Etiket arşivi: ümit şimşek

Moral Veren Haberler

“Peygamberlerin haberlerinden senin kalbine sebat verecek ne varsa Biz sana anlatıyoruz. Bu kitapta da sana hakkın tâ kendisi, mü’minler için bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir.”
Hûd Sûresi, 11:120

Kur’ân -ı Kerimin kıssaları, içerdikleri pek çok dersin yanı sıra, inananlar için büyük bir güç kaynağı teşkil ederler.

O kıssalar, herşeyden önce, hakkın tâ kendisidir, tümüyle yaşanmış gerçeklerdir. Onlarda hiçbir kuşkuya yer yoktur. Onun için, o kıssaları okuyanlar, herhangi bir tereddüde kapılmaksızın, kendilerini bu dünyada yaşanmış gerçek olayların içinde bulurlar.

Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, Kur’ân’ın bize anlattığı bu gerçek dünya ile bizim yaşadığımız hayat arasında ciddî farklılıklar vardır. Bunun sebebi ise, Kur’ân’ın ve bizim olaylara bakış açılarımız arasındaki farklılıktır.

Biz, zamanın ve mekânın son derece dar bir aralığından dünyayı seyrederiz. Sınırlarımız, bulunduğumuz yer ve yaşamakta olduğumuz andan ibarettir. Bu memleket, bu şehir, bugün, bu dakika—işte bizim dünyamız bu kadar dar bir alana hapsolmuştur.

Lâkin bu küçük ve dar dünya, bize bütün bir âlem olarak görünür. Sanki bulunduğumuz mekândan başka bir yer yokmuş, sanki bütün zaman bizim yaşadığımız andan ibaretmiş ve hiç bitmeyecekmiş sanırız. Onun için küçük olaylar gözümüzde büyür. Pek yakın bir gelecek, gözümüze uzak görünür. Başımıza gelenler, iyi de olsa, kötü de olsa, bize hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Bu yüzdendir ki, iyi günlerimiz bizi gaflete sürükler, kötü günlerimiz de karamsarlığa iter.

Kur’ân’ın bakış açısı ise ezelîdir. O, bir hadiseyi ele aldığı zaman, onu geçmişi ve geleceğiyle, bütün sebep ve sonuçlarıyla birlikte görür ve gösterir. Birkaç yıllık bir ömür bize hiç son bulmayacakmış gibi görünürken, Kur’ân, Nuh Aleyhisselâmın kavmi içinde geçirdiği 950 seneyi birkaç cümlede özetler. Oysa o ömür içine nice hadiseler, çileler, meşakkatler sığmıştır.

Birkaç dakika içinde okuyup geçiverdiğimiz Mûsâ Aleyhisselâmın kıssasında da nice yılların olayları, nice gözyaşları, nice eziyetler, nice çabalar, nice sınanmalar vardır. Kur’ân bize bütün bunları bir arada anlattığı için, o yaşanmış olaylar gözümüzde büyümüyor. Büyücülerle karşılaşmanın heyecanını yaşamıyoruz; çünkü sonucu biliyoruz. Büyücülerin iman ettikten sonra başlarına gelenler de bizi fazla üzmüyor; çünkü onların ıztıraplarının artık dinmiş ve Allah’ın rahmetine kavuşmuş olduklarını biliyoruz. Denizin yarılması gibi müthiş bir hadisenin öncesinde mü’minlerin neler yaşadıklarını, nasıl bir ümitsizlik ve çaresizlik içinde bocaladıklarını da pek düşünmüyoruz; çünkü maceranın sonu, bizim bulunduğumuz yerden açıkça görünüyor.

Şimdi bir düşünelim:

Bu hadiselerden herhangi birinin yaşanmakta olduğu yerde ve zamanda bulunsaydık, bu kadar rahat olabilir miydik? Sonucunu henüz gözümüzle görmediğimiz o maceralar bize hiç bitmeyecekmiş gibi görünmez miydi?

Veya şöyle de düşünebiliriz:

Bizim yaşamakta olduğumuz hayata da böyle bir bakış açısından bakabilseydik, ne görürdük? Bize hiç bitmeyecekmiş gibi görünen günlerin ve yılların gerçek hayat ve gerçek zaman içinde işgal ettiği yer ne kadardır?

Yaşadığımız hayata Kur’ân’ın ışığında baktığımız zaman bu soruya son derece rahatlatıcı bir cevap buluruz. İşte, Kur’ân’ın bir mü’mine kazandırdığı en önemli şeylerden birisi de böyle bir zaman genişliğidir. Bu bilinci en etkili bir şekilde bize yaşatan da, Kur’ân’ın baştan sona gerçeklerden ibaret olan kıssalarıdır.

Bu kıssalar sayesinde biz bir kısacık an içinde boğulmaktan kurtuluruz. Yaşadıklarımızı, geçmiş ve geleceğiyle beraber, bütün sonuçlarıyla birlikte görmek ve değerlendirmek imkânına kavuşuruz.

Hayatımızı dolduran mücadelelerin kısır çabalardan ibaret kalmadığını görür, onların Hz. Âdem zamanından beri devam eden bir silsile içinde yer aldığını, ebedî sonuçlar veren bir hakikate dayandığını görürüz.

Allah için söylenen bir söz, Allah için atılan bir adım, Allah için çekilen bir çile, Kur’ân’ın bize rehber olarak gösterdiği büyük insanların büyük dâvâlarıyla beraber ebediyete mal olur. Cismimiz bu dünyanın küçük bir yerinde, zamanın dar bir aralığında bulunsa da, ruhumuz Kur’ân’ın bize gösterdiği sonsuzluk âleminde teneffüs eder.

Kur’ân’ın haberleri, kalplere işte böylesine sebat verici haberlerdir. Eğer ibret gözüyle bakılırsa, bu haberler içinde gerçekten büyük öğütler ve hatırlatmalar bulunur.

ÜMİT ŞİMŞEK

Tek kitaplı olmanın dayanılmaz cazibesi ve sonuçları (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-16)

Risale-i Nur talebelerinin tamamı değilse bile önemli bir kısmı arasında hâlâ tartışılmakta, hattâ tartışılamamakta olan bir konu var ki, insan bunu telâffuz etmekten hicap duyuyor:

“Risalelerden başka kitap okumak caiz mi?”

Bir kısım insanlar bunu çekinerek soruyor. Bir kısım insanlar da hiç çekinmeksizin, Risale-i Nur’dan başka bir kitabın okunmaması gerektiğini söylüyorlar. Ve görüşlerine, Risalelerden peş peşe okudukları bazı pasajları – iddialarına uyup uymadığını bakmak gibi bir dert edinmeksizin – delil gösteriyorlar! Caizdir diyenlerin de ekseriyeti, cevaz listesine ilmihal veya siyer kitaplarından başka pek az şeyi ekleyebiliyor.

Usul açısından bakıldığında, herşeyden önce böyle bir sorunun abesiyeti hemen kendisini gösterecek kadar açıktır; dolayısıyla mevzu üzerinde söz söylemek daha işin başında iken lüzumsuz görülebilir. Ancak Risale-i Nur Müellifinin bazı sözleri bu konuda delil olarak ileri sürüldüğü için, konuya girmeden önce bu sözlerin anlam ve maksadını hatırlatmak faydalı olacaktır.

Bazı Kastamonu mektuplarında, Bediüzzaman’ın talebelerine Risale-i Nur ile yetinmelerini hatırlatan ifadeleri vardır. Bu mektuplardan birisinde “Risaletü’n-Nur hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor” der ve arkasından da, bazı talebelerin o günlerde resmî politika gereğince uygulanmakta olan bid’atları yaygınlaştırmak için kullanılan bazı eserleri almış olmasını bahis konusu eder. Sonra da diğer dinî toplulukların yapmakta oldukları neşriyat için şunları söyler:

“Mesleklerinde, elbette çok mühim ve bizim de malımız hakikatler var. O hakikatlerin intişarına bize ihtiyaçları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyetli vazife zedelenir ve muhafazası lâzım olan ve birer taifeye mahsus bir kısım esaslar ve âli hakikatler kaybolmasına vesile olur.”[1]

Bir başka Kastamonu mektubunda ise, Bediüzzaman, “Niçin başka İslâm âlimlerinin kitaplarını okumuyorsunuz?” şeklindeki bir soruyu şu şekilde cevaplandırır:

“Hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nuranî eserlerden de istifade etsek. Hem Risale-i Nur şakirtlerinin yüz mislinden ziyade zâtlar, o kitaplarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de o vazifeyi onlara bırakmışız. Yoksa — hâşâ ve kellâ — o kudsî üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar severiz. Fakat her birimizin birer kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecaviz var; vaktimiz dar. En son silâh, mitralyoz gibi Risale-i Nur burhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz.”[2]

Bu mektupları doğru bir şekilde okuyabilmek için, onların yazıldığı dönemi, Risale-i Nur talebelerinin tarih yazdığı bir dönem olarak hatırlamak yerinde olur. O yıllarda Bediüzzaman, yakın talebeleriyle birlikte ilk tevkifattan sonra atıldıkları Eskişehir hapsinden çıkmış olmasına rağmen, her ânı amansız bir tarassut altında geçen bir sürgün hayatı yaşıyordu. Bu arada, Isparta cephesindeki Risale-i Nur neşir faaliyeti de yine aynı derecede sıkı tarassut altında, gizliden gizliye devam ediyordu. Bu dönem, Risale-i Nur’un Anadolu’ya yayılmakta olduğu dönemdi. Her taraftan Risalelere talepler geliyor, bu taleplere cevap vermek için evlerde gizliden gizliye sabahlara kadar Risaleler yazılarak çoğaltılıyor, bunlar yine gizlice Nur postacıları adı verilen bir dağıtım ağı vasıtasıyla yurdun muhtelif köşelerine ulaştırılıyordu.[3] Her bir Risalenin tek tek elle yazılarak çoğaltıldığı, bunu yapanların da her an baskın, hapis ve işkence tehdidi altında geceli gündüzlü çabalayarak kitap ihtiyacına cevap vermeye çalıştığı bir dönemde “Nur talebeleri niçin sadece Risale-i Nur ile meşgul oluyorlar?” diye bir soru sorulsa siz ne cevap verirdiniz?

Bu arada, mektupların birinde “hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlar” şeklinde bir kayıt da görüyoruz ki, bu da, “Risale-i Nur kâfidir” ifadesini başka bir yönden daha sınırlandırıyor.

Bir başka sınırlama da, yine o zamanki şartların icabı olarak, sahih kaynaklara erişim imkânının yok denecek kadar sınırlı oluşudur. Ulaşılabilenlerin ise o günkü istibdad ortamında din karşıtı politikalara âlet edilebilen kitaplar olması, bu sınırlamayı daha da daraltan bir başka unsur olarak mektuplarda karşımıza çıkıyor.

Bütün bunları toplayıp da mektupları bir bütün olarak okuduğumuzda, “Elde başka sahih kaynaklara ulaşma imkânı yok denecek kadar sınırlı iken, ulaşılabilenlerin güvenilir kaynak olup olmadıkları bir hayli şüpheli iken, böyle bir zamanda sahih İslâm inancını muhafaza etmekten başka bir problemle uğraşmaya imkân yok iken, Risaleler bu ihtiyacı karşılıyorken, üstelik bir de geceli gündüzlü çalışmakla bile yetiştiremeyeceğimiz onca iş bizi beklerken Risale-i Nur size kâfidir” anlamı aşikâr bir şekilde ortaya çıkmayacak mıdır?

Tabii, bu sınırlandırmaların hiçbirini dikkate almazsanız, âyetten “Namaza yaklaşmayın” anlamı çıkaran Bektaşînin mezhebine uygun bir mantıkla bu mektuplardan “Risale-i Nur dışında birşey okumak caiz değildir” sonucunu da çıkarabilirsiniz; nitekim bugün Risale-i Nur cemaatleri içinde birçok kimse, özellikle son zamanlarda sesleri biraz fazlaca çıkmaya başlayan bir zümre bu konuyu aynen böyle anlıyor, böyle anlamayanları suçluyor ve Risale-i Nur dışında hiçbir şey okumamakla da iftihar ediyor. Tam olarak böyle anlamayanların dahi önemli bir bölümü, en azından bu konuda tereddütler içine düşürülmüş bir vaziyette, Risale-i Nur’dan başka kitap okumanın caiz olup olmadığını sorgulayacak cesareti bile güçlükle bulabiliyor. Bütün bunları bir yana bırakacak olsak bile, sadece şu “Risalelerden başka kitap okuyabilir miyiz?” sorusunun sorulmakta oluşu dahi bir cemaat için hicap verici bir durum değil midir?

Belirli bir egitimi görmekte olan insanlar hakkında, sadece geçici bir müddet için, meselâ bir öğretim dönemi süresince birtakım kısıtlamaların olması anlaşılabilir bir şeydir. Bu cümleden olarak, kendisini Risale-i Nur hizmetine kendisini vakfedecek veya kısa süreli bir okuma programına katılacak kimselerden, dikkatlerini dağıtmamak için başka kitaplarla meşgul olmamaları istenebilir. Ancak bunu bir hayat tarzı olarak benimsemenin veya dayatmanın savunulabilecek hiçbir tarafı yoktur.

Kimsenin böyle bir dayatmaya hakkı olmadığı aşikârdır; âlimler için, bilhassa İslâm âlimleri için böyle bir şeyi tasavvur etmek ise muhaldir. Âlimlerin görevi ilme engel olmak veya talebesinin ufkunu sınırlamak değil, ilmin yollarını göstermek, nereden alınırsa alınsın ilim ve irfanın yolunu açmak ve bu yolları tıkamaya yönelik her türlü teşebbüse karşı durmaktır. Zamanında Kur’ân’dan sonraki en sahih kitap olarak tanınan Muvatta’ı devrin halifesi bütün ülkede geçerli kanun kitabı olarak ilân etmek ve bir nüshasını da Kâbe’ye asmak istediğinde, eserin sahibi İmam Malik “Bize ulaşmayan bilgi başkalarına ulaşmış olabilir” diyerek ve içtihada engel olacağı gerekçesiyle buna mâni olmuştu. Bediüzzaman gibi, ömrünü ilmî istibdad da dahil olmak üzere her türlü istibdad ile mücadele içinde geçirmiş ve bu mücadelenin fiyatını çok yüksek tarifeden ödemiş bir İslâm âliminin ise talebelerine “Sadece benim kitabımı okuyun, başka kitap okumayın” şeklinde bir dayatmada bulunabileceğini tasavvur etmek aklın alacağı bir iş olmadığı gibi, herkesten önce bizzat Bediüzzaman’a karşı en ağır bir suizan ve hattâ hakaret olarak görülmelidir.

***

Tek kitaplı insanlar tarih boyunca insanlık için bir tehdit unsuru olmuştur. Genellikle Thomas Aquinas’a izafe edilen, ancak daha eski kaynaklarda da görüldüğü söylenen bir söz, “Tek kitaplı adamdan korkulur” diyor. Kim söylemiş olursa olsun, tarihin Doğuda da, Batıda da bu sözü haklı çıkardığını gösteren örnekler saymakla bitmez. İslâm ise, ilk olarak inen sûrede okumaktan ve yazmaktan bahseden, ikinci olarak inen sûrede de kaleme ve yazdıklarına yemin ederek söze başlayan bir din olarak farklı içtihadları ve fikir çeşitliliğini teşvik etmiş, hattâ muhtelif şekillerde anlaşılması muhtemel hükümleriyle bu farklılığın zeminini işin en başında hazırlamıştır. Ama tek kitaplı kafanın hem ürünü, hem de anası olarak düşünülebilecek olan “her alanda tek doğru” zihniyeti, bütün dünyada olduğu gibi, İslâm âleminde de en büyük zulüm ve ıztırapların kaynağını teşkil etmiştir. Mutezile ile Ehl-i Sünnetin nöbetleşe birbirini kırması ve bu kırım sırasında işlenen sayısız zulümler bu konuda verilebilecek örneklerin sadece bir tanesidir. Ne yazık ki, bugün İslâm âleminin durumuna baktığımızda her biri kendi kitabını okuyan ülkeler ve cemaatlerden başka bir manzara göremiyoruz. İlim ve fikre en ziyade açık olması gereken Risale-i Nur cemaatlerinde bile başka kitap okumanın caiz olup olmadığı konuşulabiliyorsa, bu hazin gerçeğe daha başka nümune aramaya herhalde ihtiyaç yoktur.

Fıtrata aykırılığı tartışmaya bile ihtiyaç bırakmayacak kadar açık olan “tek kitap” düşüncesine insanlar niçin bu kadar kolaylıkla kapılabiliyorlar?

Bunun başta gelen sebeplerinden birisi kolaylık, diğeri de büyük kitapların cazibesi olsa gerektir. “Bize Kur’ân yeter” şeklindeki sloganlar işte bu sebepten pek çok kimseye cazip gelmektedir. Altı yüz sayfalık bir kitabı okuyarak hayatın bütün problemleri hakkında ahkâm kesme imkânı varsa, üstelik bu kitap da bütün ehl-i imanın baş tâcı olan Allah kelâmı ise, her şeyin kolayını seven zamanımız insanı için hangi şey bu slogandan daha sevimli olabilir? Aynı sebepten, hayatın bütün alanlarıyla doğrudan ilgili bulunan iman hakikatlerini açıklayan Risale-i Nur da her bakımdan büyük bir eser olarak nitelenmeye lâyık bir külliyat olduğu için, bu özelliğinin yanı sıra “tek kitap” olma potansiyelini de taşımaktadır. Acı günde, tatlı günde, dine, dünyaya, toplum hayatına, aileye, ticarete, siyasete, ilme, fikre, felsefeye, canlı ve cansız varlıklara, ilh. dair söylenecek pek çok söz Risale-i Nur’da bulunur. Tabii, hayatın bütününe yönelik doğru bir bakış açısı kazanmak başka, hayatın bütün ihtiyaçlarına cevap vermek ise çok başka şeylerdir; ama zamanımız insanının, bilgi âleminde öyle fazlaca derinlere dalacak zamanı ve sabrı olmadığı için böyle farklar fazla önem taşımaz. Bunun yerine, “Kıyamete kadar bize ne lâzım olacaksa hepsini Üstad yazmış; onu okuyalım, yeter” der ve uysa da uymasa da içinden her konuya dair birşeyler çekip çıkartabildiği bu külliyatla tek kitaplı hayatına mutlu bir şekilde devam eder.

Oysa büyük kitaplardan beklenecek şey bunun tam tersidir. Onlar başka kitapların önünü kesmezler, bilâkis önünü açarlar, hattâ bizzat sebeb-i vücudu bile olurlar. Allah’ın Kitabı bu hakikatin en büyük şahididir. O, tarihin en muhteşem medeniyetini inşa ettiği gibi, hayatın her alanında sayısız kitapların da vücut bulmasına sebep olmuştur. Eğer Kur’ân olmasaydı, İslâm âleminde asırlardır ilim ve sanatın her alanında vücuda getirilmiş sayısız eserlerden kaç tanesi var olabilirdi? Tek kitaplılık geçerli bir formül olsaydı, bu hesapsız eserlerden hiçbirisinin yazılmaması, yazılsa bile okunmaması gerekirdi.

Büyük eserlerden beklenen şey, başka kitaplara engel olmak değil, bilâkis onların okunmasına ve onlardan en üst seviyede faydalanılmasına yardımcı olmaktır. Bizde “temel kitaplar” olarak ün kazanan düşüncenin mimarı olan Amerikalı eğitimci Robert M. Hutchins “Büyük kitaplar kendilerini okuttukları gibi başka kitapları okumayı da öğretirler” diyor. Bu gerçek için verilebilecek en güzel örneklerden biri Risale-i Nur’dur. Kur’ân-ı Kerimi verimli bir şekilde okuma konusunda Risale-i Nur’un okuyucuya sunduğu tekniklere dair bazı örnekleri bu yazı serisinin 8 ve 10’uncu bölümlerinde zikretmiştik.[4] Okuma sevgisini kazanma ve sair kitapları okuma konusunda da Risale-i Nur’un teşvik edici ve yol gösterici hizmeti inkâr edilemez. Ondan faydalanmanın yolunu bilenler için bu yol göstericilik, kişinin özel merak ve yeteneklerine de bağlı olarak, hayatın her alanında, varlık âleminin bütün sayfalarında, ilmin ve sanatın bütün dallarında, Yer ve Gökler Rabbinin insan denen o en büyük eserine ürettirdiği müktesebatın ufuklarında onu uçsuz bucaksız ve doyumsuz seyahatlere çıkarmak ve uğradığı her durakta merakını, zevkini ve şevkini arttıracak irfan armağanlarıyla ellerini doldurmalarına vesile olmak demektir. Yoksa, bu mesele, “Madem Risale-i Nur Peygamberimizden bahsediyor, öyleyse biraz siyer okuyalım; madem namazdan bahsediyor, öyleyse biraz ilmihal okuyalım” demekle geçiştirilebilecek bir mesele değildir.

Kitap okumak, aynı zamanda, bir macera işidir. Bunun en güzel misallerinden birini de kâinat kitabını okuyan ve her sayfada merakı, zevki ve şevki bir kat daha ziyadeleşen kâinat seyyahının Âyetü’l-Kübrâ’da anlatılan macerasıdır. Lâkin bu macerayı macera yapan sırrı ihmal etmemek gerekir: Yola çıkarken, yolda ne bulacağınızı bilerek değil, merak ederek çıkmalısınız. Eğer okuyacağınız kitapta ne bulacağınızı peşin olarak biliyorsanız, bu size yeni bilgi, tecrübe, anlayış ve irfan ufuklarını açmaz, sadece peşin hükümlerinizi takviye eden bir okumadan ibaret kalır. Çoğu zaman Risale dışında kitap okuma “cürmüne” meşruiyet kazandırmak için bir mazeret vazifesini gören “Risalelerdeki hükümleri tasdik edici bilgi edinmek” gibi bir maksatla okumak da, olsa olsa, tek kitaplılığın başka bir kılığa bürünmüş versiyonu olur.

***

Tek kitaplılığın zahirî bir rahatlığı varsa bile verdiği sonuçlar hiç de rahatlatıcı değildir. Bu sonuca varmak için, zamanımızda Risale-i Nur talebesi profilinin sair insanlarda uyandırdığı izlenimi gerçekçi bir nazarla görmek yetecektir:

Tek kitaplı Risale-i Nur talebesinin çantasında her sualin cevabı, her problemin çözümü vardır; ama bunların hepsi de aynı kitaptandır. Zaten tek kitaplı şakirt de herhangi bir sohbette sözü getirip Risalelerden bir pasaj okumak veya Üstadın hayatından bir anekdot nakletmek için fırsat kollamaktadır. Ancak bunu yaparken sözünün muhatapta nasıl bir izlenim bırakacağı konusunda pek duyarlı değildir. O sadece ne yapıp yapıp Üstaddan birşeyler aktarmakla vazifesini yerine getirdiğini düşünür. Çünkü elinde Risale-i Nur varken başkasından alacağı birşey yoktur; başkasına sunmak için ise çok şeye sahiptir. Bu da Risale-i Nur talebelerine ve terviç etmeye çalıştığı Risalelere karşı sair insanların mesafeli durmasına yol açar. Bu, tek kitaplılığın en mülâyim sonuçlarındandır. Bu kadarında saldırı, tahkir gibi şeyler yoktur; sadece usandırma vardır.

Daha aktif tek kitaplılıkta, ne yapıp yapıp tek doğru olarak bildiği şeyi üstün çıkarmak gayesi hakimdir; ancak usul bilgisi de başka kaynaklara ihtiyaç gösterdiği için, tek kitaplı şakirtlerin en ziyade yapabildikleri şey, konuya uyup uymadığına bakmaksızın, ara-bul-kopyala-yapıştır yöntemiyle Risalelerden pasajları sıralayıp ortaya bırakmaktan ibarettir.

Tek kitaplılığın en verimli olduğu alan ise zorba yetiştirmektir ve tek kitaplı Risale-i Nur talebeleri de bu kaidenin haricinde değildir. Bu gerçeğin en inanılmaz örneklerini son yıllarda çok fazlasıyla görmeye başladık. Bugüne kadar Nur talebelerinden en sıkıntılı anlarında bile hiç işitilmemiş olan galiz küfürler, hem de başkalarından önce sair Nur talebelerine karşı bugün rahatlıkla savrulabiliyor. Lâkin Cumhuriyet yazarına bile “Bu Nurcu hocaların ağzı ne kadar bozuk!” dedirtecek bir seviyesizliğe ulaşan bu küfürbazlık bizi bir paradoksla karşı karşıya bırakıyor: Tek kitaplılıkla övünen, hattâ bütün övünçleri tek kitaplılıktan ibaret olan bu küfürbazlar, Risale-i Nur’dan başka kitap okumadıklarına göre bu küfürleri nereden öğrendiler?

Tek kitaplılığın Risale-i Nur talebeleri arasında verdiği sonuçların en ürkütücü olanlarından birisi de kitap düşmanlığıdır. Her kitabı Risale-i Nur’a hasım olarak gören bu anlayış, Risale-i Nur talebelerine sadece kitap okumamayı emretmekle yetinmez, onları bir de kalemlerini kırmaya çağırır. Kur’ân’ın üzerine yemin ettiği kalem, burada düşman ilân edilmiştir; çünkü yazılacak her kitabın Risale-i Nur’a rakip olma ihtimali vardır. Tabii, bu, “Risale-i Nur talebesi kalemini kırar” sözünün görünüşteki gerekçesidir; asıl sebep ise, bizce, nefs-i emmârenin herkesi cehalette kendisiyle eşit hale getirme arzusundan başka birşey değildir. Başka türlü düşünmek, üstelik buna Risale-i Nur’dan mesnet aramak, bu harikulâde esere ve müellifine iftiradan başka bir anlam taşımaz.

***

Risale-i Nur Külliyatı, ilk telif yıllarından bugüne kadar nice hayatları değiştirmiş, insanlık âleminin medar-ı iftiharı bir muhteşem eserdir. Ve bu mahiyetiyle, bir rehber kitap olmaya ve hayat boyu tekrar tekrar okunmaya lâyık olduğundan şüphe edilmemelidir. Hattâ tekrar tekrar okunmadığı takdirde ondan yeterince istifade edilmeyeceğini de rahatlıkla söyleyebiliriz; bu da büyük kitap olmanın bir sonucudur.

Ancak bu gerçeği tesbit etmek ve buna uygun şekilde hareket etmek başka, Risale-i Nur’u tek kitap olarak bellemek ise çok daha başka şeylerdir. Risale-i Nur Külliyatı gibi bir hazineye yakışan şey, bir taraftan ilim ve irfanla yoğurulmuş nesiller yetiştirirken, diğer taraftan da bu nesillerin elleriyle insanlık âlemine yeni ilim ve irfan hazinelerinin armağan edilmesine kaynaklık etmektir. Ama kitabın da, müellifin de artık bu konuda yapabilecekleri birşey yoktur; çünkü miras artık bugünkü nesillere devredilmiştir. Bundan sonrası şimdiki ve gelecekteki Risale-i Nur talebelerinin vizyon ve gayretine bağlıdır.

İstikbal için biri zor, diğeri kolay olmak üzere iki yol görünüyor:

Ya Risale-i Nur talebeleri ellerindeki hazineyi kendilerine çok geniş ufuklar açan ve aynı zamanda da bu genişlikle orantılı vazifeler yükleyen bir anahtar olarak görecekler ve ondan aldıkları ilhamla beşer âlemini ilmin, irfanın, sanatın, hayatın her sahasında verecekleri eserlerle donatacaklar …

… Veya, şimdi ekseriyetin bir ölçüde, “ana akımın” ise bütün gücüyle yaptığı gibi, başka kimsenin eline geçmesin diye bu irfan hazinesinin üstüne oturup onu anlamayı, anlatmayı, açıklamayı, hattâ lügate bakmayı bile yasaklayacak bir kıskançlıkla onu tarihe gömecekler.

Zahiren bu şıklardan birincisi zor olan şık gibi görünüyorsa da, gerçekte zor olan ikinci şıktır. Hattâ buna imkânsızı başarmak da denebilir. Çünkü bu şıkkın mahiyeti, harikulâde bir irfan hazinesinden cehl-i mürekkep üretmek gibi imkânsıza yakın bir iştir. Şu kadar var ki, bunun asıl zorluğunu insanlar değil, şeytan omuzlamış bulunuyor. O her gün yeni tuzaklar üretiyor; bize ise onun işaret ettiği mayına basmak kalıyor.

Bugün, Üstadın bu muhteşem hazineyi devredişinden altmış yıl sonra, hâlâ Risale-i Nur dışında kitap okumanın caiz olup olmadığını tartışıyor olmamız bu tuzaklardan biri değilse nedir?

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK

Önceki bölüm:
https://yazarumit.com/mehdilik-sevdasi-ve-risale-i-nura-maliyeti/

[1] Kastamonu Lâhikası, 48. Mektup http://erisale.com/#content.tr.9.98

[2] Kastamonu Lâhikası, 114. Mektup http://erisale.com/#content.tr.9.225

[3] O yılların tafsilâtı için bkz. Kastamonu Yılları, İstanbul: İstanbil İlim ve Kültür Vakfı, 2009.

[4] Bkz. (1) https://yazarumit.com/nasil-meal-okuyalim-1/ ; (2) https://yazarumit.com/bir-kuran-okuma-rehberi-olarak-risale-i-nur/ 

Okumanın en kötü şekli: kolay okumalar

Çamaşırı, bulaşığı ve daha nice zorlu işleri makinelere yükleyeli epey zaman oldu. Fakat okuma işini bizim adımıza yapacak bir makine henüz icad edilmedi. Biz her zamanki eğlencelerimize dalıp gitmişken, bir makine bizim yerimize kitap okuyup da bilgilerini bluetooth gibi bir mekanizma ile bizim beynimize yüklese, böylece her hafta bir kitabı, her sene ortalama 50 kitabı okuma zahmetini çekmeden okumuş olsak fena mı olurdu?

Gerçi kitap okuma makinesini icad edemedik, ama kitap okumayı mekanik bir işe haline çeviren yöntemler icad ettik. Bunlara da “kolay okuma,” “basit okuma” gibi isimler taktık.

Bu yöntemlerin işleyişi son derece basit:

Biz olduğumuz yerde duruyoruz. Kitabı kendi seviyemize indiriyoruz. Ve okur gibi yapıyoruz. Sonunda da, Woody Allen’ın meşhur nüktesinde olduğu gibi, meselâ Savaş ve Barış’ı okuduktan sonra, olayın Rusya’da geçtiğini anlayabiliyoruz!

***

Biz bu tuzağa yeni düşmüş sayılmayız. Latin alfabesini de bize kolaylık vaad ederek kabul ettirmişlerdi. Anlatıldığına göre, zor olan alfabeyi terk edip kolay olana geçince okumayı da, yazmayı da çok kolay öğrenecek ve çok okuyup çok yazan bir toplum olacaktık.

Bu vaadlerle okumayı bir gecede unuttuk. Yüzyılların ilim ve irfan birikimini sırtımızdan atıverdik. Bu suretle, kolaylık denen şeyin “ilim ve irfan yükünden kurtulmak” mânâsına geldiği anlaşılmış oldu. Bunu takip eden diğer kolaylıklardan sonra ulaştığımız “okuma-yazma-anlama-anlatma” seviyesi, halihazırdaki resimde görüldüğü gibidir.

***

“Kolay okuma” merakının, bizden çok önce Batı toplumlarında başgösterdiğini anlıyoruz. Ünlü düşünür Thoreau, on dokuzuncu yüzyılda, “kolay okumalar” ve “küçük okumalar” şeklindeki uygulamalardan yakınıyordu:

Kim olursa olsun, yere düşmüş bir gümüş doları kapmak için yolunu değiştirir. Ama, eskilerin en üstün akıllı adamları tarafından söylenmiş altın değerindeki sözler orada dururken, biz, ancak kolay okuma, başlangıç ve sınıf kitapları seviyesindeki kitapları okumayı öğreniyoruz. Okulu bitirdikten sonra da, ancak ‘küçük okumalar’ ile çocuklara hitap eden başlangıç seviyesindeki hikâye kitaplarını okuyoruz. Ve okuma, konuşma ve düşüncelerimiz, ancak pigmelere ve cücelere yaraşan pek düşük seviyelerde kalıyor.

Ünlü düşünür, sözlerinin devamında, hiç okuma yazma bilmeyen köylüler ile kolay okuyucular arasında ciddî bir fark göremediğini söylüyor.

***

Okumak bir kafa işidir; kafa yormak da dünyanın en zor işidir. Bunu anlamak bize zor gelmiyor. Anlamakta zorlandığımız şey şu:

Okumak, aynı zamanda, dünyanın en zevkli işidir. Zordur, ama zevklidir. Göz için bakmak, dil için tatmak ne ise, zihin için öğrenmek ve yeni ufuklara açılmak da odur. Zihnin iştahına ilim ve irfanla cevap vermek, midenin açlığına bir ziyafet sofrasıyla cevap vermekten çok daha haz verici bir iştir. Yoksa, insanı bulunduğu yerden daha yukarıya çıkarmayan bir okumadan kim ne bekleyebilir?

Gel gelelim, dildeki çoraklaşma kelime dağarcığımızı sürekli olarak daralttığı için, okunmaya değer birşeyler arayanlar, aradıklarını buldukları zaman, ekseriyetle onun yanında bir de problem buluyorlar:

Dil problemi.

Bu problem, aslında, insanın zihnini yeni âlemlere açacak ve onu yeni mânâlarla tanıştıracak bir fırsat iken, kolay okumalara alıştırılan ve sahilden uzaklaşmaya cesaret edemeyen ürkek ve tembel beyinler, bu fırsatın değerini takdir edemiyor. Orada bir pazar bulunduğunu keşfeden tüccarlar ise, en değerli eserleri mânâ zenginliğinden soyutlayarak, kimi zaman da “sadeleştirme” gibi etiketler altında “kolay okuma” versiyonları üretmekte gecikmiyorlar.

Netice:

Biz yerimizde sayıyoruz; okur gibi yaptığımız kitaplar geriliyor.

***

Kolay okumalarımızın en kötüsü, Kur’ân söz konusu olduğunda karşımıza çıkıyor. Gerçi onun metni üzerinde oynamak ve “kolay okuma” versiyonlarını üretmek kimsenin aklından geçen birşey değil. Fakat muhtelif ilimlerin ve on dört asırlık irfan birikiminin yardımıyla onu anlamaya çalışmak ve onun üzerinde ciddî şekilde kafa yormak bize zor geliyor. Bu defa Kur’ân’ı mânâ derinliğinden ve zenginliğinden soyutlayarak sıradan bir metin olarak ele alıyor ve onu en basit ve tembel zihinlerin seviyesinde incelemeye başlıyoruz.

İşte, kolay okuma hevesinin bizi getireceği yer bundan başkası değildir. Merhum Muhammed Gazalî’nin bizi bir şokla kendimize getirmesi gereken şu tesbiti, bu konuda başka söze hacet bırakmıyor:

“Öncekiler Kur’ân’ı okuduklarında onun seviyesine yükseliyorlardı. Biz ise Kur’ân’ı okuyup kendi seviyemize indirmeye çalışıyoruz.”

ÜMİT ŞİMŞEK

Mehdîlik sevdası ve Risale-i Nur’a maliyeti (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-15)

Risale-i Nur hareketinin doğuşundan bugüne kadar takip ettiği seyri bir bütün halinde göz önüne getirdiğimizde dikkatimizi çekecek olan hususlardan birisi de, bu hareket içinde rağbet gören şeylerde meydana gelen farklılıklardır. Mehdîlik konusu da bunlardan biridir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatta olduğu zamanlarda bazı talebeleri zaman zaman bu meseleyi gündeme getirmek istemişlerse de Bediüzzaman konuyu kapalı ifadelerle geçiştirmiştir ki, bu açıklamaların dahi çoğunda, mehdîlik konusunun izahından ziyade, genel olarak hadislerin anlaşılmasında takip edilecek bazı esasların ders verildiği görülmektedir. Bediüzzaman’ı buna sevk eden şey ise, konuyla ilgili hadislerin inkârına meydan vermemek konusundaki titizliğidir ki, âhir zaman hadiseleriyle ilgili bir eser olan Beşinci Şuayı bu gaye ile telif ettiğini kendisi açıklamıştır.[1]

Ancak Bediüzzaman’ın bıraktığı mirasın aradan geçen bunca zaman içinde ilk günün orijinalliğini koruyabildiğini söylemek de mümkün değildir. Risale-i Nur hareketi Bediüzzaman’sız yıllarında bir yandan önündeki engelleri aşıp özgürlüğünü kazanarak geniş kitlelere yayılırken, diğer yandan da, rotasını asıl menzilinden farklı hedeflere yöneltme istidadı gösteren, hattâ yer yer bunu başaran değişimler de yaşamıştır. Bu kabil değişimler görünüş ve gösterişte gelişme ve zenginleşme şeklinde cereyan ederken, muhtevâ ve seviye açısından ise çoraklaşma yönünde bir seyir takip etmiştir. Bugün cemaatte hakim hale gelmiş bulunan mehdîlik telâkkisi, işte bu değişim sırasında öne çıkan konular arasındadır.

Gelinmiş olan noktada, Bediüzzaman’ın mehdîliğine olan inanç, Nur talebelerinin büyük çoğunluğunca, sorgulanması bile düşünülemeyecek bir ön kabul halini almış bulunuyor. Bunun ciddî bir problem doğurmayacağını düşünebilirsiniz: Risale-i Nur gibi, İslâm inancını orijinal bir yöntem ve üslûpla kitlelere ders vermiş ve toplumun badireli günlerden sahih bir imanla çıkmasında emeği geçmiş bir eser ile onun müellifini, birçok hadis-i şerifte haber verilmiş olan bir zât olarak telâkki edilmesinden kim ne zarar görebilir? Fakat bu telâkkinin inkârı caiz olmayan bir inanca dönüştüğü zaman doğurduğu sonuçlara baktığımızda, meselenin o kadar da basite alınamayacak bir problem halini aldığını görmemek imkânsızlaşıyor.

Herşeyden önce, FETÖ faciasının beslendiği ana damarlardan birisi, belki de birincisi, mehdîlik konusu idi. Kimine göre bizzat mehdînin kendisi, kimine göre de asıl mehdînin geniş dairedeki hedeflerini gerçekleştirecek olan zât, malûm terör örgütünün başı olan kişiydi. Eğer 15 Temmuz darbe teşebbüsü başarıya ulaşmış olsaydı, sağ kalanlarımız zaten buna cebren iman edecekti!

Fakat bu tecrübenin yaşanmış olmasından daha vahîm bir durumla halen karşı karşıya bulunuyoruz:

Yaşanmış olan tecrübeden ders alındığına dair hiçbir belirti ortalıkta görünmüyor. Bir tedhiş örgütünün mehdiyet kılığına bürünerek bu kadar geniş kitleleri aldatmasına zemin hazırlayan telâkkiler etkisinden hiçbir şey kaybetmedi, sadece yön değiştirmek suretiyle yine aynı kitleleri uyutmaya devam ediyor. Mehdîlik konusu yine dillerden düşmüyor; içi boş mesajlar mehdiyet övgüleriyle ambalajlanıp pazarlanıyor; boşboğazlıktan ve sövüp saymaktan başka bir marifet sergileyemeyen sosyal medya kahramanları “Mehdî-yi Âzam, Müceddid-i Ekber, ilh.” diye sıralanan bir düzine sıfattan sonra kendi ham hayallerini Bediüzzaman’a mal ederek kitleleri heyecanlandırmaya, birilerini göklere çıkarıp daha başkalarını yerin dibine batırmaya çalışıyor. Bir başka deyişle, İslâm tarihinin nice defalar mehdîlik iddiaları etrafında cereyan etmiş olayları daha küçük ölçekte Risale-i Nur cemaatleri içinde yaşanıyor. Gerçi bu gelişmeler henüz tarihte olduğu gibi şiddete dökülmedi, ama dökülmeyeceği anlamına da gelmiyor.

***

Risale-i Nur hareketinin içinde mehdiyet konusunun rağbet kazanması Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatından çok sonraki zamanlara rastlar ki, bu dönemler Risale-i Nur hizmetinin önündeki engellerin kalktığı, Risale-i Nur talebesi olmanın bir fiyat istemediği, bu arada dünya muhabbetinin cemaat içinde revaç bulduğu dönemlerdir. Bu yeni dönemde çilelerden kurtulmuş olmanın verdiği rehavetle, Risale-i Nur cemaatlerinin varlık sebebi olan iman hizmeti gittikçe ihmale uğrarken siyaset ve hamaset de yükselen değerler olmuştur. Yeni yetişen nesillere iman hakikatlerini uygun ve etkili yöntemlerle ulaştırmak gibi bir problem Risale-i Nur cemaatlerinin büyük kısmının ajandasından düşmüş, buna karşılık ülke yönetimine birilerini getirip daha başka birilerini de bundan uzak tutmak – sanki böyle bir güce sahiplermiş gibi! – diğer cemaatlerimizin olduğu gibi Risale-i Nur cemaatlerinin de en ziyade enerjisini tüketen bir meşgale halini almıştır. Tabii bu faaliyetlerin siyasetten en uzak bir konumda bulunması gereken Risale-i Nur hizmeti ile bağdaştırılabilmesi için yüce bir gaye ile irtibatlandırılması icap ediyordu ki, işte bu imkânı da mehdiyet meşgalesi sağlamış bulunuyor. İman hizmetinin içi boşalırken mehdî edebiyatının inkişaf etmesi işte bu sebeptendir.

Her bir Nur talebesini kapsayacak şekilde söylenemese bile, en azından çoğunluk itibarıyla Nur talebelerinin bugün sürüklendiği nokta hakkında söylenebilecek söz şudur:

Bediüzzaman’ın (veya Risale-i Nur’un) mehdîliği artık cemaat içinde tartışılmaz bir inanç esası halini aldığı gibi, hizmetlerin de referans noktasını teşkil etmekte, yapılan işler bu makama nisbet edilerek bir nevi kudsiyete mazhar olmaktadır. Bu arada her ne kadar bazıları Risale-i Nur’un mesajını çeşitli vesile ve vasıtalarla geniş kitlelere, özellikle inanç bunalımları içinde bocalayan genç nesillere aktarmaya çalışıyorlarsa da, “ana akım” içinde bu tür faaliyetler tasvip görmediği gibi, oldukça ağır ithamlara da sebep olmaktadır. Şimdi revaçta olan anlayış, izahsız ve lügatsiz bir şekilde kendi aralarında Risale-i Nur’u sürekli okuyup durmak ve günün birinde bu okumaların her türlü problemi halledeceğine inanmak yönündedir.[2] Gençlerin deizme yahut ateizme kaymalarına karşı onlarla tek tek meşgul olarak imanlarını kurtarmaya çalışmak artık mazide kalmış bir hizmet tarzıdır; Risale-i Nur’lar okullarda ders kitabı olarak okutulmaya başladığında bu problem – herhalde mehdiyetin kuvvetiyle – çözülmüş olacaktır.

Oysa Bediüzzaman bir Emirdağ mektubunda dünyevî makamların herşeyi kendisine âlet ettiğine işaret ettikten sonra, “Manevî makamlar olsa daha ziyade âlet eder” diyor ve bunun sebebini de “umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak” şeklinde açıklıyordu.[3] Yetmiş küsur yıl sonra, bugün Bediüzzaman’ın talebeleri, kendilerini ve hizmetlerini çok yüksek bir manevî makama yakıştırmak için yapıp ettikleri şeylerle Üstadlarını tasdik ediyor!

Bediüzzaman bir başka mektubunda, mehdîlik meselesini öne sürmenin iman hakikatlerini zaafa uğratacağını açık bir dille hatırlatıyordu. Baştan sona cerh edilmez delillere ve kâinat dolusu şahitlere dayanan bu hakikatler bir büyük makama izafe edildiği takdirde, delil yerine bu makamın otoritesine dayandırılmış olacak, bu defa da o güneş gibi aşikâr hakikatler ancak o makama ve makam sahibi olarak öne sürülen kimseye inanan kimseler için bir anlam ifade eder hale gelecek, iman hakikatlerine karşı yabanî duran kimselerin gözünde ise hiçbir değer taşımayacak, bilâkis bütün bütün kuvvetini kaybedecekti.[4] Zamanımızın Nur talebeleri, Üstadlarını bu teşhisinde de fiilleriyle tasdik ediyorlar: mehdiyet edebiyatı yaygınlaştıkça Nur talebelerinin iman hakikatlerini muhtaçlara ulaştırma gayretleri sönüyor, bütünüyle sönmese bile tesirini kaybediyor; onun yerine, bütün ümitler eserlerin dünyevî ve resmî makamlarca neşredilerek olağanüstü bir şekilde insanlar üzerinde tesir icra edeceği meçhul ve esrarlı bir istikbale bağlanıyor. Bu arada insanlar tabii ki boş durmuyor; birbirlerine mehdiyetin ve mehdîye asker olmanın faziletlerini anlatarak uçuşlara geçiyorlar. Yahut, bir başka okuyuşla, yeni Haşhaşî oluşumlarının zeminini hazırlıyorlar.

Mehdiyet edebiyatının cereyan ettiği yerde ihmal edilmemesi gereken bir diğer sonuç da ego patlamasıdır. Çünkü mehdîye mensup olmanın hem dünya, hem de âhiret itibarıyla bir getirisi vardır. Bunun sonucu olarak, mehdîyi öven kimsenin bu övgülerden mehdînin bir askeri olarak kendisine de pay çıkarması kaçınılmazdır. Bu paylar birike birike “mehdînin askerlerinde” bir üstünlük duygusuna yol açıyor. Mehdiyet konusunu dilinden düşürmeyen kimselerin sosyal medya hesaplarında bu durumu böbürlenme, kibirlenme, başka türlü düşünenlere tepeden bakma, en küçük bir eleştiriyi mehdiyet kalkanıyla savuşturma, karşı çıkana sövme, sürekli olarak birilerine sataşma (asker dediğiniz tabii ki savaşacak!), hakaret yarışında altta kalmama gibi arazlar halinde gözleyebilirsiniz. İnsan, sosyal medyada mehdî adına yazılıp çizilenleri gördükçe, mehdîye asker olmanın bir taraftan çok kolay, diğer taraftan da çok maliyetli bir iş haline geldiğini düşünmeden edemiyor: Çok kolay, çünkü maharet olarak sadece övmeyi ve sövmeyi bilmek yetiyor. Çok pahalı, çünkü fiyat olarak insandan edep ve ahlâkını istiyor!

Mehdîlik iddiasını dillerine dolayanların ihmal ettikleri, ancak birgün mutlaka yüzleşmek zorunda kalacakları bir gerçek daha vardır: mehdiyete gözünü dikmiş cemaatler arasında samimî bir ittihad hiçbir zaman mümkün olamaz. Çünkü mehdîlik makamı bir tanedir; onun için, bir cemaatin kendi mehdîsini ileri sürmesi, diğer cemaatlere ait mehdîlerin gerçek mehdî olamayacağı anlamına gelir. Bu durumun tabiî bir sonucu olarak, Üstadın mehdîliğini ilân edenler, daha başkalarından Üstadın bu mevkie lâyık olmadığını ispat gayesine yönelik çıkışlar beklemelidir. Her cemaat ve tarikat için bu durumu ayrı ayrı düşündüğümüzde, yerleşik mehdî beklentilerinin Müslümanlar arasındaki birliğe hizmet etmeyeceği kolayca ortaya çıkacaktır. Aynı durum Risale-i Nur ve Bediüzzaman için de söz konusu olacaktır. Hiç şüphesiz bu insanın yaratılışından beklenecek bir sonuçtur; “Gelin benim liderliğimde birleşin” şeklindeki bir çağrı hangi topluluktan olumlu bir cevap alabilir?

***

Konuyu ne kadar çok çeşitli yönlerden incelersek inceleyelim, varacağımız netice şu tek cümlelik sonuçtan ibaret kalacaktır:

Mehdî edebiyatının Risale-i Nur cemaatlerine kazandıracağı hiçbir şey yoktur; birçok şey kaybettireceği ise muhakkaktır. Zaten bu mesleğin esasları arasında böyle bir iddia yoktur; Nur talebeliği demek, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’ân’dan alarak bu çağın insanlarına sunduğu çözümleri önce kendi nefsinde tecrübe etmek, sonra da, tam anlamıyla ilâçların olumlu etkisini yaşamış kimseler olarak onları muhtaç olan insanlara ulaştırmak, bu hizmeti de maddî yahut manevî hiçbir menfaate veya gayeye âlet etmeden sadece ve sadece muhtaç olan kulların imanlarının kurtulması için yapmak demektir. Bediüzzaman eserlerinin pek çok yerinde Risale-i Nur talebelerinin özelliklerinden söz etmiştir; ancak bunların hiçbirisinde mehdîye tâbi olmak yahut Risale-i Nur’u veya Üstadı mehdî kabul etmek şeklinde bir şart yoktur, tavsiye veya teşvik de yoktur. Bilâkis, bu hizmete maddî veya manevî makamların gölgesini düşürmenin zararlarına dair son derece önemli bahisler Risale-i Nur’da yer almaktadır ki, bunlardan bir ikisine yukarıda kısaca temas etmiş bulunuyoruz.

Bu açık gerçeklere rağmen bugün Risale-i Nur talebeleri arasında mehdiyet edebiyatının yaygınlaşmış olmasını, yukarıda da temas ettiğimiz gibi, bu hizmetin içinin boşalması ve himmetlerin özden kabuğa yönelmiş olması ile açıklamak mümkündür. Eğer böyle bir boşalma olmasaydı, imanların böylesine savrulduğu bir zamanda Risale-i Nur talebeleri hiçbir zaman asıl hizmetlerinden başlarını kaldırıp da mehdiyet fantezileriyle böbürlenerek gönül eğlendirecek vakit bulamazlardı.

Apaçık gerçeği daha da açacak olursak, bunun altından hiç şüphesiz dünya sevgisi çıkacaktır. Çünkü bu muhabbet, âhiret mertebelerine duyulan bir muhabbet değildir; bunda asabiyet, üstünlük taslama, övünme, manevî unvan görüntüsü altında dünya makamlarına talip olma, kendileriyle aynı şekilde düşünmeyen kardeşlerine karşı nefret ve husumet besleme gibi davranışlar vardır ki, bunların hepsinin yüzü de dünyevî hedeflere dönüktür. Hedefler dünyevîleşince, dikkatler de kendilerini zahmetsizce bu hedeflere ulaştıracak vesilelere yönelmektedir. Ve bu yöneliş, cemaatleri her türlü manipülasyona açık hale getirmekte, hattâ kendilerini kullanmak için fırsat kollayanlara “Gelin bizi dilediğiniz gibi kullanın” şeklinde davetiye çıkarmaktadır. Bu tesbitleri fazla iddialı bulanlar, henüz hafızaları tazeliğini korumakta iken, FETÖ gibi bir tedhiş örgütünün Risale-i Nur cemaatleri içinde nasıl yuvalanıp geliştiğini hatırlamaya çalışsınlar. Bir taraftan çoluk çocuğunun sorumluluğunu onların kurumlarına devrederek büyük bir yükten kurtulmak, diğer taraftan da geniş âlemde şaşaalı gelişmelere ve hattâ büyük mehdînin hükümranlığına şahit olmak, üstelik buna karınca kararınca bir katkıda bulunmak gibi mutlu rüyalar kimlerin başını döndürmemişti?

Diğer taraftan, mehdîlik gibi büyüleyici bir makama gözünü diken cemaatler siyaset âleminin kurtlarına yem olmayı garantilemiş sayılırlar. Böyle bir cemaatin halk kitleleri içinde hatırı sayılır bir tabanı da varsa, siyasetçiler bu durumu değerlendirmesini çok iyi bilirler. Gerçi bu ilişki iki tarafı da bir süre hoşnut eder; ama bir tarafın kazancı daha ziyade elle tutulur sonuçlar şeklinde gerçekleşirken, diğer tarafınki hep şu köşeyi de dönünce gerçekleşmesi beklenen hülyalar seviyesinde kalır. Bu hülyaların bedeli ise, cemaatin dayandığı bâki hakikatleri fâni kişi ve kurumların muvakkat siyasetlerine tâbi kılmak suretiyle ödenir. İlerideki bölümlerde siyaset konusunu ayrıca ele alacağımız için şimdilik bu konuda ayrıntıya girmiyoruz.

***

Risale-i Nur’a veya müellifine mehdiyet ünvanını yakıştırma yönündeki bu yaygın ve ısrarlı gayretlere revaç veren şey, her ikisine de haddi aşacak şekilde olağanüstü özelliklerin yakıştırılmış olmasıdır.

Risale-i Nur’un – İlâhî ilham ile telif edilmiş de olsa – bir beşer kelâmı olduğu konusunu 13 ve 14’üncü bölümlerde ele almıştık. Bunun ötesinde bir sıfat yakıştırıldığında ise, Risale-i Nur’u olağanüstü makamlarla irtibatlandırmak ihtiyacı doğmakta ve bunun sonucu olarak da mehdîlik konusu imdada yetişmektedir. Oysa bugün zihinlerde yaşamakta olan mehdî telâkkisi de fazlasıyla abartılmış bir makamdan başka bir şey değildir. Zira mehdî demek, doğru yolda olan kimse, Allah’ın kendisine hidayet nasip ettiği kimse demektir. Yoksa hidayete ulaştıran kimse demek değildir. Onun için, hidayete ancak mehdîye tâbi olmak suretiyle ulaşılabileceği konusundaki anlayışın hiçbir dayanağı ve anlamı yoktur.

Abartılan özelliklerine karşılık, Risale-i Nur’un ihmal edilen özellikleri de vardır ki, bunların başında, iman ilimlerinde gerçekleştirdiği tecdid gelir. Risale-i Nur talebelerini bekleyen asıl görevler işte bu alandadır. Sahih İslâm itikadını sadece Kur’ân’dan ilham alarak, Kur’ân’ın üslûp ve metodlarına dayanarak ve kaynak olarak insanlara sadece Kur’ân’ı göstermek suretiyle[5] açıklayan ve bunu açıklarken hayatın her alanında imanın doyumsuz hazlarını okuyucuya tattıran muhteşem bir eser külliyatının şifrelerini çözmek, açılımlarını keşfetmek ve bu eserlerden aldıkları ilham ve öğrendikleri yöntemleri kullanmak suretiyle İslâm inancının güzelliklerini her türlü vasıta ile âleme yaymaktır.

Ama bu lügate bakmanın caiz olup olmadığını tartışan kafalarla yapılacak bir iş değildir.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK

[1] 14. Şua, http://erisale.com/#content.tr.4.461

[2] Bu tariflerin abartılmış olabileceğini düşünenler için, Bediüzzaman’ın kendisine en birinci talebe olarak seçtiği merhum Hulûsi Yahyagil’in bir soruya cevap olarak yazdığı mektupta geçen “Lügate bakmak lâzım” ifadesinin bir sitede yayınlanır yayınlanmaz cebren ve hışımla kaldırtılmış bulunduğunu hatırlatmak yeterli olacaktır sanırız. İster inanın, ister inanmayın, ama cehalet tarih yazıyor!

[3] 1. Emirdağ Lâhikası, 41. Mektup http://erisale.com/#content.tr.10.107 .

[4] Bkz. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, http://erisale.com/#content.tr.12.20

[5] Tafsilât için bu yazı serisinin ilk üç bölümüne bakınız.

Zabelka’nın Pişmanlığı

Bilim adamı yaptı, din adamı kutsadı, politikacı emretti, yüz binlerce insan bir anda kül oldu.

1945 Ağustos’unda bir sabah vakti, önce Hiroşima, üç gün sonra da Nagasaki şehirleri, kutsanmış bombalarla harabeye döndü. Hiroşima’ya atılan bomba Little Boy (Ufaklık) adını taşıyordu; Nagasaki’nin nasibine ise Fat Man (Şişman Adam) düşmüştü. Her iki bombanın iki ortak özelliği vardı:

Sivil-asker, kadın-erkek, çocuk-ihtiyar, insan-hayvan ayırımı yapmaksızın yüz binlerce canı o anda, yüz binlercesini de takip eden senelerde ve tam bir müsavat içinde öldürüyordu.

Ve her iki bomba da bir Katolik rahip tarafından takdis edilmişti.

George Zabelka, Japonya’da yüz binlerce sivili öldürme görevini üstlenecek olan birliğe papaz olarak tayin edilmişti. Bu görevinin icabı olarak birliğe vaazlar verdi, âyinler düzenledi, bir bomba ile bir şehir ahalisini yok edecek olan ekipleri ve bombaları kutsayarak onları meş’um uçuşlarına uğurladı.

Nagasaki’ye bombayı atan uçağın pilotu da koyu bir Katolikti. O da kutsanmış bir Hıristiyan olarak gitti, kutsanmış bombayı, Japonya Katoliklerinin merkezi olan Urakami Katedralinin tepesine bıraktı.

Rahip Zabelka, yıllar sonra bu görevini utanç ve pişmanlıkla hatırlayacaktı. Bombanın kırkıncı yılı dolayısıyla düzenlenen törende, “Benim beynim yıkanmıştı,” diye konuştu. “Bu işin gerekli olduğu Askeriye tarafından açıkça, Kilise tarafından da zımnen bize anlatılmıştı. Sivilleri öldüren adamlara, yaptıklarının doğru olmadığına dair tek bir vaaz olsun vermedim. O hava akınlarını açıkça protesto etmek aklımın köşesinden geçmedi. Bildiğim kadarıyla, hiçbir Amerikalı kardinal yahut piskopos da bu kitlesel imha akınlarına karşı çıkmamıştı.”

Zabelka, konuşmasında, kendisinden sonra bir denizaltı birliğinde görev yapan bir rahibin görevinden istifa ederken söylediği sözleri hatırlattı:

“Üniformamın üzerine rahip cübbesini giyerek âyinlere giderken, gayr-ı ihtiyarî İsa’nın şu sözleri kulağımda çınlıyordu: Kuzu postuna bürünmüş kurtlara dikkat edin!”

Rahip Zabelka, bu konuşmadan bir yıl önce de Hiroşima’da düzenlenen bir anma toplantısına katılarak Japonlardan özür dilemiş, yerlere kapanarak kendisi, ülkesi ve kilisesi için Tanrıdan bağışlanma dileğinde bulunmuştu.

Zabelka’nın kutsadığı bombaların babası ise ünlü bir fizikçi idi: Robert Oppenheimer. O da bu bombayı vücuda getirebilmek için yıllarca büyük bir aşk ve şevkle çalışmış, ilk bomba denemesi başarıyla sonuçlanınca da “Ben dünyaları yok eden Ölüm’üm artık!” diye nâralar atmıştı.

Oppenheimer, daha sonraki yıllarda bu “başarısı” ile ilgili olarak bir hayli gelgitler yaşadı. Kimi zaman nükleer silâh aleyhtarlarına yakın durur gibi olduysa da, kendisine “atom bombasının babası” ünvanını kazandıran çalışmalarından hiçbir zaman pişman olmadığını açıklamaktan da geri kalmadı. Bu arada, atom  bombasının atılışından bir yıl sonra kendisini ödüllendiren ABD Başkanı Truman, özel sohbetlerinde onu ağlayıp zırlayan bir bebeğe benzetecek ve böyle kimselerle çalışmaktan hoşlanmadığını söyleyecekti.

Japonya’da katliam yapmaktan en küçük bir pişmanlık duymayan birisi varsa, o da, bu emri veren ABD Başkanı Harry S. Truman idi. Hiroşima’ya atom bombası atılması kararına göz kırpmadan imza attıktan sonra, Japonya’nın teslim olmasına rağmen, bunu yeterli bulmadı ve onları tam anlamıyla dize getirmek için ikinci bombanın da atılmasına karar verdi.

Bu kararlar Truman’ın uykusunu kaçırmadı, kendisi de bunu iftiharla ilân etmekte beis görmedi ve hayatının sonuna kadar bu konuda özür dilememekte diretti. Onun için bu karar basit bir matematik meselesinden ibaretti:

Eğer atom bombası atılmazsa, Japonya’yı işgal edecek Amerikan askerlerinden 500 bin tanesi öldürülebilirdi. Birkaç yüz bin kişilik bir insan kaybı buna göre daha düşük bir sayı ifade ettiği için, atom bombası kaçınılmaz bir sonuçtu! (500 bin Amerikan askerinin Japonya’da ne işi var diye sormayın. Bugün dünyanın her tarafında Amerikan askerleri var; kimse onlara oralarda ne işleri olduğunu soruyor mu?)

***

Hiroşima’da ve Nagasaki’de yüz binlerce kişi, bir zalimin iki dudağı arasından çıkan bir sözle can verdi:

Emir verildi, bomba atıldı, insanlar buharlaştı. Bu kadar.

Ne var ki, emri veren, bunu tek başına verdiyse de tek başına icra etmedi, edemezdi.

Bilim ve din adamları onun en büyük yardımcıları idi.

Bir başka deyişle, bilim de, din de, siyasetin emrine girdiğinde tarihin görmediği vahşetlere imza atabiliyordu; atom bombası bize bunu gösterdi.

Bugün insanlık binlerce ton nükleer bombanın üzerinde oturuyor.

Ve, dün olduğu gibi, bugün de son sözü yine siyaset tek başına söylüyor.