Etiket arşivi: tuğba akbey inan

Yerinizde Kalın

Anneliğe dair  verdiğim eğitimlerde ya da seminerlerde  “ Bu anlattıklarınızı evde uygulamayan babalara öneriniz ne olur?” sorusuyla karışılaşıyorum her defasında.” Hepsini ortadan kaldıralım en iyisi “ esprisi ile yanıt veririm önce. Çözüm olur mu dersiniz:)

Bu soru çocuklarla ilgili meselelerin kısır döngüsü. Babalara anlatınca bihaber annelerden, annelere anlatınca ilgisiz babalardan şikayet etmeye başlıyor eşler.  Haklılalar da… İki kanattan birinin olmadığı bir kuşu uçurmaya çalışmak gibi tek başına bütün yükü almak. Yalnız kaçırılan nokta yine birbirimizi “oldurmaya” çalıştığımız gerçeği. Okuduğumuz bir kitabı, aldığımız eğitimi eşimizi baba oldurmak ya da anne oldurmak üzerine kurgulamaya başlayınca aslında onu anneliği ve babalığı konusunda eleştirmiş oluyoruz dolayısıyla  kendisini savunmak zorunda bırakıyoruz. Ya da bize saldırmak zorunda hissediyorlar kendilerini…

Nagihan Hanım’da bu konuya dair yazı yazınca aynı dertten muzdaripler için kendi tecrübelerimle maddeleştirmek istedim yapılabilecekleri;

Birincisi anne, baba görevlerini yapmıyor diye, evin kural koyanı ya da otoritesi olmamalı.  Annenin yerinden ayrıldığı durumlarda, babada sorumluluğunu yerine getirmiyorsa ,çocuğa hem anne rolü açısından hem de babalık rolü açısından yanlış bir yöneliş gerçekleştirmiş oluruz . Anne babaya rağmen yerinde durmalı, baba anneye rağmen. Anne babaya rağmen şefkatinden ve merhametinden vazgeçmemeli, baba anneye rağmen kararlılığından ve güvenilirliğinden.

İkinci  anneler çocuklarını akşam gelir gelmez babalarına şikayet etmekten vazgeçmeli. Tüm gün yaşananları eş kapıdan girer girmez anlatmaya başlayınca anne, “ başbelası” olarak anlatılan çocuğa,  babanın da “ zapdedilmesi gereken bir varlık”  olarak bakması demek. Babalar bu hali “ Annesine bütün gün çektirmiş ben haddini bildireyim” şeklinde yorumluyorlar. Ben annelerin eşlerinin içlerinde çocuklarla ilgili  vicdan kuyuları kazmasından yanayım. Gece yatağa uzandığınızda çocukların o gün yaptığı güzel ve sevimli şeyleri anlatmak babanın vicdanını harekete geçiriyor. Çocuğa ters ve yanlış davranan bir eşi baş başa kaldıklarında “ bu yaptığına çok üzüldüm, o daha küçük bir çocuk” diye uyarmalı anneler. Çocuğun yanında yapılan her ihtar, baba çocuk ilişkisini abi kardeş ilişkisine dönüştürüyor zira.

Üçüncüsü kriz anında bir kitaptan ya da uzmandan öğrendiğiniz bilgileri eşlerinize söylemeyin. Zira kriz anında akıllı düşünme devre dışı kalacağından, söyleyeceklerinizin hiçbir tesiri olmayacaktır eşiniz üzerinde. Bunun yerine öğrenilenleri çay ya da kahve içerken muhabbet konusu haline getirmek eş üzerinde çok daha tesirli oluyor. Yani bıkkın cümleler yerine onu kendi şefkatli ve çocuk bakışıyla bakan dünyanıza çağıran cümleleriniz olsun.

Dördüncüsü ahirette hepimiz kendi anneliğimizden ya da babalığımızdan hesap vereceğiz. “ Neden eşini baba yapmadın?” diye bir hesabımız olacağını sanmam. Ama “ Neden anneliğinin ve babalığının hakkını vermedin” sorusuyla karşılaşabiliriz. Bunun için meseleye o yapmadığı için ben daha iyi bir anne/ baba olamadım kolaycılığından çıkarmak gerekiyor diye düşünüyorum. Diğeri iyi olduğu için iyi olmayı beklemek çocuklara yapılmış önemli haksızlıklardan biri bana kalırsa.

Velhasıl Efendimiz (s.a.v)’in Uhud Savaşı’nda Müslümanlara “ Yerinizde kalın”çağrısını hatırlamak gerek böyle zamanlarda.

Kimse yerinden ayrılmazsa, herkes daha mutlu olur.

Tuğba Akbey İnan

cocukaile.net

Kutsalımıza Sahip Çıkalım

Ülkemizde bir şey kutsallaşmışsa sonrasında çok da çaba sarf etmesi beklenmiyor toplumdan. Evlilik kutsal biz de… Anne olmak… Öğretmenlik…

Ama  sorunların tamamını kutsal atfettiğimiz “roller” üzerinden konuşmaya başlıyoruz. Üstelik kutsamak dışında pek de bir şey yapmadığımız bu rolleri çok sevmemiz ve şikayet etmememiz bekleniyor bizden.

Kendimizi sürekli Batı’daki istatistiklerle avutuyoruz.  Onların kötü giden evliliklerinden bahsediyoruz. Ama ne erkekler ne de kadınlar uzmanlara başvurmak dışında sahici adım atıyorlar rolleri için.

Son dönemde okuduğum Batı kaynaklı evlilik ve aile kitaplarında gördüğüm şey, hiç de bizim buradan büyük cümlelerle konuştuğumuz Batı algısı gibi değil mesela. Mutlu evlilikler için, daha iyi çocuklar yetiştirmek için çaba sarfeden, adım atan insanlar görüyorum ben daha çok.

Ailelerini tıpkı bir şirket hassasiyetiyle ciddiye alanları, projeler üretenleri ve bir eğitim silsilesiyle değişenleri okuyorum. Bunu dünyevi kaygılarla yapıyorlar sadece. Peki biz ne yapıyoruz dertleşmek dışında?

Uzun yıllar evli kalanlara evlilik formüllerini sorsak “sevgi, saygı, hoşgörü” klişesinden daha çok ne duyabiliriz? Kaldı ki bunun içinin neyle doldurulduğunu konuşmaktan bahsediyorum daha çok.

Ev, okul ekseninde “kutsanmış” rollerin arasında çocukluklarını yaşamaya çalışıyor yavrularımız da. Her birinin bize benzeyen evlilikleri ya da bize benzeyen ebeveyn yaklaşımları olsun ister miyiz mesela? Anne ya da babasına benzemekten hızla kaçan çocuklar yetiştirebilmeyi başaran“yuvalarımız” gerçek yanıtı da verecektir.

Baba ve anne olmanın hakkını ne derece verebildiğimizi daha çok düşünmemiz gerekmiyor mu, boşanmaların artışını konuşmadan önce? Bir yuvayı kurtarabilmek yerine bozmayı nasıl öğrettik mesela çocuklarımıza? Onların yanında çözemediğimiz problemlerimizle mi?

***

Sadece evlilikler de değil annelik üzerine de aynı kutsiyet üzerinden inşa ettiğimiz bir algımız var. Anne olan için de, annelik hakkında konuşan için de durum aynı üstelik.

Anneler bu kutsiyetle, eleştirilmeyi kabul etmiyorlar, toplumsa bu kutsiyeti toplum içinde görmediği sürece kutsallığı devam etsin istiyor.

Çocukla sokağa çıkılmasın, arabaya binilmesin, misafirliğe gidilmesin, gezilmesin istiyor bu kutsallık. Ama annelik kutsal demeyi hiç ihmal etmeden oluşturuyor tüm bu beklentiyi.

Sürekli mutsuzluk, huzursuzluk ve dışlanmışlık hissettiren kutsallığı ne yapsın peki bizden sonraki kuşak? 
Evliliklerimize ve çocuklarımıza yüklediğimiz anlamlar büyükken, eylemlerimiz sıradan olmaktan öteye gidemiyor ne yazık ki. Pek çoğumuz kaktüs ekip, gül biçmeyi bekliyoruz çabamızın sonunda.

Her alandan bilgi akan yeni dünya düzeninde “biz böyle gördükten” daha fazla şey yapmaya ihtiyacımız var. Üstelik kadim kaynaklara dönsek yeniden, pusulamızı ne denli şaşırdığımızı da fark edeceğiz ama bir türlü atamıyoruz üzerimizdeki ataleti.

Bu genellemelerimin içinde “istisna “olanlar vardır elbette. Zaten ben de onların peşindeyim daha çok. Onlar anlatsın istiyorum evlilikleri ve rollleri için yaptıklarını. “İçinde bulunduğum huzursuzluğa hapsolmadım, adım attım”  desinler.

***

Uzun zamandır projeksiyonunu evliliklere ve çocuklara tutmuş biri olarak, bu konunun yaralarına dair atılacak adımların daha kapsayıcı ve uygulayıcı olmasının çözüm olduğunu düşünüyorum. Okullarda toplumun en küçük yapı taşı diye öğretilen “aile”nin, yıkılan toplum taşının altında kalmadan bu adıma ihtiyacı var çünkü.

Tüm bahanelerden sıyrılıp daha iyisi için kafa yormaya, eyleme geçmeye çalışanlar artmayacaksa kimse aileyi ve anneliği kutsamaya devam etmesin derim.

Ya da kutsallarımıza sahip çıkalım, hem de vakit kaybetmeden…

Tuğba Akbey İnan

Vahdet Gazetesi

Anne Karnından Gelen Turist

Bir şehri tanıtan rehber olsaydık o şehrin tüm detaylarını öğrenir ve şehri tanımaya çalışan insanlara anlatırdık. Turistlerin hangi soruları sorup, neleri merak edeceklerini düşünüp o konular üzerinde önceden çalışma yapar, şehri onlara güzel ve sorunsuz şekilde anlatmaya çalışırdık. Bunun öncesinde bir takım çalışmalar yapardık elbette. Eğitimler alır, okumalar yapar, tecrübelilerin önerilerini dinler sonra kendimize göre bir tarz oluşturmaya çalışırdık. Ezberden okur gibi değil, anlatır gibi olmak bize artı puan kazandırırdı turistler nazarında. Ne kadar kendimize özgü olursak o derece iyi bir rehber ve ne kadar çok anlatırsak konuya o kadar hâkim olurduk.

Anne babalıkta çocuğun rehberi olmak demek aslında. Anne karnından geldiği dünyayı tanımaya çalışan turist onlar. “Burası dünya yavrum” diyerek, hayatı anlatmak gerek onlara. Önceki tecrübeleri yadsımadan, okumalar yaparak, eğitimler alarak ve kendimize özgü bir dille yapmak gerek bu rehberliği.

Oysa pek çok anne baba başımıza gelenler ortak olsa da sanki dünyada sadece o bu yollardan geçiyormuş gibi bir niyetle yola çıkıyorlar daha çok. Sanki doğan her canlının gaz, uyku, iki yaşında anne sütünden ayrılma, üç yaşına doğru bezini bırakma, dört beş yaşında Allah’a dair sorular sorma, okul başlayınca derslerini çalışma, lisede ergenlik gibi süreçleri olmaz gibi bir algıyla bakınca çocuklarına her şey daha karmaşık oluyor kanaatim o ki…

Durumu o an başımıza geldiğinde çözmeye çalışmak çoğu zaman kaygıyla yapıldığı için daha karmaşık bir noktaya taşıyabiliyor anne babaları. Bir süreç gibi bakmak yerine hemen çözülsün istiyoruz böyle zamanlarda problemler.

Hâlbuki her çocuğun seyri üç aşağı beş yukarı benzer seyirler gösterir. Hepimiz ortak yollardan geçtik. Birkaç ay oynamıştır zamanlama da en fazla aramızda. Çocuklarımız içinde durum aynı. Yürüdüğümüz yollardan rehberliğimizle yürümek istiyorlar sadece. Üstelik bunu yaparken ihtiyaçlarını da ifade ederek, işimizi kolaylaştırıyorlar.

Pek çok anne babaysa bu yardımları görmeden kaygıyla hareket ettiği için problemi o an çözmeye çalışıyor ne yazık ki… O an öğrenirse çözebileceğini düşünüyor ya da… Bir kitabı okurken, bir uzmanı dinlerken sadece o an kendisini ilgilendiren konulara odaklanıyor, bütünü göremiyor. “ O gelince düşünürüz” diye yola çıkınca, o an gelince düşünmekten çok daha fazlasına ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Bu kez daha bir kaygı kaplıyor içlerini. “Ya yanlış bir şey yaparsam” kaygısı, çoğu zaman öğrenileni bile uygulamayı mümkün kılmıyor.

Bu kadar ortak bir süreç varken, okunana ve danışılana bütün bir nazarla bakılsa çok daha kolaylaşacak oysaki bu yolculuk. Bildiklerimizin ve bilmediklerimizin dökümünü çıkarıp, bilmediklerimizi kendimize ödev saysak, öğrenmeye çalışsak daha sükûnetle yol almak mümkün olacak.

Öğrendiğimiz ebeveynliğin olumlu olumsuz tüm yanlarını aktarma gücümüz olduğunu fark edip, gereksiz duraklarda durmak yerine, bizi zorlayacak duraklar için tedbir almayı başarabilsek bu kadar kaygılanmayacağız.

“Biz de böyle büyüdük” ile “çocuğuma bana davranıldığı gibi davranmayacağım” arasında bir yerlerde, daha farkında olarak durmak, hem geçmişten aldığımız güzel emanetleri kendi çocuklarımıza devretmemiz için, hem de miras bırakmak istemediklerimizi görmemiz açısından çok daha sağlıklı olur.

Bir çocuk “Allah nerede?” diye sormadan, bu çocuğa bunun nasıl anlatılacağını öğrenmeliler anne babalar. Çocuğun eline kitap tutuşturmadan, kendi ödevi saymalı bu konuyu. Çocuğun tuvaletini söyleme dönemi gelmeden, bu konuda çocuğun verdiği işaretleri okuyacak düzeye gelmeli ki her iki taraf için de süreç kolay olsun.

Velhasıl her şeyi o an öğrenmeye çalışmak yerine, rehberliğin keyfini çıkarmalı.

Bir öykünün ucundan tutup, devamını onlara yazdırmak demek bu biraz da…

Tuğba Akbey İnan / www.cocukaile.net

Nasıl Hatırlanmak İstersiniz?

Kendime en çok sorduğum sorulardan biri de “Çocuklarım tarafından nasıl hatırlanmak istediğim” sorusudur. Nasip olursa kızlarım da büyüyecekler ve şu anda ne yaşıyorlarsa , “ben çocukken” diye anlatmaya başlayacaklar yetişkinliklerinde. Sesim, sözüm, tavrım, onlara davranış biçimim, hatalar karşısındaki duruşum, diğer insanlarla ilişkim, eşimle olan ilişkim, hepsi bilinçaltı denen kara kutuya hapsolacak ve bir gün tek tek çıkacaklar saklandıkları yerden. İşte o zamanlarda çocuklarım tarafından ya hayırla yâd olunacağım ya da bana benzememek için ellerinden geleni yapacaklar. Elbette benden çok daha ilerde ve iyi bir ebeveynlik anlayışları olsun isterim. Sadece onlar için değil, onlardan sonra gelecek nesiller içinde “hayırlı miraslar” bırakmak demek bu aynı zamanda benim için çünkü.

Belki de kendime sorduğum bu soru ve hissettiğim sorumluluk sebebiyle anne ve babalarını anlatan çocukların hikâyelerini okumaktan büyük lezzet alıyorum. Bir kitaba sığacak hikâyeler bırakmayı, gündelik telaşlarımız, beklentilerimiz yüzünden ıskalıyoruz çoğu zaman pek çoğumuz. Değil bir kitap, bazen güzel bir anı bile bulmakta zorlanıyor pek çok yetişkin kendi geçmişinde. Yani değil bir kitap, tek bir cümle bile bulmakta zorluk çekecek pek çok çocuk gelecekte.

***

Bugünlerde büyük kızıma uyumadan evvel “Çılgın Babam” isminde bir kitabı okuyorum. Birkaç sene önce beğenerek okumuştum ben de kitabı. Bazen yazarla ortak hayatlar paylaşmasanız da, hikâyeleriniz başka yöne doğru aksa da, içinizi sızlatan hatıralar duygularınızı harekete geçiriyor. Benim için Zeynep Cemali’nin yazdığı bu kitap da öyle.

Kitapta, Küçük Zeynep bir gün babasının iş yerine gidiyor. Babasının bir işi çıkıp, uzun zaman gelmeyince, Zeynep çişini tutamıyor ve altına yapıyor. Babasının kendisini böyle görecek olması onu çok utandırıyor. Babası işini bitirip geldiğinde salya sümük ağlayan küçük kızla karşılaşıyor. Kızına üstünü değiştirebileceği şeyler alıp, lavaboya gönderiyor ve üzerini değiştirip, mahcubiyetle başı önde yanına gelen kızının başını kaldırarak

“Yavrum, suyun ve sabunun temizleyeceği hiçbir şey seni utandırmasın” diyor.

O kadar çok tekrar ettim ki bu cümleyi içimde. Ve o kadar çok sevdim ki… Eğer güçlü bir bağ varsa çocuklarla aramızda, tek bir cümlenin bile yitip gitmediğini düşündüm.

Tabi bunun tam tersinin de hafızalardan kaybolmadığını… O baba, “Ne yapıyorsun sen, utanmıyor musun yaptığından” diye bir tokat atsaydı kızının suratına, küçük kızın kalbinde bu hikâyenin nasıl bambaşka bir hale dönüşeceğini düşünün.

***

Bu hikâye bana okuduğum bir röportajda -İsmini hatırlayamıyorum ama- seksen yaşlarındaki bir teyzenin annesini anlattığı cümleleri hatırlatıyor. Diyor ki teyze röportajda annesiyle ilgili;

“Annem o kadar merhametli ve şefkatliydi ki, okuldan çıktıktan sonra gidilebilecek en güzel evin kendi evim olduğunu düşünürdüm.”

“Bu hikâyedeki anne de, merhametsiz ve şefkatsiz olsaydı muhtemelen cümle “Okuldan sonra gidilebilecek en kötü yerin kendi evim olduğunu düşünürdüm” haline dönüşecekti.

Bir olay ve iki farklı davranış hali bile bazen bir hikâyenin başlığını değiştirebiliyor. Saygın ve sevgi dolu bir anne baba olarak anılmakta, merhametsiz ve sevgisiz olarak anılmakta bir tercih nihayetinde. Her tercihin bir bedeli var. Kiminin payına bir kitabın kahramanı olmak düşer, kiminin payına isminin bile anılmasına tahammül edilmeyen olmak…

Bazen yüzlerce çocuk eğitimi kitabı okumaktan daha çok şey öğretir hikâyeler insana. Tek bir cümleyle, bir ömrü, çocukluk anılarını güzelleştirmek mümkün bu sebeple.

Peki siz nasıl bir anne baba olarak hatırlanmak istersiniz çocuklarınız tarafından?

Tuğba Akbey İnan / Vahdet Gazetesi

 

Sözümü Dinlemiyor Kibri

Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın 1982 yılında İstanbul’da gerçekleştirdiği, çocuk yetiştirmede değerlerin araştırıldığı saha çalışmasında, araştırmaya katılan ebeveynlerin yüzde atmışı çocuklarında aradıkları ilk özellik olarak “anne- babanın sözünü dinlemeyi” seçmişler. Anneler için, “çocukların kendine yeterli olmasından” çok “anneye iyi davranması”, “uysal olması”, “söz dinlemesi” “diğer insanlarla iyi geçinmesi” öncelikle belirtilmiş. (İbrahim Zeyd Gerçik- İletişim Psikolojisi)

Bu araştırmayı okuyunca sosyal medyada gezinen karikatür geldi aklıma. Karikatürde bir anne çocuğunu karşısına alıp “Tatlım, büyüdüğünde iddialı, kendine güvenen, bağımsız ve irade sahibi biri olmanı istiyorum. Fakat bir çocukken, pasif, uysal ve itaatkar olmanı istiyorum.” diyordu.

Ünlü bir anne kendisiyle yapılan röportajda çocuğunun nasıl biri olmasını istediği sorusuna “özgüvenli, kendini ifade eden” cevabının ardından peki kurallar konusunda nasıl bir annesinin sorusuna “kızım kurallara uymadığında içimden nasıl bir canavar çıkacağını çok iyi biliyor” cevabını veriyordu.

Yani değişen bir şey yok. Çocuklarının gelecekte olmasını istediği kişi olmasına, şimdiki zamanda müsade etmiyor anne babalar.

Zaten anne ve babaların çocuklarıyla ilgili sıkıntılarını anlattığı cümleler de genelde “hiç sözümüzü dinlemiyor” ile başlar.

Böyle zamanlarda çocuk olmanın ne kadar zor olduğunu düşünürüm sıkça. Üstelik yaş olarak çocuk olmanız gerekmiyor bu beklentiler için. Koca koca çocuklar olsanız da, anne ve babaların ilk beklentisi “sözünün dinlenir olması“ oluyor genelde. Ama yine küçük ve savunmasızken her şey daha zor oluyor tabi.

Siz de sokakta, yolculukta, yakınlarınızda, anne babaların sözünü dinletmek için tehdit, şiddet, zorlama gösterdiği çocukları görüyorsunuzdur.

Elbette anne ve babalar bunu kötü niyetle yapmıyorlar. Ama niyet kötü değil diye, bunun doğru olduğunu iddia edemeyiz. Sözünün gelecek zamanda etkisini düşünmeden, kendi ruh haline göre değişen, başkası ne der diye bina eden ebeveynlerin cümlelerinin dinlenmesini beklemek de “anne babalık kibirlerinden” zannımca.

Başka bir ailenin reisi ya da hanımı olarak, başka çocukların anne ve babası olarak ya da iş hayatına hazırladığımız bugünün çocuklarından beklentimizin sadece “sözümüzü dinlemeleri” olmalarını başka türlü nasıl açıklayabiliriz ki?

Kendi sözünü kutsal sayanların, Allah’ın sözlerini hemen dinlememelerinden anlaşılıyor bu kibir aslında.

İsmini söyler söylemez yanına gelmediği için çocuğuna kızan birine “Ezan okunurken hemen namaza duruyor musun?’’ diye sormuştum, cevabı “Hayır“ oldu tabi. “Allah’ın davetinden daha mı kudretli sayıyoruz davetimizi?” sorusunu yöneltmiştim ona. Cevabı sessizlik oldu, belki de kızmıştır bana. Soruya kızsak da evet, bazen sözlerimizi kutsal saymamızdan hep bunlar.

Konuşurken, araba kullanırken, karı koca ilişkilerinde, kulluğumuzda bir yetişkine yakışmayacak duruşlar sergilesek de, kendimize gösterdiğimiz toleranslar çocuklara gösterdiğimiz toleranslardan hep daha fazla oluyor genelde.

Bu arada kimse “Ne kadar sözü dinlenir biriyim?” cümlesini sormuyor kendine. ”Eylemlerimizle, cümlelerimizle, başkalarıyla olan diyaloglarımızla çocuğumuzun gözünden nasıl gözüküyoruz?” sorusunu hiç konuşmuyoruz. Düzeltilmesi gereken hep çocuklar nedense.

Gandi “Dünyada görmek istediğimiz değişimin kendisi olmalıyız” der. Saygılı çocuklar için saygın, sözümüzü dinleyen çocuklar için sözü dinlenir, güven duygusu gelişmiş çocuklar için güvenilir biri olmayı anlıyorum ben bu sözden.

“Sözümüz mü dinlenmiyor?” Yoksa “Dinlenecek sözümüz mü yok?” sorusunun cevabı anne ve babalıkta kibir ölçümümüzü de yaptıracaktır bize.

gazetevahdet.com