Etiket arşivi: Sorularla İslamiyet

İnsan İçin En Büyük Madalya Nedir?

Kur’an-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyrulmaktadır:

“Allah katında en şerefliniz Ondan en çok korkanınızdır.” (Hucurat Suresi, 13.)

“Ey müminler, hayır işlerine koşunuz, birbirinizle yarış ediniz.”(el-Bakara, 2/148)
“… Allah onlardan razı oldu, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.” (Maide Suresi, 119)
Her insanın doğuştan Allah katında değeri ve kıymeti aynıdır. Yaratılıştan getirdiği maddi vücuduyla, değer ve kıymeti belirlenmez.
Ancak kendi amelleri (çalışmaları) neticesinde değeri artar veya eksilir. Kuran; insanın, erkek, kadın, mevki, sınıf, zenginlik, ırk, iklim, bölge farkından kaynaklanan üstünlüklerini tamamıyla siler. Onların yerine, yegane değer ölçüsü olarak insanın kendi niyet, gayret, sabır gibi çalışmasının ürünü olan üstünlükleri esas ölçü olarak alır. Allah katında, insanlar arasındaki eşitlik takva ile değişir ve takva üstünlük ölçüsü olur.
Bu zamanda tahribat ve menfi cereyanlar çok artmıştır. Takva bu menfiliklere dayanabilecek en büyük esastır. Bu zamanda takva namıyla ve günahlardan kaçınmak kastıyla (haramın terki vaciptir) menfi ibadetten gelen çok büyük amel-i salih ve kazançlar vardır. Takvayı çok iyi anlayarak, hayatımızın her anına yerleştirip, Peygamberimizin ahlâkıyla ahlâklanmalıyız.
İmtihan için bu dünya misafirhanesine  gönderilen insanlardan,  Cenab-ı Hakk’a iman edenler, O’nu hakiki sevenler, rızasına uygun yaşayıp, O’nun istediği gibi hareket edenler,  emir ve yasaklarına riayet edip  nefsini ıslah edenler, buradan şehadetnamelerini , madalyalarını, başarı belgelerini alarak ebedî bir hayatta nihayetsiz nimetlere ve saadetlere mazhar olacaklardır.
Ayette Allah ile kulları arasındaki mertebelerin en yükseği olan “rıza makamı”na işaret edilmiştir. Kâinatın Sultanı olan Allah’ın âciz bir kuldan razı olması, ona “aferin” demesi,  elbette tarifi imkânsız bir mutluluğun kaynağıdır. Tek kelimeyle, Allah’ın bu rızası razı olunan kulları tamamen razı etmiştir. Ebedî saadet, cennet, ölümsüz bir hayat ve Yüce Rabb’in rızası…
Sorularlaislamiyet.com

Büyü çözmek için büyücüye gitmek caiz midir?

Değerli kardeşimiz;

Büyü çözmek için rastgele bir büyücüye gitmek caiz değildir. Bu konuda okunması greken sure ve dualar vardır. Konu hakkında malumatı olan bir din aliminden bu konuda bilgi alınabilir.

Meşhur ata sözümüzdür. Denize düşen yılana sarılır, denmiştir. Biz de bazen öyle oluyoruz galiba. Çaresini bulamadığımız, teşhisini koyamadığımız sıkıntılarımızda çareyi büyüde, sihirde görüyor; hemen hükmünü veriyoruz.

– Büyü yaptılar, geçimimizi bozup huzurumuzu yok ettiler. Ya da kısmetimizi kapatıp olan işimizi olmaz hale getirdiler. – Öyle ise çare nedir?

– Çare; büyücülere, sihircilere, falcılara gitmektir…

Maşaallah büyü bozucular, sihir çözücüler de düzinelerle.

Yeter ki sen paradan haber ver…

Bana öyle geliyor ki, parayı kesin, ortalıkta ne büyücü kalır ne de sihirci…

Aslında ben büyünün, yani sihrin varlığını kabul ediyorum. Ancak bunun tarihte kalan bir ilim dalı olduğunu, nasıl yapılıp nasıl çözüldüğüne dair bir ilmin günümüze kadar gelmediğini düşünüyorum. Bu yüzden de şurada burada büyü yapan yahut da bozan kimselere inanmıyorum.

Şundan inanmıyorum:

Büyü yapma yahut da çözme ilmi varsa, kitaplarda olacaktır. Kitaplarda olunca onu sadece meçhul kimseler bilmeyecek, kitap okuyan herkes bu bilgiye sahip olacaktır. Görülen odur ki, kitap okuyanlarda böyle doğru bir büyü yapma ve çözme bilgisi yoktur. Tam aksine, kitap okumayanlarda bu sırlı ilim çoğaltılıyor, müşteriler sıraya giriyor.

Kanaatim odur ki, aile içinde insanlar, beyin yahut da hanımın tutumundan şikayetçi olurken olayı büyüye, sihre yormakta yanılıyorlar.

Büyü de sihir de tarafların kendilerindedir. Şayet rahatsızlık unsuru olarak gördükleri hallerini kendi iradeleriyle düzeltmeye yönelseler ortalıkta ne büyüye ihtiyaç kalır, ne sihirbaza. Ama nefsi böyle bir özeleştiriye talip olmuyor. Kendi kusur ve hatalarını düşünmeye de fırsat vermiyor. En kolay yolu gösteriyor.

– Büyü yapmışlar, sihirde bulunmuşlar.

Bundan sonra yatakta muska aramalar, kapıda çaput bulmalar alıp yürüyecek; evhamlar, vesveseler, masum konu komşulardan şüphelenmeler meydan alacaktır. Çık çıkabilirsen işin içinden.

Hayır hayır boşuna suçlamayın konu komşunuzu, yakınlarınızı ve dostlarınızı. Büyü falan yok, kendi ihmal ve kusurlarınız var. Yapılan büyüden dolayı hanımı evi terk ettiğini söyleyen bir bey:

– Ne olur büyüyü boz, sihiri çöz, bunu ancak sen yaparsın, diye ısrarda bulundu. Ben de:

– Büyü yapılan hanım evi terk ederken bir bahane ileri sürer, bu bahane ile evi terk eder, seninki ne bahane ileri sürdü, onu söyle, dedim.

Söylemek istemedi. Israr edince baklayı çıkardı:

– Güya ben akşamları işimden çıkınca hemen eve gelmiyor da meyhaneye uğruyor, iki tek atıyormuşum.

Zaten ben de bu itirafı bekliyordum. Hemen çareyi gösterdim.

Tamam, dedim, işte büyü de, büyü yapan da açıklandı. Büyüyü sen yapıyorsun meyhaneye gitmekle. Büyün de oradaki içkin. Çözmek istiyorsan akşamları işinden doğruca evine gel, meyhaneye uğrama. Göreceksin ki büyü derhal bozulmuş, sihir de hemen çözülmüş.

(Ahmed ŞAHİN)

Selam ve dua ile…
Sorularla İslamiyet

Peygamberimiz (asm) Misafirlerini Nasıl Karşılardı? “Misafir Müslüman Değilse” Ne Yapardı?

Peygamberimiz (sav)’in misafiri hiç eksik olmazdı. Uzaktan yakından pekçok misafiri gelirdi. Bazı devlet ve kabilelerden özel ve resmi heyetler gelir, günlerce kalırlardı. Peygamberimiz (sav) bu misafirlerle bizzat ilgilenir, ağırlar, hizmetlerini görürdü.

Habeşistan’dan gelen heyete bizzat Peygamberimiz hizmet etti. Sahabîler,

“Siz bırakın, yâ Resulallah, hizmeti biz görürüz” dediler. Peygamberimiz,

“Onlar daha önce bizim arkadaşlarımıza ikram etmişlerdir. Şimdi ben de bu hizmetlerinin karşılığını vermekten zevk duyuyorum.” buyurdu.

Taif’ten gelen Sakif heyetini, mescitte misafir etti, ağırladı. Yine hizmetlerini kendisi gördü. Daha sonra onlar hep beraber Müslüman olarak yurtlarına döndüler.

Peygamberimiz (sav)’in kendi evi misafiri kabule müsait olmadığı zamanlar, Ensardan Remle ile Ümmü Şerik’in evi misafirhane vazifesini görüyordu. Bu kadınlar iyiliksever, cömert kimselerdi. Bazen gelen misafirler o kadar çok olurdu ki, hizmetlerini rahatça görmek için böyle misafir evlerine taksim edilirdi.

Peygamberimiz (sav) misafir konusunda din ayırımı yapmazdı. Herkese aynı yakınlık ve iyiliği yapar, aynı nezaket ve anlayışı gösterirdi.

Ebû Basra Peygamberimiz (sav)’in bu tarafını şöyle anlatır:

“Ben Müslüman değildim. Resulullaha  misafir oldum. Geceleyin kalktım, bütün keçileri sağdım, sütlerini içtim. Böylece Resulullahı ve ailesini aç bıraktım. Fakat Resul-i Ekrem bana hiçbir şey demedi.”

Yine Ebû Hüreyre’nin anlattığına göre, bir gün Peygamberimiz (sav)’e bir müşrik misafir oldu. Peygamberimiz (sav) süt ikram etti, içti. Bir daha ikram etti, onu da içti. Resulullah (sav)’ın bu ikramı karşısında duygulanan bu müşrik sabahleyin Müslüman oldu.

Fakat Peygamberimiz (sav)’in devamlı misafirleri, mescidin yan tarafında ikamet eden, evi barkı, çoluk çocuğu olmayan fakir sahabîlerin oluşturduğu Suffe Ashabı idi. Peygamberimiz (sav) onları kendi aile fertleri gibi görürdü. Onların eğitim ve öğretimlerini üzerine aldığı gibi, geçimlerini de kendisi karşılardı.

Peygamberimiz (sav)’in ancak dört kişinin taşıyabileceği büyüklükte bir kazanı vardı. Öğle vakti olunca bu kazan getirilir, yemek yapılır, Suffe Ashabı onun etrafına dizilir, Peygamberimiz (sav) ile birlikte ondan yerlerdi. Bazen o kadar kalabalık olurdu ki, Peygamberimiz (sav) oturmaya yer bulamaz, çömelirdi.

Peygamberimiz (sav) bazen Suffe Ashabını kendi evinde de ağırlardı. Bir gün Suffede bulunan sahabîleri Hz. Âişe (r.anha)’nin evine götürdü. Hz. Âişe validemize evde ne varsa getirmesini söyledi. Yemek yenildikten sonra, varsa bir miktar daha getirmesini söyledi. Hurma ve süt geldi. Onları da yediler. Böylece Peygamberimiz (sav) onları bizzat evinde kendisi ağırladı.

Bazen Peygamberimiz (sav)’e çok sayıda misafir gelirdi. Peygamberimiz (sav) evde ne var, ne yoksa misafirlere ikram eder, kendileri ve ev halkı geceyi aç olarak geçirirlerdi. Peygamberimiz (sav) geceleri uyanır, misafirlerin bir ihtiyacının bulunup bulunmadığını sorardı. Onları yolcu edinceye kadar her türlü ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırdı.

Bir gün Peygamberimiz (sav)’e bir misafir geldi. Yorgun ve çok fakir olduğunu söyledi. Peygamberimiz (sav) hanımlarının birisinin evine haber gönderdi. Hanımı;

“Yâ Resulallah, seni Hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yoktur.” dedi.

Sonra başka bir hanımına gönderdi, ondan da aynı cevabı aldı. Neticede anlaşıldı ki, Peygamberimiz (sav)’in hanımlarının hiçbirisinin evinde yiyecek yoktur.

Sonra Peygamberimiz (sav) sahabîlere;

“Kim bu adamı bu akşam misafir ederse Allah ona rahmet etsin.” buyurdu.

Bunun üzerine Ensardan bir zat kalktı. Kendisinin misafir edebileceğini söyledi ve aldı, evine götürdü. Hanımına:

“Evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu.

“Çocukların yiyeceğinden başka bir şey yoktur.” cevabını aldı. Hanımına,

“Çocukları bir şeyle oyala. Yemek isteyecek olurlarsa uyut, misafirimiz yemek yiyeceği zaman kalk, lâmbayı söndür. Tâ ki kendisiyle birlikte yemek yediğimizi göstermiş olalım.”

Sofraya oturdular. Misafir yemeğini yedi. Kendileri de yer gibi yaptılar, fakat aç olarak gecelediler.

Ev sahibi sabah olunca Peygamberimiz (sav)’in huzuruna geldi. Peygamberimiz (sav)  kendisine şu müjdeyi verdi:

“Sizin yaptığınız bu güzel işten dolayı Allah her ikinizden de razı oldu.”

Dilimizde misafirperverlik kelimesi vardır. Misafiri sevmek, ağırlamak, yedirip içirmek, ihtiyaç ve istirahatını temin etmek hem sünnet, hem de millî bir gelenek halinde içimizde yaşamaktadır. Bunun kaynağı ise Peygamberimiz (sav)’in tavsiye ve teşvikleridir.

Misafiri sevmek, onu ağırlamak imanın bir görüntüsü ve alâmetidir. Bir insanda iman ne kadar güçlü ise misafire olan yakınlığı da o nisbette artar.

Ebû Hüreyre’nin rivayetine göre Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdular:

“Allah’a ve âhiret gününe iman eden misafirine ikram etsin.”

“Allah’a ve âhiret gününe iman eden akrabasını görüp gözetsin.”

“Allah’a ve âhiret gününe iman eden ya hayır söylesin yahut sussun.”

Hazret-i Peygamber (sav), hem ebedî risâletin sahibi, hem İslâm devletinin başkanı ve hem de İslâm orduları başkomutanı idi. Bu sebeple İslâm başkenti Medine’ye gelen her seviyeden ve her inançtan fertler ve topluluklar gibi elçiler yani diplomatik misafirler de öncelikle Hz. Peygamber (sav)’in misafirleri idiler.

Kaynakların belirttiklerine göre, Araplar, harp-sulh gibi önemli konularda Kureyş kabilesini takip ediyorlardı. Çünkü Kureyş’i üstün kabul ediyor ve onların tavırlarına göre kendilerini ayarlıyorlardı. Kureyş’in düşman olduklarına düşman, dost olduklarına dost oluyorlardı. Kureyş’in kabullerini onlar da benimsiyorlardı. İslâm karşısında da aynı şekilde davranıp Kureyş’i izliyorlardı.

Kureyş’in İslâm’a karşı verdiği amansız mücâdeleye rağmen, Mekke’nin, Müslümanlar tarafından fethi gerçekleştirildikten yani Kureyş’in tam anlamıyla İslâm ordusuna boyun eğdiği kesinleştikten sonra, çevredeki Arap kabileleri, artık zaman kaybetmenin anlamının kalmadığı düşüncesiyle Medine’ye elçiler ve heyetler göndermeye başladılar.

İslâm Tarihinde “Âmu’l-Vüfûd (elçiler yılı) diye bilinen günler, Mekke fethi sonrasına rastlayan özellikle hicrî dokuzuncu yıldır. Tebük Seferi’nden dönüldükten ve Sakif kabilesi Müslüman olduktan sonra Medine çok yoğun bir diplomatik trafik yaşadı. Uzak-yakın yer ve yörelerden insanlar Hz. Peygamber (sav) ile görüşmek, Müslüman olmak ya da bazı şartlarla antlaşmalar yapmak üzere Medine’ye akın ettiler. O günlerde Medine’de, Yüce Kitabımızın 110. Nasr sûresinde:

“Allah’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit…”

diye bildirmiş olduğu günler ve olaylar yaşanıyordu.

A. DİPLOMATİK MİSAFİRLERİN AĞIRLANMASI

Biz burada sadece yabancı devlet elçilerini değil, geliş amaçlarına bakmadan, Arap kabilelerinin temsilcilerini ve değişik yörelerden muhtelif milletleri ve dinleri temsilen gelen kişi ve heyetleri “diplomatik misafir” olarak değerlendireceğiz. Çünkü yakın plândan tetkik edildiği zaman, bütün bu insanların o günün şartlarında bir çeşit diplomatik misyon üstlendikleri anlaşılmaktadır.

1. Ağırlama

Diplomatik misafirlerin ağırlanması ile diğer misafirlerin ağırlanması arasında, temelde hiçbir fark görülmemektedir. Elde mevcut ne varsa onunla ağırlanıyorlardı. Benî Hanife heyetinin ağırlanması anlatılırken kendilerine Remle binti Hâris’in evinde, sabah akşam bir defasında ekmek ve et, bir defasında ekmek ve süt, bir defasında ekmek ve yağ verildiği kaydedilmektedir.1

Heyetlerin misafirlik süresi aynı değildi. Üç gün kalıp gidenler olduğu gibi 15-20 gün kalan heyetler de oluyordu. Kaç gün kalırlarsa kalsınlar elçiler tam bir din ve vicdan hürriyeti ve hareket serbestisi içinde bulunuyorlardı.

Meselâ, Necrân elçileri, geldikleri gibi Hristiyan olarak dönüp gitmişlerdir. Hiç bir diplomatik misafire baskı yapılmamış ve zarar verilmemiştir, peygamberlik iddiasında bulunan yalancı Müseyleme’nin, mürted olduklarını itiraf eden iki elçisine bile dokunulmamıştır. Hz. Peygamber (sav) onlara:

“Allah’a yemin ederim ki, elçilerin dokunulmazlığı olmasaydı sizin boyunlarınızı vurdururdum.”2

demekle yetinmiştir. Bilindiği gibi bu durum, “Elçiye zevâl olmaz” cümlesiyle kültürümüzdeki yerini almıştır.

2. Ağırlama Yerleri

İlk İslâm başkenti Medine’ye gelen elçiler ve heyetler, ya bu iş için tahsis edilmiş evlerde, ya Mescid’in avlusuna kurulan özellikli çadırlarda yada bazı sahâbilerin yanında misafir edilir ve ağırlanırlardı.

Yedi kişiden oluşan Selâmân kabilesi heyeti, Medine’ye geldiklerinde Hz. Peygamberi (sav) Mescidin önünde bir cenazeye gitmek üzereyken buldular. Kendilerini tanıtıp Müslüman olduklarını bildirmek için geldiklerini söylediler. Hz. Peygamber (sav), hizmetçisi Sevbân’a: “Bunları, elçilerin ağırlandığı yerde ağırla!” buyurdu ve gitti. Sevbân onları, Arap heyetlerinin bulunduğu, hurmalık içinde geniş bir eve götürdü. Bu ev, Remle binti Hârisin eviydi3 Remle’nin evi, diplomatik misafirlerin çoğunun ağırlandığı “devlet konuk evi” konumundaydı. Remle’nin evinin, Hz. Ebû Bekir (ra)’in hilafetinde de aynı iş için kullanıldığı bilinmektedir.

Bunun yanında, muhacirlerden birinin Medine’de yaptığı ilk ev olması sebebiyle “büyük ev” diye anılan Abdurrahman İbni Avf’ın evi de “Resûlullahın misafirlerinin ağırlandığı” yerlerden biriydi. Hatta buraya “Misafirler evi”de denirdi.4 Ezd kabilesi elçileri de Ferve b. Amrin evinde ağırlanmıştı.5

On dört kişiden oluşan meşhur Necran Hristiyanları temsilcilerini Hz. Peygamber (sav), Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinde misafir etmiştir.6

Öte yandan bazı kabile heyetleri, akrabalarından Medine’de olanların yanına misafir oluyorlardı.7

Tebük Seferi dönüşünde Ramazan ayında, Medine’ye gelen Sakif Kabilesi elçileri, Kur’ân dinlemeleri ve Müslümanları izlemeleri için Mescidin avlusuna kurulan çadırlarda ağırlandılar. Kendilerinin hizmetiyle Halid b. Said b. As ve Bilal el-Habeşî ilgileniyordu. Sakif elçilerinin, bu iki zat tarafından getirilen yiyecekleri, emniyet mülahazasıyla, önce getirenler tatmadıkça yemediklerine bilhassa işaret edilir.

Yine, Ahlaf boyu elçilerinin Benî Mâlik’ten olanları, mesciddeki bir çadırda ağırlanmışlardır.8

Hz. Peygamber (sav) Vail b. Hucr’u misafir etmesi için Muaviye b. Ebî Süfyân’a teslim etmiştir. O da onu Harre’de bir evde ağırlamıştır.9

Bazı elçilerin ya da misafirlerin ağırlanması işini kendiliklerinden üstlenmek isteyen sahâbiler de olurdu. Hz. Peygamber (sav), uygun gördüklerinin isteklerini olumlu karşılardı.10 Bazılarına da müsaade etmezdi.11

3. Ağırlama İşiyle Görevliler

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bilhassa Mescidin yakınında ağırlanan misafirlerin hizmetleriyle Halid b. Said, Bilal el-Habeşî ve Hz. Peygamber (sav)’in hizmetçisi Sevbân meşgul olurdu. Remle binti Hârisin evinde kimler bu hizmeti yürütüyordu; bu konuda herhangi bir isim kaydına muvaffak olamadık.

B. HZ. PEYGAMBERİN DİPLOMATİK MİSAFİRLERLE İLGİLENMESİ

Hz. Peygamber (sav), Medine’ye gelen elçilerle yani diplomatik misafirlerle, sayıları ne olursa olsun ve nereden gelmiş olurlarsa olsunlar, Müslüman olsun veya olmasınlar, kimi temsil ederlerse etsinler, onlarla sade ve samimi bir şekilde ilgilenirdi.

Burada hemen işaret edelim ki, gelen heyetler genellikle kabile başkanlarının riyasetindeki kişilerden oluşurdu. Bazan da elçiler sivil kimseler olurdu. Heyetler içinde din bilginleri, şair ve hatipler gibi kültürel seviyesi yüksek insanlar bulunurdu. Bu heyetler genellikle sözlü mesajlarla gelirlerdi. Ancak Hz. Peygamber (sav)’in dine davet mektubu gönderdiği devletlerin elçileri yazılı mesaj getirirlerdi.

Şimdi Efendimiz (sav)’in bu misafirleriyle nasıl ilgilendiğine dair kısa tesbitlerde bulunalım.

1. Güzel Giyinmesi

Hz. Peygamber (sav), diplomatik misafirlerin gelişinden herhangi bir şekilde haberdâr olmuşsa, onları güzel elbiseler giymiş olarak karşılardı. Hatta yakın dostlarının da aynı şekilde güzel giyinmelerini isterdi. Cündeb b. Mekîsin bildirdiğine göre: “Kinde heyeti geldiğinde, Hz. Peygamberin üzerinde Yemenî bir elbise (hulle) vardı. Ebû Bekir ve Ömer de onun gibi giyinmişlerdi.”12 Hatta kendisi de bir elçilik heyetiyle gelip Müslüman olmuş olan nur yüzlü sahâbî Cerir b. Abdullah diyor ki: “Kendisine Arap heyetleri geldikçe Resûlullah aleyhisselâm bana haber gönderirdi. Ben de elbisemi giydikten sonra yanına varırdım…”13

Geldiklerini haber vermeyen heyetler, çoğunlukla Hz. Peygamberi (sav) Mescid’de bulurlardı. Onlarla tanıştıktan ve ne maksatla geldiklerini öğrendikten sonra, kendilerinin misafir edilmesini sağlardı. Daha sonra onlarla görüşmelerine devam ederdi.

İşaret edelim ki o günlerin âdeti olduğu halde14 Hz. Peygamber (sav), elçileri görkemli karşılama törenleri ile etkileme gibi sun’î hiçbir yola tevessül etmezdi.

2. Başlarını Okşaması

Hz. Peygamber (sav), aşırı derecede heyecanlı, tereddütlü gördüğü bazı misafirlerinin başını mübârek eliyle şöyle bir sıvazlardı. Böyle bir iltifata mazhar olan kimsenin rahatladığı ve soyu için bu işlemin bir iftihar vesilesi olduğuna dair kayıtlar bulunmaktadır.

3. Evine Davet Etmesi

Hz. Peygamber (sav) kendisine gelen Adiy b. Hâtem’in elini tutmuş, evine davet etmiş; evde içi hurma lifiyle doldurulmuş tek minderi Adiy’in altına sermiş, kendisi kuru yere oturmuştur. Adiy ile konuşmuş, tereddütlerini tek tek saymış, sorularını cevaplamış, İslâm’ın gelecek parlak günlerini haber vermiş, onu İslâm’a davet etmiştir. Bir ara Adiy’in bizzat kendi inancına göre haram olan uygulamasını ona hatırlatmış, böylece onun içinde bulunduğu asıl durumu bildiğini, ondan kurtulması gerektiğini belirtmiştir. Adiy, durumundan utandığını, fakat Hz. Peygamber (sav)’in, kendisini utandıran bu durumunu bir daha söz konusu etmediğini de memnuniyetle nakletmiştir.

4. Geleceklerini Önceden Bildirmesi, Övmesi

Bütün bunların dışında ve sadece Hz. Peygamber (sav)’in yapabileceği bir ilgi ve iltifat şeklini daha tesbit ediyoruz. O da Sevgili Peygamberimiz (sav)’in bazı zevat hakkında güzel sözler söyleyerek Medine’ye geleceklerini önceden ashabına haber vermesidir. Meselâ biraz yukarıda isminden söz ettiğimiz Cerir b. Abdullah ve Vâil b. Hucr bunlardandır.

Cerir diyor ki: Medine’ye varınca, devemi ıhtırdım, heybemi açıp altlı-üstlü elbisemi giydim ve Mescid’e girdim. O sırada Resûlullah (sav) hutbe irad ediyordu. Kendisine selâm verdim. Cemaat beni göz ucuyla süzüyordu.. Yanımdaki zâta, “Resûlullah beni andı mı, diye sordum.” O da: “Evet, biraz önce, seni güzel bir şekilde andı.”  ‘Şu kapıdan, Yemenli, hayırlı bir kimse girecektir. Onun yüzünde melek, melik nişanı vardır.’ buyurdu, dedi. “Ben de Allah’a hamdettim.”15

Vâil b. Hucr diyor ki: Medine’ye gelince Resûlullah (sav) ile buluşmadan önce onun ashâbı ile görüştüm. “Sen gelmeden üç gün önce Resûlullah aleyhisselâm seni, bize müjdeledi. ‘Vâil size geliyor’ buyurdu” dediler.16

5. Ridâsını Çıkarıp Üzerine Oturtması, Minberden Ashâbına Takdim Etmesi

Hz. Peygamber (sav), Vâil b. Hucr ile karşılaşıp merhabalaştıktan sonra üzerinden ridâsını çıkarıp serdi birlikte üzerine oturdular. Müslümanların toplanmasını emretti. Sonra minbere çıktı, Vâil’i de minbere çıkarıp yanında durdurdu. Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra şöyle buyurdu:

“Ey Müslümanlar! Bu, Vâil b. Hucr’dur. Size uzaktan Hadramevt’ten, mecbur edilmeden, İslâm’ı özleyerek ve kabul ederek kendiliğinden gelmiştir. Kendisi Kral oğullarının bakiyyesidir.”

Daha sonra; “Allah’ım, Vâil’e, Vâilin oğluna ve oğlunun oğluna mübarek kıl’ diye dua etti. Vâil’in başını eliyle sıvadı.17

Cerir b. Abdullah, bir gün Hz. Peygamber (sav) ashâbıyla birlikte oturmakta iken yanlarına geldi. Kimse Cerir’e yer açmadı. Hz. Peygamber (sav) üzerindeki ridâsını çıkarıp Cerir’e attı ve “Ey Ebû Amr, al onu, üzerine otur!” buyurdu. Cerir alıp oturdu ve “Ey Allah’ın Resûlü! Senin bana ikram ettiğin gibi Allah da sana ikram buyursun.” diyerek teşekkür etti.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), çevresindekilere şöyle buyurdu:

“Size bir topluluğun kerem ve şeref sahibi büyüğü geldiği zaman, ona ikramda bulunun ve saygı gösterin.”18

6. Kaldıkları Yere Uğrayıp Hal-Hatır Sorması

Hz. Peygamber (sav), misafirhaneye veya mescidin avlusundaki çadırlara yerleştirdiği diplomatik misafirleriyle yakından ilgilenirdi. Sakif elçileri içinde yer alan Evs b. Huzeyfe’nin anlattığına göre, Hz. Peygamber (sav) özellikle yatsı namazını kıldıktan sonra yanlarına gider, onlarla konuşur, Kureyş’ten ve Mekkeliler’den çektiklerini ve Medine’deki gelişmeleri onlara anlatırdı.

7. Misafirlerin Gündeme Getirdiği Her Konuyla İlgilenmesi

Hz. Peygamber (sav)’in diplomatik misafirleri arasında çok değişik isteklerde bulunanlar oluyordu. Meselâ, kendisini imtihan etmek için gelenler19, şair ve hatiblerini getirip şiir ve hitabet yarışması yapmak ve yarışma sonucuna göre Müslüman olmaya veya olmamaya karar vermek isteyenler20, Sakif elçileri gibi, namazdan muaf tutulmaları, Lat putuna dokunulmaması gibi kabulü mümkün olmayan imtiyazlar peşinde koşanlar, Necran Hristiyanları heyeti gibi, işi karşılıklı lanetleşme noktasına kadar vardıran tartışmacılar, kuraklık ve kıtlıktan şikayet edip yağmur duası isteyenler oluyordu. Hz. Peygamber (sav) bütün bu isteklerle ilgileniyor, sorularını cevaplıyor, yarışıyor, tartışıyor, dua ediyor, onlara İslâm’ı anlatıyor, kendi kültürlerinde ya da kitaplarında bulunan esasları açıklıyor, böylece onların doğruyu görmelerini sağlamaya çalışıyordu.

Neticede duruma göre Müslüman olurlarsa, Kur’ân’ı okuma ve İslâm esasları öğretiliyor, kendilerine, arazî bağışları (ıktalar) veya imtiyaz fermanları yazdırılıyor, bazılarına başkan ve imam tayinleri yapılıyordu. Hatta bu yazılardan birinde Benî Bârık’lara verilen yazıda, konumuzla ilgili şu satırlara da rastlamaktayız: “Onlar, harp veya kıtlık sıralarında Müslümanlardan kendilerine uğrayacak kimseleri üç gün misafir etmekle yükümlüdürler.”21 Müslüman olmayanlarla da hukukî anlaşmalar yapılıyor, yazılar yazılıyor, emannâmeler veriliyordu.

8. İsimlerini Değiştirmesi

Bu arada şu hususa da işaret edilmesi uygun olacaktır. Hz. Peygamber (sav), tanışma sırasında öğrendiği isimlerden gerek gördüklerini güzelleriyle değiştirir, kişilere özel iltifatlarda bulunurdu. Meselâ Benî Nebhan’ın reisi olan Zeyd hakkında

“Araplardan bana fazileti anılan hiçbir kimse yoktur ki, yanıma gelince onu, hakkında söylenilenlerin altında bulmuş olmayayım. Ancak Zeyd böyle değildir. Ondaki faziletler bana tam olarak ulaştırılmış değildir.”

diye iltifatta bulunmuş ve Zeydü’l-hayl olan adını Zeydu’l-Hayr’a çevirmiştir.22 Şirk kültürünün tezâhürü olan Abdü’l-uzzâ, Adü’l-lât gibi isimleri Abdullah ve Abdurrahman gibi tevhid inancına uygun mânâlı isimlerle değiştirirdi. Bu işlem, Müslüman olanlar için ayrıca bir ikram kabul edilirdi. Ancak çok nâdiren de olsa, atalarının koyduğu ismin değiştirilmesine sıcak bakmayan diplomatlar da çıkardı.

9. Yol Azığı ve Bahşişler Verilmesi

Elçilere dönüşlerinde yol azığı hazırlanır ve bahşişler verilirdi.. Elde mevcut imkânlara göre bu bahşişlerin miktarı az çok değişirdi.

Resûlullah (sav), kendi elçileri vasıtasıyla İslâm’a girmeye davet ettiği kabile başkanı ve hükümdarlara hediye göndermezdi. Onlardan gelen hediyeleri çoğunlukla kabul, nadiren red ederdi. Fakat kendisine gelen elçilere mutlaka hediyeler verirdi. Hatta Tebük’te kendisine gelen Bizans elçisine Hz. Peygamber (sav), “Asıl yerimizde (Medine’de) olsaydık sana hediye verirdim.” diye üzüntüsünü iletti. Bunu işiten Hz. Osman (ra), heybesinden kıymetli bir kumaşı çıkarıp elçiye hediye etmesi için Hz. Peygamber (sav)’e verdi. Hz. Peygamber (sav) Hz. Osman (ra)’ın bu ikramından son derece memnun kaldı.23
Burada hemen işaret edelim ki, elçilere hediye verme işini Hz. Peygamber (sav) ısrarla tatbik etmiş ve vefatından önce, Müslümanlara şu tavsiyede bulunmuştur:

“Benim kendilerine hediye verdiğim gibi, siz de elçilik heyetlerine hediye verin!”24

SONUÇ

Hz. Peygamber (sav)’in özellikle diplomatik misafirlerine karşı gösterdiği ilgi ve misafirperverlik, misafirlikte din, dil ve ırk ayrılığının asla neticeye tesir etmediğini göstermektedir. Onun bazı elçi gruplarını Mescide yakın bir yerde, bazılarını da Mescid’de ağırlaması, sırf imkânsızlık sebebine bağlanamaz. Kur’ân dinlemeleri ve Müslümanların ibâdetlerini, beşerî ilişkilerdeki kazandıkları seviyeyi bizzat görmelerini sağlamak, böylece dolaylı yoldan onlara tebliğde bulunmak gibi ulvî bir maksada dayalı olduğu muhakkaktır. Bu sebeple günümüzde de mabed ve mescidlerimizi ziyaret etmek isteyen gayri müslim devlet adamları, diplomatlar ve turistlere usûlü dairesinde kolaylık ve anlayış göstermek, hem vazgeçilemeyecek bir tebliğ imkânı ve görevi hem de -insanî bakımdan- misafirperverlik gereğidir. Kaydedildiğine göre, Sakif kabilesi elçileri, müşrik oldukları halde Mescid’e girmişlerdi. Müslümanlardan bu durumu yadırgayanlar oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), “Yer yüzü hiçbir şeyden kirlenmez.” buyurdu.25 “Onları, Kur’ân dinleyebilecekleri bir yerde misafir edeceğim.” diyerek26 maksadını duyurdu. Müslüman ülke yöneticilerinin böylesi bir amacı gözardı etmemeleri, diplomatik misafirlerini Kur’ân dinleyebilecekleri, Müslümanların ibadetlerini izleyebilecekleri saatlerde mabedleri ziyaret ettirmeleri, Sünnet-i Seniyye’ye uygun bir davranış olacaktır. Bu tür davranışın bir Müslüman için misafire ikram anlamı taşıdığı unutulmamalıdır.

Kendi ülkelerinde daha iyisini, daha kalitelisini bulduktan bir takım müzik, tiyatro ve dış kaynaklı gösterilerle iyi bir misafir ağırlama yapıldığı yanlışı artık terk edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, günümüzde siyasal bakımdan Osmanlı’yı kötüleyen dış mihraklar bile, o toplumdaki insanî davranışların ve gördükleri güzel İslâmî muamelenin hâlâ senâkârıdırlar. O halde sırf ticarî amaçlarla değil, Müslümanca düşüncelerle yabancılara gösterilecek Müslüman-Türk nezâket ve misafirperverliği birçok gönlün kazanılmasına, hiç değilse, düşmanlık duygularının ve peşin hükümlerinin değişmesine vesile olacaktır. Bu da Müslümanlar ve Müslümanlık adına bir kazançtır.

Misafirperverliğin uluslararası boyutta böylesi bir “adam kazanma, ya da gönül yapma” fonksiyonu bulunmaktadır. Turistlere “yolunacak kazlar” diye değil, “kazanılacak kalpler” diye bakmak, ona göre muamele etmek gerektiği artık birilerince hem anlaşılmalı hem de halkımıza anlatılmalıdır. Kim bilir belki böylece, sırf ticârî amaçlı, ahlâkî içerikten yoksun turizm politikaları yüzünden uğradığımız büyük değer kayıplarını bir ölçüde telafi imkânını buluruz.

Yazımı bu hususun bir başka noktasına dikkat çeken bir olayı anlatarak bitirmek istiyorum:

Hicretin onuncu yılında Medine’ye gelip Müslüman olan Benî Muhârib temsilcileri içinde bir kişi vardı. Hz. Peygamber (sav) ona dikkatle baktı.
Adam:
 “Herhalde beni tanıdınız, ya Resûlallah?” dedi.
Efendimiz:
“Galiba ben seni görmüştüm.” buyurdu.
Adam:
“Evet, sen beni görmüş ve benimle konuşmuştun. Ben ise sana çirkin sözler söyleyerek karşı koymuştum. Olay Ukaz panayırında olmuştu. Sen o zaman Arap kabilelerini dolaşıp İslâm’a davet ediyordun. O zaman arkadaşlarım içinde sana benden daha katı ve kötü davranan olmamıştı. Hamdolsun Allah’a ki, sana inanacak kadar bana ömür verdi. Halbuki o gün benim yanımdaki arkadaşlarım, kendi dinleri üzerinde şirkleri içinde ölüp gittiler.”
Efendimiz:
“Kalbler, Allah’ın dileğine tâbidir, O’nun elindedir.” buyurdu.
Adam:
 “Ey Allah’ın Resûlü! Bağışlanmam için dua et!” dedi.
Efendimiz:
“Müslüman olmak, önceki günahları ortadan kaldırır!” buyurdu.27.

Biz de yazımızın sonunda, şimdiye kadar Ebedî Risâlet Sahibi’nin davetine uymamış, karşı çıkmış olanların tümüne birden bir kez daha seslenerek, “İslâmiyet, geçmiş günahlara kefârettir.” diyor, daha fazla geç kalmanın kimseye bir yararı olmayacağını hatırlatıyoruz. Çağrımız, Ebedî Risâlet’in çağlar üstü diplomatik çağrısıdır: “İslâm ol, kurtul!”28.

DİPNOTLAR:

1. İbn Sad, Tabakât, I, 316.
2. Ebû Dâvûd. Cıhâd 154.
3. İbn Sad. Tabakât I. 332.
4. Bkz. Kettânî, et-Terâtibu’l-İdâriyye (trc. A. Özel), II, 202.
5. İbn Sad, Tabakât, I, 338; Koksal, İslâm Tarihi, x. 115.
6. İbn Sad, Tabakât, I,357-8
7. Bkz. İbn Sâ’d, Tabakât, I, 328; Köksal, a.g.e., x, 134
8. İbn Sa’d. Tabakât. I,313.
9. İbn Sad, Tabakât, I,351
10. Bkz. İbn Hacer. el-İsâbe, II,421; III, 254
11. Koksal, a.g.e., ıx. 305.
12. İbn Sa’d. Tabakât, IV, 346; Kettâni, et-Terâtibu’i-İdâriyye. II, 209
13. Zehebî, Siyer, II. 382.
14. Bkz. S. Müneccıd, en-Nüzumu’d-Diplomasiyye fi’l-İslâm, s. 38, (Beyrut, 1403/1983)
15. Ahmed b. Hanbel, Müsned. IV. 359-360, 364; Zehebi, Siyer, II, 380-381; Koksal, a.g.e., x, 101.
16. Heysemî. Mecmeu’z-zevâid, ıx, 374 17.Kaynakları için bkz. Koksal, a.g.e., x, 146-147.
18. Zehebi, Siyer, II,381.
19. Kaynaklar için bk., Koksal, a.g.e., x, 137
20. Geniş bilgi ve kaynakları için bk., Köksal, a.g.e., ıx, 32-33.
21. İbn Sa’d, Tabakât, I, 352; Köksal, a.g.e., x, 159
22. İbn Sa’d, Tabakât, I, 321; Koksal a.g.e., x. 8.
23. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 74-75.
24. Bkz. Buharî, Cihad 176-177; Kettanî, a.g.e., II, 207.
25. Köksal, a.g.e., IX, 303. (Vâkıdî, Meğâzî, III, 964’den naklen)
26. İbn Kayyım, Zâdü’l-Meâd, III. 31; Köksal, a.g.e., ıx. 303-304.
27. Kaynaklar için bkz, Köksal, İslâm Tarihi, (Medine devri) x, 324-325,
28. Buharî, Bedu’l-Vahy 6; Cihad 102; Müslim, Cihâd 74; İbn Mâce, Mukaddime 10.

(Doç. Dr. İsmail L. Çakan)

Selam ve dua ile…
Sorularla İslamiyet

Kurtuluş Savaşı’nda Bediüzzaman Said Nursi’nin Rolü Neydi?

Birinci Dünya Savaşı’nda; Gönüllü Alay Komutanı olarak iki yıl savaştıktan sonra 2 Mart 1916’da Ruslara esir düşen(1) Bediüzzaman iki buçuk yıllık esaret hayatından(2) sonra Rusya’nın kuzeybatısında yer alan Kosturma’dan firar eder.

İstanbul’a geldiği gün (Rumi 25 Haziran 1334) Miladi 25 Haziran 1918’dir .Bediüzzaman’ın İstanbul’a ayak basışını Tanin gazetesi haber olarak vermiştir:

Kürdistan ulemasından olup, talebeleriyle beraber Kafkas Cephesi’nde muharebeye iştirak eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman Said-i Kürdi Efendi ahiren şehrimize muvasalat eylemiştir.”(3)(ek-1)

Dört buçuk yıllık savaş ve esaret döneminden sonra İstanbul’a gelen Bediüzzaman kederliydi. İslam Hilafet’ini temsil eden Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesi onu derinden sarsmış, çektiği çileleri katmerlemişti. Bu konuda şöyle diyordu:

Hayatın yarası iltiyam bulur, İzzet-i İslâmiye ve Namus-u Millînin yaraları pek derindir.”(4)

Ben kendi âlâmlarıma tahammül ettim, fakat İslâm’ın âlamından gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâma indirilen her bir darbenin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar sarsıldım. Fakat bir ışık görüyorum ki, o âlamları unutturacak inşaallah!..”(5)

KURTULUŞ SAVAŞI BAŞLIYOR

Bediüzzaman Osmanlı’nın durumuna üzülmekte haklıydı. Zira, Osmanlı’nın saplandığı bu amansız girdap, içinden çıkılmaz haldeydi. Bunu anlamak için ne Bediüzzaman gibi o zamanı yaşamaya ne de tarih uzmanı olmaya gerek yoktu. Tarih kitaplarının o bakılmayası sayfalarına sadece bir göz atmak bile her şeyi anlamaya yetiyordu.

Evet, Birinci Dünya Savaşı; bir milyon dört yüz bin şehidin verilmesinin yanı sıra, altı asırdır İslamiyet’e bayraktarlık eden bir devletin ölümüne sebep olmuştu. Savaşın mağlubiyetle sona ermesiyle, düşman ülkeler, özellikle de İngiltere, Osmanlı Devleti’ni yok etmeye ve elindeki her şeyi almaya ve kadim düşmanını tarih sahnesinden silmeye yönelik planlarını yürürlüğe koydular. Osmanlı Sultanı, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nın şartlarını ilk duyduğunda dilinden şu sözler döküldü:”Bu bir mütareke değil, adeta teslim vesikasıdır.”(6)

Osmanlı için sonun başlangıcı olan Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ertesi günü olan 31 Ekim 1918′ de ise şu gelişmeler yaşanmıştı:

Birinci Kafkas Kolordusu’nun Lağvı ve Komutanı Kazım Karabekir’e İstanbul’a dönme emrinin verilmesi(7), General Liman von Sanders’in Yıldırım Orduları Komutanlığı’nı Mustafa Kemal Paşa’ya devri ve hemen ardından Adana’dan İstanbul’a hareketi, Çanakkale boğazında görev yapan Alman subay ve erlerin görevlerini devrederek İstanbul’a hareket etmeleri ve Irak’taki İngiliz Ordusu Komutanı General Marshall’ın emrindeki birliklere “Musul’u işgal etmeleri emrini vermesi“(8).

Bundan sadece altı gün sonra 7 Kasım 1918’de ilk düşman çizmesi İstanbul’a ayak bastı ve 13 Kasım 1918 tarihinde ise İtilaf Devletleri donanmasına ait 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan ve 4 Yunan savaş gemisinden oluşan tam 55 savaş gemisi geldi ve Padişah’ın ikamet ettiği Dolmabahçe Sarayı önlerinde demirledi.(9)

Fiilen bitmiş olan Birinci Dünya Savaşı’nı; resmen bitiren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’nin ertesi günü 31 Ekim 1918’de işgal emirleri verilmeye başlanmış, ertesi hafta düşman donanması, işgal için ülkeye girmişti.

Yani Birinci Dünya Savaşı bitiyor, ertesi günü Kurtuluş Savaşı başlıyordu.

Ancak bu savaş başkaydı. Osmanlı Devleti’nden koparılacak yerlere verilecek adların müzakeresi yapılırken, İslam öncesi putperest döneme ait isimlerin kullanılmasına önem verilmesi(10), kilise ve basının sürekli olarak Müslüman düşmanlığı propagandası yapması(11) gösteriyordu ki; bu savaş sade bir toprak kavgası değildi.

Evet, bu savaş, İslam ülkelerinin Batı ülkeleri karşısında; İslam Medeniyeti’nin Batı Medeniyeti karşısında, Hilal’in Haç karşısında verdiği en azim mücahedeydi.

Bu savaş İman ve küfrün mücadelesiydi.

Son iki yüz yıldır bâtılın hakka, küfrün imana, şerrin hayra zahiri ve geçici bir galibiyetinin olması, bununla beraber Kur’an’ın kalesi hükmündeki Osmanlı’nın yıkılması İman ve Kur’an cephesinin yaşayacağı en büyük fesadı ve felaketi ortaya çıkarmıştı.

Madem herhangi bir milletin fitneye; felaketlere maruz kalması, dalaletin hidayete galip gelmesi halinde bu tehlikeleri bertaraf edecek ve o milleti sahil-i selamete çıkaracak bir mürşit, bir müceddid veya bir mehdi göndermek Allah(c.c)nin bir kanunudur(12). Elbette Allah (c.c) ahirzamanın en büyük felaketi olan şu Kurtuluş Savaşı zamanında, bu Müslüman milleti selamete çıkaracak, İmana uzanan fesat damarlarını kesecek ve İslam’ın ileri karakolu olan bu devletin bekası için çalışacak; en büyük bir müçtehid, en büyük bir mücahid ve en büyük bir müceddid olan Bediüzzaman Said Nursi’yi gönderecek ve gönderdi.

Bediüzzaman’ı en yakından tanıyan dava arkadaşları ve hizmetlerinden dolayı kendisini Ankara’ya çağıran meclis mebusları ve hatta en azılı düşmanları olan İngilizler dahi şahittir ki, Bediüzzaman kendisine verilmiş bu vazifeyi Kurtuluş Savaşı’ında bihakkın yerine getirmiştir.

BEDİÜZZAMAN’IN KURTULUŞ SAVAŞI HİZMETİ

Bediüzzaman Osmanlı’nın bu içler acısı durumuna fazlasıyla müteessir olmuştu. Ancak asla ümitsizliğe düşmemişti. “Kainat sönmezse, alem-i İslam’da sönmez” diyen Bediüzzaman; esaretten dönüşünün henüz ikinci ayının başında yani 4 Ağustos 1918’de Dar’ül Hikmet-il İslamiye’ye tayin edilerek, çileli geçen dört buçuk yıldan sonra adeta dur durak bilmeden hizmete koyulmuştu.

4 Ağustos 1918’de Dar’ül Hikmet-il İslamiye’de göreve başlamasından 1922 Kasım’ında Ankara’ya gidişine kadar dört yıl dört ay boyunca bu Müslüman millete hizmet etmiş ve bu süre zarfında Kurtuluş Savaşı’nın en başı olan 31 Kasım 1918’den, Kurtuluş Savaşı’nın resmen bitiş tarihi olan 11 Ekim 1922’ye kadar düşmanlarla pervasızca mücadele etmiştir.

Kurtuluş Savaşı sırasında Osmanlı toprakları üzerinde izlenen menfi politikaların ve uygulanan hain planların tümünün kaynağının İtilaf Devletlerinin komutanı hükmündeki İngilizler olması hasebiyle; Bediüzzamanın da yaptığı bütün mücadeleyi, ana hedefi itibariyle İngilizlere karşı yaptığını söylemek mümkündür. Ancak savaş boyunca yaptığı tüm faaliyetleri; faaliyetin, doğrudan tesir ettiği mevzu bakımından üç ayrı kısımda değerlendirmek; faaliyetlerin mahiyetini anlamak ve savaş içindeki kıymet-i zatiyesini kavramak açısından faydalı olacaktır.

Bu gruplandırma; Doğrudan İngiliz Siyasetine Karşı Verdiği Mücadele, Bağımsız Bir Kürt Devleti Taleplerine Karşı Verdiği Mücadele ve Kuva-yı Milliye’yi Destekleyen Faaliyetleri şeklinde tezahür edecektir.

Doğrudan İngiliz Siyasetine Karşı Verdiği Mücadele:

İngilizler; Osmanlı Devleti’ni tamamen çökertmenin sadece maddeten yenmekle mümkün olmayacağını, maddeten yenmekle birlikte, mutlaka maneviyatlarına olan bağlılıklarını ortadan kaldırmaları gerektiğini biliyorlardı. Nitekim 1894* yılında William Ewart Gladstone İngiliz Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada Kur’anı eline alarak:

Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, ya bu Kur’an’ı sukût. ettirip ortadan kaldırmalıyız.. Veyahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız“, diyordu.(13)

İşte Van’da Tahir Paşa konağında kaldığı zaman bu haberi gazeteden okuyan Bediüzzaman; ta o zamandan, yani Kurtuluş Savaşı’ndan yıllar önce, İngilizler’in çirkin emellerinden haberdar olmuş ve İngilizlerin Kurtuluş Savaşı’nda bu hain hedeflerine ulaşmak için alenen ve bizzat(hiç bir işbirlikçi kullanmadan) uyguladıkları planlarına karşı Bediüzzaman da zerre kadar perva göstermeden aynı şekilde alenen ve şahsen mücadele etmiştir.

1) Anglikan Kilisesinin Garazlı Sorularına Cevap Vermesi

İstanbul’u işgal eden İngiliz ordusu, daha önceleri Hindistan’da yaptıkları gibi Hristiyanlığı yaymak için, İslâm dininin kudsiyetini haleldar etmek düşüncesiyle, İstanbul’a gelen meşhur Anglikan Kilisesi’nin Başpapazı vasıtasıyla Şeyh-ül İslamlık makamından dinî sorular sorduruldu. Hem de yalnız altı yüz kelime ile cevap istendi. Daha sonraları İngiliz papazının sorularına İzmir’li İsmail Hakkı ve sonra Mısır’lı Abdülaziz Çaviş gibi zatlar, birer kitap halinde uzunca cevaplar yazmışlardı. Lâkin tam sorunun sorulduğu günlerde Şeyh-ül İslâmlık Bediüzzaman’a müracaat ederek* bir cevap vermesini istemişti.

Bediüzzaman Hazretleri de bu soruların ciddi manada bir araştırma ve bilgi edinme maksadıyla değil, hakaret ve küçümseme kastıyla sorulduğunu görmüştü(14). Bunun üzerine “Ben onlara bir tükrük ile cevab veriyorum” demiş ve o zaman ve o günlerde neşrettirdiği RUMUZ ve LEMAAT eserlerinde İslam dininin kudsiyetini beyan eden bu cevabını dercettirmiştir.(15)

Rumuz eserinde aynı günlerde dercedip neşrettiği cevabı aynen şöyledir:

YÜKSEKTEN BAKMAK İSTEYEN DESSAS BİR PAPAZA CEVAB (16)

Bir adam seni çamura düşürmüş, öldürüyor. Ayağını senin boğazına basmış olduğu halde, istifham-ı istihfaf ile sual ediyor ki: Mezhebin nasıldır?

Buna cevab-ı müskit; kûsmekle sükût edip, yüzüne tükürmektir: Tükürün o lainin o hayasız yüzüne’

Ona değil, hakikat namına cevab şudur:

1- S: Din-i Muhammed nedir?

C: Kur’andır

2- S: Fikir ve hayata ne verdi?

C: Tevhid ve istikamet

3- S: Mezahimin devası nedir?

C: Hürmet-i riba ve vücnb-u zekâttır..

4- S: Şu zelzeleye ne der?

C:*وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ… – وَاَنْ لَيْسَ لِـْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَاسَعٰى

*:“Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!” Tevbe Sûresi, 9:34. İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Necm Sûresi, 53:39.

Bediüzzaman bu cevabıyla İngiliz siyasetinin o hayasız yüzüne vurduğu bu tokatları o zaman ve o günlerde yazdığı ve yayımladığı risalelerine koymuş ve bu şekilde İngiliz oyunlarını su yüzüne çıkardığı gibi, İstanbul kamuoyunu da uyandırmıştır.

2) Hutuvat-ı Sitte’nin Telif ve Neşri

1920 senesinde İngilizlerin; (başta İstanbul Müslümanları olarak) mü’minlerin içlerinde ihtilaf çıkarmaya ve İstanbul kamuoyunu kendi lehlerine çevirmeye çalıştığı, hatta İstanbul’un bazı camilerinde kendileri için dua ettirip(17), İngilizlere karşı oluşan mukavemeti kırarak, işgali benimsetmeye çalıştığı(18) bir zamanda; Bediüzzaman Hutuvat-ı Sitte (Altı Tuzak) adlı eserini telif edip hem Arapça hem Türkçe olarak binler nüsha bastırmış ve ücretsiz dağıtmıştır.(19)

Burada dikkatlerden kaçmaması gereken bir husus şudur ki; İngilizler’e karşı çok sert bir dille yazılmış olan bu risalenin nerede basıldığı, matbaacıya bir zarar gelmesin diye gizli tutulmuş ve matbaa ismi basılmamıştır. Ancak Bediüzzaman Hazretleri kitabın kapağına kendi lakabı olan Bediüzzaman’ı hiç çekinmeden, perva etmeden koymuştur(20)(Ek-2). Bu risalenin basılmasında emeği geçen Eşref Edip’e göre ise bu iş adeta “kefeni boynuna takmak” idi.(21)

Burada bu eserin tümüne yer vermek mümkün olmasa da ,bazı kısımlarını alıntılamak, eserin fikri doğrultusunu görmek ve Bediüzzaman’ın İngilizler’in planlarını nasıl akim bıraktığını anlamak açısından zaruridir.

“…Şeytanın adımlarına tabi olmayınız…(Bakara-168)”

İKİNCİ HATVESİ: Der veya (dedirir):

“Başka kâfirlere (Almanlara) dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?” Şu vesveseye karşı deriz:

Muavenet eli(ni) kabul etmek ayrıdır. Adâvet eli(ni) öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından, İslâm’ın eski ve mütecâviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muavenet eli(ni) uzatsa kabul etmek İslâmiyet’e hizmettir.

Senin ise ey kâfir-i mel’un!

Senin küfründen neş’et eden teskin kabul etmez husumet elini öpmek değil, temas etmek de İslâmiyet’ adâvet etmek demektir…”

“Madem ki öldürüyorsun..Ölmek iki surettedir.

Birinci Suret: Senin ayağına düşmek teslim olmak suretinde; ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek.. cesedi de gûya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir.

İkinci Suret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla, ruh ve kalbimiz sağ kalır. Ceset de şehid olur. Akide faziletimizi tahkir edilmez, İslâmiyet’in izzetiyle istihza edilmez…”

“Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.

Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki, (İngiliz Milletinin) ihtiras ve manfaatını, İslamiyet’ menfaat ve izzetiyle kabil-i tevfik görüyor. Çünkü, öyle bir şarta hayatımızı tâlik ediyor ki, muhâl ender muhâldir.”(22)

İngilizlerin haince politikalarına karşı; Bediüzzaman bu eserini neşrederek kesin ve keskin bir tavır ortaya koymuştu. Bu eserle; İstanbul kamuoyu İngilizlerin sinsi tuzaklarından kurtulduğu gibi, eser Anadolu’daki Kuva-yı Milliye’nin başarılı olmasına büyük çapta destek olmuştur. Bunun yanında Bediüzzaman’ın bu hizmeti İstanbul’la sınırlı kalmamıştır. Hutuvat-ı Sitte’yi gören herkes, İngiliz ve Yunan’ın haince oyunlarını ve düşmanlığını anlamış ve Kuva-yı Milliye’ye ma’nen ve maddeten katılmıştır. Özellikle bütün alimlerin hürmet ettiği Bediüzzaman’ın bu davranışını görmeleri üzerine, artık hiç bir tarafta İngilizler’in desiselerine itibar eden olmamıştır.(23)

İstanbul kamuoyunu etkisi altına alan ve İngilizlere karşı çok sert bir dille yazılmış olan bu risale, İngiliz Başkumandanını çileden çıkarmış ve derhal Bediüzzaman’ın idamını istemiştir. Başta Eşref Edip olarak Üstad’ın hayatını yazanların hepsinin ittifakla haber verdiğine göre; bir hafta boyunca Bediüzzaman’ın öldürülmesi için İstanbul’un her tarafı arandığı halde bulunamamış. O sırada bir Osmanlı Paşası’nın (bazı kaynaklar bu paşanın Ahmet Ferik Paşa olduğunu söyler) kumandana çıkıp onu ikna etmesiyle bu karardan vazgeçilmiş.(24)

Burada İngilizler’in Üstad hakkında çıkardıkları “ölüm” kararı hakkında bir değerlendirme yapmak gerekir.

Bu tarihi olayı; olayın baş kahramanı olan Bediüzzaman’dan ve onunla beraber bu risaleyi dağıtmış olan kimselerin (Eşref Edip, Molla Süleyman,Tevfik Demiroğlu vs.) hatıralarından öğreniyoruz. Zaten bu tarihi olayı başka şekilde öğrenmenin veya delillendirmenin yolu yoktur. Zira böyle illegal bir kararın yazılı bir vesikasını aramak tarihten bihaber olmak anlamına gelir. O dönem İtilaf kuvvetlerinin zülumlerine bir göz atmak, Bediüzzaman hakkında verilen “idam” kararının en büyük tarihi delili olacaktır.

İstanbul henüz işgal edilip tamamen İtilaf Kuvvetleri’nin eline geçmeden önce bile, İstanbul’da bulunan kuvvetler taşkınlıklarda bulunmuş, hukuksuz muameleler yapmış ve hiç bir neden yokken bile halkı katletmekten geri durmamışlardı.

İşgalciler o kadar ileri gitmişlerdi ki, İstanbul sokaklarında taşkınlık yaparak, pervasızca adam öldürdükleri gibi, işgal zabitlerine ait otomobillere merakından yaklaşarak yakından bakmak isteyen Türk vatandaşlarını öldürdükleri bile oldu. Belinde iki aşçı bıçağı var diye, bir Fransız Subayı bir Türk aşçısını öldürmüştü.(25)

İstanbul henüz işgal edilmediği sırada yaşanan bir olay ise Üstad hakkında bir “ölüm” kararı çıkarılmış olduğunun, tarihçe en sağlam delilidir.

8 Şubat 1919 da Fransız General Franchet d’Esperey İstanbul’a geldiğinde, kendisini karşılayan Osmanlı bandosunu, atını ürküttüğü için kırbacını sallamak suretiyle tahkir etti ve Dolmabahçe Sarayı’nda oturacağını söyleyerek, Padişah’ın sarayı terk etmesini istedi. Bu olayı “Kara Bir Gün” olarak vasıflandıran bir makale kaleme alan Süleyman Nazif için bu general,”Tutuklayınız ve kurşuna diziniz!” talimatı verdi.(26) Öldürmek istedikleri sadece Süleyman Nazif’le sınırlı kalmamıştı. Aynı general bu makaleyi neşrettiğini ileri sürdüğü bir Türk subayını da öldürmek istediklerini şöyle haykırmıştı:

Bu Türk subay Fransa’yı tahkir eder mahiyette yazılmış bir makaleyi neşretmek suretiyle bu fiile iştirak etmiştir, kendisini idam ettireceğim“.(27)

Evet, henüz işgalin gerçekleşmediği bir zamanda ve İşgal kuvvetlerinin sadece bir kolu olan Fransızlar hakkında ve içeriğinde Fransızlara karşı herhangi bir hakaret bulunmayıp, sadece Fransızların Türklere hakaret ettiğini beyan eden ve savaşa dair hiçbir amaç gütmeyen bir yazıdan dolayı “idam” kararı çıkarılıyorsa; elbette işgalin tam ortasında ve İşgal kuvvetlerinin komuta sahibi İngilizler hakkında ve içeriğinde İngilizlere karşı “köpekten köpekleşmiş köpek” gibi hakaretamiz ifadeler bulunan ve savaş hakkında İngilizler tarafından oluşturulmak istenen kamuoyunu tersine çevirme amacıyla ve İngilizlerin tuzaklarına karşı halkı uyandırmak maksadıyla yazılmış ve İstanbul’un her tarafına dağıtılmış bir yazının sahibi hakkında “idam” kararı çıkarmaktan dur olunmayacaktır.

Bediüzzaman’ın Hutuvat-ı Sitte ile yaptığı bu hizmet, Kurtuluş Savaşındaki en müstesna faaliyetidir. Kurtuluş Savaşı boyunca yaptığı bütün hizmetleri yok sayılsa bile, sadece, İstanbul gibi Türkiye’nin her zaman sekizde bir nüfusunu barındıran muazzam şehrin insanlarını, özellikle de ulema kesimini İngiliz siyasetinin aleyhine çeviren bu eseri telif ve neşretmesi bile onun bu savaştaki vazifesini layıkıyla ifa ettiğinin göstergesi olur.

Bediüzzaman; Kurtuluş Savaşındaki bütün hizmetlerinin bir fihristesi hükmündeki Hutuvat-ı Sitte adlı eseri sebebiyle taltif için Ankara Hükümetince Ankara’ya çağrılır. Üstad bunu Risale-i Nur Külliyatı’nda şöyle ifade eder:

Hareket-i Milliye’de İstanbul’da İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvat-ı Sitte eserimi tab’ ve neşir ile, belki bir fırka kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki; M. Kemal şifre ile iki defa beni Ankara’ya taltif için istedi. Hatta demişti: “Bu kahraman hoca bize lâzımdır.” 28

3) İngiltere Kaynaklı Eleştirilere Karşı Keskin Tavır Koyması

İngilizler işgal döneminde, halk kitlelerini etkileyebilmek için değişik yöntemler kullanıyordu. Örneğin, kendilerinin “İslam’ın koruyucuları” olduklarını, Osmanlı’yı üyelerinin çoğunluğu “dinsiz” masonların teşkil ettiği İTC’ den kurtardıklarını öne sürüyorlardı. Bu gelişmeler sırasında, Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF) da, İngilizlerin uygulamalarından yararlanıp mevcut durumu kendi siyasi çıkarlarına alet etmeye çalışıyordu.(29) Bediüzzaman o dönemde muhalif siyasilerin hareket kaynağının İngilizler olduğunu ve bu yönde yapılacak yersiz ve aşırı eleştirilerin İngilizlerin değirmenine su katmak olacağını bildiği için, muhalefeti şiddetle eleştiriyordu. Bu konuda yine 1921 de neşrettiği İşarat adlı eserinde(30) kendisine sorulan şöyle bir soru ve cevap vardır.

“Sual: Hangi cem’iyyettensin? Neden muhalefeti şiddetle tenkit ediyorsun?

Cevab: Şüheda cem’iyetindenim… Tek bir velîyi inkâr veya istihfaf etmek meş’umdur. Öyle ise, iki milyon evliyaullah olan şühedayı inkâr etmek ve kanlarını heder saymak meş’umların en meş’umudur. Zira muhalefet der: “Haksızlık olarak harbe girildi, hasmımız haklıydılar, Cihad değildi…”

İşte şu hüküm, iki milyon şühedanın şehadetini inkârdır. Bence en çok duamız bu olmalı: Allah’ım biz dahili mücadeleye sürükleme .

Bir hakikat var ki, en Bedevî ve hatta vahşî insanlar dahi o hakikate karşı serfürû-berde-i itaat ve ihtiramdırlar. Bir aşiretten mütehasim iki kabile; hariç bir hasım zuhur etse, sevk-i tabiî ile dahilî hüsumet ta’til edilir. Şayan-ı istiğrabtır ki, medenî, münevver telâkkî edilenler o vahşîlerden çok aşağıdırlar. Husumet-i hariciyenin zuhuruyle dahilî husumeti teşdid ederler. Eğer medeniyet ve fen böyle ise, insanın saadeti vahşet ve cehalettedir.”(31)

Bediüzzaman Hz. leri dışardan gelen herhangi bir tehlike olmadığı zamanda, hükümeti kendisi de eleştirdiği halde, Osmanlı’yı yıkmak için gelmiş olan İşgal kuvvetlerini def edene kadar; işgalcilere fayda sağlayacak şekilde hükümeti eleştirmek yerine, içerdeki kısır çekişmeleri bir kenara bırakarak, onların heveslerini kursaklarında bırakacak kadar birliği, beraberliği, yek vücudluğu ve kardeşliği temin etmek gerektiğini söylüyor ve risalelerinde neşrederek bu Müslüman halka mürşid-i ümmet olarak ders veriyordu.

4) İngilizlere Karşı Şiddetli Muhalefet Eden Çeşitli Yazıları

İşgal günlerinde, İngilizler’in sinsi propagandalarına aldanıp, adeta işgali benimseyecek hale gelen safdil bazı Müslümanlar, Bediüzzaman’ın İngilizler’e karşı sert bir muhalefet uygulamasını anlamıyor ve ona İngilizler’den neden nefret ettiğini soruyorlardı. Bediüzzaman onlara verdiği cevabı sorusuyla birlikte 1921 yılında telif edip bastırdığı Tuluat(32) isimli eserinde yayımlayarak, İngilizlerin bu sırıtan güzel yüzüne aldanılmaması gerektiğini, aksine nefret edilmesi gerektiğini anlatan yazı aynen şöyledir:

“Sual: Neden bu kadar “İ.G.Z. ‘den (İngilizden) nefret ediyorsun? Müsalâhasını da istemiyorsun?

Cevab: Sebep bir değil, bindir… Bana en ziyade şedit görünen, ma’nen ahlâkımızda vurduğu darbedir. Çekirdek halinde olan secaya-i seyyieyi içimizde inkişaf ettirdi. Hayatın yarası iltiyam bulur, İzzet-i İslâmiye, nâmus-u millînin yarası pek derindir.

Edirne camiinde bir islam hocasının lisaniyle Venizelos(Yunan Başbakanı) gibi şeytan bir zalime dua ettirildi. Merkez-i Hilâfette Müslümanlar lisaniyle hizb-üş şeytan olan İngiliz ve Yunan askerlerini halâskâr, tathirci ilân ve karşısındaki güruh-u mücahidini canî, zalim söylettirdi.

Acaba bir valide, o dereceye getirilse ki; Çocuğunu kendi eliyle öldürerek, müteessir olmıyarak, parça parça etse, hiç mümkün müdür ki, onda hissiyat-ı âliye ve ahlak-ı sâmiye intifa etmesin!”(33)

Başka bir yazısında da Bediüzzaman İngilizlerin uyguladıkları siyasetin özelliklerini şöyle sıralamıştır:

Onun siyasetinin hassa-i mümeyyizesi (Seçkin vasfı) fitnekârlık, ihtilâftan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikâb etmek, yalancılık, tahripkârlık, hariçte menfiliktir“(34)

5) Bediüzzaman’ın Yeşilay Hizmeti

İstanbul’u işgal eden İngilizler, Müslümanların ahlakını bozmak, karakterini yok etmek için her çeşit ifsat komitesini faaliyete geçirmişlerdi. İşte bunlardan birisi Avrupa’dan büyük çapta beyin uyuşturan alkollü içkileri İstanbul’a getirmeleridir. Böylece Müslüman milletimizin havai, nefisperest olanlarını kendilerine çekmeyi planlıyorlardı. Buna karşılık, onların idaresindeki İstanbul Hükümeti ise ahlak zabıtası gibi bazı tedbirleri içeren bazı kanunlar yaptı ise de etkili olmadı. Çünki hükûmetin o günlerdeki iradesi te’sirsizdi. Çıkarttığı kanunlar ve ahlâk zabıtası bunun önüne geçemiyordu. İşte tam o sıralarda ehl-i hamiyet ve ünlü din âlimlerinden oluşan bazı zatlar (Ord.Prof.Dr. Mazhar Osman Bey ve arkadaşları Şeyh’ül-İslam Haydarizâde İbrahim Efendi’nin teşvik ve himayesi ile (35)) Hilal-i Ahdar cemiyetini kurdular.(36)

Yeşilay’ın kuruluşu olan 1920 Mart’ında, Dar’ül Hikmet-il İslamiye üyesi olup İngilizler’e karşı mücadelesine devam eden Bediüzzaman da İngilizlerin menfi faaliyetlerine karşı kurulmuş olan bu teşkilatta, ilk toplantıdan itibaren toplantılara katılmış, görüş belirtmiş ve imza atmış olup, aktif bir şekilde faaliyet göstermiştir.

Bediüzzaman’ın Yeşilay’daki hizmetleriyle ilgili belgeleri (Ek-3,Ek-4) ibraz eden Yeşilay’ın ilk başkanlarından Ord. Prof. Fahrettin Kerim Gökay Yeşilay’ın kuruluşunda Bediüzzaman’dan şöyle bahseder:

“18 Mart 1920 gününde YEŞİLAY Cemiyeti’nin kuruluş günüydü. Genel Kurul’da zamanın Şeyh-ül İslâmı Hayderîzade İbrahim Efendi ve Darül Hikmet-il İslâmiye azasından o zamanki ismiyle Said-i Kürdî de vardı. Said-i Kürdî Efendi, dikkati çeken üyelerden biri idi. İlk gün toplantıda fazla bir konuşma olmadı. Yeni seçilenler oldu… O günki buhranlar içinde memleketin çok seçkin şahsiyetleri vardı. Sonra Said-i Kürdî Efendi genel merkeze seçildi.”(37)

Bağımsız Kürt Devleti Talep ve Teşebbüslerine Karşı Verdiği Mücadele

1) Şerif Paşa’nın Kürtler Adına Ermenilerle İttifakına Şiddetli Protestosu:

Wilson Prensipleri’nden ümitlenerek toprak isteğinde bulunan ve bu konuda İngilizler tarafından kışkırtılan bazı insanlar da özerk veya bağımsız Kürdistan isteğiyle harekete geçtiler.(38) Bunlardan 1. Dünya Savaşı içinde Müttefiklere yanaşan ve Kürtçülüğe kayan Şerif Paşa , Mayıs 1919’da Paris’teki İngiliz Büyükelçisine “bağımsız bir Kürdistan’ın Emiri olma yükünü taşımaya gönüllü olduğunu” bildirmiş ve 22 Mart 1919 tarihli bir muhtıra sunmuştu.(39) Bu muhtıra; Ermeni delegesi olan Boghos Nubar Paşa’nın Ermenistan hakkındaki taleplerine ters düşüyordu.(40)

Bunu gören İtilaf Devletleri, Kürdistan Teali Cemiyeti temsilcisi olarak Paris Barış Konferansı’na katılan(41) Şerif Paşa’yı Ermeni Delegesi Boghos Nubar Paşa ile masaya oturtup anlaşma yapmaya ikna ettiler.(42) Şerif Paşa ve Ermeni delegesi Nubar Paşa; büyük devletlerden birinin himayesi altında bir Ermeni ve bir Kürt devletinin kurulmasını isteyen anlaşmaya 20 Kasım 1919’da imza attılar.(43) Yapılan bu anlaşma 20 Şubat 1920 tarihli Vakit Gazetesinde; Ermenice Zogo Verticyan gazetesinden nakledilerek haber olarak verildi.(44)

Kendilerini Kürtlerin hamisi zanneden bu beş on kişinin güya Kürtler adına istekler belirterek kabul ettikleri anlaşmaya; “Eğer bize unsur lazım ise, unsur için bize İslamiyet kafidir“(45)diyerek her zaman İttihad-ı İslamı hedef edinmiş ve “…Emin olunuz biz Kürtler başkasına benzemiyoruz, yakinen biliriz ki; İctimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder (46)… Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti.. Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hod-sarane (baş çekerek) yapmıyacağız. (47) “diyerek Müslüman olan Kürt Milleti’nin yine Müslüman olan Türk Milleti ile beraber olmasını savunmuş ve İstanbul’a geldiği 1907’den beri Said-i Kürdi unvanını kullanması hasebiyle Kürt olduğu bilinen ve İstanbul halkı üzerinde büyük etkisi olan Bediüzzaman şiddetle tepki gösterdi. Bunun için, iki arkadaşının da imzası bulunan ve mezkur anlaşmayı protesto eden 22 Şubat 1920 tarihli Vakit(48) ve İkdam(49) gazetelerinde (anlaşma’nın Vakit gazetesinde haber şeklinde duyurulmasından sadece 1 gün sonra) yayımlanan yazısındaki şu paragraf Bediüzzaman’ın verdiği tepkiyi göstermeye yeterdir:

Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakâr ve cesur hadim ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî ananesine sadakati gaye-i hayat bilmiş olan Kürtler, henüz beş yüz bine karib şühedasının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürle anarken; İslâmiyetin zararına olarak, tarihi ve hayatî düşmanlarıyla i’tilâf akdetmek suretiyle; salâbet-i diniyeleri hilâfına iftirak-cûyane âmal takib edemezler. Binaenaleyh, Kürd vicdan-ı millisinin bu tarz tahassüsüne mugayir hareket eden zevatı da tanımazlar”(Ek-5)

Bediüzzaman; Türklerin ve Kürtlerin birlikte maruz kaldıkları Rus-Ermeni terörüne atıfta bulunduktan sonra(50), Kürtlerin; İslamiyet’in zararına olarak tarihi düşmanlarıyla anlaşma yapamayacağını, dinin emirlerine ters olarak ayrılıkçı emeller peşinde olamayacaklarını beyan ediyor ve Kürtlerin de kendi milli vicdanlarının bu tarz hislerine zıt hareket eden ayrılıkçı kimseleri de tanımayacaklarını vurguluyor.

Bu muhtıraya tepkisi bununla da kalmayan Bediüzzaman’ın; 17 Mart 1920’de Sebil-ür Reşad gazetesinde bu konuyla ilgili fikirlerini genişçe açıklayan sözleri yayımlanmıştır. (Ek-6)

Bediüzzaman bu yazıda; mezkur anlaşmaya verilecek en güzel cevabın Doğu illerindeki Kürt aşiretlerinden gelen tepki telgrafları olduğunu söyleyerek, Kürtlerin İslam Camiasından ayrılmaya asla tahammül edemeyeceğini, bunun aksini iddia edenlerin de özel amaçları için hareket eden ve Kürtler adına söz söylemeye ehliyetli olmayan beş-on kişiden ibaret olduğunu kamuoyuna duyuruyor. Kürtçülük davası güderek Kürtler adına konuştuklarını sananlara ve anlaşmada geçen “Kürtlerin ve Ermenilerin aynı Ari kavminden geldiklerine” dair ifadeye imza atanlara Kürt bir İslam alimi olarak adeta tarihi bir ders vererek şu ifadeleri kullanıyor:

“Kürdlük davası pek manasız bir iddiadır. Çünkü her şeyden evvel Müslümandırlar. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine îsal eden hakiki Müslümanlardan… Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.

Kürdlerin asıl ve nesebleri ne olursa olsun, İslamdan iftiraka vicdan-ı millileri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arab kavm-i necibiyle irkan alakadar bulunduğu hakaik-i tarihiyedendir.

İslamiyet, herhangi bir ırkın, diğer bir unsur-u islam aleyhine olarak menfi surette intibah hasıl etmesini kabul edemez. Binaenaleyh, Kürdleri müslümanlıktan ayırmak isteyenler, esasat-ı islamiyeye muhalif hareket ediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir iki kulüpta toplanan beş on kişiden ibaret!.. Hakiki Kürdler, kimseyi kendilerine vekil-i müdafi’ olarak kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürdlük namına söz söyleyecek ancak meclis-i mebusan-ı Osmanîdeki meb’uslar olabilir.

Kürdistana verilecek muhtariyetten bahsediliyor?!. Kürdler, ecnebî himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ederler. Eğer Kürdlerin serbesti-i inkişafını düşünmek lazım gelirse, bunu Bogos Nubarla Şerif Paşa değil, Devlet-i aliyye düşünür. Hülasa: Kürdler bu hususta kimsenin tevassut ve müdahalesine muhtaç değildirler.”

Anlaşmaya gelen şiddetli tepkilerle beraber Bediüzzaman ve arkadaşlarının (Dava Vekili Ahmed Arif, Muhammed Sıddık) Vakit gazetesindeki kınama yazısı yayımlanınca Şerif Paşa, Paris’teki Kürt delegeliğinden çekildiğini Vakit gazetesine telgrafla bildirdi. (51)

2) Kürdistan Devleti Kurma Talebine Red Cevabı

Bediüzzaman’ın Kurtuluş Savaşı’nda gördüğü önemli hizmetlerden biri de; kendisine gelen “Kürdistan Devleti kurma” fikirlerine karşı red cevabı verip, bu fikirdeki kimseleri böyle bir işe teşebbüsten men etmesidir.

Bediüzzaman’a “Kürdistan kurulması” konusunda müracaat edip fikrini soran kişi, Serbesti gazetesi sahibi Mevlanzade Rıfat’tır. Bu olayın yaşandığı sıra Mevlanzade Rıfat’ın Serbesti gazetesinde başyazarlık yapan(52) ve Mevlanzade Rıfat ile beraber olayın en önemli tanığı Konsolidçi Asaf Bey bu olayı şöyle anlatır(*):

Almanya ve müttefikleri büyük bir hezimete uğramışlardı. Memleket parçalanmış, vatanın her parçasında yeni hükûmetler türemeye başlamıştı. Ermenistan da bunlardan biriydi. Mevlanzade Rıf’at Bey bir gün bana dedi ki:

Oğlum, Ermenistan hükûmeti kuruluyor.. Onların Ermenistan kurmasına karşılık, İmparatorluk dağıldığına göre, biz de Kürdistan kuralım.”

Ben hayretle yüzüne baktım, O bana dedi ki: “Ben vatan haini değilim, koca Osmanlı İmparatorluğunu parçalayan da ben değilim. Onu yıkanların Allah belâsını versin.. birer hırsız gibi kaçtılar. Filhakika bir Kuvay-i Milliye var.. Amma ümit pek zayıf.. Mu’cize devrinde değiliz. Ben bu işi Said-i Nursi’ye yazacağım. Çünki onun nüfuzu çok kuvvetlidir, hatırı çok sayılır. Onun için bu zata bir mektup yazıp göndereceğim ve ondan teşrik-i mesai istiyeceğim.”

Mevlanzade mektubunu yazıp gönderdi. Bundan on gün kadar geçmişti, Belki de on beş gün hatırlamıyorum. Bir gün matbaamızda oturuyorduk… Bu sırada posta müvezzii odaya girdi ve bir mektub bırakarak çıkıp gitti. Rıfat Bey mektubu okurken yüzünü ekşitiyor, hiddetlendiği aşikâr olarak görülüyordu. Rıfat Bey mektubu okuduktan sonra, bana fırlatarak: “Oku da gör!” dedi. Bediüzzaman benim tekliflerimi reddediyor, “Ben senin fikrine taraftar değilim” diyor.

Bediüzzaman bu mektubunda, Mevlanzade’nin Kürdistan kurma teklifini reddediyor ve “Rıf’at Bey! Kürdistan teşkil etmek değil, Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya edelim. Bunu kabul edersen, canımı bile feda ederek çalışırım” diyordu.(53)

Bediüzzaman’ın İttihad-ı İslam için Türklerle Kürtlerin daima beraber olmasına ne kadar önem verdiğini anlamak ve buna aykırı düşünen herkese karşı her fırsatta bu gerçeği çekinmeden, usanmadan dile getirdiğini görmek için mektuptan bazı alıntılar yapmak gerekir.

Mektubunuzdan öyle anlıyorum ki,Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalandığı bahanesiyle Şark’ta müstakil bir Kürdistan kurmak gibi korkunç bir emeliniz olsa gerek! Dinen, örfen, ilmen aynı kavmin fertleri olan, 500 seneden beri bir devlet çatısı altında yaşayan Şark’ın fedakar, temiz evladlarını Türk camiasından ayırmak maazallah felaketlerin en büyüğü olur. Kaş yapayın derken göz çıkarırsınız.

Müstakil bir devlet kurmanın ne kadar güç ve başarılması imkansız olduğunu sizlere hatırlatırım. Dediğiniz gibi azim bir kuvvet toplayabilirseniz, bu kuvvetle Osmanlı’yı bir bütün olarak kurtarmak için çalışmak, selametin ve kurtuluşun en güzel yoludur. Neticesi çok vahim ve korkunç işlere teşebbüs etmemenizi bilhassa tavsiye ederim.”(Sinan Omur, Yeni İstiklal, Sayı 251)(54)

Kuva-yı Milliye’yi Destekleyen Faaliyetleri

1) Kuva-yı Milliye Aleyhindeki Fetvayı Kınayıp Geçersizliğini İspat Etmesi:

Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi, işgal kuvvetlerinin isteği üzerine 10 Nisan 1920’de,”Padişah ve Halife kuvvetlerinin dışındaki milli kuvvetleri kafir ilan eden ve katlinin vacip olacağını bildiren fetvayı” yayınladı.(55) Fetva başta Takvim-i Vekayi olmak üzere, İstanbulda neşredilen diğer gazetelerde de ertesi gün yer aldı.(56)

Kurtuluş Savaşı boyunca Damat Ferit, İngiliz Muhipleri Cemiyeti ve işbirlikçi basının Kuva-yı Milliye’nin hilafet, saltanat ve hatta şeriata karşı olduğunu pompalayan propagandalara Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin meşhur fetvası da eklenince; İşagalcilere karşı beraberce omuz omuza savaş verenler, düşmanı bırakıp birbirleriyle vuruşmaya başlamıştı. Öyle ki ayaklanmaları bastırmak için bazen cepheden asker çekildiği bile olmuştur.(57)

İşte böyle bir ortamda Osmanlı’nın en müstesna alimlerinin görev yaptığı Dar’ül Hikmet-il İslamiye’de üye olan Bediüzzaman bu fetvayı Şeriat ve din ilmi ölçüleri içerisinde tahlil etmiş ve fetvanın geçersiz olduğunu şahsı adına ilan etmiştir.

Bediüzzaman’ın Kuva-yı Milliye aleyhindeki fetvayı ilmen çürüttüğü yazısı şöyledir:

“Fetvay-ı mahz değil ki; i’tizar edilsin. Belki kazayı tazammun eden bir fetvadır. Çünki fetvanın kazadan farkı: Mevzuu ammdır, gayr-ı muayyendir. Hem mulzim değil… Kaza ise, muayyen ve mulzimdir.

Şu fetva ise, hem muayyendir; kim nazar etse, bizzarure muradı anlar. Hem mulzim olmuştur, çünki avam-ı müslimini onların aleyhinde sevk etmekte esbabın en ahiridir.

Madem ki, şu fetva kazayı tazammun ediyor.. kazada iki hasmı dinletmek zarurîdir. Anadolu’da söylettirilmeliydi. Netice-i müddeiyyatlarını aleyhlerinde olan davalarla; siyasiyyun ve ulemadan bir hey’et tarafından maslahat-ı İslamiye noktasında muhakeme edildikten sonra, fetva verilebilirdi…

Zaten şimdi bazı hakaikte bir inkılâb var. Ezdad isimlerini değiştirip mübadele etmişler. Zulme, adalet.. Cihada, bağy.. Esarete hürriyet namı veriliyor.”58

Görüldüğü gibi Bediüzzaman, Şeyh-ül İslamlık’tan çıkmış olan bu fetvayı, öncelikle Şeriat’ın fetva kaideleri usulüne göre analiz ettikten sonra, böyle bir fetvanın, din ve Şeriat-ı İslamiye adına verilmiş ve İslam’ın umumi maslahat ve menfaatine göre çıkarılmış bir fetva olmadığını ispat etmiştir.59

2) Kuva-yı Milliyeyi Destekleyen Önemli Bir Yazısı

İstanbul’un işgal edildiği günlerde Üstad Bediüzzaman’ın Kuva-yı Milliye’yi destekleyen ve İngiltere’nin sinsi siyasetine muhalif olan yazılarından birinde de; Kuva-yı Milliye’yi hain ve İngilizleri dost olarak gösteren cerbezenin (doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterebilecek zeka gücü) kamuoyunda nasıl etki yaptığını açıklama maksadıyla şöyle demektedir (60):

“…Bak o seyyiedir ki; Ararat Dağı kadar bize zulüm ve tahkir eden ecnebî bir devleti (İngiltere), ne safsatalı bahanelerle (bilmem hangi tarihte KIRIM’da bize yardım etmiş) gibi yavelerle, bize dost olabilecek sûrette gösteriyorlar.. Hem Süphan dağı kadar İslâmiyetin izzet ve şerefine çalışan güruh-u mücahidini (Kuva-yı Milliye) âcib bahanelerle en fena derekesine indirip millete düşman gibi gösteriyorlar…”(61)

3) Eskişehir Zaferi Üzerine

Anadolu hareketini destekleyen Bediüzzaman, Mücahitlerin kazandıkları her bir zaferi büyük bir zafer olarak görüyor ve bunu yazılarına yansıtarak halkı şevklendirmek istiyordu. Bunun için 21 Nisan 1921 de gerçekleşen İnönü zaferi üzerine kaleme alıp aynı yıl Lemaat adlı eseri içinde yayımladığı(62) yazısında şöyle der:

Alem-i İslâm cihadı, zamanen iki yüz senelik, mekânen iki yüz günlük tedâfü’î bir harp ve darb cephesi daima var idi.

En son siper ise, bu yeni senedir hem Eskişehir idi. Zalim kâfirin en son taarruzu da bu cephede hemen kırıldı.

Bu harp, başka harbe benzemez, şu küçücük cephede muvakkat galebesi; hakiki gaddar hasma (İngilizlere) zaferi te’min etmez, boşa gider inadı.

Şark’ta onun hayatı, şu İslam kuvvetinin imhay-u mevtindendir, kuvvetimiz hayatı ona müthiş bir mevttir. Zulüm etmez temadî.

İslam kuvveti ise, nasıl ki dayanmış ise; dayansa, nerede olsa, gaddar hasmın hayatı Şark’ta elbette söner, bakî kalır remadı…

Âlem-i İslâmın hak ve hürriyetinin istirdadı için biiznillah tedafü’den taarruza geçiyor, belki çok yerlerde geçti.

İnönü’nün iki zaferi zahiren çok küçüktür, batınen pek büyüktü…”(63)

Bediüzzaman Anadolu cephesinde Kuva-yı Milliye mücahitlerinin kazandığı İnönü zaferini bütün kalbiyle kutluyor, alkışlıyordu. Bu zaferi, İslam’ın zaferlerinin bir başlangıcı olarak kabul ediyor ve öyle niteliyordu.(64)

VE SAVAŞ SONRASINDA BEDİÜZZAMAN ANKARA’DA

Bediüzzaman’ın Kurtuluş Savaşı’ndaki kahramanca mücadelesi Ankara Hükümetince takdirle karşılanmış ve defalarca Ankara’ya davet edilmişti(65). Bediüzzaman ise henüz savaştaki vazifesinin bitmediğini düşündüğünden bu davetleri reddetti ancak Milli Hükümeti desteklediğini bildirmek için de talebelerinden Tevfik Demiroğlu, Molla Süleyman ve Binbaşı Bitlis’li Refik Beyi yolladı.(66)

11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile beraber Kurtuluş Savaşı resmen zaferle neticelenmiş ve Bediüzzaman da savaştaki vazifesini tamamlamış oluyordu. Tam bu sıralarda, eski Van Valisi ve Millet Meclisi’nde meb’us(vekil) olan dostu Tahsin Bey vasıtasıyla tekrar Ankara’ya davet edildi. Savaşın bitmesiyle, Üstad da vazifesini tamamlamış olduğundan bu davete icabet ederek(67), 19 Kasım 1922’de Ankara’ya gitti.(68) 

Ek-1 Bediüzzaman Hz. lerinin İstanbul’a ulaştığını bildiren Tanin gazetesi

Ek2 – Kurtuluş Savaşı sırasında basılan Hutuvat-ı Sitte isimli eserin kapağı. Eserin isminden başka sadece Bediüzzaman yazılı.

Ek3 – Bediüzzaman’ın Yeşilay’da ilk toplantılardan beri toplantılara katılıp, görüş belirtip imza attığını gösteren belgeler.

Ek4 – Yeşilay’ın ilk toplantı günlerine ait imza ve hüviyet defterinden birinde Bediüzzaman’ın imza ve hüviyeti

Ek5 -22 Şubat 1336-22 Şubat 1920 tarihli İkdam Gazetesi’nde, Kürt ve Ermeni ittifakını protesto eden Bediüzzaman Said Nursi ve iki arkadaşının ortak yazıları

Ek6 – Sebil’ür Reşad Gazetesi’ndeki ilgili sayfa

KAYNAKÇA:

1.Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayat,s.394

2.Bediüzzaman Said Nursi,Tarihçe-i Hayat,s.115

3.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayat,s.426,Mary Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.205

4.Asar-ı Bediyye,s.650

5.Asar-ı Bediyye,s.137

6.Yavuz Bahadıroğlu,Osmanlı Padişahları Ansiklopedisi,3:783,Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.207

7.Kazım Karabekir,İstiklal Harbimiz,C.1,s.78

8.,Gnkur.Bşk.Harp Tarihi Dairesi Resmi Yayınları,Türk İstiklal Harbi,C.1,s.83

9.Osman Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.61

10.A.g.e.,s.22

11.A.g.e.,s.23

12.Mehmed Kırkıncı, Cihad Sahasında Bediüzzaman,s.171

(*)Bu konuşmanın tarihini Taha Niyazi Karaca 1894 olarak verirken,Mustafa Armağan ise 1882 olarak verir.(Bkz.Taha Niyazi Karaca, İngiltere Başbakanı Gladstone’un Osmanlı’yı Yıkma Planı, s.302.; Mustafa Armağan,Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı 2,s.144)

13.Humayin Ansari,The İnfidel Within:Muslims in Britain Since 1800,London 2004,s.80; ayrıca bkz.Akbar S.Ahmed,Postmodernism and İslam: Predicament and Promise,London and Newyork 1992,s.182;Sonyel,Minorities,s.290(Taha Niyazi Karaca’dan naklen)

“At one stage he raised a copy of the Holy Qur’an in his hand and said that so long as this book remained with the Muslims in that country and they respected and followed it,the British would never be abke to dominate them.He added that the only solution was to try abd separete the Holy Qur’an from the Muslims of Egypt.” http://www.batkhela.com/islam/story3.shtml (Mustafa Armağan’dan naklen)

Taha Niyazi Karaca, İngiltere Başbakanı Gladstone’un Osmanlı’yı Yıkma Planı,s.302.

Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı 2.,s.144

(*)Bu müracaat evvela Şeyh-ül İslam’lığın Dar’ül Hikmet’e bu mevzuyu aktarıp cevap istemesi daha sonra Dar’ül Hikmet’in azası olan Bediüzzaman’a müracaatı şeklinde tahakkuk etmiştir.

14.Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.239

15.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.491

16.Asar-ı Bediyye,s.84

17.Badıılı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.450

18.Yavuz Bahadıroğlu,s.162

19.Badıllı, Güneş Üflemekle Sönmez,s.74

20.Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.493

21.Eşref Edip, Risale-i Nur Müellifi Said Nur,s.95

22.Asar-ı Bediyye,s.114-117

23.Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.522

24.Badıllı, Güneş Üflemekle Sönmez,s.74

25.Özsoy, Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.64

26.A.g.e.,s.63

27.A.g.e.,s.64

28.Bediüzzaman Said Nursi,Şualar,s.539

29.Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.231

30.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.484

31.Asar-ı Bediyye,s.95

32.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.437

33.Asar-ı Bediyye,s.104

34.A.g.e.,s.104

35.http://www.yesilay.org.tr/Kurumsal/Yesilay-in-Tarihi(Erişim Tarihi:10.02.2012)

36.Selahaddin Kaptanağası,Yeşilayın Tarihçesi,s.2-3(İsmail Mutlu,Sorularla Bediüzzaman Said Nursi’den naklen)

37.Necmeddin Şahiner,Son Şahitler,5:309

38.Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.86

39.Bilal N.Şimşir,Kürtçülük,s.306

40.A.g.e.s,306

41.İsmail Göldaş,Kürt Teali Cemiyeti,s.159

42.Şimşir,Kürtçülük,s,307

42.Necdet Sevinç,İstiklal Harbi’nde Etnik İhanet,s.238

43.A.g.e.,s.238

44.Mehmet Bayrak,Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri Üstüne,s.97

45.Asar-ı Bediyye.,s.459

46.A.g.e.,s.354

47.A.g.e.,s.461

48.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.517

49.A.g.e.,s.517

50.Altan Tan,Kürt Sorunu,s.162

51.Şimşir,Kürtçülük,s.311

52.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.677

(*).Bekir Berk,Mehmed Fırıncı ve Sinan Omur bu olayı Konsolidçi Asaf Bey’den birebir dinlemişlerdir.Sinan Omur 1960’lı yılların içinde yayınlanan Yeni İstiklal Dergisi’nin 251.sayısında bu olayı kaleme almış ve mezkur mektubu bizzat Konsolidçi Asaf Bey’den dinlediğini ve hatta mektubun bir kopyasını Asaf Bey’in imzaldıktan sonra kendisine verdiğini yazmıştır.

53.Şahiner,Son Şahitler 5,s.89

54.A.g.e.,s.5:90

55.Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.248

56.Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.248

57.Sevinç,İstiklal Harbi’nde Etnik İhanet,s.293

58.Asar-ı Bediyye,s.103

59.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.488

60.A.g.e.,s.495

61.Asar-ı Bediyye,s.103

62.Badıılı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.495

63.Asar-ı Bediyye,s.624

64.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.496

65.Eşref Edip,Risale-i Nur Müellifi Said Nur,s.96

66.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.535

67.A.g.e.,s.535

68.A.g.e.,s.539

Kaynak: Nurettin Ceylan /  www.sorularlarisale.com

Berat Kandiliniz Mübarek Olsun

Berat Gecesinin Mahiyeti ve Önemi

Yıllık bir program çerçevesinde yürütülen ticari faaliyetler yıl sonunda o program esaslarına göre kontrol) ve teftiş edilir. Kâr zarar hesapları yapılır. Kesin hesabın tespitinden sonra da gelecek yılın programı hazırlanarak şeklini alır.
Her yıl tekrar edilen bu kontrol ve tespit işlemleri sayesinde ekonomik hayatta istikrarlı ve sağlam bir ilerlemenin temini mümkün olur.
Bu misalin ışığında manevi hayatımıza ve faaliyetlerimize bakalım. Dünya, âhiret hayatının kazanılması için yaratılmış bir manevi ticaret yeri olduğuna göre, o ticaretle ilgili faaliyetlerin de yıllık muhasebeye tabi olması gayet tabiidir.
Bu muhasebenin vakti üç ayların içindedir. Berat Kandili ile başlayıp Kadir Gecesiyle biten devreye rastlar. Duhan Sûresinin 2., 3. ve 4. âyetlerinin Berat Gecesinden bahsettiği bildirilmektedir. Âyetlerin meali şöyle:

O apaçık kitaba and olsun ki, biz onu gerçekten mübarek bir gecede indirdik. Çünkü biz onunla insanları uyarmaktayız. Bütün hikmetli işler o gecede tefrik olunur.

Bu âyetler hakkında iki görüş vardır. Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre, bu mübarek gece Kadir Gecesidir. İkrime bin Ebi Cehil’in de dahil olduğu bir grup alim ise; bu gecenin Berat Gecesi olduğunu söylemişlerdir. Her iki tefsiri birleştiren diğer bir görüşe göre de, hikmetli işlerin ayırımının yapılmasına Berat Gecesinde başlanmakta ve bu işlem Kadir Gecesine kadar devam etmektedir. Bu hikmetli işler nelerdir ve âyetin mânası nedir?

Yıllık Kader Programı

İbni Abbas’tan rivayet edildiğine göre, hikmetli işlerin birbirinden ayırd edilmesi şu şekilde cereyan etmektedir:
Bu seneden gelecek seneye kadar meydana gelecek olayların hepsi ayrı ayrı melekler tarafından defterlere yazılır. Rızıklar, eceller, zenginlik, fakirlik, ölümler, doğumlar hep bu esnada kaydedilir. O yılki hacıların sayısı bile bu devrede takdir olunur. Herkesin ve her-şeyin o sene içindeki mukadderatı kaydedilir.

Rızıkla alakalı defterler Mikail Aleyhisselâma verilir.

Savaşlarla ilgili defterler Cebrail Aleyhissalama verilir.

Ameller nüshası dünya semasında görevli melek olan İsrafil’e verilir ki bu büyük bir melektir.

Ölüm ve musibetlerle ilgili defter de Azrail Aleyhisselâma teslim edilir.

Fahreddin er-Râzî”nin açıklamasına göre bu defterlerin düzenlenmesi Berat Gecesinde başlar, Kadir Gecesinde tamamlanarak her defter sahibine teslim edilir.1

Berat Kandilinin “bütün senede bir kudsi çekirdek hükmünde ve beşer mukadderatının programı nev’inden olması cihetiyle Leyle-i Kadrin kudsiyetinde” olması bu manalara dayanmaktadır.2

Kur’ân’ın bu gecede indirilmesi meselesine ise şöyle bir açıklama getirilmektedir:

Berat gecesi, Kuran-ı Kerimin Levh-i Mahfuzdan dünya semasına toptan indirildiği gecedir. Buna inzal denir. Kadir gecesinde ise Peygamberimize ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da tenzil denir.

Berat Gecesinin Özellikleri

Tefsirlerde bu gece ile ilgili olarak şu şekilde izahlar yer almaktadır: Vergi ödendiği zaman nasıl ki vergi borçlusuna borcundan kurtulduğunu gösteren bir belge veriliyorsa, Allah Azze ve Celle de Berat Gecesinde mü’min kullarına berat yazar. Zaten bu gecenin dört adı vardır: “Mübarek Gece”, “Berae Gecesi”, “Sakk Gecesi. Belge ve senet. (Allah Teala bu gece mü’min kullarına beraet yazar)”, “Rahmet Gecesi.”

“Berat, beraet” kelimesi “el-berâe” kelimesinin Türkçedeki kullanılış şeklidir. Beri olmak, aklanmak, temiz ve suçsuz çıkmak demektir.
“Berâet” iki şey arasında ilişki olmaması, kişinin bir yükümlülükten kurtulması veya yükümlülüğünün bulunmaması anlamına gelmektedir. Mü’minlerin bu gece günah yüklerinden kurtulup İlâhî bağışa ermeleri umulduğu için de Berat Gecesi denmiştir.

Bir kısım âlimlerin, kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan Mekke’deki Kabe istikametine çevrilmesinin Hicretin ikinci yılında Berat Gecesinde gerçekleştiğini kabul etmeleri de geceye ayrı bir önem kazandırmaktadır.3

Berat Gecesinin beş ayrı özelliği vardır.
1. Bütün hikmetli işlerin ayırımına başlanması.
2. Bu gecede yapılacak ibadetlerin diğer vakitlere nispetle kat kat sevaplı olması.
3. İlâhi rahmetin bütün âlemi kuşatması.
4. Allah’ın af ve bağışlamasının coşması.
5. Peygamberimize tam bir şefaat yetkisinin verilmiş olması.

Bir rivayette bildirildiğine göre Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam Şâban’ın onüçüncü gecesi ümmeti hakkında şefaat niyaz etti, üçte biri verildi. Ondördüncü gecesi niyaz etti üçte ikisi verildi. Onbeşinci gecesi niyaz etti, hepsi verildi. Ancak Allah’tan devenin kaçması gibi kaçanlar başka…

Zemzem kuyusunun bu gecede açık bir şekilde coşup çoğalması da bu manaları kuvvetlendiren kutsal bir işaret olarak yorumlanmaktadır.4

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde Berat Gecesinin feyiz ve bereketini çeşitli şekillerde nazara vermektedir.

“Şâban’ın 15. gecesi geldiğinde geceyi uyanık ibadetle, gündüzü de oruçlu olarak geçirin. O gece güneş battıktan sonra Allah rahmetiyle dünya semasına tecelli eder ve şöyle seslenir:

İstiğfar eden yok mu, affedeyim ve bağışlayayım. “Rızık isteyen yok mu, hemen rızık vereyim.
“Başına bir musibet gelen yok mu, hemen sağlık ve afiyet vereyim.
“Böylece tan yerinin ağarmasına kadar bu şekilde devam eder
.”
5

Çünkü o gece İlâhi rahmet coşmuştur. Berat Gecesi beşer mukadderatının programı çizilirken insanlara verilen eşsiz bir fırsattır. Bu fırsatı değerlendirip günahlarını affettirebilen, gönlünden geçirdiklerini bütün samimiyetiyle Cenab-ı Hakka iletip isteklerini Ondan talep eden ve belalardan Ona sığınan bir insan ne kadar bahtiyardır. Buna karşılık, her tarafı kuşatan rahmet tecellisinden istifade edemeyen bir insan ne kadar bedbahttır.

Bu Gece Af Dışı Kalanlar

Peygamber Efendimiz bu gecede af dışı kalanları şu hadisleri ile bildirmektedir:

“Muhakkak ki, Allah Azze ve Celle Şâban’ın onbeşinci gecesinde rahmetiyle yetişip herşeyi kuşatır. Bütün mahlukatına mağfiret eder. Yalnızca müşrikler ve kalbleri düşmanlık hissiyle dolu olup insanlarla zıtlaşmaktan başka bir şey düşünmeyenler müstesna.”6 “Yüce Allah bu gece bütün Müslümanlara mağfiret buyurur, ancak kâhin, sihirbaz yahut müşahin (çok kin güden) veya içkiye düşkün olan veya ana babasını inciten yahut zinaya ısrarla devam eden müstesna.”7
“Allah Teâlâ Şâban’ın onbeşinci gecesi tecelli eder ve ana-babasına asi olanlarla Allah’a ortak koşanlar dışında kalan bütün kullarını bağışlar.”8

Üç aylara ayrı bir ruh ve mâna içinde giren Peygamber Efendimiz özellikle Şaban ayına özel bir özen gösterir, başka zamanlarda görülmemiş bir derecede ibadete ve âhiret işlerine yönelirdi. Bu ayın çoğu günlerini oruçlu geçirirken, geceleri de diğer gecelerden çok farklı bir şekilde ihya ederdi.

Bir Berat Gecesinde uyanıp da Resulullah Aleyhissalâtü Vesselamı yanında bulamayan Hz. Âişe kalkarak Efendimizi aramaya başladı. Sonunda Peygamberimizi Cennetü’1-Bakî mezarlığında başını semaya kaldırmış halde buldu.
Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam mübarek hanımına Berat Gecesinin faziletini şöyle anlattı:

Muhakkak ki, Allah Teâlâ Şâban’ın onbeşinci gecesinde dünya semasına rahmetiyle tecelli eder ve Benî Kelb Kabilesinin koyunlarının kılları sayısınca insanları mağfiret eder.”9

İşlenen sevaplı amellerin değeri başka zamanlarda on ise, Berat Kandilinde yirmi bindir. Meselâ başka zamanlarda okuduğumuz bir tek Kur’ân harfine on sevap veriliyorsa, bu gecede her bir harfine yirmi bin sevap verilmektedir.

Bu bakımdan tam bir ihlâsla çalışıp ihyasına gayret gösterebildiğimiz takdirde Berat Kandili elli bin senelik bir ibadet hayatının sevabını bir gece içinde bize kazandırabilir. “Onun için elden geldiği kadar Kur’ân ve istiğfar ve salavatla meşgul olmak büyük bir kârdır.”10

Tek kişinin çalışma ve kazanma gücü maddi hayatta olduğu gibi manevi hayatta da sınırlıdır diyorsak, bunun çaresi vardır. Aynı gayeyi paylaşan ve dünyada aynı maksatla yaşayan mü’min kardeşlerimizle birlikte teşkil ettiğimiz manevi şirket; bize hesabından âciz kalacağımız sonsuz bir manevi serveti kazandırabilir. Üstelik maddi kazançlarda kâr, ortaklar arasında bölünerek küçüldüğü halde mânevi kârda böyle bir şey kesinlikle söz konusu değildir. Çünkü manevi faaliyetler nurludur. Nur ise maddi eşya gibi küçülmez ve bölünmez.

Berat Gecesi ibadeti

Gecenin manevi değeri dolayısıyla namaz, Kur’ân tilaveti, zikir, tesbih ve istiğfarla geçirilmesi, bu gece vesilesiyle muhtaçlara yardım ve benzeri hayırlı amellere özel bir önem verilmesi müstehaptır.

İmam-ı Gazali Hazretleri el-İhyâ’da, Berat Gecesinde yüz rekât namaz kılınması hakkında bir rivayete yer verse de, hadis âlimleri bu namazın sünnette yerinin olmadığını, böyle bir namazın Hicretten 400 sene sonra Kudüs’te kılınmış olduğu tesbitinde bulunurlar. Hatta İmam Nevevi böyle bir namazın sünnette bulunmadığı için bid’at bile olduğunu ifade eder.

Bunun yerine kaza namazının kılınması daha isabetli olacaktır. Bununla beraber kılındığı takdirde de sevabının olmadığı anlamına gelmez.
Çünkü ibadet alışkanlıklarının iyice azaldığı zamanımızda insanların bu vesileyle namaza yönelmelerini hoşgörü ile karşılamak faydalı olacaktır.

Berat Gecesi Duası

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam bu gece Rabbine şöyle dua etmiştir:
Allahım, azabından affına, gazabından rızana sığınırım, Senden yine Sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamd etmekten âcizim. Sen Kendini sena ettiğin gibi yücesin.“11

Berat Duası

Bazı mâna büyüklerinin de şöyle bir duası vardır:

Allahım, şayet ismimi saîdler defterine yazdıysan, orada sabit kıl. Şayet ismimi şakiler defterine yazdıysan oradan sil. Çünkü Sen buyurdun ki, ‘Allah dilediğini siler yok eder, dilediğini de sabit bırakır, Levh-i Mahfuz Onun katındadır.”12

Bu idrak ve şuur içinde ihya edeceğimiz Berat Gecesinin hepimiz için hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Haktan niyaz edelim.

Sorularla İslamiyet

Kaynaklar
1 Hülâsâtü’l-Beyân. 13:5251.
2 Şualar, s,426.
3 TDİ.”Berat” maddesi.
4 Hak Dini Kur an Dili, 5:4295
5 İbni Mâce, İkame, 191.
7 et-Tergîb ve’t-Terhib, 2:118.
8 İbni Mace, İkametü’s-Salât, 191; Tirmizî, Savm, 38.
9 Tirmizî, Savm:39.
10 Şualar, s.426.
11 et-Tergib ve’t-Terhîb, 2:.119, 120.
12 Ra’d Suresi, 39; Mecmuatü’l-Ahzab, 1:597.