Etiket arşivi: ümit şimşek

Okumanın en kötü şekli: kolay okumalar

Çamaşırı, bulaşığı ve daha nice zorlu işleri makinelere yükleyeli epey zaman oldu. Fakat okuma işini bizim adımıza yapacak bir makine henüz icad edilmedi. Biz her zamanki eğlencelerimize dalıp gitmişken, bir makine bizim yerimize kitap okuyup da bilgilerini bluetooth gibi bir mekanizma ile bizim beynimize yüklese, böylece her hafta bir kitabı, her sene ortalama 50 kitabı okuma zahmetini çekmeden okumuş olsak fena mı olurdu?

Gerçi kitap okuma makinesini icad edemedik, ama kitap okumayı mekanik bir işe haline çeviren yöntemler icad ettik. Bunlara da “kolay okuma”, “basit okuma” gibi isimler taktık.

Bu yöntemlerin işleyişi son derece basit:

Biz olduğumuz yerde duruyoruz. Kitabı kendi seviyemize indiriyoruz. Ve okur gibi yapıyoruz. Sonunda da, Woody Allen’ın meşhur nüktesinde olduğu gibi, meselâ Savaş ve Barış’ı okuduktan sonra, olayın Rusya’da geçtiğini anlayabiliyoruz!

***

Biz bu tuzağa yeni düşmüş sayılmayız. Latin alfabesini de bize kolaylık vaad ederek kabul ettirmişlerdi. Anlatıldığına göre, zor olan alfabeyi terk edip kolay olana geçince okumayı da, yazmayı da çok kolay öğrenecek ve çok okuyup çok yazan bir toplum olacaktık.

Bu vaadlerle okumayı bir gecede unuttuk. Yüzyılların ilim ve irfan birikimini sırtımızdan atıverdik. Bu suretle, kolaylık denen şeyin “ilim ve irfan yükünden kurtulmak” mânâsına geldiği anlaşılmış oldu. Bunu takip eden diğer kolaylıklardan sonra ulaştığımız “okuma-yazma-anlama-anlatma” seviyesi, halihazırdaki resimde görüldüğü gibidir.

***

“Kolay okuma” merakının, bizden çok önce Batı toplumlarında başgösterdiğini anlıyoruz. Ünlü düşünür Thoreau, on dokuzuncu yüzyılda, “kolay okumalar” ve “küçük okumalar” şeklindeki uygulamalardan yakınıyordu:

Kim olursa olsun, yere düşmüş bir gümüş doları kapmak için yolunu değiştirir. Ama, eskilerin en üstün akıllı adamları tarafından söylenmiş altın değerindeki sözler orada dururken, biz, ancak kolay okuma, başlangıç ve sınıf kitapları seviyesindeki kitapları okumayı öğreniyoruz. Okulu bitirdikten sonra da, ancak ‘küçük okumalar’ ile çocuklara hitap eden başlangıç seviyesindeki hikâye kitaplarını okuyoruz. Ve okuma, konuşma ve düşüncelerimiz, ancak pigmelere ve cücelere yaraşan pek düşük seviyelerde kalıyor.

Ünlü düşünür, sözlerinin devamında, hiç okuma yazma bilmeyen köylüler ile kolay okuyucular arasında ciddî bir fark göremediğini söylüyor.

***

Okumak bir kafa işidir; kafa yormak da dünyanın en zor işidir. Bunu anlamak bize zor gelmiyor. Anlamakta zorlandığımız şey şu:

Okumak, aynı zamanda, dünyanın en zevkli işidir. Zordur, ama zevklidir. Göz için bakmak, dil için tatmak ne ise, zihin için öğrenmek ve yeni ufuklara açılmak da odur. Zihnin iştahına ilim ve irfanla cevap vermek, midenin açlığına bir ziyafet sofrasıyla cevap vermekten çok daha haz verici bir iştir. Yoksa, insanı bulunduğu yerden daha yukarıya çıkarmayan bir okumadan kim ne bekleyebilir?

Gel gelelim, dildeki çoraklaşma kelime dağarcığımızı sürekli olarak daralttığı için, okunmaya değer birşeyler arayanlar, aradıklarını buldukları zaman, ekseriyetle onun yanında bir de problem buluyorlar:

Dil problemi.

Bu problem, aslında, insanın zihnini yeni âlemlere açacak ve onu yeni mânâlarla tanıştıracak bir fırsat iken, kolay okumalara alıştırılan ve sahilden uzaklaşmaya cesaret edemeyen ürkek ve tembel beyinler, bu fırsatın değerini takdir edemiyor.Orada bir pazar bulunduğunu keşfeden tüccarlar ise, en değerli eserleri mânâ zenginliğinden soyutlayarak, kimi zaman da “sadeleştirme” gibi etiketler altında “kolay okuma” versiyonları üretmekte gecikmiyorlar.

Netice:

Biz yerimizde sayıyoruz; okur gibi yaptığımız kitaplar geriliyor.

***

Kolay okumalarımızın en kötüsü, Kur’ân söz konusu olduğunda karşımıza çıkıyor. Gerçi onun metni üzerinde oynamak ve “kolay okuma” versiyonlarını üretmek kimsenin aklından geçen birşey değil. Fakat muhtelif ilimlerin ve on dört asırlık irfan birikiminin yardımıyla onu anlamaya çalışmak ve onun üzerinde ciddî şekilde kafa yormak bize zor geliyor. Bu defa Kur’ân’ı mânâ derinliğinden ve zenginliğinden soyutlayarak sıradan bir metin olarak ele alıyor ve onu en basit ve tembel zihinlerin seviyesinde incelemeye başlıyoruz.

İşte, kolay okuma hevesinin bizi getireceği yer bundan başkası değildir. Merhum Muhammed Gazalî’nin bizi bir şokla kendimize getirmesi gereken şu tesbiti, bu konuda başka söze hacet bırakmıyor:

“Öncekiler Kur’ân’ı okuduklarında onun seviyesine yükseliyorlardı. Biz ise Kur’ân’ı okuyup kendi seviyemize indirmeye çalışıyoruz.”

ÜMİT ŞİMŞEK

Şizofrenlerin Hükmedici Makinesi nasıl gerçek oldu?

Viktor Tausk adında bir psikiyatrist, 1919 yılında “Şizofrenide Hükmedici Makinenin Kaynağına Dair” başlıklı bir tebliğ yayınlamıştı. Tebliğ, şizofreni vak’alarında görülen son derece dikkat çekici bir ortak noktayı inceliyordu:

Hükmedici Makine.

Tausk’un incelediği hastalar, sanki bir merkezden yapılan yayını izliyor gibiydiler. Bunların hepsi de bir Hükmedici Makineden söz ediyor, yine hemen hemen hepsi de bu makinenin özelliklerini birbirine yakın şekilde tasvir ediyordu:

Siyah renkli bir kutu şeklindeydi Hükmedici Makine; çarkları ve dişlileri vardı. Bu kutudan delirtici ışınlar ve iki boyutlu resimler çıkıyordu. Zalim bir güç tarafından yönetilen makine, bu ışınlar ve resimlerle, hedefindeki insanların zihinlerinden düşünceleri siliyor, onun yerine daha başka düşünce ve duygular yerleştiriyordu. Sonunda, insanlar, bu düşünce ve duyguları gerçek dünyadan ayırt edemez hale geliyordu.

Tausk’un, bu konudaki çalışmalarını ilerletme fırsatı olmadı. Çünkü aynı sene, hem kafasına kurşun sıkmak ve hem de kendisini asmak suretiyle iki yöntemi bir arada kullanarak gerçekleştirdiği olağanüstü bir intiharla hayatına son verdi. İntihar sebebi kesin olarak bilinmediği için, bunda Hükmedici Makinenin bir parmağı olup olmadığı hakkında tahmin yürütemiyoruz.

***

Viktor Tausk bu tebliği yayınlarken, dünyanın çeşitli yerlerinde de insanlar Hükmedici Makineyi icad etmek için hummâlı bir şekilde çalışıyorlardı.

Çalışmalar, biri mekanik, diğeri elektronik olmak üzere iki koldan yürüyordu. Sonunda, Tausk’un tebliğindeki gibi dişli ve çarklarla çalışan mekanik model değil de, elektronik model üstünlüğü elde etti. 1927 yılının 7 Eylül günü, Hükmedici Makine ilk yayınını gerçekleştirdi.

Makineden çıkan ilk resim, Amerikan dolarının simgesi idi.

***

Bundan sonrası çok hızlı gelişti. Hükmedici Makine, 1940’lı yılların ortalarında binlerce Amerikan evine girmiş, ’50’li yılların başlarında bu rakam milyonları bulmuştu. Az bir zaman sonra, onun girmediği ev, evden sayılmamaya başladı. Sonra her eve bir tane de yetmez oldu. Derken, Hükmedici Makineden çıkan iki boyutlu resimler siyah beyazdan renkliye döndü ve kurbanları için çok daha cazip bir hal aldı.

Hükmedici Makine, önceleri büyük ölçüde Amerikan halkına ait bir ayrıcalık iken, teknolojinin ucuzlayıp yaygınlaşmasına paralel olarak, hattâ ondan da hızlı bir şekilde, diğer ülkelere yayıldı ve dünyaya Amerikan Rüyasını pazarlayan en önemli araç haline geldi.

***

Hükmedici Makinenin artık farkında bile değiliz: tıpkı beynimizin farkında olmadığımız gibi. O, artık bizim bir parçamız. Daha doğrusu, bizi “biz” yapan şey.

O, evimizin en mutenâ köşesinden bize hükmediyor. Evlerimize yerleşirken onu kıble ediniyor ve oturmalarımızın bütün rükünlerinde yüzümüz ona yönelecek şekilde eşyalarımızı düzenliyoruz. Bir öğrencinin iki öğretim yılı boyunca okul sıralarında geçirdiği zamanı, biz bir sene içinde Hükmedici Makinenin karşısında tüketiyoruz.

Bizim ona harcadığımız zaman ve paranın karşılığını, o da bütün hayatımızı yönlendirmek şeklinde bize ödüyor. Onun sayesinde biz ne yiyip içeceğimizi, ne giyeceğimizi, ne konuşacağımızı, ne hissedeceğimizi, neyi hayal edeceğimizi düşünmek zorunda kalmıyoruz. Kime kızacağımızı, kimi beğeneceğimizi, kimi taklit edeceğimizi o bize bildiriyor. Bir akşam onu ihmal edecek olsak, ertesi günkü ahbap sohbetlerimizde neyi konuşacağımızı bilemiyoruz.

O hergün bize bir hedef gösteriyor. Bir gün bir modanın, ertesi gün başka bir eşyanın peşinde koşuyoruz. Birini yakalamadan önümüze başka bir hedef koyuyor. Böylece, amaçsızlık gibi bir problemi hiçbir zaman yaşamıyoruz; her zaman peşinde koşacağımız bir idealimiz oluyor. Bunlar peşinde koşulmaya değer mi, değmez mi; orası tartışılsa bile, inkâr edilemeyecek bir başka gerçek var ortada:

Hiç değilse zaman geçirme gibi bir problemimiz yok artık. Hükmedici Makine sayesinde, ömrümüzün nasıl geçtiğini anlamıyoruz bile.

***

Gerçi bütün bunların yanı sıra bazı problemler de yaşamıyor değiliz:

Kitap okuma, aile ve akraba sohbetleri, ilim meclisleri gibi şeyleri çoktan unuttuk. Bu arada, dikkatimizi canlı tutmak için her dakika aldığımız üst üste şoklar yüzünden sinir sistemimiz hergün yeni bir harpten çıkmışçasına yıpranıyor. Eklemlerimiz daha genç yaşlarda kireçlenmeye başlıyor. Dünyanın en karmaşık problemlerinin bir saat içinde çözüme kavuşturulduğu bir dünyadan bizim dünyamıza döndükten sonra, hayatın “küçük” problemleriyle uzun uzadıya meşgul olmak bize hiç kolay gelmiyor.

Ama bütün bunlardan şikâyetçi olan var mı diye soracak olursanız:

Nerde o eski şizofrenler!

ÜMİT ŞİMŞEK

Bir gezegende 100 milyon âlem

İnsanları bilhassa haşir ve adalet gibi konularda aldatan hususlardan biri, bu dünya hayatının dar ve sınırlı olduğunu dikkate almamaktır. Halbuki dünya ve içindeki varlıklar üzerinde tecellî eden isimler sınırsız, o varlıkların yetenekleri ise sınırlıdır.

Meselâ birçok zâlimin zulmünün yanına kâr kalışı, bir adaletsizlik olarak gözükür. Fakat milyonlarca kişinin maddî ve manevî hayatını söndürmüş bir câninin cezasını bu dünyada vermeye kalksanız, onu ancak bir defa öldürebilirsiniz. Geri kalan milyonlarca masum ve mazlumun hakkı yine âhirete kalır. Ama meseleye diğer bir yönden bakarsanız, her canlıya lâyık olduğu vücudu, âlet ve donanımı ve rızkı veren sınırsız bir adaletin her an her yerdeki tecellîlerini açıkça görebilirsiniz. Ne var ki, bu tecellîye serçe serçe kadar, balina balina kadar mazhar olur. Demek ki İlâhî isimlerin tecellîsindeki sınırlama, sadece o tecellîye mazhar olan varlığın kabiliyeti itibarıyla bahis konusudur—tıpkı Nûr ismine mazhariyette güneş ile yıldız böceğinin yetenekleri arasındaki fark gibi.

Bu nokta, canlılar âleminde görülen zenginlikle büyüklük arasındaki ters orantıyı da açıklığa kavuşturmaktadır. Çünkü dünyamız, karınca bolluğunda fil sürülerini barındırabilecek kadar geniş değildir.

İşte, Yaratan, sanatının zenginliğini ve sınırsızlığını, küçüldükçe zenginleşen sayısız yaratıklarıyla gösteriyor. Hele böcekler dünyasına inildiğinde, bu zenginlik öyle bir ihtişam kazanıyor ki, aklın da, ilmin de sınırları, bu ihtişamı ifade etmekten âciz kalıyor.

Bugüne kadar 750 bin farklı böcek türü tespit edilebilmiştir. Yakın zamanlara kadar gerçek rakamın 3 milyon civarında olması gerektiği tahmin ediliyordu. Fakat yapılan son hesaplamalarda, dünya üzerinde—sıkı durun—100 milyon böcek türünün yaşadığı yönünde tahminlerden söz edilmektedir!

Bu rakamı Türkiye nüfusu içinde dağıtsanız, fert başına bir böcek türü düşer. Böceklerle meşgul olan ilim adamları arasında dağıttığınız zaman ise, herkesin payına 50 binden fazla böcek türü düşmektedir. Eğer her ilim adamı 50 bin yeni böcek türü keşfedebilirse, yeryüzünde yaşadığı hesaplanan 100 milyon böcek türünü tanıyamasak bile hiç değilse isimlerini koymak imkânını bulacağız!

100milyon böcek türünün ne demek olduğunu tasavvur edebilmek için, bir sivrisineğin hortumuna, bir sineğin jiroskoplarına, bir balarısının bacaklarındaki anten temizleme tertibatına, bir karıncanın yaşama düzenine bakın. Her biri bunlar kadar akıllara durgunluk veren ayrı ayrı âlet ve donanım, ayrı ayrı görevler ve fonksiyonlar, ayrı ayrı hayat tarzları ve rızıklar, birbirinden farklı 100 milyon böcek türü için aynı sanat ve hikmetle, aynı maharetle, aynı itinâ ve ihtimamla takdir edilmiştir. Bu ise 100 milyon böcek türü değil, birbirinden muhteşem 100 milyon âlem demektir.

Allah’ın kudretindeki sınırsızlığı görmek isteyen gökyüzüne, sanatındaki sınırsızlığı görmek isteyen de bu 100 milyon âleme baksın. Onun adaletinin sınırsızlığını görmek isteyen, yine bu 100 milyon âlemin herbirine ihtiyaç duyduğu ve lâyık olduğu şeyin eksiksiz şekilde nasıl verildiğine baksın.

Ondan sonra da düşünsün: Dar ve gelip geçici bir dünyada kudretinin, sanatının ve adaletinin sınırsızlığını böylece gösteren Âlemlerin Rabbi için, bütün isim ve sıfatlarını bütün parlaklığıyla tecellî ettirecek geniş ve ebedî bir âlem yaratmaktan kolay ne vardır?

Ümit Şimşek

Yüzde 10 bizi nasıl bozar?

Medyanın ahlâksızlığı yaymaktaki ısrarlı ve başarılı tutumu, merhum Tevfik İleri’nin bir tesbitini hatırlatıyor. Ahlâkımızı bozmak için yüzde 10’dan fazlasına ihtiyaç yok!

Değişim rüzgârının bizi ne kadar başkalaştırdığını görmek için en iyi yollardan biri, yakın geçmişin gazete kolleksiyonlarını karıştırmaktır.

Ahlâk telâkkilerimizin nereden nereye geldiğini görmek mi istiyorsunuz? Bundan otuz kırk yıl önceki gazetelerin resimlerine bakın: O günlerin eğlence sektöründe giyilen kıyafetler, bugün sıradan insanlar için bile fazlaca mazbut görünmüyor mu?

Her nesil, evvelkilerin sadece giydiklerine gülmekle kalmıyor; onların neyi ayıp ve günah telâkki ettiklerine de gülerek bakıyor. Bu çizgiyi ileriye doğru uzatacak olursak, gelecek nesillerin de bizim bugünkü “mazbut” halimize bakarak güleceklerini tahmin etmekte zorlanmayız.

Değerli bilim adamı Süleyman Hayri Bolay, rahmetli Tevfik İleri’nin 1951 yılındaki bir toplantıda yaptığı şu tesbiti naklediyor:

“Yüzde 10’un ahlâkı bozulduğu zaman, ahlâksızlık toplumda hakim olur.”

Medyanın ahlâk ölçütlerimizi zorlamakta bu kadar ısrarlı davranmasını sebepsiz mi zannediyorsunuz?

***

Dünyanın en ücra köşesinde bir iğrençlik cereyan etmeyegörsün! Önce bu çirkin bir davranış olarak teşhir edilir ve bütün dünyada bu iğrençlikten haberdar olmayan tek bir kişinin bile kalmaması sağlanır. Bu, hayâ perdesinin yırtılma aşamasıdır.

Arkasından aşındırma aşaması gelir. Benzer haberlerden hiçbiri kaçırılmaz; en pespaye vak’alar önemli haber statüsüne kavuşturulur ve kamuoyu bunlar hakkında sürekli olarak aydınlatılır. Derken vak’alar çoğalır, tepkiler cılızlaşır, iğrençlikler umursanmaz olur.

Bundan sonrası, yasallaşma yahut normalleşme aşamasıdır. Nasıl olduğunu anlamadan bir de bakmışsınız, bir günün iğrençliği bir başka günün cinsel tercihi halini almıştır. En azından, bu durumu kabullenecek yüzde 10’luk bir kesim vücuda getirilmiştir.

***

Fakat yüzde 10 da geldiği yerde durmaz. Onu oraya getirenler yeni hedeflerin, yüzde 10 ise kendisine uzatılacak yeni oltaların peşindedir. İçildikçe susuzluğu arttıran deniz suyu gibi, ahlâksızlıkta varılan her merhale de daha ileriye gitme arzusunu kamçılar. Nereye kadar?

Batı uygarlığında ahlâkın kemal mertebesi tam çıplaklıktır. Bunu, Tevrat’a kalem karıştıran eller, yüzyıllar öncesinden böylece belirlemiştir. Tekvin Bâbında, Hz. Âdem ile Havvâ’nın aslında çıplak oldukları, fakat bunun farkında olmadıkları ve bundan utanmadıkları, ancak yasak meyveyi yedikten sonra çıplaklıklarını fark ederek utanmaya başladıkları anlatılır (Tekvin, 2:25; 3:7-11). Bu hikâye, çıplaklığı ve utanmazlığı tabiî davranış olarak Batı insanının ruh derinliklerine nakşeder.

Kur’ân ise kıssanın bu kısmını tashih ederken, aynı zamanda, gerek Tevrat’a parmak karıştıranları, gerekse onların izini takip edenleri bu suça kimin azmettirdiğini de açıklar ve insanlığı bu ortak düşmana karşı uyarır:

“Ey Âdem oğulları! Anne ve babanızın örtülerini çekip çirkin yerlerini ortaya çıkararak onları Cennetten çıkardığı gibi, sakın Şeytan sizi de fitneye düşürmesin. Çünkü şeytan ve askerleri, sizin onları göremediğiniz taraftan sizi görürler. Biz ise o şeytanları iman etmeyenlere dost kılmışızdır.” (A’râf, 7:27.)

***

Allah’ın kitabında yapılan tahrifattan sadece Batı insanının etkilendiğini düşünüyorsanız, bir de, millî değerlerimizin bayrak isimlerinden merhum Nihat Sami Banarlı’nın “Temizliğe Dair” başlıklı makalesindeki şu cümlelere bakınız:

“Mukaddes Kitap, Âdem ile Havvâ’nın, memnû meyvayı yemeden evvel, çıplaklıklarını fark etmediklerini ve bu yüzden utanç duymadıklarını söyler. Demek ki aslında temiz olan çıplaklığa  kirlilik katan, memnû meyvanın yenişi, yani vücuttan evvel arzu ve ihtiras kirliliğidir.”

En şuurlu olanlarımızın Tevrat kültürü Kur’ân kültürüne böyle galebe ederse, arkadan gelecek gelişmeleri tahmin etmek zor değildir.

Bizim medyamız da, ekseriyetle, işe başlarken yüzde 10’un bulunduğu yeri referans olarak alır ve “Allahım, günah yazma!” diyerek kolları sıvar.

Sonrası bildiğiniz gibidir: “Biraz yaz, biraz yazma.” Ve çok geçmeden: “İster yaz, ister yazma!”

Aslında bu son aşama, yüzde 10’un birkaç sene önceki seviyesidir. Aynı değişim rüzgârı, biraz zaman farkıyla burada da hükmünü icra etmektedir. Tahribatı önlemek azmiyle yola çıkanlar, nasıl olduğunu anlayamadan, yüzde 10’un sürekli bozulma halinde olan telâkkilerini meşrulaştırmak rolünü benimsemişlerdir.

***

İnsan elbette değişir. Fakat siması da hergün ayrı bir kılığa bürünürse, onu kimse tanıyamaz. Çok şükür ki, Yaratan, simamızı bize sormadan çizmiş ve onu değiştirme yetkisini bize vermemiştir.

Ahlâk telâkkisi gibi, bir milleti millet yapan en önemli unsurların şekillenmesinde beşer iradesi belirleyici olursa, o millet tanınmaz hale gelecektir. Çünkü beşer iradesi bir yerde durmaz, duracağı yeri bilemez; bunu bilemediği için de birileri çıkıp ona nerede duracağını veya nereye kayacağını bildirir. Onun için, özgürlükten dem vuracak olanlar kendilerini kandırmaya çalışmasınlar. İnsan, değerlerini belirlemek hususunda mutlaka birisine tâbi olmak zorundadır:

Ya İlâhî iradeye, ya da beşerin en aşağılık kısmına!

Ümit Şimşek

Özel hayatın gizliliği

Âyet ve hadisin yasakları son derece açıktır: İnsanların özel hayatları araştırılamaz! Bu yasağı incelediğimizde, şu zamanın anlayışından 14 asır geride değil, belki binlerce sene ileride bir medeniyet seviyesiyle kendimizi karşı karşıya buluyoruz.

Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın..

Hucurat Sûresi, 49:12

Ayetin metninde “tecessüs” olarak geçen ifade, “araştırmak, yoklamak, dikkat ve çaba harcayarak bilgi edinmeye çalışmak” anlamına geliyor ki, “casus” sözcüğü de bu sözcükle aynı kökten gelir. Kelimenin buradaki anlamı, başkasının gizli hallerini araştırmak; onun açıklanmasından hoşlanmayacağı şeyleri, kusur ve ayıplarını öğrenip ortaya çıkarmaya çalışmak demektir.

Ayet, gayet kısa ve net bir ifadeyle bunu bize kesin şekilde yasaklıyor.

Bu yasağı birtakım sınırlar içinde hapsetmiyor. Birtakım istisnalar getirmiyor. “Şu, şu, konuları araştırmayın” şeklinde seçici bir yasak da getirmiyor.

Toptan bir ifadeyle, mü’minlere, birbirlerinin gizli hallerini araştırmayı yasaklıyor. “Tecessüs etmeyin” diyor ve işi orada bitiriyor!

Bunda, mü’minin Allah katındaki değerini iki ayrı yönden ortaya koyan bir incelik vardır.

Bir defa, bu yasak, hukuku korunmuş olan mü’minin açısından, son derece onurlandırıcı bir iltifat içeriyor. Bu yasağa riayet edilen topluluk içindeki bir mü’minin rahatlığını düşünün:

Her türlü meraklı bakıştan uzak şekilde, alabildiğine bir özgürlük içinde, özel hayatına en küçük bir müdahale endişesi taşımadan yaşamak nasıl birşeydir!

Hangi eşyanın arkasından bir böcek, mikrofon, kameri gibi bir aygıtın çıkacağından kimsenin emin olmadığı bir dünyada böyle bir rahatlığı hayal etmek bize pek zor geliyor. Ama Yüce Allah’ın bir mü’mine lâyık gördüğü hayat aynen bundan ibarettir.

İkinci olarak, bu yasağa muhatap olan mü’min de yine bir iltifata mazhar olmuş demektir. Çünkü bu yasakta, “Sen dedikodu ve tecessüs gibi aşağılık şeylerle ömrünü heba edecek birisi olamazsın” anlamı vardır.

Evet, insanda bir merak duygusu bulunur. Ve her duygu ve yetenek gibi, bu da bir hikmetle insana verilmiştir.

Eğer insan, İlâhî hikmete uygun bir şekilde merakını yerli yerinde kullanacak olursa, o duygu bir anahtar olur, ona bütün ilimlerin kapılarını açar. İnsan onunla göklerin ve yerin sırlarını çözer, kâinatı bir kitap gibi okumayı öğrenir.

Yine merak duygusu sayesinde, insan, kendi istikbali hakkında endişeler taşır ve bu endişeler, onu, hayatına çeki düzen vermeye sevk eder. Ebedî bir âlemde kendisini nasıl bir âkıbetin beklediğini merak etmeyen bir insan, bu dünya hayatına nasıl anlam kazandırabilir?

Merakını ona lâyık hedeflere yönelten ve yerli yerinde kullanan bir insan için, daha başka şeylerin zaten bir çekiciliği yoktur. Hele başkalarının gizli hallerine dair bilgiler, onun merak listesinin en sonunda bile yer almaz. Gelin, görün ki, mü’minlerin merakını bu fıtrî mecrâsından alıkoymak için insan ve cin şeytanlarının başvurmayacağı çare de yoktur. Medyanın durumu bu gerçeğin en büyük şahididir.

Gazete sayfalarını dolduran, televizyon ekranlarını işgal eden bağırtılarla dünyanın en önemli meselesiymiş gibi sunulan sözüm ona haberlerin ne kadarı bu âyetteki yasağın kapsama alanına giriyor, isterseniz bir hesaplayıverin!

Çıkacak sonuç, İslâm toplumları olarak, bu âyette ders verilen üstün ahlâk ile aramızdaki mesafeyi gösterecektir.

İtiraf etmek hoş değil belki; fakat gerçek şu ki, merakımız, peşine düşmesi gereken hedeflerin çok uzaklarında dolaşıyor. Mecrâsından sapmış, hedefini şaşırmış meraklar için ise, tecessüs ayıp olmaktan çıkıyor, bir hayat tarzına dönüşüyor. Böyle bir hayat tarzının egemen olduğu toplumlarda ise, birbirinin gizli hallerini araştıran komşulardan tutun, yurttaşlarının özel hayatlarına müdahale eden devletlere, yahut birbirinin tüm gizliliklerini uydulardan gözleyen ülkelere kadar bütün yaşam alanları, bu düşük ahlâktan nasibini şu veya bu şekilde alıyor.

Gerek şu âyetin açık ve kesin emrini, gerekse Allah Resulü ile Sahâbîlerin bu konudaki uygulamalarını önümüze koyduğumuzda ise, şu zamanın anlayışından 14 asır geride değil, belki binlerce sene ileride bir medeniyet seviyesiyle kendimizi karşı karşıya buluyoruz. Ve öyle bir seviyede bir hayatın bu dünya üzerinde gerçekten yaşanmış olduğuna inanmak bize zor geliyor.

Düşünün ki, Hz. Peygamberin “Şeytan senden korkar” hitabına mazhar olmuş bir Hz. Ömer, halifeliğinde bir adamı evi içinde içki içerken yakaladığı zaman, adam ona “Sen tecessüs ederek âyete aykırı hareket ettin” cevabını veriyor ve ondan sonra Hz. Ömer’e, adamla helâlleşerek geri dönmek düşüyor. Hz. Peygamberin terbiyesi altında yetişmiş ve tefsir ilminin bir temel direği olmuş İbni Mesud Hazretlerine de birisini getirip “İşte bu sakalından şarap damlayan adam” dedikleri zaman, o, durumu tahkik etmeye bile ihtiyaç duymadan, “Biz başkalarının kusurlarını araştırmaktan men edildik”cevabıyla meseleyi noktalıyor.

Günümüzün egemen anlayışlarına ne kadar uzak düşerse düşsün, bir mü’min için örnek alınacak davranışlar, elbette ki bunlardan ibarettir. Bir mü’min, herşeyden önce, bu konuda Rabbinin kendisine vermiş olduğu değeri düşünmelidir. Bu öyle yüksek bir değerdir ki, onun herhangi bir şekilde ihlâli, Allah tarafından gelecek “misliyle ceza” sonucunu doğurmaktadır. Peygamber Efendimiz, “Müslümanların gizli hallerini araştıran kimsenin ayıplarını Allah’ın ortaya çıkaracağını ve onu evinde bile rezil edeceğini” haber vermiştir.[1]

Bu yasağın bir tarafında başkalarının gizliliklerini araştırmamak var ise, diğer tarafında da, bir mü’min olarak, kendi özel hayatımızın İlâhî güvence altına alınmış olması gibi bir lütuf vardır.

[1] Ebû Dâvud, Edeb: 35.

ÜMİT ŞİMŞEK