Etiket arşivi: ümit şimşek

Kalplerin katılaşmaması için

İman edenlerin, Allah’ın zikrine ve hak olarak inene karşı kalplerinin yumuşaması için zaman hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasın ki, üzerinden zaman geçince kalpleri katılaşıvermiş ve birçoğu yoldan çıkmıştı.

Hadîd Sûresi, 57:16

Allah’ın âyetleri karşısında duyarsız davrananlar hakkında Kur’ân’ın pek çok uyarıları vardır ki, bunların çoğunluğu, birinci derecede, iman etmeyenleri ilgilendirmektedir. Burada ise, doğrudan doğruya, inananlara yönelik olarak bir duyarsızlaşma, bir kalp katılaşması durumu söz konusu edilmekte ve uyarıda bulunulmaktadır. Bu âyet, bizden, sadece “İman ettik” demekle veya sadece kuru söz ve ruhsuz davranışlarla yetinmememizi istiyor, bundan daha ötesini bekliyor, “Zaman hâlâ gelmedi mi?” diyerek bir de sitemde bulunuyor.

Kur’ân âyetlerine bugün inmiş gibi bakabildiğimiz zaman, onlarda ders alacak çok fazla şey buluruz. “Kalplerin yumuşaması için zaman hâlâ gelmedi mi?” sözü de, sanki bugün inmişçesine, özellikle zamanımıza hitap ediyor gibidir. Kur’ân’ın inişi sırasında ona muhatap olanların kalp yumuşaklığı ile bugün bizim yüzlerce defa işittiğimiz Kur’ân âyetlerine karşı tavrımız arasındaki fark, böyle bir hitaba bizden daha lâyık kimse olamayacağını gösteriyor.

Âyetin işaret ettiği gibi, bu duyarsızlaşmanın zamanla da yakın ilgisi vardır. Bir mevsim meyvesinin ilk tadıldığı an, onun en tatlı olduğu andır. Nimetler kesintiye uğradığı zaman da insan bu tadı bütün canlılığıyla yakalayabilir: kışın ardından ilk defa solunan çayır kokusu, uzun bir hastalıktan sonra ilk defa deniz kenarında yürüyüş, bir iftar sofrasında tadılan zeytin veya bir yudum su, yahut en tatlı yerinde bölünmüş bir uykuya tekrar dalmak gibi…

Bu örneklerin hepsi de, aynı zamanda, Sahabenin Kur’ân okuyuşunu anlatan örneklerdir. Bediüzzaman, Sahabîler ve içtihad ile ilgili 27. Sözde bu konuda son derece önemli bir tespit yapar: Kur’ân-ı Hakîmin nurlarıyla hasıl olan o muazzam inkılâbın etkisi altında, Sahabîler, bütün duygu ve yetenekleriyle Kur’ân’a ve Allah’ın zikrine yönelmişlerdi. Öyle ki, onlar herhangi bir zikir veya bir tesbih sözünü söyledikleri zaman, dalgın zihinlerle ve dillerinin ucuyla söyleyip geçmezler, bütün anlamlarıyla o sözü söylerler ve bütün varlıklarıyla o sözden feyiz alırlardı.

Yine Bediüzzaman’ın 13. Sözdeki bir tespiti de aynı istikamette, Kur’ân’ın indiği çağda meydana getirdiği tesirle ilgilidir: Herşeyin vahşet ve cehalet karanlıklarına büründüğü bir zamanda, Kur’ân’ın “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder” meâlindeki âyetleri, gecenin karanlığını gündüze çeviren bir gündoğumu gibi tesir bırakmış; bu âyetlerin canlandırdığı kâinatta bütün varlıklar dirilerek candan bir dost oluvermiş, hepsi birden canlanarak en tatlı dillerle ve en gür sadalarla Yer ve Gökler Rabbini zikretmeye başlamışlardır. Risale-i Nur Müellifi, bu manzarayı gerçekten zevk edebilmek için, insanın kendisini o cahiliyet asrında hayal ederek Kur’ân âyetlerini “ilk defa” dinlemesi gerektiğini söyler. Zira Kur’ân’ın tasvir ettiği kâinat, zaman içinde insanlığın büyük çoğunluğu tarafından kabul edilen bir hakikat halini almış; bu arada meyvenin turfanda tadı da küllenmiş, manzaranın parlaklığı kalın bir ülfet perdesi altında canlılığını yitirmiştir.

Kur’ân ise, bu durumu, “kalplerin katılaşması” olarak niteliyor. Ve ibret nümunesi olarak, daha önce kendilerine kitap verilenlerin âkıbetlerini gösteriyor: Aradan uzun zaman geçince onların da kalpleri katılaşmıştı. Daha başka âyetlerde de Kitap Ehlinin bu özelliği şiddetle yerilir. Bakara Sûresinin 74. âyeti, İsrailoğullarının, eriştikleri onca nimetlerden ve tanık oldukları mucizelerden sonra, kalplerinin yine katılaştığı, hattâ taştan da katı kesildiği bildirilir. Yine Bakara Sûresinin 88. âyeti ile Nisâ Sûresinin 155. âyeti ise, onların kendi dillerinden “Kalplerimiz örtülüdür” sözünü nakleder ve bu sebepten lânetlendiklerini bildirir.

Bunlar, zaman içinde katılaşma eğilimi taşıyan kalplerin, kendi haline bırakıldıkları takdirde nasıl bir âkıbetle karşılaşacağını gösteren en uç örneklerdir. Öyle bir noktaya varıldığı zaman, zaten, uyarıların fayda vermeyeceği bir yere gelinmiş olacağı için, kulaklarımız henüz uyarılara açık iken Kur’ân bize bu sonucu göstererek ondan sakınmak için önlem almaya bizi çağırmaktadır.

Bu konu, bizi “Kalpler nasıl yumuşar?” sorusuna getiriyor ki, bu, bir defa sorulup da cevaplandırılacak bir soru değildir. Bu soru hergün tekrar tekrar sorulsa ve her defasında yeni baştan ona cevap aransa, yeridir diyebiliriz. Bediüzzaman’ın, Kur’ân dinlerken kendimizi o cahiliyet asrında farz etmek yönündeki tavsiyesi de, hiç kuşkusuz, kalp yumuşatma egzersizleri arasında yerini alacak önemli bir öğüttür.

ÜMİT ŞİMŞEK

Şeriat Rahmettir

Şeriatın değerini anlamak için birçoğumuzun kafasına saksı düşmesi gerekiyor. Çünkü Şeriatı bir tür ceza hukuk sistemi zannediyoruz; bir de merhamet duygumuz yönünü şaşırmış bulunuyor.

Şeriat karşıtı bir gazetenin kendisini “laik” olarak tanıtan bir yazarı da İstanbul trafiğinde bunalınca Şeriattan imdad istemek zorunda kalmış. Sayın yazar, haklı olarak, bu dinin trafikte işlenen hatâlara karşı birer müeyyidesinin olması gerektiğini savunuyor.

Şeriatı bir ceza hukuk sistemi olarak görmenin yanlışlığını bir tarafa bırakacak olursak, burada bir hakikat yakalanmış görünüyor. Bu hakikat, Şeriatın adalet ile iç içe tecellî eden rahmet yönüdür. Lâkin bu da ancak mağdurun bakış açısından net olarak görülebiliyor; zaman zaman saksıya duyulan ihtiyaç, işte bu bakış açısını yakalayabilmek içindir.

***

Şeriatın ne olup ne olmadığı konusuna girecek olursak, kolay kolay çıkamayabiliriz. Onun için, bir mânâda Şeriatın baştan başa rahmet demek olduğunu belirtmekle yetinelim. Şeriat rahmettir, çünkü onunla insan Âlemlerin Rabbine muhatap olma şerefine erişir, onunla iki dünyanın saadetine kavuşur, onunla Rabbinin en yüksek seviyedeki lütuf ve ihsanlarına mazhar olur.

Şeriatın bu dünyada insana lâyık gördüğü bir hayatın temel şartları ise huzur ve güvenliktir. Şeriatın öngördüğü toplum, insanların “Başıma birşey gelir mi?” endişesini taşımadan gece gündüz sokağa çıkabildiği, kimse tarafından rahatsız edilmeden evinde oturabildiği, gözü arkada kalmadan evini ve dükkânını kapatıp istediği yere gidebildiği bir toplumdur.

Böyle bir toplumda, bir kısım kafadarlar bir araya gelip de canının istediği yolu trafiğe kapatamaz; kapatmaya kalkarsa, Şeriatın buna müsamahası olmaz.

Böyle bir toplumda, bir kısım insanlar “hak arama” bahanesinin ardına sığınarak devletin veya şahısların mallarına zarar veremez, dükkânları yakıp yıkamaz, kimseyi korkutamaz, insanların ticaretine, alışverişine, ekmek parasına mâni olamaz. Bunları yapacak olanların Şeriat elini, ayağını, hattâ kafasını keser. (Bkz. Bir Mesaj Âleti Olarak Fesat.)

Toplumun huzur ve güvenliği söz konusu olduğunda, bir tercih karşısındayız demektir:

Kime merhamet edelim? Mâsumlara mı, yoksa suçlulara mı?

Şeriatın tercihi bellidir: O, toplumu merhamet kanatları altına alır, toplumun huzurunu bozan suçluya da adaletin kılıcını gösterir.

Hak arama, özgürlük gibi etiketler altında bir azgınlar güruhunu koruyup kollayanlar ise bunun tersini yapıyorlar:

Onlar suçluya merhamet gösterirken, suçsuz bir topluma karşı merhametsizlik ediyorlar. Böyle yapmakla, Şeriata yakıştırdıkları “şiddet”ten uzaklaşmış olmuyorlar, sadece onun yönünü değiştiriyorlar — üstelik lâyık olmayan tarafa doğru! Şimdi biz bu anlayışın meyvelerini, himaye gören suçlular ile huzurdan mahrum kitleler halinde topluyoruz.

***

Fakat toplumun vicdanı, bütün bu yoğun propagandalar arasından da göreceğini görüyor.

Aynı Şeriat karşıtı gazete, İran’daki bir infaz sahnesini yorumlu ve yönlendirici şekilde “vahşet” olarak sunduğu zaman, kendi okuyucusundan bile hiç umulmadık tepkiler alıyor ve haberin altı, bu infaz sahnesini tasvip eden yorumlarla doluyor. (Bkz. http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=11762071&tarih=2009-05-31 ).

Henüz “Kısasta hayat var” (Bakara, 2:179) hükmünü tasdik edecek seviyeye ulaşamamış olanlara gelince:

Onları da, en sonunda, Türkiye’nin bütün dağlarındaki toplam ayı nüfusundan daha fazlasını barındıran İstanbul trafiği insafa getiriyor ve “Neredesin Şeriat?” diye bağırtıyor.

Ümit Şimşek – Nuraniyyat

Bu yazı 2013 Temmuz Son Devir’de yayınlanmıştır.

Vali Umeyr’in dünyalığı

Mağribli bir dilenci Halep’in kumaşçılar çarşısında şöyle diyordu:

“Ey servet sahipleri, eğer sizde insaf, bizde kanaat olsaydı, dünyadan dilenme âdeti kalkardı.”

Sadi

Umeyr bin Sa’d el-Ensârî, Hz. Ömer’in Humus’a vali tayin ettiği kişi idi. Göreve başlamasının üzerinden bir yıl geçtiği halde ondan bir haber gelmeyince, Hz. Ömer “Ben Umeyr’in bize ihanet etmiş olmasından şüpheleniyorum” diyerek onu Medine’ye çağırttı. Gelirken, ganimetlerden toplayabildiğini de beraberinde getirmesini istedi.

Vali Umeyr, mektubu alır almaz yol azığını dağarcığına koydu, ibriği ile su kabını ve asâsını alarak yola koyuldu. Humus’tan Medine’ye kadar yürüyerek geldiğinde saçı sakalı birbirine karışmış, toz toprak içinde kalmıştı.

Halife Ömer ona “Durumun nedir?” diye sorduğunda,

Vali Umeyr “Gördüğün gibi,” cevabını verdi. “Vücudum sıhhatli, kanım tertemiz. Dünyayı da boynuzlarından tutmuş, arkamdan sürüklüyorum.”

Hz. Ömer beraberinde ne getirdiğini sordu. Umeyr de elindekileri gösterdi. “Acıkınca dağarcığımdan yiyorum,” dedi. “Su kabında üstümü, başımızı yıkıyorum. İbrikten su içip abdest alıyorum. Allah’a yemin ederim ki dünya malı olarak yanımda bunlardan başka birşey yok.”

“Peki, Humus’tan buraya kadar yaya mı geldin?”

“Evet.”

“Sana bineğini verebilecek bir arkadaşın da mı yoktu?”

“Kimse vermedi, ben de istemedim.”

Halife Ömer “Yanından geldiğin Müslümanlar ne kötü insanlarmış!” dediğinde, Umeyr “Allah’tan kork, ey Ömer,” diye cevap verdi. “Yüce Allah sana insanların arkasından konuşmayı yasaklamamış mıdır?”

Hz. Ömer “Peki, senden istediğimiz şeyler nerede?” diye sordu.

“Eğer seni üzmekten korkmasaydım daha önce haber verecektim,” dedi Umeyr. “Beni gönderdiğinde oradaki iyi insanları bir araya getirdim; sonra da ganimetleri toplamaları için onların herbirini bir yere gönderdim. Getirdikleri malları da verilmesi gereken yerlere verdim ve elimde hiçbir şey kalmadı. Eğer kalsaydı mutlaka getirirdim.”

“Şimdi sen bize hiçbir şey getirmedin mi?”

“Hayır.”

“O halde seni yine aynı göreve getiriyorum.”

“Hayır,” dedi Umeyr. “Artık bitti. Bundan böyle ne senden, ne de daha sonra gelecek halifelerden hiçbir görev kabul etmeyeceğim. Allah’a yemin ederim ki, o kadar uğraştığım halde yine kendimi bu görevin kötülüklerinden koruyamadım; bir keresinde bir Hıristiyana ‘Allah seni seni rezil etsin’ demiş bulundum. Ey Ömer, bu felâketi benim başıma sen getirdin.”

Umeyr bu sözleri söyledikten sonra çıktı, Medine’nin birkaç kilometre uzağındaki evine döndü. Valilik görevini boşaltmak için tekrar Humus’a kadar gitmesine gerek yoktu; bütün eşyası zaten yanındaydı.

***

Umeyr gittikten sonra, Hz. Ömer’in içi yine rahat etmemişti. “Ben hâlâ onun ihanet etmiş olabileceğinden kuşkulanıyorum” dedi ve Hâris isminde birisini yüz dinarla Umeyr’in evine yolladı. “Git, onun misafiri ol,” dedi. “Eğer servet sahibi olduğuna dair bir belirti görürsen bize haber getir. Aksi takdirde yüz dinarı ona ver.”

Hâris, Umeyr’in yanında üç gün misafir kaldı. Bu süre içinde Hâris ve ev halkı, günde bir ekmeği paylaşmışlardı. Hâris evden ayrılırken Umeyr’e yüz dinarı vermek istediyse de o bunu kabul etmedi. “Benim bunlara ihtiyacım yok; sen o parayı yine Mü’minlerin Emirine götür” dedi. Sonra ısrar üzerine parayı aldıysa da, hemen fakirlere dağıttı.

Hâris’ten durumu öğrenen Halife Ömer, Umeyr’i çağırtarak ona yüz dinarı ne yaptığını sorduğunda, “Ne yaptımsa yaptım; niçin soruyorsun?” cevabını aldı. Allah adına yemin verdirerek ondan yüz dinarı fakirlere dağıttığını öğrenince, “Allah senden razı olsun” dedi ve ona bir yük yiyecek ile iki elbise verilmesini emretti.

Umeyr, “Yiyecekler kalsın, çünkü ihtiyacım yok” dedi ve sadece elbiseleri aldı. Çünkü elbiseye ihtiyacı olan birisini tanıyordu.

— Sade Hayat‘tan alıntı (Hayatü’s-Sahâbe’den naklen)

yazarumit.com

Şefaat niçin var?

O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir fayda vermez.
Tâhâ Sûresi, 20:109

İLÂHÎ rahmetin en parlak tecellîlerinden biri de şefaattir. Şefaat vasıtasıyla Yüce Allah hem kullarını af ve ikramlarına eriştirir, hem de onların arasında birbirine karşı muhabbet ve merhamet vücuda getirir.

Şefaatten söz eden birçok âyet vardır. Bunlardan bir kısmı, bâtıl dinlerinden vazgeçmeyen, Kur’ân’ın çağrısına kulak asmayan, kıyamet gününde de ayrıcalıklı muamele göreceklerine inanan, yahut Allah’a ortak koştukları şeylerden şefaat uman kimselere hitap eden âyetlerdir ki, onlara hiçbir şefaatin yarar sağlamayacağını kesin bir dille bildirir.

Şefaatle ilgili diğer âyetler ise iki şeyi birden ispat ederler:

(1) şefaatin varlığı,

(2) şefaatin tümüyle Allah’ın iznine bağlı olduğu.

Âyetü’l-Kürsî’nin şefaatle ilgili cümlesi, bu âyetlere verilebilecek bir örnektir:

Onun katında, Onun izni olmadan şefaat edecek kim var?[1]

Bu tür âyetler, Allah’ın izni olmaksızın kimsenin şefaat edemeyeceğini açık bir dille bildirirken, bir yandan da, bazı kimselere Allah’ın şefaat izni vereceğini müjdelemektedir. Tâhâ Sûresinin âyeti de böyledir:

“O gün Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir fayda vermez” buyururken, Allah’ın şefaat izni vereceği kimselerin bulunduğunu haber vermekte, üstelik onların sözünden Allah’ın hoşnut olacağını da bildirerek şefaat hadisesine daha da hoş bir çeşni katmaktadır.

Nedir şefaati bu kadar anlamlı ve gerekli kılan şey?

Yüce Allah, sonsuz rahmetiyle, dilediği kullarını doğrudan bağışlayacağı yerde, niçin onlardan bir kısmını diğer bazı kullarının aracılığıyla bağışlamayı murad etmiş olabilir?

Bu soruyu diğer taraftan da sorabiliriz:

Ya şefaat olmasaydı?

O zaman, başta peygamberler olmak üzere, hiç kimsenin kimseye dönüp bakmadığı, mü’minlerin birbirine karşı merhamet duymadığı, bu dünyadaki muhabbet ve merhametlerin tamamen sonuçsuz kaldığı bir kıyamet gününden söz etmek gerekirdi. Peygamberler ümmetlerine Allah’ın buyruklarını tebliğ etmiş olmaktan ötede bir iş yapmış olmayacak, bu dünyada onların çağrısına kulak vermiş olan insanlar ise kıyamet gününde peygamberlerini kendilerine ilgisiz bir halde bulacaklardı. Şefaat edebilecek diğer insanlar da aynı durumda bulunacak, onlar da bir kere kendilerini kurtardıktan sonra diğer kardeşlerini umursamadan Cennete kapağı atmaya bakacaklardı.

Oysa bu dünyada Yüce Allah, kullarına böyle bir hedef göstermemiştir. Onları daima birbirini gözetmeye, birbirinin sıkıntısına çare bulmaya teşvik etmiş, bir kısım kullarına da, başka insanlar için kendisini feda edecek derecede üstün bir ahlâk nasip etmiştir.

Hattâ, insanların birbirine muhtaç şekilde yaratılmalarının ardında da bu anlam saklıdır. Bu sayede kullar Rahmân’ın rahmet ve şefkatine kendi çaplarında birer ayna olmakta, kendileri o rahmetin cilveleriyle beslendikleri gibi, başka kullara da yine o rahmetin parıltılarını yansıtmaktadırlar.

Bu dünyanın gelip geçici sıkıntıları karşısında kullarını birbirine kenetlenmiş, birbirine şefkat ve muhabbetle kucak açmış görmekten hoşlanan bir Rab, kıyamet gününün dehşeti karşısında onları birbirine sırt çevirmiş halde mi bırakır?

O gün, hiç şüphe yok ki, pek dehşetli bir gündür. Fakat şunda da şüphe yok ki, İlâhî rahmetin en muhteşem tecellîleri, inanan kullar için, o dehşetin ardından gülümseyecektir.

Ve o tebessümle ilk olarak kurtuluş müjdesine erişenler, yine hiç şüphe yok ki, Allah’ın rahmetinden en fazla nasip sahibi olan ve kardeşlerine karşı en ziyade şefkat besleyen kullar olacaktır.

O nasip sahiplerine öyle bir zamanda en ziyade yaraşacak olan şey ise şefaattir; Rabbinin ebedî Cennetlerde hazırladığı ikramlara koşarken, kardeşlerinden kucaklayabildiği kadarını da beraberinde götürebilmektir.

Zaten Cennet, Allah’a dost olan kulların hep birlikte yaşayacağı, ebedî bir mutluluğu beraberce paylaşacağı bir yerdir ki, Cenneti Cennet yapan şey de bu beraberliktir. Öyle anlaşılıyor ki, rahmeti herşeyi kuşatan Allah, kullarının bu ebedî beraberliğini daha da tatlandırmak için onların kalbine böyle bir şefkat ve muhabbet yerleştirmiştir.

Bu şefkat ve muhabbet vasıtasıyladır ki, Yüce Allah,

(1) şefaat edilene, kendisini elinden tutmuş kimselerle beraber olmaktan gelen bir mutluluğu,

(2) şefaat edene de, sevdiğini kurtulmuş görmekten gelen bir bahtiyarlığı,

kat kat nimetleri içinde tattırır.

Bu dünyada Allah için kulların birbirine duyduğu muhabbetin sonucu işte böyle bir beraberliktir.

Onun için, insanın muhabbet kanallarını kimlere karşı açık tuttuğuna şimdiden dikkat etmesinde “sonsuz” yararlar vardır.

Ümit Şimşek

Mü’mine güzellik yaraşır

“Onlar, sözü dinler ve en güzeline uyarlar.”  Zümer Sûresi, 39:18

Yüce Allah’ın, kitabında övgüyle tarif ettiği kulların bir özelliği de,

(1) sözü, yani Allah’ın kelâmını dinlemek,
(2) sonra da, dinlediği şeyin en güzeline uymak

şeklinde anlatılıyor. Bu öylesine kapsamlı bir tanımdır ki, ideal bir mü’mini anlatmak için, başka bir tarife ihtiyaç yok dersek, herhalde abartmış olmayız.

“En güzeli” deyiminde, birkaç yönden büyük bir kapsamlılık vardır.

Birincisi: Mü’min, zaten güzel olanın peşindedir ve güzel olan şeyleri yapmakla emrolunmuştur. Onun kulak verdiği söz, sözlerin en güzeli olduğu gibi, ağzından çıkacak sözün ve ortaya koyacağı davranışların da güzel olması, zaten kendi yaratılışının ve imanının gereğidir.

Yine Zümer Sûresinin 23. âyeti, “Allah sözlerin en güzelini indirmiştir” buyurur.

İsrâ Sûresinin 53. âyetinde ise, “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler” emri vardır.

Nahl Sûresinin 125. âyetindeki “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle çağır” buyruğu da aynı yöndedir.

Gökleri ve yeri güzel isimlerinin hesapsız güzellikleriyle donatan Allah, en güzel bir şekilde yarattığı insana da, kendi çabasıyla erişeceği güzellikleri hedef olarak göstermektedir.

İkinci kademede, güzel olan şeyler arasında bir seçim vardır. Yüce Allah, kullarının önüne, hepsi de güzel olan çeşitli davranış örneklerini, buyruklarını, öğütlerini sermiş; bunlar arasında bir tercih yapacağı zaman ise, kuluna yaraşan şeyin, iki güzel arasında daha güzelini seçmek olduğunu bildirmiştir. Kur’ân’da bunun pek çok örnekleri vardır.

Daha önce sözünü ettiğimiz Bakara Sûresinin 237. âyetinde bu örneklerden birini görmüştük. Yine aynı sûrenin 271. âyetinde, açıktan verilen sadakalar “güzel” olarak nitelendikten sonra, bundan daha güzeli dikkatlere sunulur ve teşvik edilir: gizlice vermek.

Yine Bakara Sûresinin 280. âyetinde, borçlu borcunu ödemekte güçlüğe düşecek olursa, rahatlayıncaya kadar ona süre tanınması emredilir; sonra da bundan daha güzel bir yol öğütlenir:

Onun borcunu bütünüyle bağışlamak ise, bir bilseniz, sizin için daha da hayırlıdır.

Bir başka örnek, ceza ve af arasında serbest kalındığı zaman, tercihin af yönünde kullanılması şeklindedir. Meselâ, zulme uğradıktan sonra hakkını isteyen kimsenin suçlanamayacağını bildiren Şûrâ Sûresinin 41-43. âyetleri şöyle son bulur:

Bununla beraber, kim sabreder ve bağışlarsa, işte bu, uğrunda azmedilmeye değer işlerdendir.

Hz. Musa’ya Tevrat levhalarının verilişinden sonra Yüce Allah’ın ona “Kavmine de emret, onun en güzelini alsınlar” buyurduğunu bildiren A’râf Sûresinin 145. âyetinde de, inanan insanı en güzel olana yönlendiren bir teşvik vardır.

Üçüncü aşamada ise, kötü olan şeye en güzel bir şekilde karşılık vermek vardır. Bunu da Yüce Kitabımızın âyetleri tekrar tekrar bize hatırlatır:

Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et. Çünkü Rabbin kendi yolundan sapanları iyi bilir; doğru yolda olanları en iyi bilen de Odur.[1]

Sabretmelerinden dolayı onlara ödülleri iki kat verilecektir. Çünkü onlar kötülüğü iyilikle savarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan da bağışta bulunurlar.[2]

İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğe en güzeliyle karşılık ver.[3]

Mü’minler için bir hidayet ve rahmet olan Yüce Kitabımız, böylece,

(1) güzel olana uymak,

(2) güzel şeyler arasında en güzelini tercih etmek,

(3) kötülüğe karşı da en güzel olan şeyle karşılık vermek

şeklinde üç aşamalı bir terbiye ile, insanın içindeki bütün güzellikleri ortaya çıkarıyor ve onu, bütün güzel isimlerin müsemmâsı ve sonsuz güzellik sahibi olan Yer ve Gökler Rabbinin hoşnutluğuna yaklaştırıyor.

 Ümit Şimşek