Etiket arşivi: ümit şimşek

Bulutlar ne kadar ağır?

Rüzgârı rahmetinin önünde müjdeci gönderen de Odur. Nihayet o rüzgâr ağır bulutları yüklendiğinde, Biz onu ölü beldelere gönderir, sonra ondan suyu indirir, o suyla da yerden her türlü ürünü çıkarırız. Ölüleri de kabirlerinden Biz böyle çıkaracağız. Umulur ki düşünür ve ibret alırsınız.

A’râf Sûresi, 7:57

Âlemlerin Rabbi, üzerimizdeki en büyük nimetlerini, günlük hayatın basitliği, sadeliği ve ucuzluğu içinde bize bağışlar: nefes alıp vermek, yahut gün ışığıyla ısınıp aydınlanmak gibi. Bunlar için biz hiçbir zahmet çekmeyiz, bir fatura ödemeyiz. Bu yüzden, eğer bilinçli bir şekilde bakışlarımızı bu tür nimetler üzerinde netleştirmezsek, kalın bir alışkanlık perdesi onları örter ve Allah’ın en büyük lütuflarını bizim dikkatimizden saklar.

Yağmur da böyle nimetler arasındadır. O, aslında, yeryüzündeki milyonlarca tür canlının sayısız bireylerine İlâhî rahmetin en büyük bir armağanıdır. Ve bu armağanın, sebepler açısından düşünürsek, pek büyük bir maliyeti vardır. Zira yeryüzünün bir köşesine bir damla yağmur yağdırmak için gerekli olan âlet ve malzeme, okyanuslardan, atmosferden ve güneşten daha aşağısı değildir.

Yağmurun hammaddesi okyanuslarda depolanmıştır. Ancak o acı ve tuzlu bir sudur, üstelik muhtaçların erişemeyeceği kadar uzaktadır.

Onu, daha da uzaktan, 150 milyon kilometre öteden gelen gün ışığı buharlaştırır, arıtır ve havaya kaldırır.

Havada, Yer ve Gökler Rabbinin emriyle bulutlar kurulur: hem de, Kur’ân’ın tanımladığı şekilde, ağır bulutlar.

Minicik, çelimsiz su molekülleri, Rablerinin gösterdiği şekilde bir araya gelirler, birbirlerine tutunurlar ve tonlarca ağırlığa erişirler.

O damlacıklardan yüzlerce ton bulut inşa edilir. İrili, ufaklı bulutlar şekilden şekle girerler. Yeryüzünün semâsında her an değişen tablolar çizilir.

Biz buradan baktığımızda, dağ gibi bulutların sessizce hareket ettiğini, kuş gibi oradan oraya uçtuğunu görürüz. Üstelik uçmak için onların birşey yapması da gerekmez. Yine Rablerinin emriyle rüzgâr gelir, onları alır, götürür.

Bütün bunlar o kadar doğal bir şekilde ve sessizce olup biter ki, insanlar bilinçli bir şekilde bakmadıkları zaman, bu olayların kendiliğinden cereyan ettiğini zannederler. İşte, âyet-i kerime, bu hadiseye bir rahmet eseri olarak işaret ediyor ve gözümüzün önünü örten alışkanlık perdesini keskin ifadesiyle yırtıp atarak bizi gerçek dünya ile karşı karşıya getiriyor. Aynı zamanda, “ağır bulutlar” deyimi ile ayrı bir vurgu daha yaparak, bu rahmet mucizesinin önemli bir yönüne dikkatimizi çekiyor.

“Ağır bulutlar” sözü, bulutların muazzam birer su deposu olduğunu bize hatırlatıyor. Yer ve Gökler Rabbi, böyle depoların her birinde tonlarca, hattâ binlerce ton, hattâ yüz binlerce yahut milyonlarca ton su depolamıştır. Gözümüzün önünde bir pamuk yığını gibi uçup gidiveren mütevazi bir bulutun ağırlığı bile, büyük bir uçağın ağırlığından daha fazladır. Büyük fırtına bulutları ise, on binlerce Boeing 747’den meydana gelen dev bir filonun ağırlığına erişebilir!

Bu ağırlıklar uzun zaman havada kalmaz. Bulutlar, vakti erişip de Rablerinin kendilerine gösterdiği yere vardıklarında, yüklerini yeryüzüne boşaltırlar. Bir başka deyişle, başımızın üzerinde uçan binlerce 747, bu defa başımıza konar. Eğer 50 kilometrekarelik bir alana yağan 1 cm’lik bir yağmurdan söz ediyorsak, bu demek olur ki, yarım milyon ton su, yahut yarım milyon tonluk bir bulut gökten tepemize inmiştir.

Tabii, biz, milyonlarca ton suyun göğe yükselmesi için bir zahmetin altına girmediğimiz gibi, onun yere inişinde de bir sıkıntıya düşmez, bunun için bir fatura da ödemeyiz. Halbuki yeryüzünde insanlar kendi âlemlerine dalıp gitmişken, onların üzerinde milyonlarca Boeing 747 uçuşuyor, bir o kadarı da etraflarına iniyor yahut yerden havalanıyor!

İşte, âyet-i kerime, “ağır bulutlardan” söz etmek ve bunları birer rahmet müjdesi olarak hatırlatmak suretiyle, dünya semâsını, Yer ve Gökler Rabbinin görünmez hazinelerinden rahmet taşıyan dev filolarla dolmuş bir halde gösteriyor.

Bu dev filolar her an bir yerden bir yere uçuşuyor.

Her an bir yere Yer ve Gökler Rabbinin rahmetini boşaltıyor.

Her an yeni filolar kuruluyor, filolar dağılıyor.

Yer, gök ve denizler bir emir altında, muhteşem manevralara sahne oluyor.

Aşağıdan dualar yükseliyor, yukarıdan rahmetler iniyor.

Ve bütün bu manevralar, insana, her nefeste eriştiği sayısız nimetleri hatırlattıktan başka, bir de sonsuz bir hayat için dirilişi müjdeliyor.

Ümit Şimşek – Nuraniyyat

Bir şey için yaşamak

Jay Fine adlı fotoğrafçının ideali, Hürriyet Abidesine yıldırım düşerken resmini çekmekti. 40 yıllık çabalarının sonucuna 2010 yılında bir Eylül akşamı kavuştu. O akşam çektiği 81 fotoğraftan birinde, Fine’ın bir ömür boyu peşinde koştuğu görüntünün ta kendisi yer alıyordu.

Todd Carmichael adındaki Amerikalının hayali ise Güney Kutbuna yardımsız ve yaya olarak tek başına ulaşmaktı. Onun hayali de 2008 yılının sonlarında gerçekleşti. Carmichael 1100 km’den daha uzun olan bu zorlu yolu 39 günde geçerek, en kısa zamanda tek başına Güney Kutbuna ulaşan ilk adam ünvanını kazandı.

Arizona’lı Susanne Eman da yıllardır dünyanın en şişman kadını olmak için mücadele veriyor. Halen 300 kilo sınırını aşmış bulunan Eman, hayat gayesi olan 700 kiloya ulaşmak için bütün gün tıkınıyor ve tıkındıklarının kendisini değilse de resimlerini sosyal medyadaki takipçileriyle paylaşıyor.

Klaus ve Margaret Frentzen ile Doris Madry’nin ortak hayalleri ise Concorde ile uçmak idi. Yıllarca boğazlarından kısarak bunun için para biriktirdiler. Fakat hayatlarının en büyük gayesine kavuştuklarında, yaşanacak bir hayat kalmamıştı. Bindikleri Concorde düştü ve öldüler.

***

Hayatlarında bir gaye takip eden insanların şu veya bu şekilde gayelerine ulaşabildiklerine dair örnekler hiçbirimizin yabancısı değildir. Burada önemli olan, bu gayelerin ödenecek fiyata değip değmeyeceği sorusudur. Zira bir ideal, fiyat olarak insandan bütün sermayesini ister. O da insanın ömrüdür.

İdealler insandan hayatını ister; buna karşılık, onun hayatını fazlalıklardan temizler. Niçin yaşadığını bilen bir insanın hayatında herşey o ideale göre bir yer ve değer alır. Fakat zamanımızın oyuncakları, ya insanın bir ideal sahibi olmasını bütünüyle engelleyecek, ya da az çalışıp çok kazanmak, gününü gün etmek, şöhret ve servet peşinde koşmak gibi şeyleri ideal kılığına sokup ona yutturacak şekilde düzenlenmiştir. Bütün bu oyuncakların ve tuzakların cazibesine kapılmaksızın ömrünü kendisine veya başkalarına yarayışlı bir gayeye vakfedebilen kimse gerçekten bahtiyar bir insandır.

 ***

Çoğumuzu bir ideal sahibi olmaktan zamanımızın oyuncakları engelliyor. İşte burada bir fasit daireyle karşılaşıyoruz:

Bu oyuncaklar ideal peşinde koşmaya fırsat bırakmıyor; idealimiz olmayınca da onların hayatımızı işgal etmesine engel olamıyoruz.

Bu fasit daireyi her iki taraftan da kırabilirsiniz. Fazlalıklarından arındırdığınız bir hayat, kendisine anlam kazandıracak bir ideal arayışına doğal olarak girecektir. Fakat önce hayat gayenizi belirlemek daha kolaydır; niçin yaşadığınızı bildiğiniz zaman, hayatınızın geri kalan kısmını doldurma ve düzenleme işini bu ideale bırakmış olursunuz.

İdeal sahibi olmak, insanın yaratılış amacını keşfetmesi demektir. İnsan neslinin yaratılış amacı, genel olarak, “Allah’a kulluk etmek” şeklinde tanımlanmıştır (Zâriyât, 51:56). Kulluğunu ne şekilde ve nasıl bir zenginlik içinde Rabbine sunacağını ise, kaderin ona nasip ettiği yetenekler ve hayat şartları gibi unsurları dikkate almak suretiyle, kulun kendisi bulacaktır.

Bu konu ne zaman açılacak olsa, yıllar önce özürlü çocuklar hakkında düzenlenen bir televizyon programını hatırlarım. Programa katılanlardan biri de, kendisini özürlü çocukların problemlerine adamış bir hanım idi. Bu hanımın özürlü bir çocuğu vardı; onun problemleriyle uğraşırken kendisini bu gönüllü çalışmaların içinde bulmuştu. Macerasını anlatırken, “Sonunda Allah’ın beni bunun için yarattığını anladım” diyordu. Bu hanım, sadece kendi hayat gayesini keşfetmekle kalmamış, bunu yaparken bir felâketi mutluluğa çevirmenin yolunu da bulmuştu.

***

Bu dünyaya gelen her bir canlı, bir gayeyle gelir; giderken de ardında bir iz bırakır. Bir karıncanın arkasında bıraktığı dünya, karınca kararınca temizlenmiş bir dünyadır. Arının altı haftalık bir ömürden sonra geride bıraktığı dünyada ise 50 gram bal farkı vardır.

Eğer insan, kendisine verilmiş olan imkân ve yeteneklerle mütenasip bir iz bırakmak üzere gönderildiği bu dünyadaki sayılı günlerini karnına 700 kilo yağ depolamak için harcarsa, arının da, karıncanın da çok gerisinde kalmış olur.

ÜMİT ŞİMŞEK 

Kesru Veseni Reten (veya Gülen)

Kendisinin 700 yaşında bir Sahabî olduğunu iddia eden Reten adlı sahtekâr, pek çok kimseyi tuzağına düşürmüştü. Maamafih, günümüzde de onu aratmayacak sahtecilikler hiç eksik olmuyor!

İnsanların safdilliğine yatırım yapanların mahrum kaldığına dair çok fazla örnek bilmiyoruz. Utanmamak ve usanmamak şeklinde iki özelliği kendilerinde barındıranlar, her türlü yalanı fütursuzca ileri sürmek ve bunu yeteri kadar tekrarlamak suretiyle, pek çok insanı peşlerine takmayı bilmişlerdir.

Bu evrensel kanunun şahitlerinden biri de Hindistan’ın Bathinda (veya eski imlâsıyla Bhatinda) şehrindeki Baba Reten türbesidir. Doğu Pencap’ta, Delhi’nin 300 km kuzeybatısında bulunan bu türbe, yüzyıllardır Müslümanların yanı sıra Hindular ve Sihler tarafından da kutsal bir mekân olarak ziyaret edilmektedir. Burada yatanın kim olduğuna gelince:

Bu kişi, 1234 yılında (Hicrî 632) ölen Baba Haci Reten ibn Nasr el-Hindî adında bir çakma Sahabîdir!

Reten, pek çok insanı kendisinin Resulullah zamanından beri yedi asırdır yaşayan bir Sahabî olduğuna inandırmıştı. Uydurduğu hikâyelere göre Peygamberimizi daha çocukken selde boğulmaktan kurtarmış, Nübüvvetten sonra da onunla görüşüp iman etmiş, hattâ Ay’ın yarılması mucizesine bizzat şahit olmuş, Hz. Fatıma’nın düğününde def çalıp oynamıştı.

Uzak ülkelerden şöhretini işiterek akın akın ziyaretine gelenlere, Reten, Resulullahtan (s.a.v.) bizzat işittiğini iddia ettiği ve bir defterde topladığı 340 kadar uydurma hadislerden okuyor; ziyaretçiler de bir Sahabî ile tanışıp duasını almak ve ondan hadis öğrenmek gibi bir mazhariyetin (!) gururuyla ülkelerine dönüyor ve bu maceralarını daha başkalarına anlatarak çakma Sahabînin şöhretine şöhret katıyorlardı.

Reten’in onlara anlattıkları arasında, Resulullahın altı defa uzun ömür duasına mazhar olduğu, bu dualardan her biri için yüzer sene yaşayarak sonunda yedi yüz yaşına ulaştığı yalanı da vardı. Reten bu yalanı utanmadan ve usanmadan tekrarlayıp duruyor, önüne konulan herşeyi yemek itiyadında olan bir kısım insanlar da bu büyük mucizeye (!) tereddütsüzce inanıyorlardı. O kadar ki, büyük hadis âlimi Zehebî “Kesru Veseni Reten” (Reten Putunun Kırılışı) adıyla bir kitap yazarak bu sahtekârın içyüzünü bütün açıklığıyla ortaya koyduğunda, zamanın ünlü âlimlerinden bir kısmının muhalefetiyle karşılaştı.

***

Reten, aslında, türünün yegâne bireyi değildi, ama en meşhuruydu. Hadis uydurmacıları arasında “Muammerûn” (uzun ömürlüler) adıyla anılan bir grup vardı ki, bunlar, Saadet Asrından yüzlerce yıl sonra ortaya çıkan ve Sahabîliğini ilân ederek Resulullahtan sözümona “hadis” rivayet eden kimselerdi. Onların hadis uydurmak için böyle bir yola başvurmalarının geçerli bir sebebi vardı:

Resulullahtan sonraki asırlarda hadis ilimlerini tedvin eden âlimlerimiz (Allah onlardan razı olsun ve ecirlerini kat kat ziyadesiyle versin) hadis rivayetini son derece sağlam kaidelere bağlamış, bu arada hadis râvilerinin hayatlarını ve kişiliklerini FBI’a parmak ısırtacak bir titizlikle araştırarak hepsini ayrıntılı bir şekilde “fişlemiş” ve hadislerin sağlıklı bir rivayet zinciriyle Resulullaha kadar ulaşması için gerekli esasları tam bir bilimsel objektiflik içinde belirlemişlerdi. Öyle ki, Hz. Peygambere birisi bir söz yakıştırmaya kalksa, bu uydurma söze bir de senet yamalamak zorunda kalıyor, fakat bu işi ne kadar ustalıkla yaparsa yapsın sahtecilik kendisini mutlaka bir yerde ele veriyordu.

Bu sıkı denetimden kurtulmanın bir yolu, râvi zincirini bypass ederek doğrudan Resulullaha ulaşmak ve bizzat onun ağzından hadis rivayet etmekti. İşte, “Muammerûn” namıyla meşhur hadis uydurmacıları aynen böyle yaparak yüzyıllar öncesine uzandılar ve bizzat Resulullah ile buluşarak onun ağzından sözümona hadis rivayet ettiler! “Böyle bir yalanı kim yutar?” diye sorulacak olursa, “Pek çok kimse” diye cevap verilir. Özellikle bir kısım Şiî âlimlerin bu konudaki gerekçeleri dikkat çekicidir:

Onlara bakılırsa, Sünnî âlimler doğrudan doğruya Resulullahtan hadis rivayet edenleri “kıskanıyor” ve bu yüzden onları yalancılıkla itham ediyorlardı! (Muhatap oldukları suçlamaları “kıskançlık” ithamıyla cevaplandıranlar nedense bize hiç yabancı gelmiyor. Kur’ân-ı Kerim ise bu davranışı bir münafık âdeti olarak bize haber vermişti [Fetih, 48:15].)

***

Reten’in ipliği daha sağlığındayken pazara çıktı çıkmasına, ama yüzyıllar sonra hâlâ bu sahtekârın bir Sahabî olduğuna inananlar var. Bir kısım insanlar onun mezarını Sahabe türbesi niyetine ziyaret ediyorlar, edemeyenler de uzaktan onun habis ruhuna tâzimlerini sunarak şefaat umuyorlar. Reten’ler kolay kolay ölmüyor. Ölmek bir yana, zaman içinde aynı ruhun başka kılıklara bürünerek zuhur ettiğini ve âlimiyle, cahiliyle pek çok insanı peşine taktığını görüyoruz. Belki bugün 1400 sene öncesinden kalma bir Sahabî olduğunu iddia edenler yok; ama Resulullahın yanına gitmek yerine onu kendi ayağına getirerek işlerini onunla istişare ettiğini iddia eden yahut Resulullahın uygunsuz meclislerde bizzat bulunarak kendilerine destek verdiğini ileri süren yalancılar ile böyle iftiralara bir iman esası gibi inanan safdil insanlar var. Hattâ bundan daha ötesi de var: Meselâ bir Hızır kıssası şeytanın aklına gelmeyecek bir mahiyete büründürülüyor ve Allah’ın Resulünde olmayan ilmin daha başkalarında olabileceği fikri yıllardır bir kısım insanların benliklerine sistemli bir şekilde işlenebiliyor. (Bu konu ayrı bir şekilde ele alınmayı icap ettirdiğinden tafsilâtını başka bir yazıya bırakıyoruz.)

Kıssadan hisse: Baba Haci Reten’in türbesi dünyanın öbür ucunda; kendisi öleli sekiz asır oldu. Fakat ruhu bunca asırlar boyunca aramızdan hiç eksik olmadı; şimdi de farklı kılıklara bürünmüş şekilde birçok insanı peşi sıra sürüklemeye devam ediyor.

Ümit Şimşek – Nuraniyyat

***

“Kesru Veseni Fülân veya Reten’ler Ölmez” başlığı altında ilk yayın tarihi: 1 Ocak 2014, Son Devir

Bir deve sağımı cihad mı, yetmiş senelik namaz mı?

İnsanlardan uzaklaşarak kendisini ibadete vermeyi düşünen Sahâbîye Peygamber tavsiyesi: Bunu yapma, cihad et.

– Ümmetin en küçük bir meselesini en büyük bir şahsî kemalât meselesinden daha üstün görmekte zorlanıyorsanız,

– Maddî veya manevî cihadın her türlüsüne ait en cüz’î bir hizmeti, bir faaliyeti, bir yardımı, bir desteği en büyük bir velâyet mertebesine tercih etmek hususunda zaman zaman tereddütler yaşıyorsanız,

– “Şunu şu kadar okursan veya şu kadar namaz kılarsan bu kadar sevap kazanırsın” şeklinde internette dolaşan ve çoğu zaman kaynağı ve sıhhati de şüpheli bulunan vaadlerin cazibesine kapılarak vaktinizin çoğunu şahsî kemalâtınıza ayırıyor ve bu sebeple cihad kıymetindeki hizmetlerin bir kısmından geri kalıyorsanız,

– “Böyle küçük meseleler için kıymettar vaktimi sarf etmektense, o çok kıymetli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymettar şeylere sarf edeceğim deyip çekilerek ittifakı zayıflaştırmayınız; çünkü bu manevî cihadda küçük mesele zannettiğiniz, çok büyük olabilir” şeklindeki ikazların ciddiyetini her zaman iç âleminizde yeteri kadar yankılanmıyorsa,

– Ehl-i imanın her cepheden gelen en şiddetli maddî ve manevî saldırılara maruz kaldığı bir zamanda bu ümmetin imanına, birliğine, maddî ve manevî kurtuluşuna yönelik hizmetlerden herhangi birinin bir köşesinden bir günlüğüne, birkaç saatliğine, birkaç dakikalığına tutuvermenin Allah katında nasıl bir değer taşıdığını kesin bir haberden öğrenmek istiyorsanız, lütfen şu hadis-i şerifi okuyunuz ve okutunuz:

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Resulullah’ın (s.a.v.) ashabından bir adam, bir vadiden geçerken bir tatlı su pınarına rast gelmişti.

Suyun güzelliği çok hoşuna gitti ve “Keşke insanlardan uzaklaşıp da şu vadide yerleşsem” diye içinden geçirdi. “Ama Resulullah’tan (s.a.v.) izin almadan olmaz” dedi.

Resulullah’a (s.a.v.) bunu anlatınca, o buyurdu ki:

“Bunu yapma. Çünkü sizden birinin Allah yolunda bulunması, evinde yetmiş sene namaz kılmasından daha üstündür. Allah’ın sizi bağışlayıp Cennete sokmasını istemez misiniz? Siz Allah yolunda cihad edin. Çünkü velev bir deve sağacak kadar zaman bile olsa Allah yolunda savaşana Cennet vacip olur.”

Tirmizî, Fedâilü’l-cihad: 17 (no. 1650)

Kıssaları nasıl okuyalım?

Kur’ân-ı Kerim’in önemli bir kısmı, kıssalardan, yani önceki kavimlere ait ibretli vak’aların özlü bir şekilde anlatımından meydana gelir. Hattâ, Kur’ân’ın en önemli mesajlarının kıssalarda olduğunu söylemek dahi mübalâğa olmayacaktır. Ancak, kıssalardan istifade edebilmek ve onlardaki mesajları kavrayabilmek için bazı önemli şartlar vardır.

Birincisi: Bu kıssalar, gerçek hadiselerdir. Âyetlerde ve sahih hadislerde bu hadiselerden ne kadarı nakledilmişse, başka kaynaklardan birşeyler karıştırılmadığı takdirde bunların muhakkak surette cereyan etmiş gerçek hadiseler olduğu bilinmelidir.

İkincisi: Bunlar her ne kadar dış görünüşüyle geçmiş zamana ait olaylar ise de, mânâ itibarıyla güncelliği hiçbir zaman kaybolmayan ve eskimeyen gerçekleri içerirler. Kıssada anlatılan hakikat, o gün için Musa, Harun, Firavun, Hâmân, sihirbazlar, v.s. şeklinde cereyan etmiş olabilir; fakat bu mânâ, değişik zamanlarda ve değişik toplumlarda, daha başka isimler altında da cereyan etmektedir ve edecektir. Neyzen Tevfik’in mısraları bu gerçeği özlü bir şekilde dile getirir:

Hadisatı oku her an, o zaman geçti deme
Habil’i Kabil’i sağ belle, basiretle geçin
Asl-ı kanun-u tabiatta tagayyür yoktur
Vak’a tebdil-i kıyafetle gelir her gün için.

Üçüncüsü: Geçmiş ümmetlerin, kitaplarına yaptıkları ilâveler yüzünden yoldan çıktıklarını unutmamalıyız. Kur’ân ve Hadis, kıssaların özünü bize aktarmış, ders çıkarmamız gereken hususlarda bir eksik bırakmamıştır. Eğer insan kıssalardan çıkarılması gereken ibret dersleri yerine sadece merak saikiyle birtakım gereksiz ayrıntıların peşine düşecek olursa, kendisini yoldan çıkaracak ve Kur’ân’ın mesajından uzaklaştıracak hurafelerin kucağına atılmış olur. Unutmamak gerekir ki, “Nuh’un gemisi hangi ağaçtan yapıldı? Hz. Musa’nın ayakkabısı hangi hayvanın derisinden idi? Hz. Süleyman’ın kıssasında konuşan karıncanın adı neydi?” gibi anlamsız sorulara dikkatleri yönelten, “Zülkarneyn atını Ülker yıldızına bağlardı” gibi akıl almaz iddialarla kıssayı bütün ciddiyetinden soyutlayan hikâyeler, maalesef Kur’ân kıssalarının anlaşılması önünde büyük bir engel teşkil etmiştir.

Kıssalara nasıl yaklaşılması ve onlardan nasıl ders çıkarılması gerektiğini bize öğreten âyetlerden biri de şöyledir:

Elbette o peygamberlerin kıssalarında akıllı kimselerin çıkaracağı dersler vardır. Bu Kur’an uydurulabilecek bir söz değildir. O kendinden önce gelen kitapları doğrular, her şeyi iyice açıklar, iman eden kimselere de doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmettir.[1]

Bu âyet, Kur’ân’ın bize “her şeyi iyice açıkladığını” bildiriyor. Onun için, gerek Kur’ân âyetlerinde, gerekse Kur’ân’ı açıklamakla görevli bulunan Peygamberimizden bize gelen sahih hadislerde bildirilen ayrıntılar, ibret almak isteyecek kimse için yeterli ayrıntılardır. Gayretimizi bu noktalar üzerinde yoğunlaştırmak, Kur’ân’ın kıssalarından yararlanabilmek için gerekli olan en önemli bir şarttır.

[1] Yusuf sûresi, 12:111.

Bu yazı, M. Ü. İlahiyat Vakfına ait Çamlıca Yayınlarında yayınlanan Namaz Sureleri Tefsiri adlı kitabımızdan alınmıştır.

Ümit Şimşek