vurulası aşıklar koydun. Güneşi gözucuma Sen getirdin.

“Bilmezdiler oysa varlığımı. Tanımazdılar beni. Sen yüz vermesen, yüzümü kalblerine âşina eylemesen, yüz süremezdim annemin yüzüne. Hayatı yitirdiğimde de, bana yeniden hayat verecek Sensin. Bir gün toprağa yüz sürdüğümde de…”

Daha sonraki ‘yüzde yüz keşif’ okumalarım ışığında, bu yazımda yüzün en sona kalmasının anlamlı olduğunu farkedecektim. Çünkü, sessizce geçip geldiğimiz bu ölüm-kalım serüveninden, varlık-yokluk seferinden ‘bu taraf’a taşıdıklarımız arasında, yüzümüz en açık varoluş kimliğimiz, en vazgeçilmez varlık sembolümüzdü… İhtimal ki, var sayılmak da, adam yerine konulmak da, hatırı bilinmek de yüzümüzde gerçekleşiyor, yüzümüzle mümkün oluyordu.

Çok geçmeden, sadece Türkçe’ye değil, farklı ifadelerle de olsa her dile yerleşmiş olan, ‘yüz’ ve ‘var olmak’ arasındaki derin ve yakın anlam akrabalığını da farkedecektim. Örneğin, birşeyin yüz göstermesi, belirmek, ortaya çıkmak, meydana gelmek, var olmak anlamına gelirken; yüzsüzlük ya da yüzü olmamak, yüze gelememek, utancın insanı yokluktan yana küçülttüğü, alçalttığı durumlara denk düşüyordu. En azından her sabah, kendi kişisel varlığımızı aynaya düşen yüzümüzle doğrulama ihtiyacı hissediyorduk: Her sabah ayinede gördüğümüz kendi yüzümüzdür. İnsan kalbinin zamanları aşan, sonsuzluğu kucaklayan sevdası da gelip yüze dayanıyordu: Her daim yüz yüze geldiğimiz/gelmek istediğimiz sevdiğimizdir. Dost meclisine yüz süreriz; dosta karşı hatalıysak varmaya yüzümüz yoktur. Gün olur, yüze geliriz; gün olur, yüz buluruz. Yüz çevirdiğimiz de olur, yüzüstü kaldığımız da. İşin içinden yüzümüzün akıyla da çıkabiliriz, yüzkarasıyla da kalabiliriz.

Sadece fiziksel olarak değil, zihinsel olarak da ‘yüz’den yüz çeviremiyor olmalıyız ki, algılamak istediğimiz herşeye mutlaka bir ‘yüz’ bulmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Meselâ, ayağımızı bastığımız ‘yer’ her zaman vardır da; biz ona ‘yeryüzü’ deyince daha bir tanıdık gelir. ‘Gök,’ her daim başımızın üzerindedir, ancak ‘gökyüzü’ deyince daha bir tanıdık olur yıldızlar. ‘Yer,’ ne de olsa, biraz soğuk, biraz ilgisiz durur; ancak ‘yeryüzü’ hemen ayağımızın altına uzanıverir, kucaklar, sarar, sarmalar. ‘Gök,’ yukarıda ve uzaktadır belki; ancak ‘gökyüzü’ mütebessimdir, tanıdık çehrelidir, kardeşimizdir.

Şu kısacık dünya hayatımızda, şu daracık yeryüzünde, insan yüzü en sık muhatap olduğumuz, en çok yüzyüze geldiğimiz yüzeydir. Ancak, bu yüzeyde diğer tüm yüzeyler için geçerli olan bir kuralın tersiyle yüzleşiriz. Sık sık baktığımız herhangi bir yüzey bir süre sonra bıkkınlık getirirken; insan yüzüne baktıkça, bıkkınlık değil, mutluluk duyarız. Şükür ki, en çok sevdiğimiz yüzler en sık baktığımız yüzlerdir. En çok da, âşinası olduğumuz yüzleri özleriz. Ara sıra ‘yeni yüzler’e yolculuk etsek de, ‘yeni yüz’de, ‘yeni olan’ başka şeylerin aksine, derin ve tarif edilmez bir yakınlık ve alışıklık hissi yaşarız. Örneğin, daha yeni yüz giyinmiş kendi çocuğumuz bir bebek yüzü ile dünyaya yüz sürdüğünde, sanki binlerce yıldır onunlaymışız gibi hiç itirazsız ve kolayca kabulleniriz bu yüzü. Bir kere yüz yüze geldikten sonra da onun yüzünü görmeden edemez, o yüzden yüz çeviremeyiz.

Ünlü düşünür Çiçero’nun kısacık ifadesiyle “Herşey yüzde” olmalı. Yüz insanlar arasındaki tüm iletişimlerin ve etkileşimlerin en kolay okunan ve en zor anlaşılan mesajıdır. Yüz en sık gördüğümüz, fakat belki de en az farkettiğimiz aynadır. Yüz, en alışık olduğumuz, fakat en az tanıdığımız mekândır. Yüz en çok sefer ettiğimiz, fakat en az keşfettiğimiz coğrafyadır. Yüz, genel hatlarıyla en sabit ve değişmez bildiğimiz, fakat detayları ve ifadeleri en çok değişkenlik gösteren bir iklimdir. Yüzümüz varlığımızın aynasıdır, varlığımızı her daim yüzümüzde gezdiririz. Bazen bir maskedir yüz, bazen açık bir mektup.

Hemen her zaman ‘ben’ derken yüzümüzü kastederiz. Hiç şüphesiz bu yüzden, kimliğimizi, hep yüzümüzü doğrudan gösteren vesikalık fotoğraflar ispatlar. Bedenimizin başka herhangi bir bölgesinde, yüzümüzde toplandığı kadar toplanmaz kimliğimiz. Çoğu zaman var olmak istemediğimiz yerlerde ve zamanlarda başımızı öne eğer, gözlerimizi yere çevirir, yüz ifademizi olabildiğince silikleştirip fiziksel olarak olmasa da, duygusal olarak ‘bir kenara çekiliriz.’ Çocuklar küserken yüzlerini saklar, gözlerini yere çevirir, yüzünü başka yöne dönerler: Yüz ifadesini azaltmaya yönelik her hareket “Ben yokum!” mesajı taşır. Derin mahcubiyetlerde olduğu gibi.

Bir yabancının üzerine kazara kahve döktük diyelim. Utandık, mahçup olduk. “Yerin dibine geçsem” diyerek itiraf ettiğimiz gibi, utanma duygusu varlığımızı silmeye ve küçültmeye ayarlanmış gibidir. Gerçekten de varlığımızı temsil eden yüzümüz utanma duygumuzun ayarına göre biçim alır: Önce, burnumuzun bir yanını hafifçe kaşır gibi yaparak elimizi yüzümüze götürürüz, yüzümüzü kısmen saklarız. Bakışlarımızı yere çeviririz. Yüzümüzün detaylarını en belirgin biçimde yansıtan gözlerimizi kısmen de olsa görüntüye kapatırız. Aynı anda omuzlarımız daralır; yüzümüz gibi bedenimizi de küçültmeye çalışırız. Doğuştan getirdiğimiz bu tavır, insanın varoluşunun yüzle gerçekleştiğinin bir başka ifadesidir.

Depresyon hastaları, kendilerine atfettikleri ‘değersizlik,’ ‘işe yaramazlık’ gibi duyguları yüzlerine ifadesizlik olarak yansıtırlar. Yok olma, intihar edip varlıktan çekilme arzusu, hastaların yüzünden okunur. Yüz ifadeleri yokluktan yana durur, iletişimi kapatan gölgeden örülü bir maske takmış gibidirler.

Aynı şekilde, zihinsel ya da fiziksel nedenlerle yüz ifadelerini kaybeden hastalar, kimliklerini ifade etmede, varlıklarını kabul ettirmekte hayli zorlanırlar… Birçok insan, Parkinson hastalarıyla birlikte olmayı sıkıcı bulur, çünkü Parkinson hastaları yüzlerinde fiziksel olarak oluşan donuk ifade yüzünden, asıl duyguları farklı da olsa, kendilerini ifade edemezler, ruhlarını ortaya koyamazlar, duyguları donuk yüzlerin arkasına hapsolmuş gibidir. Doğuştan yüz ifadesi yeteneklerini yitiren Möbius sendromlu hastalar, kendilerini ifade edememek ve anlaşılamamak yüzünden kendi varlıklarını sanki geçersizmiş gibi algılarlar.

Yüz bedenden ruha açılan bir pencere gibidir. Bu yüzden, yüzün ifadesizliği, algıladığımız insan bedeni ile göremediğimiz ancak her zaman algılamak istediğimiz insan ruhu arasında bir perde gibi durur. Duygularımızı her an yüzümüze taşırırız, yüzümüzde ruhumuzu taşırız. Bu yüzden olsa gerek, maskeli bir yüzle konuşmak hayli zor, sıkıcı ve yorucudur. Her an karşımızdaki yüzden bir tepki bekleriz. Tepkiyi göremediğimiz yerde sözümüzün de, görüntümüzün de, varlığımızın da, yakınlığımızın da âdeta bir karanlıkta yittiğini düşünürüz.

Yüz adı konulmamış bir elçi gibi işler aramızda. Bir insanın simasından ruhunun simyasına doğru geçeriz. Bir insanın veçhesinde tüm duyguların tılsımını çözeriz. Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi’ni yazarken ruhun yüzle olan yakınlığından hareket eder. Romanın başkahramanı Dorian Gray, hep kötülük yaptığı halde, sırf yüzünün temiz görünümü ve masum ifadesi yüzünden asla suçlanmaz, asla şüpheye konu olmaz. Ettiği onca kötülüğe rağmen, kendisi sürekli genç ve masum kalır, onun yerine portresi yaşlanır ve çirkinleşir.

Tıpkı dibinde inciler saklayan dipsiz bir deniz gibi yüzümüz. Yüzümüzün yüzünden yansıyanlar hemen her zaman derûnumuzdan haber verir. Ruhumuzun derinliklerinden kopup gelen her sır, yüreğimizin köşelerinden sızıp gelen her duygu hemen yüzümüzün detaylarına taşınır. Bunun tersine de doğrudur. Yüzümüzün detaylarında biçimlenen her ifade önce kendi yüreğimizi okşar, önce kendi ruh dünyamızın diplerine kayıp gider. Bu yüzden olsa gerek, insan gönlü, sûret ile sîretin uzaklığına, uyuşmazlığına razı olmaz. Mevlana, “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!” davetiyle en başta sûret ile sîreti birlemeye çağırıyor olmalı. Olduğu gibi görünmeyenlere ya da göründüğü gibi olmayanlara ‘ikiyüzlü’ denmesi de, ihtimal ki, riyakârlığın saf bir ayine olan yüzün tekliğine gölge düşürmesini kayıt altına alıyor. Yoksa, aynı Mevlana, “Sima ruhun sırdaşıdır” der miydi?

Dudaklarımızla konuştuklarımız yüzümüzle konuştuklarımızın yanında öylesine yetersiz kalıyor ki. Bu yüzden dudaklarımızın değdiği yerde, dilimizin uzandığı yerde yüzümüzün en çarpıcı ifadesi inşa olunur: tebessüm.

Tebessüm yüzün bütün detaylarının gelip durulduğu bir ifade gölüdür; yüzün bütün detaylarını aydınlatan tarifsiz bir güneş gibidir. Dudakların ucundan başlayıp göz kenarlarına kadar yüzün yüzeyini biçimlendiren tebessüm, gözlerin derin bakışından içeriye doğru derinleşir, bakışı derinleştirir.

Tebessüm sırasında insanın yüzü âdeta şeffaflaşır, ruhun soyut güzelliğine, kalbin içten muhabbetine doğru kocaman bir pencere açılır. İçten bir tebessüm, hiçbir zorlamanın ve haricî kuvvetin teshir edemeyeceği kadar ele avuca sığmaz bir eylem, ancak dilin ifadelerinin erişemeyeceği kadar aşikâr bir ifade, ruhta derin ve kalıcı izler bırakacak kadar güçlü bir imajdır.

Said Nursî, Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ında, esmâ-i hüsnanın algılanmasına eksen oluşturmak üzere verdiği ‘güzel bir çiçek’ ve ‘güzel bir hasnâ’nın sûret ve heykeli misalini anlatırken, insanın ‘güzel isimler’e olan ayinedarlığını insan yüzünde zirveleştirir ve yüzün nihaî yansımasını da tebessüme taşır. Güzel bir çiçek ile güzel bir kadının sûretini esmâ-i hüsnanın tecellileri üzerinde inşa ettiği bu eşsiz anlatımda, çiçeğin cisimleşmiş bir lütuf oluşu kadar, heykele kazandırılan ‘tebessüm vaziyeti’nin o ‘güzel kadın’ı et ve kemikten bir lûtfa dönüştürdüğünü de okuruz. Said Nursî’nin anlatımını tersinden okursak, sade ve içten bir tebessümün cisme ve bedene keremi konuk ettiğine; mütebessim bir çehrenin ardında kendini sevdirme duygusunu saklayan kerem gibi soyut bir hüsnü somutlaştırdığına, elle dokunulur, gözle görülür eylediğine tanık oluruz. Aslında, her tebessümümüzde paha biçilmez bir cevherin kutusunu açıyor, gören gözleri onun parıltısına davet ediyoruz.

Yüzümüz ne kadar kendi kimliğimizi temsil ederek, âdeta başkalarına ismimizi okutuyorsa, bir o kadar, hatta bin o kadar, bizi Var Edenin varlığımızda görünür kıldığı güzel isimleri okutur, yansıtır. İnsan yüzünün yaratılmasıyla, kâinatın en mütebessim yüzeyi gün yüzüne çıkar, tebessümün biçimlenmesiyle insan yüzünde kâinatın en güzel ve en özel çiçeği açar. İnsan yüzü, ‘Rahmân’ın sûreti’ne doğru yanaşır. Saf bir ayineye dönüşür, insan ruhunda gizli tüm duyguları gün yüzüne çıkarır, yeryüzünde dağılmış bütün gülleri bir Ehadiyet buketinde toplayıp yansıtır.

Her birimizin yüzünde, diğer yüzlere çevireceğimiz böylesine büyüleyici, böylesine teshir edici, böylesine eşsiz bir ayine vardır işte. Her âşina yüzde Rahmân’ın sûretiyle birlikte, Rahîmiyetin selamı düşer gözümüze. Rahmeti resmetmeye kalksaydık, herhalde bir insan yüzü çıkıverirdi karşımıza.

Rahmet, tıpkı insan yüzü gibi, herkese ve herşeye bolca verilmiş; ama herbirimiz için özel, her bir şey için apayrı. Rahmet, insan yüzü gibi, yokluktan hiç sebepsiz çıkageliyor; ama hep tanıdık, hep sıcacık. Rahmet, insan yüzü gibi, tarifsiz ve sınırsız; ama hep bildik ve âşina. Rahmet, insan yüzü gibi, vazgeçilmez, yüz çevrilmez ve reddedilmez; ama her daim karşılıksız, sebepsiz ve gerekçesiz veriliyor. Rahmet, insan yüzü gibi, görünüşte aynı ve değişmez; ama her bir insanda farklıca yaşanıyor, ayrıca biçimleniyor. Rahmet, tıpkı insan yüzü gibi, gözle görülür, elle tutulur birşey; ama her an gözden kaçabiliyor, ele avuca sığmıyor.

Bugün aynaya baktığımızda rahmetin tebessümünü okuyabiliriz yüzümüzde. Tıpkı adımız gibi net, yüzümüz gibi apaçık. Aynaya düşen ışığın yüzümüzde yeniden aydınlandığını görelim bugün. Yüzümüzün sırrıdır ışığı da karanlığa düşmekten kurtaran. Tıpkı güneşin de güneşi gibi. Rahmet gibi. Yüzümüz. Yakın, yalın, tanıdık, bildik, sıcacık, aydınlık, apaçık. Aynada yüzümüzden daha öte aydınlık var mıdır? Yüzümüzde Rahmân’ın sûretinden haber var mıdır?

Senai Demirci

Müslüman’ca Yaşamak Üzerine..

Allah’a daha yakın olan, Allah’a muhatap olmanın sorumluluğuyla daha çok titrer. Sapma tehlikesini daha yakınlarında bilerek daha çok duyarlılık yüklenir, daha çok tövbe etme ihtiyacı duyar. Daha çok sevildiğini bilerek, o sevgiyi yitirme mahcubiyetini daha çok taşır.

Aklımız erdiğinden beri kendimizi “Müslüman” biliyoruz. Öyle ki “Sen Müslüman değilsin!” sözünü hakaret sayıyoruz.

İslam’ın beş şartını ezberden saymaya hazırız. Yeri geliyor “Müslüman olmayanları” hizaya çekmeye hevesleniyoruz. Günahkârları “emr-i bilmaruf ve nehy-i ani’l münker”le ütülemek için fırsat kolluyoruz. Aramızdan birileri gayr-i Müslimlere azıcık empati beslemeye kalksa, “diyalogcu” ve “işbirlikçi” etiketiyle paspas ediyoruz. Günahkâr da olsa bir insanın anlaşılması gerektiğini ağzından kaçırıverse benim gibi biri, bir çırpıda “light Müslüman”laşıyor, tribünlere oynamakla, birilerine “şirin gözükme” ikiyüzlülüğüyle suçlanıyor.

Şu ana kadar yukarıda saydığım ve sayamadığım etiketlerin bir çoğunu aldım. Bu satırlar bittiğinde aklıma gelmeyenleri de almayı göze aldım. Aşağıda yazdıklarım, şu “hazır Müslüman”lığımızı ve “doğuştan edindiğimiz iman”ımızı “fabrika ayarları“na geri dönerek yeniden yüklemeye bir çağrıdır.

Hemen belirtmeliyim ki, bu konuda üstadım Said Nursî’dir. Hiçbir yerinde “Biz Müslümanlar” “Dinimiz der ki…” diye bir ifade bulamayacağınız Risale-i Nur’un-ihtimal ki kimi Risale okuyucularının da karşı çıkacağı-‘Müslüman’ı ve ‘Mümin’i ‘insan olmak’tan başlayarak yeniden inşa eden söylemiyle formatlanmış aklımın ürünleridir:

1. “Bizim dinimiz” dediğimiz İslam tüm insanlığa hitap etmekte ve tüm varoluşu tanımlamaktadır. İslam varlığın estetik kodlarıyla barışık yaşamanın adıdır. “Biz” diye bildiklerimiz de “başkaları” diye ötelediklerimiz de İslam’a sahip olmakla değil İslam’a tâbi olmakla yükümlüdür. İslam, bize ait değil, “bizim dinimiz” değil; biz İslam’a aidiz.

2. Takva sahibi olmak, Allah’a daha yakın olmaktır. Allah’a yakınlığı ancak Allah bilir ve Allah ölçer. O yakınlığın bir rengi ve tonu yoktur.

Kimse kendisini başkalarına göre “koyu” Müslüman, bir başkasını da kendisine göre “light” ya da “ılımlı” sayamaz. Hele de dinde daha “ileri” olan biri “geride” kaldığını düşündüğü birilerini aşağılayamaz. Kılık kıyafetiyle, zikri ve tarikatıyla, camiye gidiş sıklığı ve Kur’ân’dan daha çok sayfa okumakla kendini “daha muttaki” bilenler, daha az “takva” bildiklerine tepeden bakamaz. Çünkü, Allah’la olmak, Allah’ı yanına çekip başkaları üzerinde Allah adına otorite kullanmak değildir.

Allah’a daha yakın olan, Allah’a muhatap olmanın sorumluluğuyla daha çok titrer. Sapma tehlikesini daha yakınlarında bilerek daha çok duyarlılık yüklenir, daha çok tövbe etme ihtiyacı duyar. Daha çok sevildiğini bilerek, o sevgiyi yitirme mahcubiyetini daha çok taşır. Başkalarından önce kendine çekidüzen verir. Kendi hatalarını sayıp dökmekten hatalarından dolayı başkalarına sövüp saymaya fırsat bulmaz. Kendi ayıplarını bilmenin mahcubiyetiyle başkalarını kınamaya yüzü kalmaz. Daha az günahkâr olan daha çok günahkâr olana düşman olmaz. Aksine o günaha kendisinin de sapabileceğini hatırlar, günahtan korkar, günahkâra acır. Günahkârın günahına bakıp kendisini temize çıkarmaya kalkmaz. Kendini günahtan uzak tuttuğu için gururlanmak yerine sadece Rabbine şükreder. “Ben çarşaflıyım sen değilsin” çarşafından ayrıcalık çıkarmaz. “Ben namaz kılıyorum, sen bara gidiyorsun ama…” türü dışlamalara prim vermez.

3. İslam ilk insanla başlamıştır. İslam, her insanla yeniden başlar. Her insan, İslam’a teslim olma borçludur. Teslimiyet borcunu tam olarak ödeyip alacaklı duruma geçmiş biri de olmadı henüz. Hazreti Peygamber (asm) bile “Sana hakkıyla şükredemedik…” diyerek hakkını hakkını veremediğini belirtir.

Öyleyse, kendini doğuştan “Müslüman” bilen bizlerin Müslümanlığımıza bir mirasmış gibi yaslanıp “başkaları”na üstünlük taslama hakkı yok. Tam da bu yüzden, “Allah indinde din İslam’dır” mealindeki ayete “Allah indinde ben ne kadar Müslümanım?” diye kendimizi sorgulayacak bir sorumlulukla muhatap oluruz. “Allah indinde din İslam’dır” ayetini “Allah indinde sadece Müslümanlar makbuldür; o da biziz!” diye anlarsak, ayetin anlamını ıskalarız, teslim olma sorumluluğunu üzerimizden atarız.

Hıristiyan diye bildiğim adamın Allah indindeki makbuliyetini sorgulamaktan daha öncelikli olan, Müslüman diye bildiğim benim Allah indindeki makbuliyetimi sorgulamaktır. Önceliğimi böyle bilirsem, Allah indinde adam olmak için umutlanırım. Öbür türlüsü kendime başkalarının hataları üzerinden erdem biçmeye kalkmaktır ki, baştan adam olmanın yolunu kendime kapatırım.

4. Kur’ân “bizim” diye kendi kültürümüze hapsedeceğimiz, ulusal kimliğimizin etiketi, kişisel anlayışlarımızın kalkanı yapacağımız nostaljik bir hatıra değildir. Kur’ân, Yaratıcı’nın tüm insanlığa hitabıdır. İnsanlığın ortak paydasıdır. Vahiy, müslümanların tarafını tutmaz.
Müslümanları daha çok sözlerine tâbi olmaya çağırır. Hitabı “insanlık ailesi”nedir: “Yâ eyyühennâs…” “Yâ eyyühe’l insan...” Hitabı “iman etme çabası içinde olan herkes”e yöneliktir. “Yâ eyyühellezîne âmenu…/ey iman edenler…” şeklindeki hitapları, kendilerini mümin bilenleri onaylamak için değil, o onayı hak edecek iman etme eyleminin hakkını vermeye çağrıdır. Kur’ân “bizim kitabımız” diye yanımıza çekerek başkaları karşısında kullanacağımız bir koz değil, başkalarından çok biz muhataplarını anlama, kavrama, yaşama sorumluluğuyla borçlandırır.

Kur’ân’dan üstünlük alacaklı değiliz; Kur’ân’a sorumluluk borçluyuz. Kitab’a yaslanmamız, Kitab’la uslanmamız gerekir. Kitab’ına uydurmak değil, Kitab’a uymak beklenir Müslümanlardan.

5. İnsan gibidir Kur’ân; kendisine ne kadar ilgi gösterilirse o da o kadar ilgi gösterir. Ne kadar ciddiye alınırsa, o kadar derinden söyler sözlerini. “Bizim kitabımız” diyerek kendilerini Kur’ân’ın muhatabı sayan bizler, Kur’ân’a başkalarından daha çok ilgi borçluyuz. Kur’ân üzerinden kendine ayrıcalıklar biçmeler, üstünlükler devşirmeler Müslüman’ın işi değil. Müslüman’a düşen Kitab’ın hakkını vermektir; Kitab üzerinden hak talep etmek değil.

Hal böyle olunca, “Hıristiyanlar ve Yahudiler kendi kitaplarını tahrif etmişler” gerekçesinin ardına saklanıp ona buna “diyalogcu” demelerle kendimizi temize çıkarmak boş iş… Artık ayetleri aklımızca tasnif etmeyi bırakmalı, aklımızı ayetlere vurup aklımızı dönüştürmeye bakmalıyız.

6. İmanın şartları arasında Tevrat’a ve İncil’e de iman etmek vardır. “Kitaplara iman etmek” İncil’e ve Tevrat’a inanmayı içerir. Peygamberlere iman etmek, İsa Aleyhisselam’ı da Mûsa Aleyhisselam’ı da “bizim peygamberimiz” bilmek demeye gelir. Kim demiş “onlar başkalarının Peygamberi” diye. Hiç olmazsa, “Bizim Kitabımız”da bu iki peygamberin sözünün sözümüz edildiğini bilelim de susalım.. İncil de, Tevrat da, İncil’in ve Tevrat’ın takipçileri de bir şekilde bir yerde bir gerçeği dillendiriyorsa, o gerçeğe sırt dönmek, yok saymak, dudak bükmek insanlığa sığar mı? İnsanlığa sığmayan Müslümanlığa sığar mı?

7. İslam, kimin elinde olursa olsun doğru ve güzel olana taraftar olma duyarlılığıdır. Müslüman bir ülkede yaşamaya dayanıp, Müslüman bir ebeveynden doğmaya yaslanıp İslam’ı kendi taraftarımız eylemek, çantada keklik görmek değildir. Çin’de de olsa, Çince de söylense, “kitapsız” bir Çinli’nin dudağından dökülüyor da olsa, hikmet yitiğimizdir. Bulunduğu yerde görüp almak, başımıza taç etmek İslam’ın şartıdır. Çirkin ve batıl söz, şeyhimizin dudağında da olsa, zulüm ve aşağılama kardeşimizin elinden de gelse, karşısındayız, “münker”imizdir, bize ait değildir. “Biz Müslümanız, haklıyız; onlar Hıristiyan, Yahudi ve kâfir; haksızlar” kolaycılığı daha konforlu geliyor olabilir ama işe yaramaz. Bu yaklaşım İslam’ı sadece “Müslüman taraftarlığı” olarak tarif eder; kimseyi hakkıyla İslam etmez.

8. Gariptir ki, ülkemizde “misyonerlik”e açıkça ve topluca tepki gösterirken, ahlaksızlığa ve dinsizliğe karşı pek suskunuzdur.
Çünkü “misyonerler” “bizim dinimiz”e karşı “kendi dinlerini” takdim ederler.
Türklere ait olmayan bir dinin propagandası “kanımıza dokunur.” Ama Türkleştirildiği için tüm “millî”ler ahlaksızlık da olsa benimsenebilir.

Meselâ, “millî” ise “piyango”ya ses çıkmaz, “millî içki” olduğu sürece rakıya laf edilmez.
Mesele hakikatin izinden yürümekse, “bize ait olan” ve “bize ait olmayan” diye bir ayırım yoktur.

Hakikat bize ait değil, biz hakikate ait olmalıyız. Kaldı ki Hıristiyan misyonerinin bize Hz. İsa’yı ve Hz. Meryem’i daha iyi anlatması mümkün müdür ki? “Biz” bir Müslüman olarak İsa Aleyhisselam’a misyonerden daha çok tâbi değil miyiz? Hazreti Meryem’i nice papaz ve rahipten daha iyi ve net tanıyor değil miyiz?

Kur’ân’da Peygamberimiz Muhammed Mustafa (asm) annesi hakkında tek bir kelime yokken, İsa Aleyhisselam’ın annesi hakkında tek başına sûre var değil midir?

Herkese ve her millete ait olan İslam’ı “millî”leştirirsek, işte o zaman misyonerlerin düştüğü hataya düşeriz; Hıristiyanlaşırız, Yahudileşiriz. Hıristiyanlardan çekineceğimize Hıristiyanlaşmaktan çekinmeli değil miydik? Yahudilerin hepsini insafsızca lanetli ilan edene kadar içimizdeki Yahudileşme eğilimine karşı canla başla direnmeli değil miyiz?

9. “Onlar kitaplarını tahrif etmiş, biz öyle bir şey yapmadık ki…” diyerek, Kur’ân’ın tarifiyle “Ehl-i Kitab” olan Hıristiyan ve Yahudileri hepten kâfir edip kendimizi hepten aklamak yok İslam’da. Tamam; “Tevrat ve İncil ile Yahudi ve Hıristiyanlar arasında “tahrif” ilişkisi var. Onlar Kitab’ı tahrif ettiler.

Muharref bir Kitab’a inanmaya tepki gösteriyoruz Müslümanlar olarak. Haklıyız elbette. Ancak, Kur’ân ile Müslümanlar arasındaki ilişkiyi tarif eden “tehcir”e de aynı derecede tepki göstermemiz gerekmez mi? Kur’ân’ın tarifiyle (25/30) Müslümanlar da Kitab’ı “mehcur” etmiştir.

Yani Kitab’a “son kullanma tarihi geçmiş, miadı dolmuş, tedavülden kalkmış kalp para” muamelesi yapmaktadırlar. Kitab’ı tahrif etmeye gösterdiğimiz tepkinin hiç olmazsa onda birini tehcir etmeye göstermemiz gerekmez mi? Üstelik tahrif başkalarının cürmü tehcir bizim cürmümüzdür. Müslüman’a kendi kusurunu başkalarından daha büyük bilmek düşüyor değil mi?

10. “Emr-i bi’lmaruf, nehy-i ani’lmünker” doğru bildiğimizi başkalarına emretmek, yanlış bildiğimizi başkalarına yasaklamak değildir. Bildiğimiz doğru ve yanlışlar önce kendi yakamıza yapışmamızı gerektirir. “Ben ne kadar doğruyu yaşıyorum?” diye kendini sorgulatır. Başkalarına doğruyu “emretme”nin en doğru, en sahici ve en etkili yolu, kendine doğruyu emretmektir, kendi nefsinde doğruyu yaşamaktır. “Emr-i bi’lmaruf, nehy-i ani’lmünker” başkalarına jandarma yapmaz bizi.

Yoksa, merhemini başına sürmeyen kel gibi çaresiz ve komik oluruz. Bir kişiden “kendi maruf”u bildiği bir işi yapması istenir ancak. Namaz kılmayı kendine “maruf” yani “güzel bir borç” bilmiyorsa kişi, ona namazı emretmek sadece zorlama olur.

“Emretmek” demek, ona namazın güzelliğini anlatacak zarafeti kuşanmaktır. Namazı “emretmek”, namaz kılan biri olarak namazımızla başkalarına örnek olmakla başlar. Namazı başkalarına emreden daha çok kendine namaz kıldırır, kendini namazla daha çok adam kılar.

Namaz kılmayandan daha çok secde eder. Başkalarını uyarırken, kendi kıyafetine, kendi anlayışına, kendi cemaatine, kendinden yana olmaya çağırmaz insanı, Rabbine çağırır. Hakikati anlatmanın karşılığında kendine taraftarlık ücreti istemez. Çok iyi bilir ki Rabbi “ücret istemeyenlere tâbi ol”maya çağırır insanları.

11. Bu vesileyle, Kur’ân’ın “kötüler”den söz ederken de, “kötüler”in kötülükleriyle meşgul olmaya değil, kötüler karşısında da iyi olmaya, kötülüklerden uzak durmaya çağırdığını hatırlamak gerek. Örneğin, Musa ve Harun Aleyhimüsselâm’ı “azgın” Firavun karşısında “yumuşak sözlü” olmaya çağırırken, kendi elçilerine sorumluluk yükler. Firavun üzerinden Mûsa’ca (as) duruşu öğretir bize.

Bu durumda, Elçi’lerin izinden yürüdüğünü söyleyen “bizler”i de Firavun’un nasıl bir adam olduğu değil Firavun karşısında nasıl bir adam olunacağı ilgilendirir. Mevlana’nın hatırlatmasıyla, başkası şarap içmiş olabilir ama bizim sarhoşa sarhoşça davranmayacak bir ayıklık içinde olmamız gerekir. Yoksa şarabı başkası içer, biz sarhoş oluruz; değil mi?

12. Haddimi biliyorum. Yazdıklarımda hata olabileceğini kabul ediyorum.
Eksik anlatmış, yanlış anlaşılacak şekilde yazmış olabilirim ama yerleşik sloganların düşünce yerine koyulmasına da karşıyım. Haddimi bildirmeye kalkanların da haddini bilmiş olmasını diliyorum.
Bunları İslam’dan ayrıcalık elde etmiş biri olarak değil, İslam’a teslimiyet borcumu ödemek niyetiyle yazıyorum. Bu hatırlatmaları, Kur’ân’ı taraftarım eylemek için değil, Kur’ân’a talebe olmak için yapıyorum.

Senai Demirci

Şehrin Kalbi

Sordular: Uyanık olmak için ne yapmalı? Cevap verdi: Ömrünü bitmiş say ve son nefesinin gelip iki dudağının arasından çıkmak üzere durduğunu düşün.

Ömür dediğin zaten iki nefeslik bir şey değil mi? Aldığın nefes Hayy olanın ikramıdır. Nefes göğsüne sokuldukça hayattan nasibini alırsın. Hayy’ın hayat vaadine kanarsın. Verdiğin nefes ise Kayyûm’a çağrındır. Hayatın için devam istersin verdiğin nefesle. Yeni bir nefese muhtaç olduğunu söylersin. Hayy’dan gelir nefesin ve Hû’ya gider. Sanki aldığın nefesle “yalnız Sana yalnız Sana kulluk ederim” demen istenir. Verdiğinin ise “yalnız Sen’den yalnız Sen’den yardım dilerim” yakarışının ruhu olması beklenir. Ömrünün bittiği anı uzakta sanma şimdi şu an geride bıraktığın ve senin adını verdikleri ölülerin başında duruyor gövden. Geride bıraktığın günlerde bitirdiğin mevsimlerde veda ettiğin yıllarda terk ettiğin anlarda yaşayıp artık hatırası kalmış “sen”ler var; hepsi öldüler. Yalnız sen varsın diye hatırlanıyor onlar. Sen onları hatırlatan bir mezar taşı gibi dikiliyorsun gövdenle. Aslında dudaklarının arasına kazınıyor doğum ve ölüm tarihlerin. Hüve’l Bâkî/Senai Demirci/Doğumu: aldığı ilk nefes-Ölümü: verdiği son nefes. İki dudağının arasında saklı ömrün. Şimdi aldın ve şimdi verdin. Şimdi verdiğin son nefestir. Uyan. Yan. An.

Sordular: Doğru sözlü kimdir? Dedi ki: Sözü kalpten söyleyen dili kalbiyle aynı olandır.

Kalbin dudaklarına yetişemiyor. Dudağının söylediğine elin katılmıyor. Yoksa sen söylediklerini yap(a)mayanlardan mısın? Yahut yap(a)mayacaklarını söyleyenlerden misin? Dudağını kalbine bandırarak söyleseydin bunca uzun söylemene gerek kalmazdı. Belki söylemene bile gerek kalmazdı. Söylediğini dinleyenler söyleyemediklerini de eşsiz bir çağıltı gibi kalplerine misafir ederlerdi. Dilini kalbine değdir ki söylediğin doğru olsun doğrultsun. Dilini kalbine değdirme kaygısı olmayanlar seni kalpsiz sanıyorlar yahut kalbini yok sayıyorlar. Aklını gözüne indirdikleri gibi kalbini de kulaklarına indirgiyorlar. Sen kalbin değdiği dudaklara kulak ol.

Sordular: Nasihat nasıl olur? Cevap verdi: Halktan daha üstün olduğunu ima etmek maksadıyla başını dik tutmadığın ve dünyaya karşı tamahkâr olmadığın halde yaptığın nasihattir.

Kendini başkalarından daha iyi bilerek öğüt veriyorsan öğütlerin aslını yitirmişsin demektir. Hatırla ki Mûsa [as] kavminden kavmin en iyisini yanına getirmelerini istemişti. Derken mahcup bir adamı getirmişlerdi de Mûsa [as] ondan da bu kavmin en kötüsünü bulup yanına getirmesini istemişti. Sonunda adam eli boş dönmüştü. Yine mahcuptu; “benden kötüsünü boş yere aradım!” demişti. Günahlarını en çok bildiği hatalarına en çok aşina olduğu adamı alıp gelmişti yanında. Kendisini getirmişti. “Bu kavmin en kötüsü benim!” demişti de işte o zaman Mûsa [as] “Sen sahiden bu kavmin en iyisiymişsin” demişti. Sen de kavmine “kavmin en iyisiyim” diye konuşuyorsan git kendine iyi bir öğütçü bul. Öğütlerin başını unutup kendini öğütçü bellemen ne kadar acı… Önce nefsini ıslah et. Islah etmen için de önce nefsini kötü bil. “Herkesin nefsinden kötüsü benimkidir” de… Öğütlerini içine yönelt.

Her şehrin bir kalbi olmalı. Yoksa o coğrafyada insanları bir arada ne tutabilir ki? Göçüp gitmek varken dağılıp çözülmek dururken neden bir arada durur insanlar? Neden özlem duyarlar memleketlerine? Nasıl olur da meselâ otobüsün buğulu camından “Kars: 20 km” levhasını okuyunca insanın içine tatlı bir ılıklık akar? Bir ay kadar önce Kars’a gittiğimde kalbimin bir kalbe değdiğini fark ettim. Kar tanelerinin ak bir sayfa gibi önüme açtığı Kars’ın karbeyaz kalbini tanıdım. Ebu’l Hasan Harakânî bin yıldan uzun bir süredir nabzımı dolduruyormuş da farkında değilmişim. Onu tanıyınca hayatlarıyla hakikati ihya edenlerin ölümlerinden sonra da nice diriden çok daha fazla diriltici olduğunu bir kez daha anladım. Yukarıda italik yazdıklarım Harakânî’nin diriltici sözleridir. Kars’a ve Ebu’l Hasan Harakânî’ye borcumun ilk taksididir bu yazdıklarım.

Kars’a gittiğinizde karların kalbinizi karmasına izin verin. Sarıkamış’ın hüznünü de göğsünüze soğuk bir hırka gibi giyin. Evliya Camii’ne doğru yürüyün Yavuz Selim hocanın elinden tutup Ebu’l Hasan Harakânî’nin kabrine ve kalbine varın. Emin olun kalbinizin yeniden yazıldığını fark edeceksiniz.

Senai Demirci

“Tesettürlü Erkek” Aranıyor!

Tesettür önce erkeklere farzdır: Nur suresi’nde önce “mümin erkeklere”, sonra “mümin kadınlara” hitap edilir. Sûrenin 30. ayeti, “Mümin erkeklere söyle…” diye başlar, 31. ayeti ise “mümin kadınlara söyle…” diye başlar. Erkeklerin tesettürü ile kadınların tesettürü arasında bir ayetlik öncelik farkı var demek ki…

Tesettür önce bakışla ilgilenir, bakılan şeyle değil: Nûr suresinde “mümin erkeklere de mümin kadınlara da öncelikle “bakışlarını haramdan kısma”ları söylenir.

Mü’min erkeklere söyle: gözlerini sakınsınlar…“”Mümin kadınlara söyle gözlerini sakınsınlar…” Tesettür sadece başını örtmek değildir: Nûr suresinde başörtüsü sorumluluğu olmayan erkeklere de, başörtüsü sorumluluğu olan kadınlara da “ırzlarını korumaları” söylenir ki, ırzı korumak başı açık erkeklere de başı kapalı kadınlara da farzdır, başını kapatmış olsa da kadınlar ırzını korumuyor olabilir, başını ört(e)mese de kadınlar ırzını koruyor olabilir.

Başının açıklığı dert edilmeyen bir erkek de “ırzını korumayarak” tesettürsüzlük yapabilir. Tesettür önce iman etmektir: Nûr sûresinde “iman eden” erkeklere ve “iman eden” kadınlara tesettür emredilir. Örtmek anlamına gelen “tesettür”, görmesini Allah’ın görmesine açık, sözünü Allah’ın işitmesine açık, niyetini Allah’ın bilmesine açık bilmektir ki bilinçli bir kapalılığı besler. Yine örtmek anlamına gelen “küfür” de, kendini Allah’tan gizlediğini sanmaktır ki sorumsuz bir açık saçıklığı doğurur.

Senai Demirci

Ne Çok Şeysin Sen Ey Gaflet

Onca yıllık tıp tahsilimde duymadığım o cümleyi, sinema dersleri aldığım yönetmen Semir Arslanyürek’ten duydum ve hâlâ unutmuş değilim.

Demişti ki: ‘Ne zaman bir organ varlığını hissettirirse, o organ hastalanmış demektir.’ Yani ki: Varlığını hissettirmeyen bir organ, hatta var olduğunu bile unutturacak denli sessizce çalışan bir organ sağlıklı demektir. Öyle ya; biri ‘Bende kalp var!’ diyorsa, ‘Kalbim rahatsız. Artık var olduğunu bana hissettiriyor’ demek istemektedir.

Bu cümleye benzeyen cümleler o kadar çok ki.. ‘Şekerim var!’ ‘Babamda prostat var.’ ‘Ah böbreğim.’ ‘Midem, midem.’ Denizcilerden de duyduğum olmuştu: ‘Bugün deniz var.’ Deniz ile bize sunulan o sükunet kıyısından köşesinden eksilince ancak, denizin bize sunulduğunu fark edebiliyoruz. Denizle sunulan sükûnet ve sessizlik, mavilik ve duruluk tam olunca, sunulanı görme oluyoruz.

Garip değil mi? Kalbim göğsüme ne zaman konuldu? Hatırlamıyorum. Midem, ne zamandır böğrümde asılı duruyor? Farkında değilim. Nefesimi kalbimin odacıklarında hiç bitmeyen o çılgın çalkantılar anlamlı kılıyor.

Uykumda bile durmuyor kalbim; ben bende değilken kıpır kıpır sabahı ediyor; uyumuyor. Midem ‘Bak ben buradayım işte!’ dercesine, yanmasıyla daralmasıyla ikide bir varlığını başıma kakmıyor.

Kimi hastaların geceli gündüzlü kalp atışlarını duyduğu bir rahatsızlığı vardır. Yaşamak kâbus olur. Başlarını sokacaklarını bir köşe bulamazlar. Hiçbir yere sığmazlar. Hiçbir anda sükûnet bulamazlar. ‘Ya durursa’ kaygısı, hayatlarını zehir eder, huzurlarını yerinden söküp atar. Bir kalplerinin olduğunu unutamazlar bir türlü. Her an tıkır tıkır çalıştığını, her an durabileceğini akıllarından çıkaramazlar.

Oysa, akıllarından çıksa da gerçek değişmez. Kalpleri dakikada yüzlerce kez kasılıp gevşer. Damarlarının her köşesinde, her kıvrımında bir anda binlerce reaksiyon olup biter. Hücrelerinde her an mikro-ateşler yanar ve söner. Unuttuklarımızın hepsi bize verilendir. Öylesine güzelce verilir ki onlar, Veren verdiğini bile unuttururcasına verir sanki. Başa kakmaz. Hatırlatmaz. Sağlıklıysa bize verilen, hiç fark etmeyiz onu.

Sağlıklı olan eksiksiz verilmiştir; noksansız durur yanımızda, içimizde. Eksildiğinde ise rahatsız eder bizi. Demek ki, verilen eksilince fark ediyoruz verildiğini. Verilen arttıkça, verildiğini fark edemez bir uykuya yatıyoruz.

Hal böyle olunca, şu kadarını hatırlamamız sorun olmaz diye ümit ediyorum: Cömertlik sadece çok vermek değildir. Cömert, çokça verdiğini hissettirmeden verendir de. Tersinden düşünelim. Cimri vermek istemez. Verse bile zorla verir, rahatsız olarak verir. Verdiği için de her fırsatta verdiğini verdiği yüzünden rahatsız eder. Göz kapaklarımız verilmiştir bize. Ama şimdi bu yazıyı okurken/yazarken bile farkında mıyız tam dört tane gözkapağımızın olduğunun?

Güzelliğimiz odağı kirpiklerimizi, bizim olan kirpiklerimizi şunca yıl, bir kez olsun saymak geldi mi aklımıza? Gözümüz verilmiştir bize. Açıp kapadıkça, sağa sola döndürdükçe, ‘Ben buradayım!’ dercesine gıcırdıyor mu hiç? Eklemlerimiz de öyle. Tenimiz.. Yüzümüz. Dudağımız, dilimiz, damağımız, ellerimiz. Verildiğini fark ettirmeyecek kadar unutturuyorlar bize varlıklarını. Şükür ki öyle..

Bunaltıcı bir baş ağrısının gelip geçmesinden sonra, ne güzel gelir bize ‘ağrısız baş’ımız. Dayanılmaz bir diş ağrısından sonra, nasıl da mutlu oluruz tek bir dişin bile orada öylece sessizce duruşuyla. Kanayıp duran bir yaranın sarılmasıyla, sızlayıp duran bir yanığın tedavisiyle ne kadar çok seviniriz. Sessizliğe seviniriz. Kıpırtısızlık için minnettar kalırız. Unuttuğumuz için tırnak ucumuzu, azı dişimizi, göz kapağımızı mutlu oluruz. Unuttuğumuz kadar çok şey verilmiştir bize. Unutkanlığımızın tek nedeni verilenlerin çok oluşu, eksiksiz ve hatasız oluşudur.

Hayır, hayır! Sadece teşekkür etmeyi unutuyor değiliz. Teşekkür etmeyi unutturacak denli eksiksiz ve kusursuz, sancısız ve ağrısız, sessiz ve gürültüsüz verildikleri için ayrıca teşekkür borçluyuz verilenlere.

Bize cömertçe veren, bolca veren, verdiğini bile hissettirmeyecek kadar sessizce veren, en çok gafletimizden dolayı şükür bekliyor olmalı bizden. Gaflete düşecek kadar başa kakmaksızın verdiği için en çok da gafletimiz yüzünden şükür borçlanıyoruz O’na.

Şükredemediklerimize, şükretme ihtiyacı duymadıklarımıza da şükürler olsun diye..Gafletin bile üzerimize sessizce serilmiş sıcacık bir yorgan, omuzlarımıza şefkatlice sarılmış bir şal olduğunu görebilelim diye. En çok ‘Benim’ sandıklarımızı, ‘Bana verilmiştir’ demeyi bile unuttuğumuz bedenimiz üzerinden bize tattıran işte böylesine nezaketli bir cömerttir, Cevad’dır, Muhsin’dir, Latif’tir, Kerîmdir. Hiç olmazsa, unutabildiğini unutma.

Senai Demirci