Etiket arşivi: ümit şimşek

Dünyayı süsleyen Said’ler

Her büyük insan gibi, arkasında eskisinden daha zengin bir dünya bıraktı Bediüzzaman.

Ondan önceki dünyada Risale-i Nur yoktu. Âyetü’l-Kübrâ yoktu. Haşir Risalesi yoktu. On Dokuzuncu Söz yoktu. Mucizat-ı Kur’âniye Risalesi yoktu. Heyecanlı bir kitabın sayfaları arasında dolaşırcasına insanı kâinatın ufuklarında dolaştıran, gözüyle görüyormuşçasına bir kesinlikle âhiretin varlığına inandıran, her an Âlemlerin Rabbiyle beraber olmanın hazzını yaşatan, şeffaf satırlarının arasından bütün parlaklığıyla Kur’ân’ı gösteren, dede-torun ilişkisinden daha içten ve sıcak duygularla okuyucuyu Peygamberine bağlayan Sözler yoktu.

Yer ve Gökler Rabbinin takdir ettiği gün gelip de Risaleler Barla’da birer birer telif edilmeye başladığında, İstanbul’un ezelde takdir edilmiş siluetini tamamlayan kubbe ve minareler gibi, bu eserler de, dünyamızın manevî simasında kendilerine ayrılan yerleri doldurdular.

IMG_4014

İnsanlık Risale-i Nur’a kavuşmak için neden bu kadar bekledi?

Çünkü ihtiyaç hiçbir zaman bu kadar şiddetli olmamıştı. İnkâr karanlıklarının öylesine yoğunlukla insanlığın üzerine çöktüğü bir başka zaman yoktu. Eskiden cehalet cephesinden gelen saldırılar ilimle püskürtülürken, şimdi bizzat ilim cephesinden gelen topyekûn saldırılar kuşatıyordu insanları.

Risale-i Nur Külliyatı, karanlığın en koyu zamanında, ihtiyacın en şiddetli ânında ve en zorlu şartlar altında telif edildi. Hattâ o zorlu şartlar, bu eserlerin vücuda gelmesine engel olmak şöyle dursun, bir ölçüde onların varlık sebebi halini aldılar. Müellif, bu âleme niçin geldiğini biliyordu. Arı bal yapacak, koyun süt verecek, rüzgâr esecek, yağmur yağacak, güneş doğacak, Bediüzzaman da Risale-i Nur Külliyatını yazacaktı.

Arı balını yaparken, o da kimi zaman dağ başlarında, kimi zaman zindan duvarları arasında imanlı ballarını yaparak insanlığa sundu. Yazdıklarında, yaşadığı zorlukların izi yoktu. Çünkü onun dünyaya baktığı yerden, bin bir Esmânın güzellikleriyle aydınlanmış, renklenmiş, süslenmiş âlemler görünüyor, o da gördüklerini bize anlatıyordu. Onun için, Bediüzzaman ve talebeleri, ne kadar zulme uğramış da olsalar, hiçbir zaman kin ve intikam hislerinin tuzağına düşmediler. Onlar ve onları izleyenler, üç beş fâni şahsın vızıltılarına cevap yetiştirmekten daha önemli bir iş için buradaydılar.

***

Bediüzzaman Said Nursî, arkasında sadece Risale-i Nur Külliyatını bırakmadı. Risale-i Nur’un yaşayan eserleri de, en az risaleler kadar muhteşem eserlerdi. Hulûsi Bey, Hafız Ali, Sabri Efendi, Hüsrev Altınbaşak, Tahirî Mutlu, Ahmet Feyzi, Mehmet Feyzi, Hasan Feyzi, Sıddık Süleyman, Çaycı Emin, Şamlı Hafız, Muhacir Hafız Ahmet, Zübeyir Gündüzalp, Çalışkanlar Hanedanı, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Abdullah Yeğin, Said Özdemir gibi, bir anda akla geliveren yüzlerce, belki binlerce isimli-isimsiz kahraman da işte bu yaşayan eserler arasındaydı. Onlar Risale-i Nur ile öylesine bütünleşmişlerdi ki, Üstadları en yakın talebeleriyle birlikte âniden tutuklanıp götürüldüklerinde, âdetâ “kendiliğinden” denecek bir doğallıkla Üstadlarının hizmetini de omuzlamış ve devrin en zalim müstebitlerini tümüyle âciz bırakan harikulâde bir organizasyonla iman hakikatlerini yurdun en ücra köşelerine kadar yaymışlardı. Bu kadar çok kahramanı böylesine bir tesanüdle etrafında toplayan bir dâvânın benzerine tarihte kolay kolay rastlanmaz.

Risale-i Nur’un bir başka benzersiz özelliği de, her sınıf ve seviyeden insanları bir araya getirmesiydi. Ümmîler ve âlimler, çocuklar ve yaşlılar, köylüler ve kentliler, kadınlar ve erkekler onun ders halkasında aynı iman hakikatlerini soludular, aynı tecrübeleri yaşadılar, aynı duygularla dolup taştılar. Yaşayarak yazılan eserler, yaşanarak okundu. Belki onlardan birçoğu okuduklarını nasıl anladığını bilmiyordu, ama anladığını biliyordu. Çünkü okuduğunu yaşıyordu ve yaşadığını fark ediyordu. Onun için Risale-i Nur’lar, ilk telif ânından itibaren insanları etrafında pervane gibi topladı ve dalga dalga yayılarak dünyanın dört bucağına İslâm imanının neş’esini ulaştırdı. Risale-i Nur Müellifinin vefatı üzerinden yarım asır bile geçmeden, eserleri belli başlı bütün dillere çevrildi, hemen hemen bütün ülkelerde Nur dershaneleri açıldı. Herhangi bir anda, bu gezegenin kimbilir kaç köşesinde, kaç lisanla bu eserler okunuyor. Okunuyor da, okuyan diller bir türlü okumaya doymuyor. Zira iman derslerinin tadına doyum olmuyor.

***

1927 yılının baharında Kâinat Seyyahının “Yaz kardeşim!” hitabıyla başlayan macera, görünürde bir risalenin telifinden ibaretti. O gün kim bilebilirdi bu iki basit kelimenin âlemşümul bir iman inkılâbını başlatan bir emir olduğunu?

Kalemler o emirle birlikte yazmaya başladı. Her eser yazıldıkça, bu dünyanın eksik taşlarından biri tamamlandı. Yazılan eserler, onların etrafında halelenen fazilet timsali insanların hayatlarıyla şerh edildi. Sonunda, Risale-Üstad-Talebe üçlüsünden meydana gelen ve sürekli olarak serpilip gelişen bir iman cereyanı dünyamızı sardı.

Tıpkı rengârenk örtüleriyle yerin yüzünü süsleyen baharlar gibi, bu iman cereyanı da her an yeni yeni eserleriyle dünyamızın manevî simasını süslemeye devam ediyor.

Görmesek de, görmüş gibi biliyoruz ki, şu anda, belki çok yakınımızda, belki çok uzaklarda, bir insanın gönlüne Risalelerden iman ateşi düşüyor.

Ateşin düştüğü yerde bir Said doğuyor.

Orada  “Niçin Üstadın mezarı yok?” sorusu da cevap buluyor.

Çünkü mezarlar ancak ölüleri ağırlar.

Said’ler ise sadece doğarlar.

Ümit Şimşek

Dünyadan Nasibimiz

Dünyadan nasibini unutma.

Kasas Sûresi, 28:77

İBRETLİ bir kıssanın içinde yer alan bu söz, Karun’a verilen öğütler arasında geçiyor.

Karun, Ankebut Sûresinin 39. âyeti ile Mü’min Sûresinin 24. âyetinde verilen bilgiye göre, Firavun ve Hâmân ile birlikte, ülkede büyüklük taslayan ve halka zulmeden varlıklı bir yöneticiydi. Kasas Sûresinde ise, bu şahsın kıssası nakledilmekte, ona verilen öğütlerin etkisiz kalması ve sonunda Karun’un sarayıyla birlikte yerin dibine geçirilmesi anlatılmaktadır.

Âyetin bildirdiğine göre, Karun öylesine zengin biriydi ki, sadece hazinelerinin anahtarlarını taşımak bile güçlü bir topluluğa zor geliyordu. Kendisine “Şımarma” diyenlere verdiği cevap ise “Bütün bunlar bilgim sayesinde benim oldu” sözünden ibaretti. Bundan sonrasını, Kasas Sûresinin âyetleri şöyle anlatıyor:

Derken, bütün debdebesiyle kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar, “Keşke Karun’a verilenin benzeri bize de verilseydi,” dediler. “Gerçekten onun çok büyük bir nasibi var.”

 

Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, “Yazık size,” dediler. “İman eden ve güzel bir iş yapan kimse için Allah’ın vereceği ödül daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşur.”

 

Sonra Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık ne Allah’a karşı ona yardım eden bir topluluk vardı, ne de o kendisine yardım edecek haldeydi.

Akşam vakti onun yerinde olmak isteyenler ise, sabahladıklarında, “Demek ki,” diyorlardı, “Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletir, dilediğininkini de daraltırmış. Allah bize lütfetmeseydi biz de yerin dibine geçecektik. Demek nankörler iflâh olmuyormuş!”[1]

Karun’un âkıbetini haber vermeden önce, Kur’ân, ona şu öğütlerin verildiğini de hatırlatıyor:

“Şımarma. Çünkü Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdikleriyle âhiret yurdunu kazanmaya çalış; dünyadan nasibini unutma. Allah sana nasıl ihsanda bulunduysa sen de öylece insanlara iyilik yap. Memlekette bozgunculuk yapmaya da kalkma. Çünkü Allah bozguncuları sevmez.”

Bu özlü sözler, insana dünyada verilmiş olan nimetlerin aslı amacını, “âhiret yurdunu kazanmak” şeklinde belirliyor. Zira dünya malı ne kadar göz kamaştırırsa kamaştırsın, devam eden bir mülk değildir; çok geçmeden ya o insanın elinden çıkar, ya da insan bu dünyadan çıkar. Eğer insan elinde fırsat varken dünya nimetlerini âhirette kendisine kazanç sağlayacak bir şekilde kullanmazsa, nasipsiz bir şekilde âhiret yurduna ayak basar ki, Karun’a verilen öğütte bu tehlikeye işaret edilmiş ve “Dünyadan nasibini unutma” denmiştir.

Gerçi bu sözü “Dünya nimetlerinden nasiplenmeyi unutma” şeklinde anlayanlar da vardır; ama ağırlıklı olan görüş, “Dünyadan âhirete götüreceğin nasibini unutma” şeklindedir. Zira kimsenin, özellikle Karun gibi birisinin dünyalık nasibiyle ilgili nasihate ihtiyacı olmadığı gibi, Kur’ân da dünya ve içindekilerden söz ettiği zaman, nazarları, asıl yaşanacak yer olan âhirete çevirir. Üstelik, çoğu zaman, bunu âni bir şekilde, adeta bir şok verircesine yapar ve muhatabını hayatın en temel gerçeğiyle, yani dünyanın fâniliği ve âhiretin bâkiliğiyle yüz yüze getirir. Bir yerde, “Azıklanın,” dedikten sonra ilâve eder:

Fakat azığın en hayırlısı takvâdır.[2]

Bir başka yerde, “Çirkin yerlerinizi örtsün ve sizi süslesin diye Biz size elbise indirdik” der. Hemen arkasından da sözü asıl maksadına getirir:

Takvâ elbisesine gelince, işte bu en hayırlısıdır.[3]

Bu dünyaya Kur’ân’ın gösterdiği yerden bakan bir kimse de, elbette ki ondan nasiplenmeye çalışacak ve Allah’ın ona verdiği dünya nimetlerini, âhiret yurdu hesabına bir kazanca dönüştürmek isteyecektir. Bunun ötesinde dünyadan alınacak bir nasip ise, merhum Elmalılı’nın da işaret ettiği gibi, bir kefenden başka nedir ki?

Veya şöyle de sorabiliriz:

Dünyadan nasip olarak, sade bir kefen ile yerin dibine geçmiş bir saray arasında ne fark vardır?

Kur’ân ise, ibretli kıssaları ve uyarıcı âyetleriyle her zaman bize asıl büyük nasibin adresini veriyor:

Kendiniz için hayır olarak önceden ne gönderirseniz, Allah katında onu daha hayırlı ve sevabı daha da artmış olarak bulursunuz.[4]

[1] Kasas Sûresi, 28:79-82.

[2] Bakara Sûresi, 2:197.

[3] A’râf Sûresi, 7:26.

[4] Müzzemmil Sûresi, 73:20.

Ümit Şimşek

Patlıcanlarımız, Haberlerimiz ve Baharlarımız

Büyük haber, çoğu zaman olduğu gibi, bugünlerde de sessizce hayatımıza giriyor. Fakat gerek onun sessizliği, gerekse bizim haberleri yanlış yerde arama alışkanlığımız yüzünden, çoğumuz bu haberin farkında bile değiliz. Yahut farkında olsak da ona haber değeri vermiyoruz.

Haberin büyüğü şu:

Bahar geliyor!

Küçük haberlere gelince, onlar da hergün haber diye izlediğimiz ve okuduğumuz şeyler. Fakat tersine dönen bir dünyada büyüğe küçük, küçüğe büyük demek, ayıplanmak bir yana dursun, hayatın temel gerçeklerinden biri olarak kabul görüyor. Onun için, ömrümüzün kimbilir kaç senesine tekabül eden miktarını haber kılığına bürünmüş faydasız bilgi yığınlarını öğrenip unutmak için harcıyoruz.

Dikkat ederseniz, bizim haber saydığımız olayların tamamına yakın kısmı, bizimle doğrudan ilgili değildir. Bu hüküm mübalâğalı görünüyorsa, açın herhangi bir haber sitesini, giriş sayfasındaki düzinelerce haber hakkında tek tek şu iki soruyu sorun kendinize:

  • Bunun benimle doğrudan bir ilgisi var mı?
  • Bunu bilmek bana ne kazandırır, bilmemek ne kaybettirir?

Baharın gelişi ise, hepimizi doğrudan ilgilendiren mühim bir hadisedir; ona hangi gözle bakarsak bakalım, her birimiz üzerinde onun mutlaka bir tesiri vardır. Onun hakkında öğreneceğimiz şeylerin ise bize faydası dokunabilir; bu tamamen bizim konuya yaklaşma tarzımıza bağlıdır. Onun için, bir bahar mevsiminin başlangıcında, baharın kendisi kadar bizim için haber değeri taşıyacak bir gelişme düşünmek zordur. Fakat haberlerin bağırarak satıldığı bir ülkede bahar mevsiminin gelişini bir haber olarak sunmak ondan daha da zordur.

***

Bir TV haber sunucusunun bağıra çağıra şöyle bir haber sunduğunu hayal edebiliyor musunuz:

“Sayın seyirciler, İstanbul bu sabah papatya ve sarıçiçekler arasında uyandı!”

Fakat iki katlı ahşap bir binada çıkan yangını, nezle görmemiş bir TV sunucusu  “İstanbul bu sabah alevler içinde uyandı!” diye bağırarak duyurduğunda bunu hiç yadırgamıyoruz. Hattâ, kaç milyonuncu sefer kandırılacağımızı bile bile bu haberi sonuna kadar merakla izlemekten de kendimizi alamıyoruz.

Kabul edelim veya etmeyelim, bizim bir habere gösterdiğimiz ilgi, onun sunuluşundaki bağırtı indeksiyle doğrudan ilgilidir. Fakat bazı haberler vardır ki bağırarak satılmaz; bazıları da bağırmadan satılmaz. Basit bir ahşap ev yangınını bütün İstanbul’u tehdit eden bir felâket gibi sunmazsanız size kim kulak verir? Buna karşılık, bahar gibi hadiseler de sessizce gelirler ve fark edilmek için sükûnet isterler.

Hergün gelip geçtiğimiz yollarda, gözümüzün önünde, ayağımızın altında cereyan eden ve bir bahar mevsiminin inşasıyla sonuçlanan faaliyetler eğer bizim yaptığımız gibi çevreye rahatsızlık verecek şekilde cereyan etseydi, günün hiçbir saatinde biz kafa dinleyecek bir yer bulamazdık. Başımızın üzerinde sessizce uçan kuş filolarına dönüp bakmayız; ama kaba ve hantal bir helikopter tek başına hepimizin dikkatini gürültüsüyle üzerinde toplar. Güneş her saniye yüz milyonlarca ton hidrojen bombasının enerjisiyle dünyayı ısıtır ve aydınlatır; fakat sessizce doğup battığı için o da dikkatimizi çekmez.

Aslında bu faaliyetlerden hiçbirinin sessizlik içinde cereyan ettiğini söyleyemeyiz. Hareketin olduğu her yerde ses vardır. Fakat Yaratan o seslerin çoğunu bizim işitme sınırımızın dışında bırakmak, bir kısmına da (Güneşte olduğu gibi) uzay kapılarını kapatarak bize ulaşmasını engellemek suretiyle bize bu gezegen üzerinde huzur ve sükûn içinde bir yaşama alanı hazırlamıştır. Lâkin biz sessiz ortamları gürültüye boğuyor, sükûnetten kaçıp gürültüye müşteri oluyoruz. Baharın cazibesi ise ancak sükûnetli ortamlarda hissedilebildiği için, bu mevsimin bize anlattıklarını anlayabilmek hiç kolay olmuyor.

Belki de baharın gelişini gürültülü haber ortamları yerine mahalle pazarlarında anlatmayı denemek daha mantıklı olabilir. Avrupa Birliğine uyum tedbirleri içinde, mahalle pazarlarında bağırarak satış yapma yasağı da yok muydu? AB sayesinde artık bağırarak patlıcan satamıyoruz, ama bağırarak haber satmayı yasaklayan bir kanun henüz yok. Eğer patlıcanlarımızın eriştiği medeniyet seviyesini bir gün haber bültenlerimiz de yakalayacak olursa, işte o zaman baharı anlatan haberleri de televizyonlarımızda zevkle izleme imkânına kavuşuruz.

ÜMİT ŞİMŞEK

“Risale yazmayı ihmal etmeyin”

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin sağlığında, yakın talebeleri tarafından kaleme alınarak Nur talebelerine gönderilen bir mektupta, Risalelerin Osmanlı hattıyla yazılmasına önem verilmesi isteniyor.

Tahirî Mutlu, Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Ceylan Çalışkan, Bayram Yüksel ve Hüsnü Bayram imzalı mektupta, Risalelerin yeni harflerle neşre başlamasından sonra Osmanlıca hatla Risalelerin yazımının ihmal edilmemesi hatırlatılıyor. Mektupta özellikle doğu ve güney vilâyetlerindeki vatandaşlarımızın Risale-i Nur’a olan ihtiyaçlarına dikkat çekiliyor ve Nur talebelerinin hiç değilse teneffüs vakitlerinde veya boş zamanlarında bazı Risaleleri yazmayı kendilerine vazife edinmeleri isteniyor.

Bediüzzaman Hazretlerinin sağlığında yazılan ve Üstadın vefatından sonraki yıllarda yakın talebesi Mustafa Sungur tarafından tekrar teksir edilerek Nur talebelerine gönderilen mektup aynen şöyle:

Bismihî Sübhânehû

Aziz, sıddık kardeşlerimiz,

Risale-i Nur’un yeni harflerle intişariyle gençlere ve yeni harfleri ihtiyaçlarına cevap verdiği gibi, şarkta ve cenuptaki Nurlara müştaklarının arzu ve ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, şimdi her bir Nur talebesi elinden geldiği kadar teneffüs vaktinde, işi olmadığı zaman Nur mecmualarından birisini veya bazı risaleleri yazmayı kendine mecburî bir vazife edinse, büyük bir hizmet-i imaniye yapılmış olacaktır. Hem huzur, hem marifetullah, hem ilim, hem ibadet olan Risale-i Nur’un yazısıyla iştigal eden her bir Nur talebesi hizmet-i imaniyeye bilfiil iştirak etmiş olacaktır.

Bu suretle meydana gelen risale ve mecmualar, dahil ve hariçteki büyük ihtiyacı karşılayacaklar diye bu umumî hizmete bütün talebelerin iştiraki niyetiyle bu mektubu yazdık.

Üstadımız bütün talebelere selâm ve dua ediyorlar.

El-Bâkî Hüve’l-Bâkî

Üstadımızın hizmetinde bulunan kardeşleriniz

Tahirî, Zübeyir, Sungur, Ceylan, Bayram, Hüsnü

Haşiye: Merhum Üstadımız Efendimizin sağlığında yazılıp talebelere gönderilen bu mektubun suretini takdim ediyoruz.

Kardeşiniz Sungur

yazarumitsimsek.com

Hayatın Merkezinde Sünnet Olmalı

Dinî konulardaki kafa karışıklığımızın en önemli sebebi olarak Hadis ile ilişkilerimizin zayıflamış olmasını görmek zorundayız. Çünkü biz Hadisten uzaklaştıkça, ihtilâflarımızı çözecek olan hakemden uzaklaşıyoruz; bunun sonucu olarak da ihtilâflardan kurtulma ümidimiz gittikçe zayıflıyor.

Bu tesbitimize Kur’ân ile karşı çıkmak isteyenler hiç zahmet buyurmasınlar: Sadece Kur’ân’a yönelmek suretiyle problemlerimizi çözmek mümkün olsaydı, şu anda dünyanın en problemsiz toplumu olurduk. Oysa en içinden çıkılmaz ihtilâfları Kur’ân bayrağı altında çıkarmıyor muyuz? Kur’ân’ı güya hayatın merkezine alma iddiaları rağbet görmeye başladıktan sonra dinî konulardaki fikir kargaşasında belirgin bir artış yaşandı mı, yaşanmadı mı?

Bu manzaranın müsebbibi Kur’ân olamayacağına göre, bizim Kur’ân’a yaklaşma tarzımızda bir hatâ olup olmadığını iyice düşünüp tartmak zorundayız. Kur’ân’ı hayatın merkezine almakta da yanlış birşey olamaz; fakat Kur’ân’ı hayatımızın merkezine aldığımızı zannederken birşeylerin yanlış gittiği ortadadır.

***

Hiç sözü uzatmadan söyleyelim:

Hatâ, Kur’ân’ı çıplak olarak hayatın merkezine almaya teşebbüs edişimizdedir. Oysa Kur’ân bize bu şekilde değil, onu açıklamakla görevli bir Peygamberle birlikte gönderilmiştir. Bizim genetik kodlarımız nasıl hücre içinde bir hücre çekirdeğiyle çevrelenmişse, dünya ve âhiret hayatımızın genetik kodlarını barındıran Kur’ân da, hayatımızın merkezine Hadisle çevrelenmiş olarak yerleşmelidir. Böyle yapmazsak ne olur?

Önce “Ne olmaz?”dan başlayalım: Bazılarımızın zannettiği gibi Kur’ân’ı gerçek rengiyle görmüş olmayız.

“Ne olur”a gelince: Kur’ân’ı kendi fikirlerimizin, peşin hükümlerimizin, arzularımızın, heveslerimizin rengiyle görürüz. Çünkü hayatımızın tam ortasına almış olsak bile, Kur’ân’ı bunlar çevreler ve biz bunların arkasından bakarak Kur’ân’ı okumaya çalışırız. Başka bir deyişle, Kur’ân’ı bize Peygamberimiz değil, heveslerimiz öğretmiş olur.

Bu çıkmazdan kurtulmanın tek çaresi, hayatın merkezine Sünneti almaktır. Böylelikle Kur’ân’ı gerçekten hayatımızın merkezine almış oluruz; çünkü Sünnetin merkezinde yer alan şey Kur’ân’dan başkası değildir.

***

Bu noktada yükselecek olan itirazları görmemek imkânsızdır:

“Peki, ama bize Sünnet olarak intikal eden şeyin sahih olup olmadığından nasıl emin olacağız?”

Bu sorunun da cevabı zor değildir; evham ve vesveselerle bunu zor hale getiren biziz:

Bugüne kadar bu ümmet Peygamberinin mirasından nasıl emin olduysa, biz de öylece emin oluruz, bu kadar basit! Yoksa, on dört asırdır bütün bir ümmetin uyuduğunu ve bu dünyaya ayak basan ilk uyanıkların kendileri olduğunu düşünenler, gerçekte, kendilerini gelecek nesillerin alay konusu yapmış olurlar.

Peygamberimizden bize intikal eden hadislere birtakım şüpheli, hattâ uydurma rivayetlerin de karışmış olduğu bir gerçektir; buna kimse itiraz edecek değildir. Fakat onun kadar gerçek olan bir başka şey de, sahih olan hadislerin sahih olmayandan objektif ölçülerle ayrılmış olduğudur. Hadis uyduranlar uydurmakla meşgul iken, hadisleri derleyenler de armut toplamamış, Peygamber mirasını gelecek nesillere sağlıklı bir şekilde aktarmanın usullerini belirlemiş ve bu usulleri titizlikle bütün rivayetlere uygulamışlardır.

Bugün Hadisi bütünüyle zan olarak ilân edip şüphe altında bırakanların bilmedikleri yahut bilmez göründükleri şey, hadis ilimlerinin de ayrı bir disiplin teşkil ettiği ve bu konuda herkesin gelişigüzel ahkâm kesemeyeceği gerçeğidir. Fakat kalp rahatsızlığımız için bevliye uzmanına gitmeyi hiçbir zaman aklından geçirmeyen bizler, bundan daha vahîm bir hatâyı din konusunda yapıyor ve Peygamber mirasını, velev ilâhiyatçı bile olsa bu sahanın uzmanı olmayan — veya uzmanı görünse de eğitimi başka türlü telâkkilerle yoğurulmuş ve Hadis’e karşı ön yargılarla şekillenmiş — bir kısım insanların uluorta iddialarına kurban verebiliyoruz.

***

Kur’ân veya Hadis söz konusu olduğunda hemen hatırlamamız gereken iki husus vardır.

Birincisi: Kur’ân’ın gerçek mânâda müfessiri sadece Kur’ân ve Hadistir; bizim tefsir olarak adlandırmaya alıştığımız şey ise, aslında tevildir. Tevil yorumdur; tefsirde ise kesinlik vardır. Hadisin Kur’ân’ı tefsirinde eğer kesinlik olmasaydı, Hz. Peygambere verilen Kur’ân’ı açıklama görevi (bk. Nahl, 16:44, 64) hâşâ asılsız bir iddia olarak kalırdı.

İkincisi: Sünnete bizzat Kur’ân tarafından verilen bir isim de “Hikmet”tir. Birçok âyette Resulullahın bize “Kitap ile Hikmeti öğrettiği” hatırlatılır.[1] Sünnetin Kur’ân’da bu sıfatla anılması ve bunun defalarca tekrarlanması da elbette bir “hikmete” mebnîdir. Yüce Allah, böyle yapmakla bize Peygamberimizden intikal eden mirasta şüphe, tereddüt, abesiyet, hatâ, mânâsızlık gibi şeylerin bulunmayacağını tekrar tekrar hatırlatmıştır. Onun için, eğer bir mü’minin hayatında tam merkeze oturmaya lâyık olan birşey varsa, o da baştan sona hikmetten ve Kur’ân’ın hakikî tefsirinden ibaret olan Sünnettir, Hadistir.

Bu gerçeğin ihmali halinde hikmetten de, Kur’ân’dan da uzaklaşmış olacağımıza dair şahit olarak ise, bugünkü fotoğrafımızdan başka pek az şeye ihtiyaç vardır.

Ümit Şimşek

[1] Bkz. Bakara, 2:129, 151, 231; Âl-i İmrân, 3:164; Nisâ, 4:113; Cum’a, 62:2.