Etiket arşivi: ümit şimşek

Bediüzzaman’ı Risale-i Nur’a ulaştıran uzun ve çileli yol (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-2)

Bediüzzaman, Sebilürreşad’daki makalesini neşrettiği zaman, hayatının “Birinci Said” olarak adlandırdığı döneminde, şöhret ve itibarın zirvesindeydi. İlmî mübahaselerdeki üstünlüğü dilden dile dolaşıyor, çeşitli zeminlerdeki makale ve hitabeleri ilim çevrelerinde yankılar uyandırıyordu. Sebilürreşad’ın naşiri ve zamanın önde gelen ediplerinden Eşref Edip, o günleri şöyle hatırlıyor:

Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen hergün idarehaneye gelir; Akif’ler, Naim’ler, Ferid’ler, İzmirli’lerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musahabelerde bulunurduk. Üstad, kendisine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur, onun konuşmasındaki celâdet ve şehamet bizi de heyecanlandırırdı. Harikulâde fıtrî bir zekâ, İlâhî bir mevhibe… Daima işleyen ve düşünen bir kafa… Nakillerle pek meşgul değil. Onun rehberi yalnız Kur’ân. Bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu. Bütün o lem’alar doğrudan doğruya bu kaynaktan nebean ediyor. Bir müçtehid, bir imam kadar rey sahibi. Kalbi bir Sahabî kadar imanla dolu. Ruhunda Hz. Ömer’in (r.a.) şehameti var. Yirminci asırda devr-i Saadet-i yaşayan bir Müslüman.[1]

O zaman Medresetü’l-Kuzat’ta talebe olan Temyiz Reisi Ali Himmet Berki, Bediüzzaman’ı “Kelâm ilminde ve lügat ilminde onun bilgisine son yoktu”[2] sözleriyle tarif ederken, Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Ali Rıza Hakses, Bediüzzaman’ın birçok ilim dalındaki üstünlüğünü hocasından naklen şu sözlerle anlatıyor:

Hocam Vanlı dersiamlardan Zekeriya Efendi Bediüzzaman’dan sitayişle bahsederdi. Onun bütün fünun-u Arabiyeyi ezberine aldığını; sarf, nahiv, mantık, beyan, bedî’, usul, usul-i fıkıh, usul-i hadis, hikmet dahil bütün ilim ve fenlere vakıf bir allâme olduğunu bana anlatmıştı.[3]

Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, meşhur Babanzade Ahmed Naim Beyin Bediüzzaman’a hayranlığını şöyle anlatıyor:

Daima düşünür, daima tefekkür ederdi. Adeta fevkalbeşer bir insandı. Babanzade Ahmed Naim Bey ondan bahsederken ‘Darü’l-Hikmet’te Bediüzzaman söze başladı mı biz hayran hayran onu dinlerdik’ derdi.[4]

Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ile Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin meşhur ulemasından Zeynelabidin Efendinin Bediüzzaman’ı hadis ilmine vukufuyla yad ettiklerini tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’dan dinliyoruz:

Ben hocam Mustafa Sabri’den sormuştum, ‘Bu zâtı Dârü’l-Hikmete niçin aldınız?’ dedim. O da cevaben ‘Çok iyi ilm-i hadis bilir’ demişti. Yine hocam Ayan âzâsı ve Konya mebusu Zeynelabidin Efendi de Bediüzzaman’ın çok iyi hadis ilmi bildiğini ifade etmişti.[5]

Dört yıllık Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye âzâlığını, Van’daki ilmî faaliyetlerini, şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversitenin kurulması için giriştiği faaliyetleri, Suriye’nin Emevî camiinde verdiği meşhur Hutbe-i Şamiyesini, doğuda gönüllü alay komutanı olarak Ruslara ve Ermenilere karşı verdiği savaşı ve Kostroma’da iki sene süren esaret hayatını, İstanbul’da İngiliz işgaline karşı verdiği mücadeleyi de içine alan bu dönemde Bediüzzaman sürekli olarak çeşitli gazete ve dergilerde makaleler yazıyor, kitaplar neşrediyor, cemiyetlere girip çıkıyor, ilmî mahfillerde devrin ulemâ ve üdebâsıyla yüksek seviyeli mübahaselerde bulunuyor ve büyük bunalımların içinden geçmekte olan İslâm âleminin ve insanlığın istikbali için çözümler üretiyordu.

Bu sırada Bediüzzaman’ın bütün varlığını esir almış görünen iki büyük ideali vardı:

Birincisi: ilmîsiyle, siyasîsiyle, dahilîsiyle, haricîsiyle her türlü istibdadın kökünü kurutmak ve İslâm âlemini her alanda lâyık olduğu hürriyet-i şer’iyeye kavuşturmak.

İkincisi: maddî ve manevî terakkînin anahtarı olan fennî ve dinî ilimleri bir arada okutarak İslâm âleminin istikbalini hem din, hem de dünya yönünden teminat altına almak.

Fakat Bediüzzaman, âlemi kurtarmaya çalışırken kendi nefsini unutanlardan değildi. Ayrıca, Kostroma’daki esareti müddetince tam bir uzlet içinde geçirdiği uzun kış geceleri de onu zaman ve mekân kayıtlarından kurtararak hem enfüsî, hem de âfâkî alanda derinlemesine tefekkür ve değerlendirmeler yapma imkânına kavuşturmuştu.

Bediüzzaman, hayatında bir dönüm noktası teşkil edecek olan en büyük enfüsî tefekkür ve muhasebe fırsatını ise, önce Eyüp camii ile Yuşa tepesindeki uzletlerinde, sonra da Sarıyer’in Fıstıklıbağlar mevkiindeki ahşap evde buldu. Birinci Said – yahut Eski Said – olarak girdiği bu uzletlerinden, Bediüzzaman, nefsini uzun uzadıya en acımasız sorgulardan geçirerek hırpalamış ve dünya ile maddî rabıtalarından soyutlamış bir şahsiyetle, Yeni Said olarak çıktı.

Bu yoğun tefekküratın ve amansız dahilî muharebelerin meyvesi olarak ortaya çıkan Mesnevî-i Nuriye, dış âlemde büyük bir iman inkılâbını ateşleyecek olan muhteşem bir eserin çekirdeğiydi.

Bediüzzaman’ın bu inziva dönemlerinde, bilhassa Mesnevî-i Nuriye’yi meyve veren dönemde neler yaşadığını bilemesek de, bu dönemde kendisine yol gösteren şeyin ne olduğunu biliyoruz. Bunu hem kendisi, hem de eserleri vurgulu bir şekilde anlatıyor.

Sebilürreşad’daki makalesinde Bediüzzaman hem müelliflerin, hem de okuyucuların nazarını Kur’ân’a çeviriyor, milyonlarca kütüb-ü İslâmiyenin mazhar olduğu rağbeti toptan Kur’ân’a yönlendirmenin çaresini araştırıyordu. Rahmân’ın Arş’ından sarkan ve beşer âleminin her kesimine nasiplerini dağıtan zembillere ulaşmaya çalıştığı bu inziva ve muhasebelerinde, Bediüzzaman bu reçetesini bizzat kendisi uyguladı ve gözüyle, kalbiyle, aklıyla doğrudan doğruya Kur’ân’a yöneldi. Bulduğu şey “Mesnevî-i Nuriye” adını verdiği bir hazine idi ve “Kur’ân-ı Azîmüşşânın Hakimiyet-i Mutlakası” başlıklı makalesinde aradığı cevabın bir hülâsası idi. Bu macerasını eserinde bizzat kendisi özetlerken, bir yandan da, henüz o sıralarda tasavvur safhasında bile olmayan Risale-i Nur’un müjdesini veriyordu:

Ben [Mesnevî-i Nuriye’yi teşkil eden] bu risalelerdeki meseleleri, Rahmân’ın Arş’ından sarkan ve Kur’ân âyetlerinden ibaret olan zembillere çıkmak için vesile ve basamaklar olarak görüyorum. O meselelerden hiçbirisi yoktur ki, başı Kur’ân âyetlerinden birinin ayağına değmesin. Bunlar, ilk olarak şuhudî, hadsî ve zevkî bir surette bana inkişaf eden meselelerdir. Lâkin, göz sahibi nicelerinin boğulduğu o cünun sahrâsına gözü açık bir surette aklımın refakatinde girerken, kalbimin gördüğü şeyleri, aklım, âdeti üzere, kendi ölçeklerine sarıyor, kendi terazisiyle tartıyor ve onlara burhanlar vasıtasıyla tutunuyordu. Onun için, bu risalenin meseleleri, bu cihetten, burhana dayanan istidlâli meselelere benzer hal almış bulunuyor.

Fikir ve ilim cihetinde şaşkınlığa düşenler, kendilerini felsefî düşüncelerin kaygan zemininden kurtaracak bir vasıta olarak bu bahislerden istifade edebilirler.

Hattâ, bu meseleler geliştirilip tanzim ve izah edildiği takdirde, onlardan, bu zamanın fikrî dalâletlerine karşı gayet kuvvetli ve sağlam bir akaid-i imâniye ile yeni bir ilm-i kelâm çıkarmak da mümkün olabilir.

Hattâ, aklı kalbine karışmış, yahut kalbi kesret ufuklarında dağınık vaziyetteki aklına iltihak etmiş kimseler için de, bu meselelerden, demiryolu gibi sağlam ve güvenli bir yol çıkarmak ve Kur’ân-ı Kerimin irşadı altında o yola girmek pekalâ mümkün olabilir. Neden olmasın? Risalelerimde güzellik namına her ne varsa Kur’ân’ın feyzindendir.

Allah’a hamd olsun ki bu yolda Kur’ân benim mürşidim ve üstadım olmuştur.

Evet! Kim ona yapışırsa, kopmaz ve kırılmaz, sapasağlam bir kulpa yapışmış demektir.[6]

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK

 

[1] Birinci Said (Barla Platformu), İstanbul: İstanbul İlim ve Kültür Vakfı, 2011, s.166.

[2][2] Necmeddin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursî’yi Anlatıyor (İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1993), c. 1, s. 160.

[3] Necmeddin Şahiner, Bediüzzaman Said Nursî ve Nurculuk Hakkında Aydınlar Konuşuyor (İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1979), s. 121.

[4] A.g.e., s. 162.

[5] A.g.e., s. 316.

[6] “İfade-i Meram,” Arapça Mesnevî-i Nurî Tam Tercümesi (müt. Ü. Şimşek), s. 196-197.

 

Yüz yıl öncesinden bir Kur’ân’a dönüş reçetesi (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-1)

Bundan tam bir asır önce Sebilürreşad’ın 6 Mayıs 1336 (1920) tarih ve 463 numaralı nüshasında yayınlanan “Kur’ân-ı Azîmüşşânın Hakimiyet-i Mutlakası” başlıklı makalesinde, Bediüzzaman Said Nursî bugün hâlâ tartışılmakta olan bir konuyu gündeme getirmişti.[1]

İnsanların dinde gösterdikleri ihmal ve gevşekliğin sebebi olarak şeriat kitaplarının Kur’ân’a ayna olacakları yerde – “mukallitlerin hatâsı yüzünden” – perde halini almış olmalarını gösteriyordu Bediüzzaman. Eğer insanlar dinlerinin zaruriyatını öğrenmek için başvurdukları kitaplarda doğrudan doğruya Kur’an’a yönlendirilmiş olsalardı, kaynağın kudsiyeti onların vicdanlarını uyandıracak ve harekete geçirecekti.

Bediüzzaman’ın bu problem için sunduğu iki çözümden[2] birisi “şeriat kitaplarını şeffaf bir tefsir suretine çevirip içinde Kur’ân’ı göstermek” idi. “Bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil” diyor ve Selef-i Salihînin kitaplarını, bilhassa İmam Malik’in Muvatta’ı ile İmam-ı Âzamın Fıkh-ı Ekber’ini bu konuda örnek olarak gösteriyordu.

Muvatta’ı niçin ve hangi özellikleriyle örnek gösterdiği konusunda Bediüzzaman bir açıklama yapmıyor. Ancak Faslı âlim Prof. Dr. Abdülkerim Akyevî, Risale-i Nur’un mütercimi İhsan Kasım Salihî’nin bir sorusuna cevaben yazdığı makalesinde bu hususu çok güzel bir şekilde açıklıyor.[3] Bu açıklamaların ana noktalarını şu şekilde özetleyebiliriz:

  • Muvatta’, en önce telif edilen fıkıh ve hadis kitabıdır; Etbâ’-i Tâbiînden olan müellifi İmam Malik, Sahabeye yakın bir zamanda, ihtilâflar henüz çoğalmamışken, Dârü’s-Sünne olarak bilinen Medine’de yaşamış, burada Sahabenin, bilhassa Hz. Ömer’in ilmine vâris olan kimselerden ilim almıştı. Eseri olan Muvatta’ ise hem fıkıh, hem hadis kaynağıdır, ancak asıl olan hadistir; böylece Nebevî sünnetin hüccet olma özelliği onda ortaya çıkar. Aynı zamanda, Nursî’nin “Kur’ân-ı Kerimin hakimiyeti” adını verdiği husus da tezahür eder. Şöyle ki:
  • İmam Malik, bir hususta fıkhî bir hüküm ortaya koyacağı zaman, eğer o konuda bir âyet varsa önce onu yazar. Sonra konuyla ilgili hadisleri alır. Onun peşinden Sahabe ve Tâbiînin sözlerini, arkasından da Medine ehlinin tatbikatını nakleder. Nihayet, bu konuda kendisinin bir reyi varsa en son olarak onu kısaca zikreder. Bu yöntem sayesinde Kur’an ve Sünnetten getirilen delillerle güçlenen ahkâm, pek çok fıkıh kitabında bulunmayıp da Nursî’nin işaret ettiği kudsiyet özelliğini kazanır.
  • Muvatta’da Kur’ân’ın hakimiyeti o kadar açıktır ki, İmam Malik, Kur’ân’ın zahirine aykırı gördüğü hadisleri, velev senedleri sahih bile olsa, terk eder.
  • İmam Malik, bunun yanı sıra, Kur’an, Sünnet ve Sahabe fetvâlarıyla delillendirdiği fıkhı âdâb-ı şer’iye ve ahlâk-ı İslâmiye bahisleriyle de mezcetmiştir.

Akyevî, özetleyerek aktardığımız bu görüşlerine, İmam Malik’in Muvatta’da sergilediği nezih ihtilâf ahlâkını, farklı düşüncelere verdiği değeri, kendisinde olmayan ilmin başkasında bulunma ihtimaline daima önem vermiş olmasını da ilâve ediyor ve bu ahlâkı yitirmiş olmamıza Bediüzzaman’ın esef ettiğini kaydediyor.

Prof. Dr. Abdülkerim Akyevî’nin derin bir vukufla yaptığı bu tahlil, Bediüzzaman’ın onca eser arasında niçin İmam Malik’in Muvatta’ını örnek gösterdiğini açıklığa kavuşturuyor. Gönül isterdi ki, ilmihallerimiz de dahil olmak üzere fıkıh kitaplarımız, dinin içtihada tâbi olmayan zaruriyat kısmında bu metodu takip etsin, okutanlar ve okuyanlar da aynı yolu izleyerek asıl kaynakla ve kaynağın kudsiyetiyle irtibatlarını sürekli şekilde canlı tutabilsinler.

Meseleye okuyucu açısından yaklaşacak olursak, dinin zaruriyatından herhangi bir mesele için bir kaynağa başvuran kimse için de “Şu veya bu âlimin bu konuda ne söylediğini değil, Kur’ân’ın ne dediğini anlamak maksadıyla o esere yönelsin” diyebiliriz. Bu takdirde müellifler de kamuoyunun bu arzusuna karşı bigâne kalmayacak, onların ihtiyaçlarına cevap verebilmek için eserlerini bu şekilde telif etmeyi tercih edeceklerdir. Bunun sonucunu ise Bediüzzaman şöyle tasvir ediyor:

Eğer cemaat-i İslâmiyenin hâcât-ı zaruriye-i diniyesi bizzat Kur’ân’a müteveccih olsaydı, o Kitab-ı Mübîn, milyonlarca kitaplara taksim olunan rağbetten daha şedit bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur ve bu suretle nüfus üzerinde bütün mânâsıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.

***

“Kur’ân-ı Azîmüşşânın Hakimiyet-i Mutlakası”nın neşrinden bugüne kadar tam bir asır geçti. Bediüzzaman’dan epey zaman sonra da Kur’ân’a yönelmek ihtiyacını dile getiren yayınlar yapıldı, hattâ bunlardan bazıları toplumda geniş yankılar uyandırdı. Ne çare ki, toplumda geniş yankılar uyandıran yayınlar, Bediüzzaman’ın reçetesinde zikrettiği, ancak “zulüm” olarak niteleyip iltifat etmediği türden yayınlardı. Nitekim bunların büyük kısmı, yüzyılların birikimini yok sayarak insanları büyük bir irfan kaynağından uzaklaştırdılar, ama Kur’ân’a da çok fazla yaklaştıramadılar. Gerçi topyekûn ele alındığında bu çabaların toplumda genel mânâda bir Kur’ân hassasiyetinin vücuda gelmesini sağladığı söylenebilir; bununla birlikte, gelinen merhalenin, Bediüzzaman’ın hayal ettiği seviyede bir rağbetten henüz çok uzakta olduğu bir gerçektir.

Bu arada, Bediüzzaman’ın kendisi binlerce sayfalık bir külliyat telif etti. Risale-i Nur Külliyatı adını alan bu eserler toplumun bütün tabakalarında sadece okuyucu bulmakla kalmadı, aynı zamanda büyük bir cemaatin, sonra ondan dallanıp budaklanan cemaatlerin vücuda gelmesine vesile oldu.

Peki, Bediüzzaman Sebilürreşad’daki makalesinde teklif ettiği ölçüleri Risale-i Nur’da uyguladı mı?

Uyguladıysa hangi yöntemi veya yöntemleri takip etti?

Bu yöntemlerin okuyucu üzerindeki tesiri ve toplumdaki yankıları ne oldu?

Bediüzzaman’ın eserlerini okuyanlar Kur’ân ile buluşuyor mu?

Bu eserler etrafında toplanan insanlar bugün Bediüzzaman’ın ne dediğini öğrenmek için mi, yoksa Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek için mi okuyorlar?

Bu eserlerin ve bu okumaların toplumda “Kur’ân’ın hâkimiyet-i mutlakasına” katkıları ne seviyededir?

Bunlar ve benzeri sorulara ilerideki bölümde cevap aramak niyetindeyiz. Ancak, Risale-i Nur’a geçmeden önce, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’dan önceki hayatının kilometre taşlarına kısaca temas etmek aydınlatıcı olacaktır.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK


[1] Makalenin Latin alfabesiyle deşifresi için bkz. http://erisale.com/#content.tr.15.321

[2] Gerçi Bediüzzaman burada üç çözüm zikrediyor; ancak birincisi – günümüzde moda olduğu gibi – müellifleri şiddetli tenkitlerle gözden düşürüp ortada sadece Kur’ân’ı bırakmaktan ibaret olduğu için, bunu “zulüm” olarak niteliyor ve üzerini çiziyor.

[3] Abdülkerim Akyevî, “el-Muvatta’ fî Rasâili’n-Nur,” İşrakatu Nuriyye mine’d-Diyâri’l-Mağribiyye, s. 192-196.

Diyalog dediğin işte böyle olur!

Ayasofya’nın açılışına Papa Francesco’dan tepki gelmekte gecikmedi. Pazar âyininde konuşan Papa “Düşüncelerim İstanbul’a gidiyor; Ayasofya’yı düşünüyorum ve çok acı çekiyorum” demiş. Bunu duymanın da bizi ne kadar mutlu ettiğini göstermek, ayrıca Papa Francesco ile selefinin marifetlerini bir kere daha hatırlamak üzere, 2013 Mayıs’ında Son Devir’de yayınlanan yazıyı bir kere daha hatırlıyoruz:

Geçtiğimiz günlerde, Hırvatistan’ın Riyeka şehrinde inşa edilen bir camiin açılışı yapıldığında, Osmanlıdan bu yana Adriyatik sahilleri ilk defa ezan sesine kavuşmuş oluyordu.

“Dinlerarası Diyalog” çerçevesinde bu adımın karşılığı gecikmedi:

Göreve başladığı günden beri etrafa gülücükler dağıtan, dünyaya barış mesajları gönderen, Müslüman kadın mahkûmun ayağını yıkayan, metroya binen, kendi bavulunu taşıyan çiçeği burnunda mütevazi Papa Francesco da Adriyatik sahilinin bir başka şehrinde Osmanlılara karşı savaşmış 800 Hıristiyanı törenle aziz ilân etti.

Gerçi yeni Papa bu işin icadcısı değil, infazcısı idi. On Altıncı Benedictus adı altında icra-yı şeytânet eden selefi, görevi bıraktığı son gün bu kararı imzalamış ve icrasını da halefine bırakmış, böylece, tıpkı Papalığının başlangıcı gibi sonunu da kendisine yaraşır bir şekilde mühürlemişti.

Nisyan ile malûl beşer hafızasına çok yakın tarihin notu:

On Altıncı Benedictus, Papa seçildikten hemen sonra, bir Bizans imparatorundan naklettiği “Muhammed’in getirdiği tek bir yeniliği bana gösterin; şerden ve insanlık dışı şeylerden başkasını bulamazsınız” şeklindeki sözlerle İslâm dünyasını ayağa kaldırmıştı.

Benedictus hiçbir zaman bu sözlerinden geri adım atmadı. Bu arada, Şeytanın içimizdeki bir kısım avukatları da “Papalar söylediklerini geri almazlar” diyerek bâtıl dinin uydurma kuralını bize de kabul ettirmek ve Allah’ın Resulüne karşı hayasızca işlenmiş bir hakareti hazmettirmek için ellerinden geleni yaptılar. Başarısız olduklarını kim iddia edebilir?

Kilise içinde ayyûka çıkmış olan rezaletler, Benedictus’un Papalık makamında daha fazla oturmasına müsaade etmedi. Fakat o, giderken de şeytanlığını göstermekten geri kalmadı ve Hıristiyanlık tarihinde ilk defa olarak 800 kişiyi birden aziz ilân eden bir karara imza atarken, Osmanlıya ve onun şahsında İslâma olan bütün kinini bir hamlede kusuverdi.

Onun halefi olan güleryüzlü Papa da bu kararı, hiç geciktirmeden, üstelik Riyeka Camiinin açılışı gibi bir fırsatı da yakalamışken, olağanüstü bir zamanlama ile sahneye koyuverdi!

İşte, “Dinlerarası Diyalog” sürecinin Adriyatik sahillerinden çekilen resmi böyle birşeydir.

***

Yeni Papa 800 azizi kucağında buldu bulmasına da, bu “Dinlerarası Diyalog” denen şeyi biz nasıl kucağımızda bulduk?

Bunun çok net bir cevabı var. Ülkemizde adı bu süreçle özdeşleşmiş ünlü bir isim, bu süreci kimin başlattığını da, kendisinin bu süreç içindeki yerini de, bizzat kendi ifadeleriyle açıklıyor. Fethullah Gülen’in meşhur buluşma sırasında Papa 6. Paul’e yazdığı mektubundan:

“Papa 6. Paul tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En âciz bir şekilde, hattâ biraz cür’etle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazi yardımlarımızı sunmak için size geldik.”

Gülen, kendisini Papalık Konseyi misyonunun bir parçası olarak ilân etmekle kalmıyor, bu sözlerin hemen devamında da, İslâmın asırlar boyunca yanlış anlaşılmasından Müslümanları sorumlu tutuyor:

“İslâm yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır.  .  .  . Müslüman dünyası, İslâmın asırlarla ölçülen yanlış algılanmasını silip atacak bir diyalog imkânını bağrına basacaktır.”

Mektubun devamında Hıristiyanlığın üçüncü bin yılını beraberce kutlamayı teklif eden Gülen, bu arada, Hz. İbrahim’i — onun Hıristiyan ve Yahudi olmadığı bildiren muhkem âyetlere rağmen — üç büyük dinin babası olarak niteliyor.

Hatırlanacağı gibi, bu diyalogun hatırası olarak Papa 6. Paul, Gülen’e aziz kabartmasından mâmul bir put kompozisyonu armağan etmişti.

***

İslâm asırlar boyunca yanlış anlaşılmışsa ve bunda en çok Müslümanların suçlanması gerekiyorsa, yüzyıllarca İslâm ülkelerine akınlar düzenleyen Haçlıları da herhalde biz yanlış anlamış bulunuyoruz! İşbu yanlış anlamaları telâfi etmeye herhalde bir yerden başlamak gerekir. Başlanmıştır da nitekim:

Osmanlıya karşı savaşan ve haklarında bir yığın Hıristiyan efsanesi uydurulan 800 kişi, Dinlerarası Diyalog için Papalık Konseyi misyonuna pek yakışan âlâyişli bir törenle azizlik mertebesine yükseltilmiştir. Nasıl olsa Müslümanlar artık böyle bir meydan okuyuşa karşı ciddî bir tepki ortaya koymayacak şekilde uysallaştırılmıştır; kimsenin “Sen ki Francesco’sun” diye ortaya atılıp da Papaya haddini bildirecek hali olmaz, olsa da Papa ve taraftarları birkaç şirinlikle olup bitenleri unutturmayı becerirler. Diyalog denen sürecin bugüne kadar verdiği sonuçlar arasında bu durum, küçümsenmeyecek bir merhaledir.

“Dinlerarası diyalog olmaz” diyen Diyanet’e karşı hiddetli, Papalığa karşı hürmetli davranan kesimin bu tarihî sahnenin gerçekleşmesinde ve bu merhaleye gelinmesindeki “mütevazi yardımları” elbette ki unutulmayacak ve tarihin münasip bir sayfasına not edilecektir.

ÜMİT ŞİMŞEK
Son Devir, Mayıs 2013

Allah’ın kaderinden Allah’ın kaderine kaçmak

“Buharî ile Müslim’in ittifakla naklettikleri bu hadis, salgın hastalıklar karşısında tedbirli davranmanın ve yetkililerce bu meyanda alınan tedbirlere itaat etmenin kesin ve açık bir mükellefiyet olduğunu, bu konuda gösterilecek ihmalin ise insanların hayatını tehlikeye atmak anlamına geleceğini ve kişiyi Allah katında büyük bir sorumluluk altına sokacağını gösteriyor”

İbni Abbas (r.a.) anlatıyor:

Ömer b. Hattab (r.a.) Şam’a gitmek üzere yola çıkmıştı. Serğ denilen yere vardığında, Hz. Ömer’i ordu komutanları (Ebû Ubeyde b. Cerrah ve arkadaşları) karşıladılar ve ona Şam’da salgın hastalığın başgösterdiğini haber verdiler.

Hz. Ömer bana “İlk Muhacirleri çağır” dedi.

Onları çağırdım. Hz. Ömer Şam’da salgın hastalığın başgösterdiğini bildirerek onlarla istişare etti. Onlar ihtilâf ettiler. Bazıları “Sen bir iş için yola çıktın; geri dönmen için bir sebep görmüyoruz” dediler. Diğerleri ise “İnsanların kalan kısmı ile Resulullah’ın ashabı seninle beraber; onları tehlikeye atmanı uygun görmüyoruz” dediler.

Hz. Ömer onlara “Siz gidin” dedikten sonra bana da “Ensârı çağır” dedi.

Ensârı çağırdım, Hz. Ömer onlarla da istişare etti. Onlar da Muhacirlerin yolunu tutup ihtilâf ettiler.

Hz. Ömer onlara da “Siz gidin” dedikten sonra bana dönüp şöyle dedi:

“Bana Mekke’nin fethinden önce hicret eden Kureyş’in yaşlılarından burada bulunanları çağır.”

Ben de onları çağırdım. Onlardan iki kişi bile bu konuda ihtilâf etmedi. Hepsi birden “Biz senin insanlarla beraber geri dönmeni ve onları vebâ salgınına atmamanı uygun görüyoruz” dediler.

Hz. Ömer bunun üzerine halka seslenerek “Sabahleyin ben bineğimin sırtında olacağım; siz de bineklerinize atlayın” dedi.

Ebû Ubeyde b. Cerrah (r.a.) “Sen Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi.

Hz. Ömer “Keşke bunu senden başkası söylemiş olsaydı Ebû Ubeyde” dedi. Onun muhalefetinden Hz. Ömer hoşlanmamıştı. “Evet,” dedi. “Allah’ın kaderinden Allah’ın kaderine kaçıyoruz. Söylesene, senin develerin olsa da iki taraflı bir vadiye inseler, bu vadinin iki tarafından biri verimli, diğeri de çorak olsa, sen develerini verimli yerde de otlatsan, çorak yerde de otlatsan yine Allah’ın kaderiyle otlatmış olmaz mısın?”

O sırada, bir süredir bazı ihtiyaçları için ortalıkta görünmeyen Abdurrahman b. Avf (r.a.) çıkageldi ve “Benim bu konuda bilgim var,” dedi. “Resulullah’ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işitmiştim: Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz zaman oraya girmeyin. Siz oradayken bulaşıcı hastalık başgösterecek olursa hastalıktan kaçmak için oradan çıkmayın.”

Bunu işiten Hz. Ömer Allah’a hamd etti ve Şam’a girmeden geri döndü.

Buharî, Tıb: 30; Müslim, Selâm: 98

Ümit Şimşek

https://yazarumit.com/allahin-kaderinden-allahin-kaderine-kacmak/

Güçlü insanların özelliği: affetmek

Öfkelendiklerinde kusurları bağışlarlar.
Şûrâ Sûresi, 42:37

Kur’ân’da övgü ile söz edilen kulların başta gelen özelliklerinden biri de, birçok âyet-i kerimede geçtiği gibi, affediciliktir. Bu âyette ise, “öfkelendikleri zaman” kaydının da eklenmesiyle, bu özelliğe ayrı bir vurgu yapılmıştır.

Affedicilik, bir mü’minin imanından gelen nitelikleri arasındadır. Çünkü bu, esas itibarıyla, Allah’ın sıfatlarındandır. Kur’ân ve Hadis, Yüce Allah’ı bize çok affedici, çok bağışlayıcı olarak tanıtır. Allah ise, bağışlayıcılığının eserini kulunun üzerinde görmek ister. Bu da iki şekilde olur:

Bir yandan kul, kendi kusurları nedeniyle Allah’ın affına muhtaç olduğunu bilir ve tevbe ile, istiğfar ile Onun rahmetine müracaat ederek bağışlanma ister.

Bir yandan da, Allah’ın kullarına karşı bizzat kendisi affedici olmaya çalışır; onların kusurlarını örter ve affeder. Böylece, Rabbinin affediciliğine, bir başka şekilde, kendi davranışlarıyla bir ayna olmuş olur. Bu ise onu Rabbinin affına daha da çok yaklaştırır. İnsanlara karşı kusur örtücü ve bağışlayıcı olan bir kimsenin, Rabbinden bağışlanma ummaya elbette ki daha fazla hakkı vardır.

Kur’ân eğer bir davranışı modelini bize örnek olarak göstermişse, yaratılışımız için en uygun şeyin o davranış biçimi olduğundan şüphe edilmemelidir. Zira Kur’ân ve yaratılış, sık sık değindiğimiz gibi, karşılıklı olarak birbirini şerh eder. Kur’ân “Affedici olun” buyurduğunda, insanın yaratılışı da bunu tasdik eder; hem bireysel, hem de toplumsal hayattaki sonuçlarıyla, affediciliğin insan için en doğru bir hayat tarzı olduğunu gösterir.

Yapılan çok sayıda araştırma, affetmesini bilen insanların, kanser ve kalp hastalıkları da dahil olmak üzere, pek çok sağlık problemiyle daha rahat bir şekilde baş edebildiklerini göstermiştir.

Kin-nefret-öfke-acı döngüsünü kırarak insanı bir barış atmosferine kavuşturan bu özellik, aynı etkiyi insan toplulukları üzerinde de yapmaktadır. Yine araştırmalar, affediciliğin yaygın olduğu toplumlarda suç oranının da düştüğünü ortaya çıkarmıştır.

Affetmek güzeldir, ama kolay değildir. Hele öfkesi galeyan halinde iken affedebilmek hiç kolay değildir.

Ancak Kur’ân bize bunu hedef olarak gösteriyor.

Kur’ân’ın gösterdiği bu hedef ise, ciddî bir eğitime, bir nefis terbiyesine ihtiyaç gösteriyor.

Ve insanlar ancak böyle bir olgunlaşma sürecinden geçip de bir özgüvene, güçlü bir kişiliğe kavuştuktan, kendisiyle ve hayatla barışık hale geldikten sonra, affediciliği bir ilke olarak hayatlarına yansıtabiliyorlar.

Gerçekten de, affetmek güçlü insanların işidir. Zayıflar asla affedici olamazlar. Bir kısım toplulukların, fanatik grupların, hattâ bazı milletlerin, uğradıkları haksızlıkların şokundan bir türlü sıyrılamayışları ve intikam duygularından kendilerini kurtaramayışları işte bu yüzdendir.

Affedicilik güçlü insanların özelliği olduğuna göre, insan ne derece güçlü bir manevî yapıya sahipse, affetme potansiyeli de o derece yüksek demektir. Kur’ân ve Hadis ise, bu konuda insanın önüne alabildiğine geniş bir gelişim ufku açmakta, ona son derece ileri hedefler göstermektedir. “Hizmetçimi günde kaç defa affedeyim?” diye soran birisine, Peygamberimiz, “Hergün yetmiş defa” cevabını vermiştir.[1]

Bu cevap, affedicilikte bir üst sınır olmadığını gösteriyor. Başka bir ifadeyle, biz ne kadar affa muhtaç isek, o kadar affedici olmalıyız da diyebiliriz. Zira bizim insanlara karşı muamelemiz, Allah’ın huzurunda karşılaşacağımız muamelede belirleyici rol oynayacaktır.

Şunu da unutmamak gerekir ki, bu İlâhî ahlâktan ne kadar nasip sahibi olabilirsek, Allah katında da, insanlar arasında da o kadar değere sahip olmuşuz demektir. Bunu Allah’ın Resulü haber veriyor:

“Allah, affeden kulun değerini arttırır.”[2]

[1] Ebû Dâvud, Edeb: 123; Tirmizî, Birr: 31.

[2] Müslim, Birr: 69; Tirmizî, Birr: 82.