Etiket arşivi: ümit şimşek

Derin Nefretlerin Derin Kaynağı

Gezi olayları üzerine kaleme aldığımız ve 13 Haziran 2013 tarihinde Son Devir’de yayınlanan bir yazıda, toplumda derin nefretler uyandıran ve bu milletin fertlerini birbirine düşüren çok önemli bir kaynağa dikkat çekmiştik. Millî eğitim müfredatının tartışılmakta olduğu bugünlerde, yine aynı kaynağa dikkat çekmek zarureti hasıl olmuş bulunuyor.

Gezi eylemleri bazı nefretleri de ortaya çıkardı. Toplum nicedir özlenen bir barış sürecine girmişken bir protesto gösterisiyle uyanıveren derin nefretler, meselenin fazla küçümsenmeye gelmeyeceğini ve genel huzur için asıl kalıcı çözümün bu sahada aranması gerektiğini gösteriyor.

Hemen belirtelim, bu kin ve nefret duyguları, haksızlığa uğramış kimselerden gelmiyor. Eğer öyle olsaydı, mağdur kesime hakları verilir ve zaman içinde yaraların kapanması beklenirdi. Oysa birtakım haksızlıkların varlığı değil, yokluğu bu kesimlerde kin ve nefret duygularını köpürtüyor.

Başı açık olarak duruşmaya girmek isteyen bir bayan avukatın duruşma salonuna alınmadığı bir mahkeme sahnesi tasavvur edebiliyor musunuz?

Oysa tasavvur olunamayan bu sahnelerin niceleri, başını örten insanlarımızın başından geçmiştir. Eğer bu haksızlık yıllarca sürecek genel bir nefretin gerekçesi olsaydı, bugün tesettürlü hanımların birer kin küpü haline gelmesi ve bugüne kadar kendilerine haksızlık etmiş olan birçok kimseden de öçlerini fazlasıyla almış olması gerekirdi. Fakat iki haftadır bunun tamamen tersi cereyan ediyor ve tesettürlü hanımlara karşı yer yer vahşete varan düşmanlıklar sergileniyor. Veya, kendi iktidarlarında devletin en küçük bir memurunun kibri karşısında vatandaşın nasıl ezildiğini unutan yahut unutmuş gözüken bir kesim, bugün belediyelerden başlamak üzere devletin pek çok kapısını vatandaşa açmış olanlara karşı diktatörlük ithamlarıyla savaş açabiliyor. Tam olarak yüzde kaçı bulur, bilemem, ama toplum içinde küçümsenmeyecek bir kesimin, seçilmiş yöneticileri darağaçlarında görmedikçe huzura kavuşmayacağı bir gerçek değil midir?

***

Bugünlere bir anda gelinmedi. 1950 öncesinde ülke yöneticilerinden birine yazdığı bir mektubunda, Bediüzzaman, elli sene sonra gelecek olan neslin, şanlı mazimizi lekeleyeceğine dikkat çekmişti. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uygulanan eğitim politikalarının vereceği neticeyi, gören gözler, o günden görebiliyordu. Böyle olmak zorunda mıydı?

Hayır. Eğer Cumhuriyet, benzersiz bir medeniyeti dünya tarihine armağan etmiş bulunan Osmanlıyı reddetmeksizin yeni bir sayfa açabilseydi, hiç şüphe yok ki, bu ülke de, bu dünya da şimdi çok farklı bir yerde olurdu. Fakat o, bütün dünyayı imrendiren bir mirası kötüledi, reddetti, bütün kötülükleri ona mal edip bütün iyiliklerin kendisiyle başladığı iddiasını nesiller boyunca bu ülkenin evlâtlarına bir ideoloji olarak aşılayıp durdu. Bu ideolojinin içinde kibir vardı, övünme vardı, hakimiyeti gökten yere indirdiğini sananların böbürlenmeleri vardı; olmayan şeyler ise muhabbet, hoşgörü, diğergâmlık, affedicilik, hürmet, merhamet gibi müsbet duygular idi. Bu milletin yüzyıllardır alâmet-i farikası haline gelmiş özellikler, irtica gibi etiketlerle yaftalanmış hedefler haline getiriliyor ve bunlar etrafında husumetler biriktiriliyordu. Aslında, bütün bu husumetlerin hedefinde milletin kendisi vardı. Kendi ifadeleriyle “dinî bir zihniyet fideliği vücuda getirmeden,” maneviyattan bütünüyle soyutlanmış şekilde yetiştirilen gençlik, millete bir alternatif olarak hazırlanıyordu.

O gün bu gündür kutsal bir metin halinde gençlerimizin önüne sürülen Gençliğe Hitabe’yi incelediğiniz zaman, bu metnin toplum içine kin ve nefret tohumları saçtığını görmemeniz mümkün müdür? Bu metni ezberleyerek yetişen bir genci, kendi siyasî fikrine muhalif birisine gaflet, dalâlet, hattâ hıyanet ithamlarıyla hücum etmekten alıkoyacak ne vardır? Onun karşısındaki genç de berikine aynı ithamları yönelttiği zaman, kimin doğru yolda, kimin hıyanet içinde olduğunu ayırt edecek olan mekanizma nedir, merci kimdir?

Hitabenin metnine başvurduğunuzda, size adres olarak göstereceği şey kan’dan başka birşey değildir. Oysa cumhuriyetler güç kaynağı olarak kanı değil, halkı gösterirler. Bizde de temel değer cumhuriyet olsaydı, elbette bu kaide böyle işleyecekti. Fakat asıl ve tartışılmaz değer Gençliğe Hitabe’nin yazarı olunca hüküm de değişmiş, şahsa değil rejime ayar uygulanmış ve cumhuriyet bir isimden ibaret kalmıştır. Dün bir kısım gençler Beyazıt’ta bu hitabeyi bayrak yaparak ayaklanmışlardı; bugün Taksim’de, yarın kimbilir nerede devletine ve milletine karşı savaşan ve etrafı yakıp yıkanlar yine bu hitabeyi burnunuza dayadıkları zaman, buna karşı verebileceğiniz bir cevap var mı?

***

Şurası herkes tarafından görülmesi gereken bir gerçek ki, Cumhuriyetin kuruluşuna hakim olan iradenin terbiyesiyle yetişenler, kendilerini yönetilmeye değil, yönetmeye lâyık görüyorlar ve kuralları da sadece kendilerinin koyabileceğini düşünüyorlar. Bu eğitim politikası değişmediği takdirde bu manzara da değişmeyecek; fakat milletin bünyesi de kendisine aşılanmak istenen bu değerleri kabul etmediği için, eğitim sisteminin ürettiği bir azınlık ile milletin çoğunluğu arasındaki bu çatışma ilelebed devam edecektir. Eğer gelecek nesillerin huzur içinde bir toplum teşkil etmesi isteniyorsa, yapılacak tek şey vardır:

Cumhuriyeti milletle ve kendi geçmişiyle barıştırmak.

Keşke zihinler bu temelli çözüme odaklanabilseydi! Ne yazık ki, bir yandan problemi günlük politikalarla çözmeye çalışırken, bir yandan da onu derinleştirecek işler yapıyoruz:

İşte, şimdi de çocukları ana kucağından alıp formatlamaya başladık. Bu yıl okullarda 5 yaşındaki çocuklara okutulmaya başlanan Türkçe kitaplarının 224 sayfasından 41 sayfası Atatürk’e ayrılmış durumda. Çocuklar hangi kitabın kapağını açsalar, daha ilk sayfasında “Ey büyük Atatürk!” hitabıyla karşılaşıyorlar! Ve, daha o yaşta iken, Atatürk’e hitap eden akrostişli şiir yazmakla yükümlü tutuluyorlar!

İşin özü: “Gaflet, dalâlet ve hattâ hıyanet” içinde bulunan (!) millet iktidarına karşı savaşacak devrimcileri kendi elimizle yetiştiriyor, sonra da “Nereden çıktı bunlar?” diyoruz.

ÜMİT ŞİMŞEK

“Millî” Eğitime Doğru (İnşaallah)

Millî Eğitim müfredatında yapılması planlanan ve bir ay süreyle askıya çıkarılarak tartışmaya açılan değişiklikler, daha önce bu konuyla ilgili olarak yazdığımız üç yazıyı hatırlattı. Sırasıyla sunacağımız bu yazılardan birincisi, 22 Mart 2012 tarihinde “Millî Eğitime Geçiş Ne Zaman?” başlığıyla Son Devir’de yayınlanmıştı:

Sadece kesintisiz eğitim tuzağından kurtulmakla kalmadık. Bu arada çocuklarımız beş yaşında okula başlama imkânına kavuştu. Mecburî eğitim on iki yıla çıkıyor. Tabletlerimiz de geliyor. Bunlar, iyi haberlerimiz.

Kötü habere gelince:

Eğitim sistemimiz bildiğiniz gibi. O cephede herhangi bir değişme ve düzelme emaresi yok. Sistemimiz, Millî Eğitim Temel Kanununun ilk cümlelerinde ifadesini bulan hedefe doğru hizmet vermeye devam ediyor:

“Türk milletinin bütün fertlerini Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı yurttaşlar haline getirmek.”

Gerçi bu amacı gerçekleştirmeye yarayacak, propaganda ve ritüel seviyesinden öteye geçebilen bir eğitim faaliyetinin okullarımızda cereyan ettiğini söylemek güçtür; bu bakımdan konu tartışmaya değer görülmeyebilir. Fakat böyle ideolojik yaklaşımlar, insanlara bizzat birşey veremese de, verilmesi gereken şeyi önleme kapasiteleri bakımından ciddîye alınmalıdır. Eğitim sistemimize hakim olan ideolojik anlayışın ise, insanları, bizim değerlerimizi şekillendiren Kur’ân’ın ders verdiği anlayış ve kavrayıştan sistemli bir şekilde uzaklaştırdığında şüphe yoktur.

***

Kur’ân’ın dersleri hayatla iç içedir. O, herşeye ibret ve hikmet gözüyle bakmayı bize öğretir. Üzerinde yaşadığımız gezegen, rahmeti herşeyi kuşatan bir Yaratıcı tarafından bizim için döşenmiş, zemini çiçeklerle ve tavanı yıldızlarla süslenmiş, bodrumuna her türlü ihtiyaç maddelerimiz depolanmış bir yuvadır. Gökteki Güneş bizim için asılmış bir lâmba, Ay bizim için oraya yerleştirilmiş bir takvimdir. Denizler Allah’ın emriyle bulut olur, rüzgâr Onun emriyle rahmetini bize müjdeler. Yerden bitkileri bizim için O çıkarır, bize şifa olsun diye arıya bal yapmayı O öğretir.

Özetle: Kur’ân’ın dünyası iki temel üzerine bina edilmiştir:

(1) Burada herşey Allah’ın eseridir.

(2) Burada olup biten herşeyin bize bakan hikmet ve amaçları vardır.

***

Eğitim sistemimizin Batıdan iktibas ettiği anlayış ise, bunun tam tersine, failsizlik ve abesiyet esasları üzerine kurulmuştur. Bu dünyada herşey kendi kendine olur. Hiçbir şey şu veya bu gaye için yapılmış değildir; o gayeler her nasılsa tesadüfen vücut bulur. İnsanın bu kâinatta özel bir yeri yoktur; kimse ona acımaz, kimse onu gözetmez, kimse onun hatırı için yerin ve göğün nimetlerini ortaya sermez. Zaten nimet diye birşey de yoktur; herşey tüketilecek bir metâdır. Rahmet, hikmet gibi kavramların ise adı bile bilinmez.

Yapılmakta olan yenilikleri kim hangi yönden savunursa savunsun, inkâr edilemeyecek bir gerçek var ortada:

Ana kucağından alıp okul sıralarına oturttuğumuz çocuklara dünyayı işte bu şekilde öğretiyoruz!

***

Batı yerine Kur’ân’ın bakış açısını benimseyen bir eğitim anlayışı, biliyoruz ki, bazılarına çok yabancı gelecektir. Fakat bazılarına! O kadar. Zira bu bakış açısı, bütün dinlerin temelinde yatan anlayışın ta kendisidir. Eğer Türk milletinin bütün fertlerini Atatürkçü yapmak vicdan özgürlüğüne müdahale teşkil etmiyorsa, milletin manevî değerleri kadar bütün dinlerin de ortak temelini teşkil eden bir bakış açısını “millî” eğitimimize esas yapmak hangi mantıkla vicdan özgürlüğüne müdahale sayılacaktır?

Eğer takip edilen sistem Batı ile bizim aramızda tarafsız bir bölgeyi teşkil etseydi, “Bırakalım da çocuklar yetişkin çağa geldiklerinde kendi inançlarını seçsinler” şeklindeki mülâhazalarda belki bir haklılık payı aranabilirdi. Fakat failsizlik ve hikmetsizlik esaslarına takıntılı bir anlayışın, doğrudan doğruya dinsiz nesiller yetiştirmeyi amaçlayan bir anlayıştan farkı nedir? Varlık âlemini toptan abesiyet çukuruna attıktan sonra, yarım yamalak din dersleriyle yahut aile veya bireylerin kendi çabalarıyla bu tahribatı tamir etmeye çalışmaktan beklenecek en iyimser sonuç, olsa olsa bir “mühtedî imanı” olacaktır.

***

Kesintisiz eğitimle hedef alınan şeyin, dinî inançlardan uzak nesiller yetiştirmek için hiçbir önlemi eksik bırakmamak olduğunu bugün herkes biliyor. Lâkin kesintisiz eğitimi kesintiliye çevirmekle problemin çözüldüğünü sanmayalım. Okula başlama yaşını düşürmenin ise, çocukları failsizlik ve abesiyet esaslarına dayalı bir dünya görüşüyle formatlama işini daha da sağlama alacağı apaçık ortadadır. En iyisi, gelin, makyajla günü kurtarmak yerine, eğitim sistemimizin temellerine inelim; orada yapılması gereken bir dünya dolusu güçlendirme çalışması bizi bekliyor.

Türk milletinin bütün fertlerini ilke ve inkılâplara göre formatlayacak olanlar ise biraz beklesinler.

Herkes yetişkin çağa gelince Atatürkçü olup olmayacağına kendisi karar verir!

ÜMİT ŞİMŞEK

Hadis Hayatımızın Neresinde?

Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok anan kimseler için, Allah’ın Elçisinde size güzel bir örnek vardır.

Ahzâb Sûresi, 33:21

HZ. MUHAMMED (s.a.v.) en son peygamber olduğu göre, onun irşadı, kendisinden sonraki bütün çağlara sağlam bir şekilde ulaşacak demektir. Madem ki insanlar Âhirzaman Peygamberine inanmak ve itaat etmekle yükümlü tutulmuştur; o halde, Peygamberden kendilerine intikal eden şeyin ne olduğunu açık bir şekilde bilmeleri gerekir. Yoksa, kimsenin, kendisine açık bir şekilde bildirilmemiş olan şeye uymakla yükümlü tutulmayacağı aşikârdır.

Peygamberden bize intikal eden iki ana kaynak vardır. Bunlardan birincisi olan Kur’ân, hiçbir tahrife uğramadan, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak bir sağlamlıkla bugün herkesin elinde ve dilindedir. Dinin ikinci ana kaynağı olan Hadis de bize güvenilir bir kaynak olarak ulaşmış bulunuyor. Ancak onun muhafaza edilme ve bize ulaşma yöntemlerinde farklılıklar vardır.

Hadis dendiğinde, bundan, (1) Peygamberimizin sözlerini, (2) onun davranışlarını, (3) başkasına ait olup da onun tasdikine mazhar olmuş davranışları anlıyoruz. Bunların her üçü de, Peygamberimizin bütün hayatı boyunca, onun Sahâbîleri tarafından son derece dikkatli bir şekilde takip edilmiş ve kaydedilmiştir.

HADİSLER NASIL KAYDEDİLDİ?

Bu takip ve kayıt işlemi, önceleri, büyük ölçüde ezberlemek yoluyla gerçekleşiyordu. Zaten İlâhî kader, Peygamberi göndermeden önce o günkü Arap  toplumunu böyle bir görev için hazırlamış, onları son derece güçlü hafızalarla seçkin kılmıştı. Öyle ki, uzun çöl yolculuklarında, onlar, deve üzerinde iken hafızalarından satranç oynayabilecek bir hale gelmişlerdi. Peygamberimiz ise, konuştuğu zaman, değil öyle güçlü hafıza sahiplerinin, en zayıf hafızalı insanların bile rahatlıkla belleyebileceği şekilde tane tane konuşurdu. Hz. Aişe, bu durumu, “İsteyen, onun harflerini bile sayabilirdi” sözüyle tasvir eder.[1]

Dinleyenin hafıza gücü ile konuşanın bu özelliğine, bir de, Peygamberin her sözünü ve her hareketini iyice belleyip insanlara aktarmak yönündeki Sahâbe duyarlılığı eklenince, onun ağzından çıkan her sözün ve attığı her adımın zihinlerde, gönüllerde, dillerde ve hayatlarda sapasağlam bir şekilde yerleşmesi için gerekli olan bütün şartlar tamamlanmış oluyordu. Üstelik bunu, bizzat Peygamberimiz, bir görev olarak Sahâbîlerine yüklemiş, “Benden birşey işitip ezberleyen ve onu başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Bakarsınız, kendisine bilgi ulaştırılan kişi, onu işitenden daha iyi anlar”[2] buyurmuştur.

HADİSLERİ YAZANLAR DA VARDI

Ayrıca, daha Peygamberimiz hayatta iken onun sözlerini yazan Sahâbîler de olmuştur ki, bunların başlıcası, Hadis ilminin en önemli isimlerinden Abdullah ibni Amr’dır. O, Peygamberimizden ne işitirse yazardı. Bazıları ona “Resulullah sakin halde iken de konuşur, öfkeli iken de. Sen ondan duyduğun herşeyi yazma” deyince o da yazmayı bıraktı. Fakat bu durumu Peygamberimize anlatınca, o, dilini işaret ederek, “Yaz,” buyurdu. “Nefsim elinde tutan Allah’a yemin olsun ki, buradan, haktan başka birşey çıkmaz.” Bunun üzerine Abdullah eskisi gibi hadisleri yazmaya devam etti.

Sahâbenin bir diğer özelliği de, doğrulukları idi. Resulullahın terbiyesi onları öyle bir kıvama getirmişti ki, yalanın her türlüsünden tabiatları itibarıyla nefret ederler ve en küçük bir yalanı akıllarından dahi geçirmezlerdi. Fakat Peygamberimizden sonraki dönemlerde, çok çeşitli kültürlerden insanların İslâma girmesi, arkadan da malûm fitne hareketlerinin vuku bulması ve çeşitli sapık mezheplerin ortaya çıkmasıyla birlikte bir kısım insanlar Peygamber adına yalan söylemekten çekinmez hale gelince, Sahâbe de hadis rivayeti işini sıkı tutmaya başladı. Artık “Resulullahtan işittim ki” diyen herkesin sözüne itibar edilmiyor, ondan şahit veya yemin isteniyor, yahut daha başka yöntemlerle sözlerinin doğruluğu kontrol ediliyordu.

SAHİH HADİSLER NASIL BELİRLENDİ?

Takip eden yüzyıllarda ise, Peygamberden rivayet edilen hadislerin derlenip toplanması, daha sonra da tasnif edilmesi çalışmaları başladı. Bu arada, “Hadis” şemsiyesi altında bir ilimler topluluğu vücuda geldi ve bu ilimlerin kendilerine has ilkeler ve yöntemler geliştirildi. Meselâ bunlardan cerh ve ta’dil ilmi, hadis rivayet eden kişilerin hayatını, davranışlarını, zayıf ve kuvvetli taraflarını bir istihbarat örgütünden aşağı kalmayacak bir profesyonellikle inceliyor ve bu konudaki güvenilirlik nisbetini belirli ölçütler içinde derecelendiriyordu. Üstelik, böyle bir tahkikattan bir kere geçer not almak da ömür boyu garanti teşkil etmiyordu. Meselâ, en güvenilir bir râvi, eğer ihtiyarlık döneminde hafıza kaybına uğrar da rivayet ettiği hadislerde bazı zaaflar görülecek olursa, bu zaaf, bir virüs gibi, ondan gelen bütün rivayetlere bulaşıyor ve kendisinin daha önce rivayet ettiği hadisleri de sakatlayabiliyordu.

BEŞER TARİHİNİN EN SEÇKİN ESERLERİ

Böylesine duyarlılıklar içinde ve binlerce ilim ehlinin yüzyıllarca süren gayretlerinin sonucunda, Peygamberimizden bize intikal eden hadisler toplandı, tasnif edildi, sıhhat açısından derecelendirildi ve ortaya, birbirinden değerli yüzlerce eser çıktı. Bunlardan her biri ayrı bir yönüyle diğerinden ayrılıyor, meselâ kimi fıkıh, kimi ahlâk, kimi ibadet konularına ağırlık veriyor, kimi hadisleri konularına göre, kimi de râvilerine göre sınıflandırıyordu.

Bu eserler arasında, başta Buharî ve Müslim’in Sahih’leri olmak üzere, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbni Mâce’nin Sünen’leri, “Kütüb-i Sitte” ünvanıyla, en önde gelen altı hadis külliyatı olarak genel bir kabul gördü. Bu, elbette ki, bütün sahih hadislerin sadece bu kitaplarda bulunduğu anlamına gelmiyordu; ancak hem sıhhat itibarıyla hadislerin son derece sıkı bir incelemeden geçirilerek tasnif edilmiş olması, hem de hadis külliyatlarındaki belli başlı özelliklerin bu altı kitapta bir araya toplanmış olması sebebiyle, Kütüb-ü Sitte, İslâm ümmetinin ortak güvenini kazanan eserler olarak, ilim dünyasında en seçkin bir yere kavuşmuş oldu.

HER İŞ UZMANINDAN SORULMALI

Bugün gelinen noktada, bize hadis olarak ulaşan haberlerin sıhhat derecesini ölçme imkânı en geniş anlamda mevcuttur. Ancak bunun bir uzmanlık işi olduğu unutulmamalıdır. Bütün bilimlerde olduğu gibi, din ilimleri de kendi içinde ayrı ayrı disiplinlere ayrılır ve bu disiplinlerden her biri ayrı bir uzmanlık ister. Hadis hakkında son sözü söylemek de, hiç şüphesiz, Hadis ilimlerinde uzmanlaşmış otoritelere düşen bir iştir. Bir tarafta her işittiğini gelişigüzel bir şekilde hadis diye nakletmek, diğer tarafta da Kur’ân’ı öne çıkarma görüntüsü altında Hadis’e olan güveni sarsmak gibi aşırılıklar arasında doğru yolu bulabilmek için, insanın her işi ehline sormak gibi bir sorumluluk karşısında bulunduğunu hiçbir zaman dikkatten uzak tutmamak gerekir. Çünkü bu işin bir tarafında Peygamber adına yalan söylemek, diğer tarafında da Peygamberin sözünü inkâr etmek gibi ciddî bir tehlike vardır:

Bilmiyorsanız ilim ehline sorun.[3]

Bilmediğin şeyin peşine takılma. Çünkü kulak olsun, göz olsun, kalp olsun, hepsi bundan sorumlu tutulmuştur.[4]

 

— Ümit Şimşek, İslâm İnanç İlmihali (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından)

[1] Buharî, Menâkıb: 23; Müslim, Zühd: 71, Fedâilü’s-Sahâbe: 160; Ebû Dâvud, İlim: 7; Tirmizî, Menâkıb: 9.

[2] Ebû Dâvud, İlim: 10; Tirmizî, İlim: 7.

[3] Nahl Sûresi, 16:43; Enbiyâ Sûresi, 21:7.

[4] İsrâ Sûresi, 17:36.

Melek Duaları

Gökler neredeyse üstlerinden yarılıverecek; melekler hamd ile Rablerini tesbih ediyorlar ve yerdekiler için bağışlanma diliyorlar. Şunu da bilin ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

Fussılet Sûresi, 42:5

İMAN bir tılsımdır: O bir kalbe girdi mi, bütün kâinat bir dost meclisi olur.

Zerreden yıldızlara herşey candan bir tebessüm takınır. Canlı-cansız ne varsa hepsi insanın yüzüne güler. Hiçbir şey ürkütmez inanan insanı, hiçbir şey ona yabancı gelmez.

Çünkü herşey Onun eseri, herkes Onun kuludur.

Tablonun göze görünmeyen kısmı ise daha da muhteşemdir.

Orada, inanan insanın en candan, en hakikatli,  en vefalı dostları bulunur.

İnsan fark etmese de her an onlardan nice yardımlar görür, nice armağanlar alır.

Nereye gitse, onlar da insanla beraber olur.

Gerçi aralarında gökler ile yer kadar uzaklık bulunsa, yine onlar inanan insandan uzak sayılmaz. Duaları yine yeryüzündeki mü’minler içindir. Böylelikle, hemen yanı başındakilerden tutun, yüce âlemlerin meclislerine kadar her taraftan meleklerin dualarıyla kuşatılır inanan insan. Görmediği âlemlerdeki görünmeyen dostları, sürekli olarak onun için bağışlanma niyazında bulunur Âlemlerin Rabbine.

Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize O rahmetini indirir; Onun melekleri de sizin için dua eder. O, mü’minler hakkında pek merhametlidir.[1]

Arş’ı taşıyan ve onun etrafında bulunan melekler Rablerini hamd ile tesbih eder, Ona iman eder ve mü’minlerin bağışlanmaları için dua ederler. “Rabbimiz, Senin rahmetin de, ilmin de herşeyi kuşatmıştır. Tevbe edip Senin yolunu izleyenleri bağışla ve Cehennem azabından koru. Rabbimiz! Onları ve atalarından, eşlerinden ve nesillerinden salih olanları, kendilerine vaad ettiğin Adn Cennetlerine yerleştir. Şüphe yok ki Sen üstün kudret ve sonsuz hikmet sahibisin. Onları kötülüklerden koru. O gün Sen kimi kötülüklerden korursan, ona rahmet etmişsindir. Asıl büyük bahtiyarlık da işte budur.”[2]

***

Meleklerin mü’minlere olan düşkünlüğü o derecededir ki, onlardan birinin yaptığı herhangi bir iyilik, meleklerden bir dua veya istiğfarı[3] tetikler.

Bir mü’min, insanlara hayrı öğretecek olsa, melekler ona dua eder.[4] Âlim için, göklerde ve yerde olanlarla birlikte melekler de istiğfar eder.[5]

Bir Müslüman, bir din kardeşi için gıyabında dua edecek olsa, melek de ona “Bir misli de senin olsun” diye dua eder.[6]

Bir mü’min, namaz kıldıktan sonra oradan kalkıncaya kadar melekler onun için “Allahım, onu bağışla, ona rahmet et” diye dua eder.[7]

Melekler bizim için sadece dua etmekle kalmazlar; bir mü’min dua ettiğinde, melekler de onun duasına âmin der.[8]

Bir Müslüman, hasta kardeşini ziyaret edecek olsa, yetmiş bin melek, gün (veya gece) boyunca onun için istiğfar eder.[9]

Bunlar gibi daha pek çok vesileler, melek-mü’min dostluğunda, karşılıklı dua ve selâm gibi güzelliklerin alınıp verilmesi için birer sebeptir. Zaten az önce geçen âyette Yüce Allah meleklerden söz ederken “Allah’a iman ederler” buyurmuştur ki, bu durum, yeryüzündeki mü’minlerle bütün âlemlerdeki bütün melekler arasında bir iman kardeşliği tesis etmektedir. Aynı Rabbe iman etmek ve Ona kul olmak, Allah’ın mülkünde bütün kapıları açan bir anahtardır; bu anahtarı eline alan bir insan, Âlemlerin Rabbi katındaki meleklere arkadaş olur, onların dillerinden düşmeyen dua ve istiğfar listelerine adını yazdırır.

— İslâm İnanç İlmihali, Ümit Şimşek, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

[1] Ahzâb Sûresi, 33:43.

[2] Mü’min Sûresi, 40:7-9.

[3] Günahlarının bağışlanması için Allah’a niyazda bulunma.

[4] Tirmizî, İlim: 19.

[5] Ebû Dâvud, İlim: 1; Tirmizî, İlim: 19.

[6] Müslim, Zikir:86, 88.

[7] Buharî, Ezan: 36.

[8] Müslim, Cenâiz: 7.

[9] Tirmizî, Cenâiz:2.

Mü’min nasıl can verir?

İman eden ve güzel işler yapanlar için, gelecek olan hayatın güzelliği, kendisini daha ölüm ânında belli eder. Onun ruhunu teslim almaya gelenler, onun dostlarından başkası değildir. Şu kadar var ki, o dostları kendisi dünya gözüyle görmemiştir. İşte, ölüm ânı, o meçhul dostlarla tanışma vaktidir:

 “Rabbimiz Allah’tır” deyip de, sonra dosdoğru olanlara gelince, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki: “Korkmayın, üzülmeyin, size va’dedilmekte olan Cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız. Çok bağışlayan ve çok merhametli olan Allah’tan bir ağırlama olarak, orada canlarınızın çektiği her şey var, istediğiniz her şey orada sizin için var.”[1]

***

Berzah âlemine attığı ilk adımda, kişiyi bir sorgulama bekler. Bu dünyadan iman ile ayrılmış olanlar için, bu sorgulama, daha önce geçen âyetin “dünya ve âhiret dostları” olarak nitelediği meleklerle bir tanışma niteliğindedir. Mü’minin kabre girer girmez karşılaştığı bu manzarayı, Peygamberimiz şu şekilde anlatıyor:

Onun yanına iki melek gelir ki, birinin adı Münker, diğerininki Nekir’dir. Ona “Şu adam [Muhammed Aleyhisselâm] hakkında ne diyorsun?” diye sorarlar. O da daha önce söylediği gibi der ki:

“O Allah’ın kulu ve resulüdür. Tanıklık ederim ki, Allah’tan başka hiçbir tanrı yoktur ve Muhammed de Onun kulu ve resulüdür.”

Bunun üzerine melekler “Senin böyle söylediğini biz zaten biliyorduk” derler.

Sonra kabrinde ona yetmişe yetmiş arşın genişliğinde yer açılır ve aydınlatılır.

Sonra da ona “Uyu” denir.

O “Dönüp de aileme haber verebilir miyim?” diye sorar.

Melekler ona “Sen uyumana bak,” derler. “Damat [veya gelin] uykusuyla uyu ki, onu ancak en sevdiği kişi uyandırır.”

İşte, o mü’min kul, yattığı yerde, Allah’ın onu dirilteceği güne kadar böylece uyur.[2]

Münker ile Nekir’in sorularını doğru olarak cevaplandıran mü’min kula, bu arada, Cennet ve Cehennemdeki yerleri gösterilir ve “Ateşteki yerine bak; Allah bunun yerine, sana Cennetten bir yer verdi” denir. Mü’min bakar, ikisini de görür.[3] Cehennemden ona gösterilen yer, iman edip güzel işler yapmadığı takdirde girmiş olacağı yerdir. Böylece mü’min hem ateşten kurtulmak, hem de Cennet gibi bir ödüle erişmek şeklindeki iki müjdeyle birden sevinir.

— Ümit Şimşek, İslâm İnanç İlmihali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları