Etiket arşivi: ümit şimşek

Orion’dan bakınca Asr-ı Saadet görünür

Uzayın bir yerlerinde her an bir yıldız doğar, bir başka yerinde bir yıldız ölür. Gerçi bir yıldızın doğumu da, ölümü de en azından milyonlarca yıl seviyesinde zaman alır; fakat uçsuz bucaksız göklerde, yüz milyarlarca galaksinin sayısız köşelerinde bu işin cereyan etmekte olduğunu hesaba katarsak, kâinattaki yıldız doğum ve ölümlerinin yeryüzündeki insan doğum ve ölümlerinden geride kalmadığını düşünebiliriz.

İşte, birçok yıldız dünyaya getirmiş, birçoğuna da hamile olan bir bulutsu (nebula). Bizim galaksimiz içinde, Dünyamıza 1500 ışık yılı mesafede, Orion bulutsusu. Yani biz onu bugünkü haliyle değil, aşağı yukarı dünyada Asr-ı Saadetin yaşandığı çağdaki haliyle görüyoruz. Şöyle de diyebiliriz:

Bugün Orion bulutsusunun bir yerlerinden Dünyamıza bakan birisi olsaydı, gezegenimizin o zamanki halini seyredebilirdi.

Orion bulutsusunun bize ancak 1500 senede uzanan ışığı, bulutsunun bir ucundan diğer ucuna da ancak 75 senede ulaşabiliyor. Ve bu dev bulut, halen genişlemeye devam ediyor.

Bulutsunun merkezinde, genişliği 40 ışık yılını bulan bir alanda, hummâlı bir yıldız üretim faaliyeti devam ediyor. Bu faaliyet süresince de, göklerin en güzel manzaralarından biri sergileniyor rengârenk haleler içinde. Bu âleme gelen bir güzellikle gelir, buradan giden de bir güzellikle gider. Geliş ve gidişler arasında da çeşit çeşit güzellikler yaşanır. Çünkü hepsi de Esmâ-i Hüsnâ’dan, yani bütün güzelliklerin kaynağı olan İlâhî isimlerden birer tecellîdir.

“Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki, bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla aynadarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.” (Şualar.)

Ümit Şimşek

Nuraniyyat

Hangi Aile Modelini Tercih Ederdiniz?

Namaz Sûreleri Tefsiri, Mesed sûresi açıklamalarından

Ümmü Cemil’in kocası Ebû Leheb’e bu dünyada yaptığı yardımların karşılığını Cehennemde odun hamallığı yaparak alacağını âyet-i kerime haber veriyor. Böylece, bu azgın karı-kocanın her ikisinin de Cehennem ateşinde azap içinde azapla cezalarını bulacağını anlıyoruz:

Bu dünyada hatırlı bir mevkii olan, izzet ve ikbal içinde yaşamış soylu bir kadının ebedî âlemdeki ünvanı, odun hamallığıdır.

Bu odun hamalının taşıyacağı şey ise, hayat arkadaşını yakmakta kullanılacak odundan başkası değildir. Bu dünyada kocasına uyarak Peygamberimizin yollarına diken taşıyan, aynı zamanda Peygamberimiz aleyhinde etrafa lâf da taşıyıp duran bu kadın, âhiretteki ebedî hayatını da Cehennem alevleri içinde, kocasının ateşine odun taşımakla geçirecektir.

Ebû Leheb ise, alevler içinde kavrulurken, bir insanın felâketler karşısındaki ilk sığınağı olan hayat arkadaşından yardım veya tesellî görmek bir yana dursun, ateşini tutuşturan odunları onun sırtında taşınırken görmek gibi bir başka azabı da ateş azabıyla beraber tadacaktır.

***

Eşler için bir ders

Tebbet sûresindeki aile modeli, insanın başına gelebilecek felâketlerin en büyüğünü tasvir ediyor:

Birbirini kötülükte taklit eden, birbirini azdıran, birbirinin ateşini tutuşturan eşler.

Bunun sonucu ise, ebedî bir Cehennem azabını beraberce paylaşmak ve birbirinin ateşini kızıştırmak…

Oysa aile hayatı insanlara birbirinin hayatını Cehenneme çevirsinler diye verilmemişti.

Bilâkis, aile yuvası, Allah’ın insanlar üzerindeki en büyük nimetlerinden biridir. Hattâ Cennet hayatının mutluluklarından esintiler taşıyan bir nimettir diyebiliriz.

Fakat aile hayatında bu özellik potansiyel olarak mevcuttur. Bu potansiyeli harekete geçirmek ise eşlerin iradesine bırakılmıştır.

Cennet hayatının bir nümunesini bu dünyada yaşamak isteyen eşler, beraberce Rablerinin öğütlerine yönelirler, O’nun ve Resulünün yap dediğini elden geldiğince yaparlar, yapma dediklerinden kaçınırlar. Erkek kadında, kadın kocasında örnek alınacak güzellikler bulur ve ondan geri kalmamaya çalışır. İkisi de böylece Allah’ın rızasını kazanmak için birbiriyle yarışır. Ve ikisi de bu yarışı galip olarak bitirir. Sonunda da Allah’ın vaad ettiği mutluluğa beraberce erişirler. İşte, Ebû Leheb ile karısının bir kin uğruna kaçırdıkları ve kendi elleriyle Cehenneme çevirdikleri Cennet hayatından tablolar:

Cennet ehli o gün nimetler içinde zevk u safâ sürmektedir.
Eşleriyle birlikte gölgelerdeki koltuklara kurulmuşlardır.[1]

 

Ey âyetlerimize iman etmiş ve hakka teslim olmuş kullarım! Ne bir korku vardır bugün size, ne de keder.
Siz de, eşleriniz de sevinç içinde girin Cennete.
Etraflarında altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canların çektiği, gözlerin hoşlandığı herşey vardır. Siz orada ebediyen kalacaksınız.[2]

Azap arkadaşı o iki Peygamber düşmanının dehşet verici macerasını okurken, bizi onlara değil de, yukarıdaki âyetlerde anlatılan eşlere benzetmesi için fiilimizle de, dilimizle de Allah’a yalvaralım.

[1] Yasin sûresi, 36:55-56.

[2] Zuhruf sûresi, 43:69-71.

ÜMİT ŞİMŞEK

Evlenmeden Önce Mutlaka Okuyun

Evlenmeden Önce Mutlaka Okuyun

Yazar Ümit Şimşek kişisel web sitesinde evlilik ile alakalı çok ilgi çekici ve gençlerin mutlaka okuması gereken bir yazı kaleme aldı. Yazısı şöyle ;

Genç nesillerin düşmana ihtiyacı yok; onlar kendi kuyularını elleriyle kazıyorlar. Birçoğunun belki hiçbir geleceği olmayacak; bugünkü çizgilerini aynen devam ettirdikleri takdirde, nesilleri, kendileriyle beraber sona erecek.

Gençlerimiz evlenemiyorlar — eş yokluğundan değil, alternatif çokluğundan. Tüketim çağının getirdiği “maksimize etme” alışkanlığıyla, tıpkı bir kazağın en iyisini en ucuza alabilmek için birkaç düzine mağaza dolaşır gibi, hayallerindeki eşi bulabilmek için de yaptıkları görüşme ve elemelerden elleri boş dönüyorlar. Adaylardan kiminin yaşı, kiminin kaşı, kiminin boyu, kiminin soyu aranan özellikleri tutmadığı için, ellerindeki sayılı yılları sayısız aramalarda harcamaya devam ediyorlar.
Sonuç:
Her iki tarafta da birbirini arayan, fakat bir türlü buluşamayan eş adayları.
Veya bir tarafta hayat arkadaşını bekleyenler, diğer tarafta da mümkün olan en karlı alışverişi yapmak için pazar araştırması yapan tüketiciler.
Ve mutlu bir yuvanın kuruluşunda harcanmaya layık iken beyhude arayışlarla heba olan hayatın en güzel yılları.
**
Son yıllar, eş seçiminde aranan özelliklere bir de “elektrik” şartını ekledi. Eş adayları evliliği beyaz eşya türünden bir alet olarak gördüklerinden midir, bilinmez, ama artık trafolarda aranacak şeyi birbirlerinde arıyorlar; çoğu zaman da görüşmeler, öyle uzun boylu kaş-göz, boy-pos değerlendirmelerine girişmeden, kısa ve net bir ifadeyle sona eriyor: “Elektrik alamadım.”
Belki de bu, karşı tarafa “Senin şu tarafını beğenmedim” demekten biraz daha haysiyet kurtarıcı bir formül sayılabilir; ama yine de bir arızanın işaretini vermiyor mu? Pek muhtemeldir ki, elektrik alamayan gencin devrelerindeki bir arıza, akımın iletilmesini engellemiş; yahut alınan elektrik, uyaran çokluğu ve aşırı yüklenme yüzünden duyarsızlaşan bünyelerde bir tesir uyandırmamış olsun.
Ne olursa olsun, söz konusu geçici bir beraberlik değil, sonsuza kadar sürmesi beklenen bir aile olduğuna göre, bu işi anlık voltaj ölçümleriyle belirlemeye kalkmak kadar yanlış bir yöntem düşünülemez. Ömürler gençlik hülyaları içinde geçecek değildir; zaman içinde hayatın inişleri ve düşüşleri de yaşanacak, hastalık ve ölümler, sıkıntı ve darlıklar başa gelecek, bu arada ilk günün voltajı çoktan düşmüş olacaktır. Anne veya babanız bakıma muhtaç hale geldiğinde, vaktiyle servi boyuna veya ela gözüne bakarak alıp eskittiğiniz dilberden nasıl bir davranış göreceksiniz?
***
Eğer bugünün gençleri — özellikle dindar gençler — yarının adı sanı unutulmuş, nesilleri kesilmiş yoklukları haline gelmek istemiyorlarsa, bir an önce Batı medeniyetinin kendilerine biçtiği “tüketici” rolünden sıyrılıp “mü’min” kimliğine kavuşmak zorundadırlar. Kadere inanmak da imanımızın bir rüknüdür; bunu unutmayın ve yaşanacak bir hayatın bütün ayrıntılarına hakim olmak gibi bir hevese kendinizi kaptırmayın. Böyle yaparsanız, hayatın en ağır yükünü omzunuzdan atmış olacaksınız, buna inanın.
Hiç mi araştırmayalım diyeceksiniz.
Araştırın. Fakat öyle uzun boylu araştırmayın. Gözünüz geçici değil, kalıcı özelliklerde olsun. En önemlisi, “Benim seçtiğim eş” olarak değil, “Allah’ın benim için yazdığı arkadaş” olarak bakın. O zaman, bilinmeyenler, tıpkı sürpriz bir armağan paketi gibi, bu seçimi sizin için daha da hoş hale getirecektir. Bu tavsiyelerimiz, ebediyete talip olanlar ve huzurlu ve mutlu bir yuva kurmak isteyenler içindir.
Başına bela alıp da hayatını zehir etmek isteyenler ise daha iyisini arayadursunlar. Eğer bir yanlışlık yapıp da evlenecek olsalar bile, ömürleri boyunca “daha iyilerini”görmeye ve yapmış oldukları seçim için hayıflanmaya devam edeceklerdir.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de evliliği şu şekilde tarif eder ;bediuzzaman


“Evet insan, bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki, tarafeyn, aralarında, hayatlarına lazım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler. Ve rahmetten neş’et eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler. Ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah ve sürura tebdil edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak refikasıyla olur.” 

İnternette tıklanma rekoru kıran bu resmin gördüğü ilgi, hepimizin içinde yatan bir özlemi yansıtıyor. Batı medeniyeti kendi değerlerini bizim zerrelerimize kadar işlemek için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, varlığımızın ta derinlerindeki birşeyler, bize, asıl özenilecek değerlerin orada değil, bizim olduğumuz yerde bulunduğunu fısıldamaya devam ediyor. Ve o fısıltı, fırsat bulduğu anda, dünyanın bütün gürültülerini bastırarak kendisini bize dinletiyor.
***
Resim, iki güzelliği bir arada önümüze seriyor. Bunlardan birisi, yaşlılığın güzelliğidir. O da, Yer ve Gökler Rabbinin bahar mevsiminde dağları ve ovaları boyamakta kullandığı gelincik ve sarı çiçeklerden meydana gelen bir fon üzerinde sunulmuştur.
Yaşlılık, Batı’nın batıl ölçüleri içinde, güzellik kavramıyla en son barışabilecek bir hadisedir. Çünkü onların gözünde değer ifade eden güzellikler ancak maddi güzelliklerdir; o da zaman içinde pek çabuk tükeniverir. Gençlik geçer, sağlık elden gider, güzellik yerini günahların çirkin izlerine terk eder. Fakat Batı medeniyeti yaşlıları bütünüyle gözden çıkarmak da istemez; çünkü onlar da cepleri boşaltılacak bir kesim olarak ortada durmakta, hatta ömür ortalamasının artmasıyla birlikte sayıları da artmaktadır. Onun için, tüketim toplumunun mühendisleri, yaşlılara birşey pazarlayacakları zaman, önce onları “genç olduklarına” ikna ederler, sonra da onların genç gibi yaşamak için muhtaç oldukları şeyleri kendilerine satarlar.
Bizim dünyamız ise hep güzelliklerle doludur. Burada sadece güzellikler yer değiştirir, o kadar: gece ile gündüzün ve mevsimlerin güzellikleri gibi. Gençlik de giderken yerini yaşlılığın güzelliklerine bırakır. Bu yüzdendir ki, onların yaşlıları çirkinleşirken, bizde yaşlananlar daha başka güzelliklere bürünürler. Simasını yılların secdeleriyle nurlandırmış ak sakallı bir dedenin yahut beyaz yemenili bir ninenin mübarek yüzünden daha fazla seyredilmeye layık hangi şey vardır bu dünyada?
***
Resmin ikinci güzelliği, bir muhabbet tablosu halinde karşımızda beliriyor. Fakat bu arzi, beşeri, maddi bir sevgi değil, başka alemlerden kokular taşıyan İlahi bir muhabbettir. Onun da adresini ayet-i kerimeden alıyoruz:
“Hemcinslerinizden kendilerine ısınacağınız eşler yaratması ve aranıza muhabbet ve merhamet vermesi Onun ayetlerindendir.” (Rum, 30:21.)
O muhabbet semadan anne ile babanın arasına iner, fakat orada kalmaz. Çocukların her biri ile anne ve baba arasında ayrı ayrı bağlar halinde çoğalır. Derken kardeşler arasında, derken her bir evlat ile teyzeler, halalar, amcalar, dayılar, dedeler, nineler arasında ayrı ayrı sevgi bağları olur. Bu rahmet ve muhabbet deryasında her bir fert, kendisini sayısız sevgi haleleriyle kuşatılmış bulur.
Liste böylece uzayıp giderken, hiçbir muhabbet, bir diğerinin kefesinden birşeyi noksanlaştırmaz. O muhabbetlerin hepsi de semavi ve nurani bir kaynaktan beslendikleri için, bölünmekle eksilmez, bilakis paylaşıldıkça artarlar. Yaşlanan ve yıpranan bedenlerin de böyle bir muhabbete zararı dokunamaz; yarım asır sonra o muhabbeti, daha da renklenmiş ve zenginleşmiş olarak, bir gelincik demeti halinde elden ele, gözden göze alınıp verilirken seyredebilirsiniz.
***
Bir gelincikte bütün gelincikleri, bir baharda bütün baharları birden gören gözler, bir dede ile ninenin muhabbet alışverişinde de kainatın bütün muhabbetlerini birden seyredebilirler. Zerreler aleminde parçacıkları, göklerde yıldızları birbirine bağlayan şey, o semavi hakikatin cemadat diline tercümesinden başka nedir ki? Bunlardan birine elektrik, diğerine çekim gücü adını veren bilim, bir tabloyu bize anlatmış olmaz, sadece tablonun bezinden, boyasından, tahtasından bahsetmiş olur, o kadar.
Ebedi hayat arkadaşları arasındaki muhabbet alışverişini bir “elektrik” hadisesi olarak görenlerin de cemadat lisanından zişuur lisanına yükselmedikçe bu hakikati anlamaları pek güçtür.
Kaynak : yazarumitsimsek.com
www.NurNet.Org

Mehdî bahane, asıl hedef hadisler!

FETÖ’nün ipliğinin pazara çıkması, ilâhiyat mühendislerine yeni bir pazar kapısını açtı.

Mühendislerimiz, şimdi FETÖ’nün en büyük istismar kaynaklarından biri olan Mehdî inancı üzerinden hadisleri ve hadis kaynaklarını yoğun bombardıman altında tutmak suretiyle, Hadis ilmini yeni baştan düzenlemek için şartları olgunlaştırmaya çalışıyorlar.

Hadis mühendislerinin bu konuda kullandıkları başlıca yöntem, her ne kadar akademik şartları taşımasa da, “vurduğu yerden ses getiren” bir yöntem. Şöyle bir mantık silsilesi izliyor mühendislerimiz:

FETÖ ve benzeri sapık cereyanlar Mehdî inancını kullanmışlardır.

— Öyleyse sakatlık Mehdî inancındadır.

Mehdî inancı hadislerde yer almaktadır.

— Öyleyse bu hadisler de sakattır.

Bu hadisler muteber hadis kaynaklarında da mevcuttur.

— Öyleyse bu kaynaklar da sakattır.

Veya, daha kesin ve kestirme bir ifadeyle söyleyelim: Hadis mühendislerimizin kendi gönüllerince ayıklayarak size sundukları hadislerin dışında “güvenilir hadis kaynağı veya sahih hadis diye birşey yoktur.”

Bu mantık yürütme her ne kadar bilimsellikten uzak düşse de, yoğun medya desteği altında yürütülen algı operasyonlarında bir hayli başarılı sonuçlar verebiliyor.

Ve,  sahayı ilâhiyat mühendislerimizin önündeki en büyük engel olan hadislerden temizlemek suretiyle, dini yeni baştan düzenlemek için tarihî bir fırsat ortaya çıkarıyor.

Daha da açacak olursak:

Bugün tartışılmakta olan konu Mehdî inancı gibi görünse de, asıl mesele bu değil, hadislerin tâ kendisi.

Müsteşriklerin izini takip ederek, hadislerin Asr-ı Saadetten sonra tedvin edildiğini ileri süren ve bu zaman aralığını hadislerin sıhhatine engel olarak gören mühendislerimiz, böylece, Asr-ı Saadetten on dört asır sonra Hadis ilmini “sağlıklı bir şekilde” (!) yeni baştan düzenleme imkânına kavuşmuş bulunuyorlar!

İşte, son zamanlarda her nasılsa birden bire alevlenen ve ekranlardan gazete köşelerine kadar ilgili-ilgisiz, bilgili-bilgisiz birçok kişiyi esrarengiz bir şekilde içine çekiveren Mehdî tartışmalarının mahiyeti de, hedefi de, mühendislerimizin önüne böyle bir imkânı sermekten ibarettir.

İnanmayanlar, mühendislerimizin çözüm önerilerine baksınlar.

Yazar Ümit Şimşek

İhtirasa çağrı

Kanaatsizlik aslında kötü bir huy değildir; ait olmadığı yerde kullanılmak onu kötüleştirir. Yerli yerinde kullanıldığı zaman ise, kanaatsizlik, övgüye en çok lâyık insanî özelliklerin gelişimi için bir vasıta olur. Lâkin biz çoktandır doyumu yanlış yerde aradığımız için, onun peşi sıra pek çok kavram da yer değiştirdi, bu arada kanaat ve hırs kavramları arasında da bir becayiş cereyan etti. Şimdi biz hırs gösterilmesi gereken yerde kanaat ediyor, kanaat etmemiz gereken yerde de hırslarımızın peşinde koşturuyoruz.

Hatânın başı, hadiste belirtildiği gibi, “dünya sevgisi” idi. Dünyaya karşılıksız bir aşkla bağlandıktan sonra, bütün hazlarımızı dünya hayatında aramaya başladık. Çok geçmeden de kendimizi bir fasit dairenin içinde buluverdik:

Doyum için dünya zevklerinin peşine düşüyorduk; ama eriştiğimiz her zevk, doyumun daha ötelerde bir yerde olduğunu bize gösteriyordu. İçtikçe susadık, susadıkça içtik dünya zevklerini. Önceki nesiller bir yana dursun, kendimizin dahi birkaç sene önce hayal edemediği imkânlara eriştikse de, aradığımız doyum ve huzur aksi istikamette yer aldığı için, onlarla aramızdaki mesafeyi kapatıyoruz zannıyla daha fazla açtık.

Oysa aradığımız şey bize çok yakındı.

Sadece bir yerde, kendi irademizle tayin edeceğimiz bir yerde ağzımızdan çıkacak tek bir söze bakıyordu bütün huzurumuz:

“Yeter” diyebilseydik, bu bize yeterdi.

***

Bu sözü nerede ve ne zaman söyleyeceğimizden daha önemli olan şey, onu söyleyebilmiş olmamızdır. Kimi bir lokma-bir hırkayı yeterli bulurken, kimi bu çizgiyi bir ev-bir araba seviyesinde, kimi de bunun biraz daha ilerisinde çizebilir. Yeter ki bir çizgi çizilsin ve “Buraya kadar olanı bana yeter” densin. Eğer bu çizgi çizilmezse, insanın ebedî bir hayat için yaratılmış duyguları bu fâni dünyada tatmin yolları arar, fakat aradığını bulamadığı gibi aramaktan da vazgeçmez. Nihayet insan, başarısız arayışlarla hebâ edilmiş bir hayatı ömrünün tek mahsulü olarak geride bırakıp dünyaya veda etmek zorunda kalır.

Maddî hazlarda “yeter” çizgisini çizen ve buna kararlı bir şekilde riayet eden insan ise, kendisini huzura ve tatmine ulaştıracak olan yolun önündeki en büyük engeli kaldırmış demektir. Artık o, maddî hırsların baskısından kendisini kurtarmış halde, manevî hazların peşine düşebilir. İşte burası, kanaatsizliğin ve hırsın geçer akçe olduğu bir mübarek ülkedir.

***

Almaya doyamayanların istilâsı altında can çekişen dünyamızda, bir de vermeye doyamayanlar var; hattâ dünya onlar sayesinde ayakta duruyor desek mübalâğa etmiş olmayız. Ama onlar gürültü çıkarmadıkları için varlıklarından pek az kimse haberdar oluyor. Fakat bu sessizlik içinde, asıl yaşanacak hayatı onlar yaşıyor.

Çünkü onlar Rablerinin kereminden iki şekilde nasipleniyorlar:

Bir yandan Rableri onları nimet ve ihsanlarıyla yaşatırken, onlar da Ondan gelen her nimetin farkında olarak, Onun hususî ihsanlarına mazhar olmanın hazzını şükür vasıtasıyla yaşıyorlar.

Bir yandan da, Allah onlara nasıl ihsanda bulunduysa, onlar da başka kullara ihsanda bulunmak suretiyle, “kerem” denen o yüce vasfın nasıl birşey olduğunu yaşayarak öğreniyorlar. Onlar bu İlâhî sıfatın cazibesine tutuldukları zaman, dünyanın maddî hazları, uzak bir gezegenin çekimi kadar bile onlar üzerinde bir tesir bırakmıyor.

***

İns ve cin şeytanları, insanı böyle büyük bir nasipten alıkoyabilmek için onun bütün dünyasını oyuncaklarla doldurdular. Ama ondan daha önce, bir kelimeyi ona yasakladılar:

“Yeter” sözünü bir küfür kelâmı olarak ilân edip hayattan bütünüyle dışladılar. Böylece, çağın en kutsal değeri olarak, tüketim tutkusu, hayatımızın merkezine yerleşti ve oradan bize hükmetmeye başladı.

Bu bâtıl dini tahtından indirmenin yolu, girdiği kapıdan onu çıkarmaktır. Ona ve beraberinde getirdiklerine “Yeter!” deyin, kâfidir.

Ondan sonra, iman kendi değerleriyle hayatımıza yerleşecek, orada hükmünü icra edecek ve bizim hırs ve ihtiraslarımıza asıl hedeflerini gösterecektir.

İşte bundan sonrası, her adımı bir huzur çağrısı olan bir doyumsuzluk yarışıdır.

“Nereye kadar?” diyecek olursanız:

“Mü’min Cennete girinceye kadar hayra doymaz.” (Tirmizî, İlim: 19.)

Ümit Şimşek