Etiket arşivi: ümit şimşek

Mü’minin Namusu

Onu işittiğinizde, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların birbirleri hakkında iyi şeyler düşünerek, “Hâşâ, bu düpedüz iftiradır” demeleri gerekmez miydi?  Nur Sûresi, 24:12

Mü’minlerin toplum hayatı için zehir etkisine sahip bir tehlikeye bu âyet dikkatimizi çekiyor. Ve mü’minlere, bu tehlike karşısında nasıl bir tavır takınacaklarını çok sade ve kestirme bir dille anlatıyor.

Âyette söz konusu edilen tehlike, mü’minlerin namusunu ilgilendiren suçlamalardır. Ne yazık ki, toplumumuz, böyle konularda, âyetin bize örnek olarak gösterdiği olgun davranışları sergilemekten bir hayli uzakta bulunuyor.

Bugün bize çok rahat görünen şekillerde, insanlar hakkında gelişigüzel konuşabiliyoruz. Onların hoşlanmayacağı şeyleri arkalarından söylemekte bir sakınca görmüyoruz. Bu rahatlık içinde, bazan aslı olmayan iddialar, iftiralar bile dilden dile dolaşıp yayılabiliyor. Hattâ bu iddialar, insanların iffet ve namuslarını zan altına alacak seviyelere bile varabiliyor.

Oysa Kur’ân, son derece açık beyanlarıyla, herşeyden önce, dedikoduyu yasaklamıştır.

Hucurât Sûresinde [1] “ölü eti yemek” gibi tiksindirici bir iş olarak nitelendirilen bu fiilin daha da ötesi iftiradır.

İftiranın en kötüsü ise, insanların iffetlerini hedef alan iftiralardır ki, Kur’ân, böyle bir şayiayı işiten bir mü’minin nasıl tepki vermesi gerektiğini, Nur Sûresinin bu âyetinde açıkça bildiriyor:

“Hâşâ, bu düpedüz iftiradır!” deyip reddetmek…

Bu emirde dikkat çekici olan birşey vardır:

Bizden araştırma istenmiyor. Oysa başka bir yerde, “Bir fasık size bir haber getirdiğinde onu araştırın” [2] buyurulmuştur. Bir mü’min erkeğin veya bir mü’min kadının namusuyla ilgili bir iddiada ise, mü’minden beklenen şey, “Acaba bir hakikat payı olabilir mi?” diye kuruntuya kapılıp araştırma yapmak değil, daha işittiği anda, doğal bir refleksle bunu reddetmektir — tıpkı aksırıp öksürerek, tükürerek, istifrağ ederek, bünyeye zararlı bir maddeyi vücut dışına atar gibi!

Ayette “birbirleri hakkında iyi şeyler düşünmek” şeklinde tercüme etmeye çalıştığımız ifade, “kendileri için iyi şeyler düşünmek” şeklinde de anlaşılmaya müsaittir. Bunda da, mü’minleri tek bir vücut olarak gören ve bir kardeşi hakkında zan beslemek ile kendisi hakkında zan beslemek arasında fark görmeyen bir incelik vardır. Böylece, “Kendiniz hakkında nasıl iyi şeyler düşünüyorsanız, kardeşleriniz hakkında da aynen öyle düşünmelisiniz; topyekûn bir vücut olarak hayatınız buna bağlıdır” denmektedir.

 

Bu âyetin öncesi ve sonrası, durumun vahametini daha da büyük bir açıklıkla ortaya koyuyor. Daha önceki âyetlerde, böyle bir iddiayı ortaya atıp da dört şahitle ispat edemeyenler için “Seksen değnek vurun; bir daha da asla şahitliklerini kabul etmeyin” buyurulmuştur. Daha sonraki âyetlerde ise, bu konuda mü’mine yakışan tavır tekrar hatırlatılmaktadır:

O vakit siz bu iftirayı dilinize doluyor, hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyi ağzınızla söylüyor ve bunu kolay bir iş sanıyordunuz. Oysa bu Allah katında pek büyük birşeydi.

Onu işittiğiniz zaman “Bunu söylemek bize yakışmaz; hâşâ, bu büyük bir iftiradır” deseydiniz ne olurdu! [3]

Barla mektuplarından birinde, Bediüzzaman, bu âyetlerin, “böyle konuların dile dolanmaması, bu kapının tamamen kapatılması” amacı güttüğünü bildirir ve bu tür söylentileri yayanların “münafık gibi toplum hayatını ifsat ettiklerini” söyler.

Bunlar, pek ağır ithamlardır hiç kuşkusuz. Ancak bir mü’minin iffet ve namusunu dile dolayanların yaptığı iş de Allah katında pek büyük bir günahtır. Çünkü mü’minin Allah katında pek büyük ve şerefli bir mevkii vardır. Bu, dostun da, düşmanın da hiçbir zaman akıldan çıkarmaması gereken bir gerçektir. Belki kulaktan kulağa yayılan bir söylentiyi bir masum söz gibi ağza alıp tekrarlamak insana basit bir iş gibi gelebilir. Daha da kötüsü, zamanımızın iletişim araçları, bu sözleri birkaç kişi yerine binlerce veya milyonlarca kişiye de kolaylıkla ulaştırabilir. Fakat âyet, bize pek kolay görünen bu işin Allah katında çok büyük bir vebal anlamına geldiğini bize açıkça bildiriyor.

Onun içindir ki, bu zaman, insanın kulağından girene de, ağzından çıkana de her zamankinden fazla dikkat etmesini gerektiren bir zamandır.

ÜMİT ŞİMŞEK

[1] Bk. 49:12.

[2] Hucurât Sûresi, 49:6.

[3] Nur Sûresi, 24:15-16.

Doğal Âfetlerin İki Yüzü

Felâketler, Âlemlerin Rabbini tanımak ve Ona yönelmek için olağan bir yol değildir. Ne var ki, Onu tanımak ve Ona yönelmek ihtiyacını da, insanların büyük bir kısmı, günlük hayatın akışı içinde pek fazla hissedemiyor. Fakat bu dünya hayatına o kadar bel bağlamanın doğru olmadığı gerçeği ile yüz yüze kaldığı anda, insan, ister istemez, hayatın Sahibine yönelme ve Ona yalvarma ihtiyacını bütün benliğinde duymaya başlıyor. Fakat bu da Allah’ı rahmetinden önce azabıyla tanıma gibi bir durum ortaya çıkarıyor.

Eğer felâketlerin gelip geçmesinden sonra bu hal de gelip geçmeyecekse, yine de böyle bir “tanışmayı” hiç yoktan iyi karşılayabiliriz. Sonuç olarak, bu an, insanın hayatında bir dönüm noktası teşkil edebilir ve eski hatâların tamiri için bir zemin açılmış olur. Lâkin Allah’ı bize tanıtan bilgi kaynaklarımız sadece felâketler ve olumsuzluklarla sınırlı kalacak veya bu kaynaklar birinci planda yer alacaksa, bunun kul ile Rabbi arasında sağlıklı bir ilişkiye imkân vermesi hayli şüphelidir. Bu şartlar altında vücut bulan bir inanç, muhtemelen, cezalandırıcı yönü ağır basan bir Tanrı korkusunu sonuç verecektir. Böyle bir inanç ise, yaratılışın en esaslı ve kapsamlı gerçekleri olan rahmet ve muhabbet gibi kavramların sıcaklığını gönüllere pek az hissettirebilir.

Diğer yandan, kâinatın bütün hadiseleri gibi, âfetleri de Allah’a imandan bağımsız bir şekilde ele almak mümkün değildir. Âfetler, varlık âlemini kuşatan bir düzenin dışında cereyan eden birtakım aksaklıklar demek değildir; tam tersine, onlar da bu muhteşem düzenin bir parçasıdır. Onlar bazan gökten gelirler, bazan yerin derinliklerinden, bazan insanların eliyle, bazan da hiç umulmadık yerlerden. Bazan belli noktaları hedef alırlar, bazan ülkeleri haritadan siler ve içinde suçlu veya suçsuz kim varsa helâk ederler. Ancak bütün bunlar yerkabuğunun, denizin, atmosferin veya daha başka bir unsurun gelişigüzel hareketlerinden ortaya çıkan sonuçlar değildir. Güneşin doğuşu, yağmurun inişi, yeryüzünün her bahar yeniden dirilişi gibi, bütün bu hareketler de düzenli ve hikmetli şekilde cereyan ederler. Şu kadar var ki, bunlardaki düzeni ve hikmeti kavrayabilmek için, olaylara yeteri kadar geniş bir açıdan bakmak gerekir. Hattâ bu bakış açısını, önce “Onu tanımanın doğru yollarına” kadar genişletip ondan sonra felâketlere dönmek daha doğru olacaktır. Böylelikle, gözümüzün önünde olup bitenleri bu gözlerle kuşatamadığımız asıl ve büyük tablonun gerçek yerine yerleştirebilir ve olup bitenler hakkında ancak ondan sonra sağlıklı bir teşhiste bulunma imkânını elde edebiliriz. Yoksa, ya hoşlanmadığımız birtakım olayları Allah’ın ilim, irade ve kudret sıfatlarının sınırlarından dışarıya çıkarmak veya Onu ağırlıklı olarak cezalandırıcı yönüyle tanımak gibi iki yanlıştan birine düşme ihtimali vardır.

***

Bir Ağustos sabahı bütün Türkiye’yi ayağa kaldıran ve o günden bu yana iliklerimize kadar deprem korkusunu yerleştiren Gölcük depremi, resmî rakamlara göre, 18 binden fazla insanın ölümüne, 50 bine yakın insanın da yaralanmasına yol açmıştı. Depremde yıkılan ve ağır hasar gören konut ve işyeri sayısı 100 binin üzerindeydi.

Deprem sonrasında yaşanan yoğun tartışmalarda suçlamaların odak noktasına kaçak yapılaşma, standartlara aykırı olarak inşa edilen binalar ve malzemeden çalan müteahhitler yerleşti. Bu arada, yıkılan binalarla ilgili olarak çeşitli illerde 2 bine yakın dâvâ açıldı; ancak bu dâvâlardan, iki üç kişinin mahkûmiyetinden başka bir sonuç çıkmadı.

Gölcük depreminden dört yıl kadar önce Japonya’nın Kobe şehrini vuran büyük Hanşin depremi ise, nisbeten daha hafif bir depremdi. Depremle birlikte yaşamaya alışmış, yapıları sağlam ve halkı eğitimli bir ülkede meydana gelen bu deprem, 1,5 milyon nüfuslu şehri harabeye çevirdi ve 6200 kişinin canına mal oldu. Hükûmet, onca tecrübe ve imkânlarına rağmen, buraya ilk yardımlarını ancak iki gün sonra ulaştırabildi.

Yine Japonya’da, 2011 Mart’ında çok büyük bir depremin ardından meydana gelen tsunamide yüksekliği 37 metreye ulaşan dalgaların duvarları nasıl yıktığını, önüne gelen arabaları, uçakları, evleri kâğıttan maketler gibi önüne katıp nasıl sürüklediğini tekrar tekrar seyrettik. Bu felâket de, teknolojisi ve âfetlere hazırlıklı oluşuyla örnek gösterilen bir ülkede onca yıkımın yanı sıra 16 binden fazla kişinin ölümüne yol açmıştı.

İki zıt görüş mü?

Bu örneklere bir cihetten bakıldığında, âfetlerin de hayatın bir gerçeği olduğuna dikkat çekerek bu konuda hazırlıklı bulunmak gerektiğini söyleyenlere hak vermemek elde değildir. Çünkü bizde depremlerin yerle bir ettiği binalardan birçoğu tedbirsizlik yüzünden yıkılmaktadır.

Diğer taraftan bakıldığında ise, âfetlerin insanları her zaman en zayıf yerinden vurmadığı, hattâ bazan en güçlü yerinden vurduğu ve en güvenilen önlemleri boşa çıkardığı görülmektedir. Bu da, meselenin sadece âfete hazırlıklı bulunmaktan ibaret olmadığını gösteriyor.

Her ne kadar birbirine zıt görünürse görünsün, aslında, her iki bakış açısından görülen şey de doğrudur. Çünkü bunlar, aynı manzaranın değişik açılardan çekilen fotoğraflarıdır.

Bir bilim adamı yahut bir mühendis, hadisenin tabiat kanunları açısından fotoğrafını çeker. Ondan sorulacak soru, herhangi bir bölgenin hangi şiddette deprem üretme potansiyeline sahip olduğu, burada âfete dayanıklı binaların hangi şartları taşıması gerektiği gibi  sorulardır. Karadan, denizden veya havadan gelebilecek diğer felâketlerle ilgili olarak da her alanın uzmanından alınması beklenen bilgiler, bu istikametteki bilgilerdir.

Maneviyat sahasının uzmanları ise, daha başka kanunlar açısından manzarayı yorumlar. 14’üncü bölümde incelediğimiz bu kanunlar da “tabiat kanunları” denince akla gelen kanunlar kadar gerçek ve esaslı kanunlardır; ancak bunlar diğerlerinden farklı bir uzmanlık alanı teşkil eder.

Her iki alanın uzmanları, kendi alanları ile ilgili değerlendirmelerini yaptığı ve onlardan da kendi alanları ile ilgili fikirleri sorulduğu müddetçe, söylenen şeyler ne kadar farklı olursa olsun, bir problem olarak görülmemelidir. Problem, bunlardan herhangi biri kendi alanını aşarak diğerine ait sahada söz söylemeye başladığında ortaya çıkar.

Sağlıklı bilginin yolu

Bir ilâhiyatçı çıkıp da “Felâketlere karşı önceden tedbir almanın bir anlamı yoktur; gelecek olan başa gelir” diyecek olursa, hiç şüphesiz, kendi sahasının sınırlarını aşmış ve yetkisiz olduğu bir alanda fetvâ vermiş olur.

Bir bilim adamının, “Doğal âfetler İlâhî birer uyarı veya ceza olarak görülemezler” demesi de böyledir. O da, bu sözleriyle konunun manevî yönüne ait bir hüküm vermek suretiyle, kendi alanından dışarı çıkmış ve yetkisiz olduğu bir sahada konuşmuş olur. Veya, daha başka bir ifade ile, “kendi inancını” dile getirmiş olur ki, bu tamamen kendisini bağlayan bir ifadedir; “bilim adamı” ünvanı bu inanç ifadesine bir kuvvet katamaz.

İster madde, ister mânâ alanında olsun, sağlıklı bilginin peşinde olanlar, bu noktayı dikkatten hiçbir zaman uzak tutmamalıdırlar: Her konu kendi uzmanından sorulur. Her uzmanın sözü, kendi uzmanlık alanında bir değer ifade eder. Doğal âfetlerle ilgili hususlarda da doğru olan şey, her konuyu kendi uzmanına bırakmak ve bunların maddî yönünü bilim adamlarından, manevî yönünü de ilâhiyat uzmanlarından öğrenmektir.

Ümit Şimşek’in Akıl Fikir Yayınları arasında çıkan
Doğal Afetleri Doğru Okumak
adlı kitabından alınmıştır.

Bir Kur’an Ayeti ve İnsan Hakları /İbretli Bir Hukuk Dersi

Onların hakkına tecavüz edildiği zaman

hep birlikte yardımlaşarak haklarını alırlar.

(Şûrâ Sûresi, 42:39)

Allah’ın övdüğü kulların tanımları arasında yer alan bu âyet, bize birkaç yönden ibret dersleri sunuyor.

Bir taraftan baktığımızda, bu âyetten, Allah’ın mümin kullarına verdiği değeri anlıyoruz.

Bir başka açıdan baktığımızda, âyetin bize ciddî sorumluluklar yüklediğini görüyoruz.

Âyetin indiği zaman ve ortamı dikkate aldığımızda ise, büyük bir medeniyetin temelleriyle karşılaşıyoruz. Dünyanın gündemine ancak son zamanlarda yerleşen insan hakları kavramını, bu medeniyetin temellerine sağlam bir şekilde yerleştirilmiş buluyoruz.

Bu âyet ve onun içinde yer aldığı sûre, Mekke döneminde inen sûreler arasındadır. O dönemde insanlar, henüz aralarından birinin uğradığı haksızlığa cevap verebilecek, onun hakkını başkalarından alabilecek durumda değildiler. Ancak âyet onları böyle bir hedefe sevk etmektedir. “Bir olun, birlik olun, zulme boyun eğmeyin, içinizden kimsenin haksızlığa uğramasına meydan vermeyin” demektedir.

Âyet, aynı zamanda, Müslümanlara, “Hukukunuza bizzat siz sahip çıkın” öğütünde bulunarak, onlara bir izzet dersi de vermektedir. Zira bu âyette tanımı yapılan topluluk, başkalarından medet uman, başkalarının himayesine giren, başkalarına muhtaç olup onların önünde eğilen bir topluluk değil, kendi hukukuna sahip çıkan ve aralarından hiç kimsenin hakkını kimseye çiğnetmeyen bir topluluktur. Daha Mekke döneminde, işin başında iken, Müslümanların önüne böyle bir toplum modeli hedef olarak konulmuştur.

Müslümanlar o gün bütün dünyanın düşmanlığına muhatap olan bir avuç insandan ibaret iken, Kur’ân’ın onlara böyle bir bilinç aşılaması son derece ibretli bir durumdur. Çünkü bu bilinç, sonradan elde edilecek bir özellik değildir. Bu, izzet ve haysiyet sahibi insanların duruşudur ki, onların ileride elde edecekleri güçleri, böyle bir duruştan gelmektedir. “Hele bir güçlenelim; sonra izzetli bir topluluk oluruz” şeklindeki bir anlayışla böyle bir bilinç arasında taban tabana zıtlık vardır. Bunlardan biri gücünü inancından almakta, diğeri ise inancını gücüne bağlamaktadır.

Bu âyetin verdiği dersler arasında, insan haklarının İlâhî bir lütuf olduğu gerçeği de vardır. Birer insan olarak sahip olduğumuz her şey gibi, haklarımız da bize Âlemlerin Rabbi tarafından bağışlanmış bir emanettir. Ve biz, hayatımızı ve vücudumuzu korumak zorunda olduğumuz gibi, bu emaneti de korumak zorundayız. İlk asır Müslümanları bu dersi çok iyi aldıkları için kimse karşısında eğilmeyecek bir güç elde etmişler ve başlangıçta bir avuç yoksul insan iken, kısa zamanda bütün dünyaya medeniyet dersi verecek bir duruma gelmişlerdi. Kendi hukukunu başkalarının insafına terk etmiş olan bugünkü İslâm toplumlarının durumu ise, Kur’ân ile aralarındaki mesafeyi tek başına ortaya koymaya yetiyor!

Bu âyet-i kerime, bizi birer mümin olarak sorumluluklarımızı ciddî bir şekilde sorgulamaya sevk ediyor. Fakat bu sorumluluğu idrak edebilmek için, bir müminin Allah katındaki değerini dikkate almak gerekir.

Bir mümin demek, Yer ve Gökler Rabbine muhatap olmuş, Onun çağrısına cevap vermiş, Onun huzuruna kabul edilmiş, Onun tarafından kendisine önemli emanetler tevdi edilmiş bir insan demektir. O insan, artık, kendisine Yer ve Gökler Rabbi tarafından bağışlanmış bazı niteliklerin ve hakların sahibidir. Ve bu hakların, birer İlâhî nimet olarak baş üstünde tutulması, titizlikle korunması gerekmektedir.

İkinci olarak, bir mümin ile bütün bir müminler topluluğu arasında, hakların azizliği açısından bir fark yoktur. Biri ne kadar değerli ise, diğeri de o kadar değerlidir. Bütün bir topluluğun hukuku nasıl korunmaya lâyık ise, tek bir kişinin hukuku da o derece korunmaya lâyıktır. Onun için, âyet-i kerime, müminler topluluğuna, içlerindeki bireylerin herbirinin hukukunu koruma sorumluluğunu yüklemektedir. O topluluktan birinin hakkı çiğnendiği zaman bütün topluluğun hakkı çiğnenmiştir; hep beraber o hakkı alıncaya kadar, toplumun bütün bireyleri o tek bireyin hukukundan mesuldür.

İşte, Kur’ân bize güçlü bir toplum olmanın yolunu gösterirken, bir yandan da, bireylerin hukukunu bütün bir topluma ciddî bir sorumluluk halinde yüklüyor. Böylece, herbiri bütün bir toplum kadar aziz ve güçlü bireylerden meydana gelen güçlü ve sağlıklı bir toplum modelini hedef olarak önümüze koyuyor.

Ve, müminlere, el âlem karşısında başı dik, hukukunu bilen, izzet ve haysiyetine sahip çıkabilen bir topluluk olmanın, imanlarından gelen bir özellik olduğunu hatırlatıyor.

Ümit Şimşek – Zafer Dergisi

“Vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlar” (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-14)

Bundan önceki bölümü kaleme alırken, bazılarının Risale-i Nur’u ilhamdan daha üst bir mertebeye taşımak için keyfî bir surette yorumladıkları bir pasaja yeri geldiği halde temas etmemiştik. Bunun sebebi de bu sakat ve tehlikeli yorumun son derece dar bir topluluğa münhasır olması idi ve bundan bahis açmak, bu tehlikeli iddiayı geniş bir kitleye yaymak anlamına gelecekti. Ancak 13. bölümün yayınlanmasından sonraki günlerde bu pasaj da internet ortamında dile getirilmeye ve sadece konuyu saptırmakla kalmayıp insanların inançlarını zedeleyecek bir potansiyel arz etmeye başlayınca, bu konuyu da ele almak bir zaruret halini aldı.

Konumuzu, Risale-i Nur Külliyatının en muhteşem Tevhid bahislerinden biri olan Âyetü’l-Kübrâ adlı Yedinci Şuada geçen bir cümle içindeki beş kelimelik bir bölüm teşkil ediyor.

Âyetü’l-Kübrâ, bilindiği gibi, kâinatın her tarafında, bütün varlık tabakalarından Hâlıkını soran bir seyyahın gözlemlerini anlatıyor. Bir nevi kâinat seyahatnamesi diyebileceğimiz bu harikulâde eserin kahramanı, sadece bu gaye ile âlemlerde dolaşıyor. Göklerden, yerden, bulutlardan, yağmurdan, kuşlardan, çiçeklerden, ağaçlardan, denizlerden, dağlardan, aylardan, yıldızlardan, insanlık âleminden, peygamberlerden, kitaplardan, maddî ve manevî âlemlerden ayrı ayrı aldığı cevapların her biri onun merakını daha da kamçılıyor, karşı durulmaz bir şevk ve zevkle seyahatini daha ötelere taşımaya onu sevk ediyor. Seyyahın dolaşıp konuştuğu menzillerin hepsi tek bir şeyi, yalnızca bir şeyi, sadece Onu anlatıyor. Ama her biri başka bir dille konuşuyor, başka bir şekilde anlatıyor, diğerlerinin anlatmadığı sırları onun önüne seriyor.

İşte bu mertebelerin bir tanesinde seyyahımızın aklına bir soru düşüyor:

Bütün bu hesapsız mahlûkatın ve harikulâde hadiselerin sayısız dilleriyle kendisini anlatan ve her bir mahlûkuna hesapsız nimetleriyle kendisini sevdiren Kâinat Hâlıkı kullarıyla bizzat konuşmaz mı?

Bu soru onu “vahiy ve ilham” hakikatiyle tanıştırıyor.

Aslında her ikisi de, diğer bütün mertebelerde olduğu gibi, aynı hakikati anlatıyor – ama farklı dillerle. Bu arada vahiy ile ilham arasındaki farkın altını Âyetü’l-Kübrâ’nın Müellifi kalın çizgilerle çiziyor ve birbirine karıştırılmasına yol açabilecek hiçbir açık nokta bırakmıyor.

Bu konudaki açıklamalarında,
(1) vahyin ekseriya melek vasıtasıyla, Âlemlerin Rabbi ünvanıyla, gölgesiz ve safi olarak, sadece özel kişilere yani peygamberlere mahsus bir şekilde iletildiğini;
(2) ilhamın ise vasıtasız olarak, her bir kuluyla, o kulun Rabbi unvanıyla hususî bir şekilde konuşması anlamına geldiğini ve bu ikinci tür mesajların (ilhamların) vahiy gibi saf ve gölgesiz olmadığını, renklerin karışabileceğini belirtiyor.

Bediüzzaman bu arada ilhamları melek ilhamı, insan ilhamı ve hayvanat taifelerinin ilhamları olmak üzere başlıca üç grupta topluyor.

Açıklamaların buraya kadar olan kısmında, vahiy konusu vuzuha kavuşmakla beraber, ilhamlar hususunda bazı noktaların müphem kaldığını görüyoruz.

Bu açıklamalar insan ilhamlarını izah ediyor. Melâike ilhamlarını da izah ediyor (veya, meleklerin yaşayışı hakkında âyet ve sahih hadislerin verdiği haberler dışında bir bilgimiz olmadığı için, burada bir eksiklik görmemize zaten imkân bulunmuyor.) Fakat hayvanlar, daha doğrusu hayvan toplulukları söz konusu olduğunda, onların tek bir vücut gibi davranmalarını izah etmek için buradaki ilham tanımı tam olarak kâfi gelmiyor. Hattâ, daha da açıkçası, hayvan topluluklarının düzenli davranışlarını açıklamak için, ilhamdan ziyade, bir tür vahiyden söz etmek daha makul görünüyor.

Bir balarısı kovanında bu hakikatin çok açık misallerini görüyoruz. Binlerce arının “arı gibi” çalıştıkları kovanda, her bir arı, o gün kendisini için belirlenmiş görev ne ise onu yapar. Larvaları besleyecekse onları besler, muhafızlık yapacaksa onu yapar, çiçek tarlarından polen taşıyacaksa onu taşır, petek yapacaksa onu yapar, bal üretip peteklere dolduracaksa onu yapar. Daha da ötesi, bu görevler sürekli olarak değişir. Bir günün sabahında binlerce arı bir görevden diğerine geçerken daha başka binlercesi de onların bıraktığı görevi devralır. Binlerce yataklı bir hastahanede bütün görevlilerin sürekli olarak değişmekte olduğuna, ama hizmetlerde en küçük bir aksama görülmediğine şahit olduğunuzda, bütün bu olup bitenlerin tek bir merkezden ânı ânına sevk ve idare edildiğine gözünüzle görmüş gibi inanmaz mısınız?

Dahası var: Arıya vahyedilen bilgiler arasında güneşin gün gün, saat saat konum farkları, yerçekimi, yerin manyetik alanı, ışığın polarizasyonu gibi, âlemin dört bir yanını kapsama alanına alan şümullü bilgiler de vardır ve bunlar çok hassas bir şekilde her bir balarısının bilgi dağarcığına kodlanmıştır. Yani, arıya vazifeleri ilham edilirken, bu hem bütün arıları birden kuşatacak, hem de yerin derinliklerinden gökteki güneşe kadar birbirinden uzak pek çok şeyi birden içine alacak bir şümullülük içinde gerçekleştirilmektedir.

Karıncaları arılara, gökyüzünde tek bir vücut gibi harikulâde rakslarıyla insanları büyüleyen sığırcık kuşlarını karıncalara kıyas eder ve sonra da her bir hayvan taifesinin kendileri için tayin edilmiş görevleri yine tam bir kesinlik ve mükemmellikle tayin edilmiş şekilde yerine getirmekte olduklarını düşünecek olursanız, âyetler peş peşe gözünüzün önünden geçmeye başlar:

Yerde hareket eden hiçbir canlı, havada kanat çırpan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer topluluk olmasın.  Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.  Sonra onların hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.[1]

Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından yakalamış olmasın.[2]

Göklerde ve yerde olanların ve kanat çırpan kuşların Onu tesbih ettiğini görmedin mi? Onların hepsi duasını da bilir, tesbihini de. Allah ise onların yaptıklarını bilir.[3]

Âyetü’l-Kübrâ Müellifi, anlattığı ve tasvir ettiği konuya en ince noktalarını dahi ihmal etmeyecek kadar hakim olduğunu, tefekküratında en cüz’î görünen meselelere dahi nüfuz ettiğini ve kendi âleminde bir meseleyi tam anlamıyla çözmeden hiçbir şeyi kaleme almadığını gösteren bir tavırla, burada, pek çok çeşitli ilham türlerinden bir tanesini, vahiy tarafında inceliyor:

“Vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlar.”

İşte bu tanım sayesinde arı kovanlarının, karınca yuvalarının, sığırcık danslarının ve birbirinden harikulâde hayat tarzlarıyla akılları hayrette bırakan sayısız hayvanat taifelerinin sırrı açıklığa kavuşuyor ve o açıklıkta, muhteşem bir Tevhid hakikati bütün şaşaasıyla beliriyor:

Her bir hayvan taifesi, bütün fertleriyle, bir merkezden, doğrudan doğruya Rablerinden talimat alıyor. Bunlar vahiy kesinliğinde ilhamlar; başka renkler, başka gölgeler, başka unsurlar yok. Doğrudan doğruya Rablerinden geliyor. Ve sadece o ilhamı alanı değil, bütün topluluğu bağlıyor; çünkü bütün topluluk, fert fert o ilhamı alıyor.

Ve Bediüzzaman, bu hakikati sadece iki tane sıfatla özetliyor: (1) vahyin hizmetini gören, (2) şümullü ilhamlar.

Sonra  da, bu tür ilhamları vahiy cephesine katmak suretiyle durumu özetliyor:

Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

***

Şimdi, içimizden bazıları, bütün dünyayı bu kadar zenginlikle kuşatan böylesine aşikâr bir gerçeği görmüyorlar ve konuyla hiçbir ilgisi yok iken “vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlar” tabiri ile Risale-i Nur’un kastedildiğini iddia ediyorlar.

Gerçi bu iddianın arkasındaki saik kendisini açıkça belli ediyor. Bir taraftan, Risale-i Nur’un sair eserler gibi beşer kelâmı oluşuna açıkça itiraz edemiyorlar, diğer taraftan da Risale-i Nur’u ilham statüsünde görmeye razı olamıyorlar. İşte bu noktada, “vahyin hizmetini gören şümullü ilham” tanımı yardımlarına yetişiyor ve bu tanımı Risale-i Nur’a yakıştırmak suretiyle hem onu vahiy statüsüne yükseltmek, hem de vahiy demenin sorumluluğundan kurtulmak gibi çifte nimeti bir arada bulmuş oluyorlar.

Oysa bu yakıştırmanın sadece imkânsızlığı değil, yakışıksızlığı da birkaç noktada birden kendisini belli ediyor.

Birincisi: Hayvanat ilhamlarının büyük kısmının vahiy mesabesinde olduğu ve vahyin işlevini gördüğü meydandadır. Risale-i Nur için aynı şeyi söylemek ise büyük bir cür’ettir ve hiçbir mesnedi yoktur.

İkincisi: Hayvanat ilhamları hem kapsama alanı, hem de muhatapları açısından şümullüdür.[4] Risale-i Nur için ise bunların ikisini de söylemek mümkün değildir; herkesi birden bağlamadığı gibi, dinin bütün (veya ekserî) alanlarını kapsamadığı da bilinen bir gerçektir. Ve bu gerçeği Bediüzzaman “Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyenin kanunlarını da ihata eden dinin geniş dairesinden bahsetmez” sözleriyle dile getirmiştir.[5]

Üçüncüsü: Konu tamamen Tevhid konusudur ve her cümlesi tek bir Yaratıcının bütün mahlûkat ile iletişiminden bahsetmektedir. Böyle bir bahsin bir yerine, üstelik tekellüflü tevillerle Risale-i Nur’u monte etmenin hiçbir açıklaması yoktur. Bir insan, başından sonuna kadar Tevhidi işleyen bir eserin en heyecan verici bir bölümünde kendisini doğrudan doğruya Yer ve Gökler Rabbi ile irtibatlandıran bir bahsin ortasına gelmiş ve bütün hayret ve muhabbeti Rabbine yönelmişken, nasıl olur da birden bire bu hayret ve muhabbetinin yönünü gaye yerine vasıtaya çevirmek için yollar arar? Oysa bu davranışıyla Risale-i Nur’un kendisine öğrettiği şeyin tam tersini yapmakta ve iman hakikatlerini mânâ-yı harfî ile, kendisini bu hakikatlere ulaştıran eseri ise mânâ-yı ismî ile okumaktadır!

Ve bir hazin gerçek daha:

Bu tür davranışların faturası herkesten önce Üstada çıkarılıyor; bundan kimsenin haberi var mı? “İşte burada Risale-i Nur’dan bahsediliyor” yorumunu görenler, Bediüzzaman’ı, en ilgisiz bahislere bile kendi eserini methedecek bir ifade katmaktan geri kalmayan bir adam olarak görüyorlar.[6]

***

Her neyse, şimdi biz bütün bunları bırakalım ve, üzerinde konuşup durduğumuz bu muhteşem bahsi, Âyetü’l-Kübrâ’nın vahiy ve ilhamlardan bahseden âlem-i gayb ile ilgili bölümünü yorumsuz bir şekilde, muhteşem bir Tevhid ziyafeti olarak okumanın zevkine varalım:[7]

Sonra, âlem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, “Acaba âlem-i gayb ne diyor?” diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikirle çaldı. Yani, “Madem bu cismânî âlem-i şehadette, bu kadar ziynetli ve san’atlı hadsiz masnularıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu’cizeli ve maharetli, hesapsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir Zât, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde Onu, Onun tezahüratından bilmeliyiz” dedi. Kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:

Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikati, âlem-i gaybın her tarafında, her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâmü’l-Guyûbdan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir. Ve kelâmının mânâsı Onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi Onu sıfâtıyla bildiriyor.

Evet, yüz bin peygamberlerin (aleyhimüsselâm) tevatürleriyle ve ihbaratlarının vahy-i İlâhîye mazhariyet noktasında ittifaklarıyla ve nev-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin delâil ve mu’cizatlarıyla, hakikat-i vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine geldiğini bildi ve vahyin hakikati beş hakikat-i kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı:

Birincisi: لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلٰهِيَّةِ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak, bir tenezzül-ü İlâhîdir. Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette Kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır.

İkincisi: Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette Kendi sözleriyle dahi Kendini tanıttıracak.

Üçüncüsü: Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakikî insanların münâcâtlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe’nidir.

Dördüncüsü: İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan Zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur.

Beşincisi: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir Zât, elbette Kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş’ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır.

İşte, tenezzül-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî ve mukabele-i Rahmânî ve mükâleme-i Sübhânî ve iş’âr-ı Samedânî hakikatlerini tazammun eden umumî, semâvî vahiylerin, icmâ ile Vâcibü’l-Vücudun vücûduna ve vahdetine delâletleri öyle bir hüccettir ki, gündüzdeki güneşin şuââtının güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı.

Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki:

Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike vasıtasıyla; ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.

Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.

İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.

Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.

لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبىِِّ لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبىِِّ     1

âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.

Sonra, ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.

Birincisi: Teveddüd-ü İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin ve rahmâniyetin muktezasıdır.

İkincisi: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir.

Üçüncüsü: Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.

Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hafîzını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbâniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte, onun kàbiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve vâcip bir muktezasıdır diye anladı.

Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasıl ki, güneşin faraza şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde, ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı, o cihette, ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması; ve her ayna ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hattâ şeffaf zerrelerle her birinin kàbiliyetine göre konuşması; ve onların hâcâtına cevap vermesi; ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi; ve hiçbir iş, bir işe mâni olmaması; ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahemet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi, aynen öyle de: ezel ve ebedin Zülcelâl Sultanı ve bütün mevcudatın Zülcemâl Hâlık-ı Zîşanı olan Şems-i Sermedînin mükâlemesi dahi onun ilmi ve kudreti gibi, küllî ve muhit olarak herşeyin kàbiliyetine göre tecellî etmesi; hiçbir suâl bir suâle, bir iş bir işe, bir hitap bir hitaba mâni olmaması ve karıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bil’ittifak o Şems-i Ezelînin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine delâlet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne yakın bir ilmelyakînle bildi.

ÜMİT ŞİMŞEK

 

[1] En’âm sûresi, 6:38.

[2] Hûd sûresi, 11:56.

[3] Nûr sûresi, 24:41.

[4] Hattâ, “Rabbin balarısına vahyetti” diye başlayan Nahl (16) sûresi 68-69. âyetlerini açıklarken, Bediüzzaman, âyet metninde sarih şekilde yer almadığı halde, bu hakikatin “bütün zemin yüzünde, hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihâtasından” söz eder. Yine  Âyetü’l-Kübrâ’da yer alan bu bahiste de, âyetin “vahiy” kelimesiyle atıfta bulunduğu arı ilhamının şümullülüğüne bir işaret görülüyor.

[5] “Eskişehir Müdafaası,” Tarihçe-i Hayat. http://erisale.com/#content.tr.14.288

[6] İnternette bunun örnekleri var.

[7] http://erisale.com/#content.tr.4.168

Risale-i Nur Beşer Kelâmıdır (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-13)

Risale-i Nur Külliyatından herhangi bir eserin kapağına baktığınızda, kitap isminin altında, “Müellifi: Bediüzzaman Said NursΔ yazısını görürsünüz. Bu, o kitabın içindeki bilgilerin Bediüzzaman tarafından derlenip düzenlenerek ve yorumlanarak kaleme alındığını gösterir. Bütün Risale-i Nur naşirleri, en başından bugüne kadar bu eserleri bu şekilde yayınlayagelmiştir.

Bu kadarı, bir eseri, ne kadar mükemmel olursa olsun, kutsal metin haline getirmez; bunda şüphe yoktur.

Ne var ki, eserlerin Risale-i Nur cemaatleri içinde gördüğü muamelenin ekseriyet itibarıyla bir beşer telifinden daha ötelere vardığı da inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Bu telâkkiye ise, Risale-i Nur Müellifinin eserler hakkında zaman zaman kullandığı “ilham, sünuhat, yazdırıldı” gibi ifadelerden yola çıkılarak varıldığı bilinmektedir.

Bu kavramlar üzerinde uzun uzadıya durup hangisinin hangi anlamda kullanıldığını araştırarak konuyu açıklığa kavuşturmak mümkünse de, sonunda yine herkes kendi anladığı şıkkı tercih edeceği için, herkesi bir yerde birleştirecek bir çözüme ulaştırmak mümkün gibi gözükmüyor. Fakat ihtilâflar imana dair hassas konular etrafında cereyan ettiği için, hiç değilse ana hatlarıyla bazı noktalarda buluşmak, arkasından da bu kelimelerin anlamlarını daha ötelere taşımamıza izin vermeyecek sınırları kesin olarak belirlemek, fikirlerin sağlıklı bir zeminde tartışılmasını sağlayacaktır inancındayız.

Her ne kadar bu konudaki problemli yorumlar ekseriyetle “ilham” kelimesinden yola çıkıyorsa da, bu kelimenin o kadar problemli bir şekilde anlaşılması için sebep yoktur. Çünkü ilham hepimizin âşinâ olduğu bir kavramdır; özellikle bilim dünyasının buluşları ile fikir ve sanat eserlerinde bu kavramın ne kadar önemli bir yer işgal ettiğini bilmeyenimiz yoktur. Hattat Hamid hatıralarında Şişli Camiinin hatlarından birini istiflemek için günlerce uğraştığı halde bir türlü içinin rahat ettiği bir kompozisyonu yakalayamadığını, ancak çaresiz bir şekilde Allah’a yakararak gözlerini kapadığı bir anda aradığı istifin hayalinde canlandığını anlatır. Münir Nurettin Selçuk’un Aziz İstanbul’u bestelerken bütün bir gecelik uğraşmasıyla yakalayamadığı ilhamı Beylerbeyi Camiinden gelen ezan sesiyle yakaladığı da yaygın şekilde bilinen ilham hatıralarındandır. Sanat âlemine ciddî bir eser armağan etmiş hangi sanatkâr ile konuşsanız, bunlara benzer hatırlarla karşılaşmanız çok kuvvetle muhtemeldir. Hattâ, Bediüzzaman, insan icadı olarak bakageldiğimiz teknoloji harikalarının da ilham-ı İlâhî eseri olduğunu söyler.[1]

İlham Allah’ın ihsanı olmakla birlikte, hem öncesinde, hem de sonrasında insandan yoğun bir çaba ister. Çoğu zaman da insanın kendisini en âciz hissettiği zamanlarda gelir. Ama onun gelişiyle iş bitmez, ondan sonra da onun bir esere dönüşmesi, ekseriyetle yine ilhama mazhar olan kişinin alın terine ihtiyaç gösterir – bir şiir veya bir senfonide olduğu gibi.

Bediüzzaman Said Nursî’nin yaşayışına baktığımızda, insanın gücünü son zerresine kadar harcayan çabalarla, bu çabaların karşılığında ihsan edilen ilhamlarla, sonra bu ilhamları insanlık âlemine bir külliyat halinde sunmak için verilen insanüstü emeklerle yoğurulmuş bir hayatla karşılaşırız. Onun Mesnevî-i Nuriye adlı şaheserinin arka planında Kostroma gecelerinin, Sarıyer ve Yuşa Tepesindeki halvethanelerin bitip tükenmek bitmeyen çileleri vardır. Çam Dağının insandan ve insanı hatırlatan herşeyden uzak tepelerinde, ışıl ışıl gökkubbenin altında yapayalnız geçirilen ve inanılmaz yoğunlukta tefekkürata sahne olan haftaların ve hattâ ayların mahsulü ise, gerek bu tefekkürat sırasında ve gerekse daha sonra Risale-i Nur’un peş peşe telif edilen bir kısım eserleri olmuştur.

“Bir kısım eserleri” – çünkü Bediüzzaman Risale-i Nur’un ekseriyetle ilham değil, “Kur’ân’ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kur’âniye” olduğunu söyler ki, bu ifadede geçen “sünuhat” ve “istihracat” kelimeleri müellifin ihtiyar ve iradesinin ilhama nisbetle daha ön planda olduğunu gösteren kelimelerdir. Nitekim eserlerinin bazı yerlerinde Bediüzzaman risaleleri telif ederken bazan istemeden tekrarlara girmiş olmaktan yakınır ve bunları unutkanlığına verir ki, bu tür ifadeler, ilham veya sünuhat şeklinde kendisine açılan bazı hakikatleri bizzat tanzim ve telif ettiğini açıkça beyan eden sözlerdir. [2]

“Yazdırıldı” şeklindeki ifadeler ise Bediüzzaman’ın dünya hayatına ait herşeyden ilgisini kesmiş bir şekilde Kur’ân’a yönelişinin neticesi olarak kalp ve ruh aynasına yansıyan İlâhî hakikatleri yine bir İlâhî lütuf eseri olarak harikulâde bir üslûpla kaleme almasına kendisinin verdiği isimdir ki, Müellif bununla Risale-i Nur’un kendi malı olmadığını, ondaki bütün güzelliklerin Kur’ân hakikatlerinden yansıyan güzelliklerden ibaret olduğunu ifade etmektedir. İsterseniz, bu ifadenin geçtiği yerlerde cümleleri “yazdım, telif ettim, açıkladım” gibi fiillerle değiştirerek bir daha okuyun; bu okumadaki “ben / ene / ego” unsuru o cümlelerin ruhunu çekip çıkaracak ve geriye kupkuru bir ansiklopedi metni kalacaktır. Oysa, az önce işaret ettiğimiz gibi, eserlerinin telifi konusunda Bediüzzaman’ın şahsını öne çıkardığı yerler, ancak bir hatâ veya kusur söz konusu olduğu zamanlardır. Burada kısaca temas edip geçtiğimiz bu konuyu daha ayrıntılı ve doyurucu bir şekilde okumak isteyenler, Metin Karabaşoğlu’nun Saykal adlı eserine başvurabilirler.[3]

Diğer yandan, bazı şeyleri doğru bir şekilde anlamanın bir yolu da, o şeyin ne olduğundan ziyade, ne olmadığını peşin olarak belirlemektir. Böylelikle hatâ ihtimallerinin en önemlilerini daha işin başında devre dışı bırakmış oluruz. Şu andaki konumuzda ise bunun bir zaruret olduğunu dahi söyleyebiliriz. İlham, sünuhat ve benzeri kelimeler, ne kadar açıklanırsa açıklansın, okuyanların zihinlerinde farklı şekillerde algılanabilirler. Bu durumda en emniyetli yol, sınırları net olarak çizmek ve bu kelimelerden hangi anlamın çıkarılamayacağını belirtmek olacaktır. Bu anlam, “vahiy” anlamıdır. Hangi tanım ve telâkki Risale-i Nur’un telifini netice veren süreci vahiy ile karıştırılacak bir konuma taşıyorsa, peşin olarak bilinsin ki bu yanlış ve tehlikeli bir telâkkidir; önce bunun altını kalın çizgilerle çizmiş olalım.

Bu konuda ciddî uyarılara gerçekten ihtiyaç vardır; çünkü insanların büyük bir muhabbetle bağlandıkları şeyi överken itikadlarını tehlikeye düşürecek kadar aşırıya kaçabildiklerine dair örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Usulüddin sınırları içinde kalındığı müddetçe bu problemleri önlemek mümkündür ve kolaydır; ancak tasavvuf gibi, hislerin coşkunlaştığı âlemlerin çekim alanına yaklaşıldığında ilmî ölçülerin buharlaşabildiği de bir başka gerçektir ve bunun en hayret verici örneklerinden biri, tasavvuf dünyamızın en önemli eserlerinden biri olan Mesnevî’nin önsözünde, Kur’ân’ı tasvir eden ve mânâsı tamamen Kur’ân’a has olan bazı âyetlerin[4] kelimesi kelimesine aynı lâfızlarla Mesnevî’yi anlatır şekilde yer almış olmasıdır.

Gerçi Mesnevî’ye yapılan bu muamelenin bu kadar sarih bir şekilde Risale-i Nur’a yapıldığını henüz görmüyoruz; ama eserler hakkında halen yaygınlaşmış bulunan kanaat, bundan çok da uzak düşmüyor. Ve bu kanaat, Risalelerin kelimesi kelimesine Üstada yazdırıldığı şeklinde bir akideye doğru evriliyor. Bu inancın sonucu olarak da, beşere has olan hatâ ve kusur gibi özelliklerin Risale-i Nur için asla söz konusu olamayacağı, onun bütün ifade ve hükümlerinin kıyamete kadar bâki olduğu iddiası açıkça dillendiriliyor. Metin halinde Üstada dikte ettirilen, hatâ ve kusurdan münezzeh olan ve her bir hükmü kıyamete kadar bâki olan bir şey vahiyden başka ne olabilir? Ve böyle bir şeye inanan kimsenin sahih bir İslâm inancına sahip olduğunu kim iddia edebilir? Oysa Risale-i Nur, zamanımızın inkâr cereyanlarına karşı insanların imanlarını kurtarmak, korumak ve onların hayatlarını imanın güzellikleriyle süslemek için telif edilmişti. Fakat nasıl hayat kurtarmak için terkip edilmiş bir ilâç yanlış kullanım sebebiyle insanların hayatına mal olabiliyorsa, iman kurtarmak için telif edilen Risale-i Nur gibi bir eser de yanlış ellerde insanların imanı için bir tehlikeye dönüşebiliyor!

Böyle bir tehlikeye düşmekten korunmak için, hiçbir zaman hatırdan uzak tutmamamız gereken bir hakikat var ki, onu açıkça telâffuz etmeli ve her türlü vesvese durumunda hemen hatırlayıp tekrarlamalıyız:

“Risale-i Nur beşer kelâmıdır!”

Evet, Risale-i Nur beşer kelâmıdır. Bediüzzaman’ın Risalelerle ilgili olarak söylediklerini nasıl anlarsak anlayalım, ama mutlaka bu çerçeve içinde, onu hiçbir zaman beşer kelâmı olmaktan daha öteye taşımayacak bir şekilde anlamak zorundayız. Kur’ân ve Sünnetin hakemliğine olan ihtiyacın kendisini en şiddetli bir şekilde hissettirdiği konulardan birisi de işte bu konudur. Eğer Bediüzzaman Said Nursî’nin bize doğru yolu gösterdiğine inanıyorsak, o yol Kur’ân ve Sünnetten başka bir yere çıkmayacaktır. Onun için, onun her cümlesini, her hükmünü, her tavsiyesini Kur’ân ve Sünnet ölçüleri çerçevesinde anlamakla yükümlüyüz. Bu da, Risale-i Nur ve onun bize öğrettiği şeyler hakkındaki telâkkilerimizi Kur’ân ve Sünnete arz etmekle bizi yükümlü kılar.

***

Risale-i Nur’u incelerken dikkate almamız gereken bir diğer önemli nokta da onun çok yönlü bir eser olduğudur ki, bu farklı yönler farklı şekillerde ele alınmayı gerektirir.

Her şeyden önce, Risale-i Nur sadece bir eser olmakla kalmayıp aynı zamanda bir hizmet tarzı, bir meslek, Kur’ân ve iman hizmetinde bir yol haritası anlamına geldiği için, onun bu yönünü ayrıca ele almak icap edecektir.

Risale-i Nur’un diğer yönü ise ilmî yönüdür; bunu da iman ilimleri ve sair ilmî konular olmak üzere ikiye ayırabiliriz.

Sair ilmî konular da dinî konular ile beşerî ilimler (sosyal ve kevnî konular) olarak iki başlık altında incelenebilir.

Bir hizmet tarzı olarak ele alırsak, Risale-i Nur, insanların imanlarını her türlü tehlike ve saldırılardan kurtarmayı ve korumayı ana hedef olarak belirlemiştir diyebiliriz. Bu hizmet tarzının bütün özellikleri ve kuralları bu ana gaye etrafında şekillenmiştir. Müellifin “müsbet hareket” adını verdiği ilke, siyasetten uzak kalmak, bu hizmeti maddî veya manevî hiçbir menfaate âlet etmemek gibi ilkeler ile “acz, fakr, şefkat, tefekkür” olarak saydığı esaslar Risale-i Nur hizmetinin kimliğini ve istikametini belirleyen temel kaidelerdir. Risale-i Nur hizmetini benimseyen ve Risale-i Nur’u öne sürerek faaliyetlerde bulunan kimselerin bu esasları aynen Müellifin belirlediği şekilde uygulamakla yükümlü olmalarında yanlış bir şey yoktur. Yanlış olan, bu hizmet tarzını yegâne hizmet olarak algılayıp başka hizmet modellerinin de olabileceğini kabul etmemek veya daha başka metodlar aşılayarak bu hizmet tarzını farklı bir şekle sokmaya teşebbüs etmektir.

İman hakikatleriyle ilgili bahisler ise, Risale-i Nur Külliyatının kimliğini teşkil eden ve insanlığa keşfetmekle bitirilemeyecek bir tefekkür hazinesi sunan kısmıdır. Bu kısımda sadece teorik bilgiler değil, yaşanan bir hayatın neş’esi okunur. Ve bu neş’e ile, hayatta Esmânın tecellîleri, Esmânın tecelliyatında da Yer ve Gökler Rabbinin huzur ve muhabbeti yaşanır. Bu bahislerin her biri, okuyucuya hayatının her ânını ilim, marifetullah ve muhabbetullah içinde yaşatacak yöntemler sunar. Risale-i Nur Külliyatının büyük kısmını meydana getiren bu bahisler, büyük ekseriyetiyle, üzerinde ittifak edilen imanî bahislerdir; onun için bu kısımda hatâ söz konusu olmaz, ancak yorum ve içtihad farklarından söz edilebilir.

Külliyatın sair bahislerine gelince, bunlar Bediüzzaman Said Nursî’nin bakış açısını ve son derece değerli yorumlarını içeren bahisler olmakla birlikte, bunlarda imanî bahislerdeki gibi bir kesinlik ve hatâsızlık aramak doğru olmaz, zaten mümkün de değildir. Zira bu konularda mesele asıldan ayrılıp fer’îleşmekte, fer’î meselelerde ise bakış açıları, yorumlar ve içtihadlar dallanıp budaklanmakta, işin içine bir de değişen zamanın şartları karıştığında farklı anlayışlar için meydan alabildiğine genişlemektedir. Kevnî ilimlere (pozitif bilimlere) dair bahislerde ise, bu konulara temas eden bir kimsenin bazı sözlerinde yanılması bir ihtimal meselesi değil, kaçınılmaz gerçeğin ta kendisidir. Çünkü beşerî ilimlerde bir günün bilimsel gerçeği ertesi günün hurafesine dönüşebilmekte, bazan bu değişimler en temel kabullerin sorgulanmasına, hattâ bütünüyle reddine ve ders kitaplarının yeniden yazılmasına yol açabilmektedir. Bu gerçeğin en gerçekçi ifadesi, tıp fakültesi öğrencilerine ilk öğretim yılının başlangıcında söylenmesi birçok ülkede âdet haline gelen şu söz olsa gerektir: “Önümüzdeki yıllar içinde burada size öğreteceklerimizin yarısı yanlış çıkacak; ama hangi yarısı olduğunu bilmiyoruz.” Bediüzzaman’ın pozitif bilimlere dair bilgisinin kaynağı olarak bildiğimiz şey, ilk hayatında Tahir Paşanın konağında okuduğu kitaplardan ibarettir. Ondan sonraki hayatında, hele Barla sürgünü ile başlayan Risale-i Nur’un telifi döneminde, pozitif bilimlerle temas kurmasını sağlayacak hiçbir imkâna sahip olmadığı ise herkesin malûmudur. Bu sebepten, Risalelerde pozitif bilimin inceleme alanına giren konularla ilgili olarak verilen bilgilerden bazılarının geçerliliğini kaybetmiş olması muhtemel değil muhakkaktır ki, çekim kuvvetinin hareketten doğduğu görüşü, arı beyi, yer merkezinin sıcaklığı gibi konular bunlar arasındadır.

Bütün bunların yanı sıra, Risale-i Nur’un iman hizmetine dair bahisleri arasında yer almakla beraber, çok farklı bir mahiyete sahip olan istihraçlar da Risale-i Nur Külliyatı adı altında yer almaktadır. Bunlar, ekseriyetle, Risale-i Nur’un en çileli dönemlerinde bütün dünyaya karşı var olma mücadelesi veren ve onca baskı ve takiplere rağmen hizmetlerini hiçbir zaman aksatmaksızın eserleri bütün vatan sathına yayan Risale-i Nur talebelerine hizmetlerinin önemini hatırlatmak ve onların maneviyatlarını takviye etmek amacıyla kaleme alınan mektuplardır. Bu mektupların da önemli bir bölümü bugün Sikke-i Tasdik-i Gaybî adı altında yayınlanmakta olan kitapta toplanmış olmakla birlikte, bu eser Bediüzzaman tarafından değil, onun vefatından sonra talebelerinden birisi tarafından yayınlanmış, daha sonra da aleniyet kazanmıştır. Oysa hem içerik ve hem de yöntem itibarıyla Risale-i Nur’un ana yapısından çok farklı bir mahiyete sahip olan ve genele değil, çok özel bir kesime özel bir zaman zarfında muvakkaten hitap etmiş bulunan bu mektuplar belli bir zaman için bir fonksiyon ifa etmiş, ondan sonra da müellifi tarafından bir daha neşredilmemişti. Bediüzzaman’ın sadece eserlerini telif ederken değil, neşrederken de kamuoyunun durumunu dikkate aldığına dair başka örnekler de vardır. Meselâ Âyetü’l-Kübrâ’nın mukaddimesinde yer alan ve bütün mahlûkatı iç içe zikir halkaları halinde tasvir eden harikulâde bir tefekkür bahsi Osmanlıca Şualar’da yer alırken Latin harfleriyle yayınlanan Şualar’a dahil edilmemiştir ki, bunda zamanın pozitivist telâkkileri karşısında Âyetü’l-Kübrâ’nın anlaşılmama endişesinin rol oynadığı anlaşılıyor. Muhtemelen aynı mülâhaza ile, sinekle mücadelenin bilimsel politikalar gereği yürütüldüğü bir zamanda, Sinek Risalesi de Lem’alar’ın Latince baskılarına alınmamıştı.

Bütün bunlar açıkça gösteriyor ki, bugün Risale-i Nur Külliyatı olarak okuduğumuz eserlerin hepsi birden aynı önemi haiz eserler değildir; önem itibarıyla olduğu kadar, içerdikleri bilgilerin mahiyet ve sıhhati açısından da bunların hepsini aynı muamele tâbi tutmanın hiçbir haklı gerekçesi yoktur.

***

Buraya kadarki tesbitlerimizi iki madde halinde özetleyebiliriz:

Birincisi: Risale-i Nur beşer kelâmıdır.

İkincisi: Risale-i Nur Külliyatını teşkil eden eserlerin hepsi birbirinin aynı mahiyette değildir; bu eserler gerek konu ve gerekse önem itibarıyla farklı derecelere sahiptir.

Bu iki maddenin ikisi de Risale-i Nur ile ilgili tasavvurların sıhhatini ortaya çıkaracak kapasiteye sahiptir ve bu bakımdan çok önemli ölçütlerdir.

Eğer “Risale-i Nur beşer kelâmıdır” şeklindeki hükme “Ama…” ile başlayan bir itiraz işitiyorsanız, bilin ki orada sahih İslâm inancından ciddî bir sapma vardır ve “ama”dan sonra gelecek olan cümle bu sapkın inanca kılıf geçirme çabasından başka birşey olmayacaktır.

İkinci cümleye yöneltilecek itirazların durumu da aynıdır. Bütün eserleri birden ya aynen kabul etmek veya içlerinden bir kısmının reddini bütünün reddiyle aynı muameleye tâbi tutmak ancak Allah katından indirilen kitaplara has olan bir muameledir; Risale-i Nur’u bu muameleye tâbi tutmak, ona vahiy muamelesi yapmak anlamına gelir.

Bunlar apaçık gerçekler olmakla beraber, halihazırdaki Risale-i Nur cemaatlerinin önemli bir kısmı tarafından bu gerçeklerin itiraf edilebileceğine ne yazık ki ihtimal veremiyoruz. Bilâkis, bu konuda haddi fazlasıyla aşan söz ve uygulamalara şahit oluyoruz ve bunlara sürekli olarak yenileri ekleniyor; tepki olarak ise Risale-i Nur cemaatlerinden kayda değer bir ses işitmiyoruz.

Risale-i Nur derslerine ait videolarıyla şöhret yapan birisi, canının çok sıkkın olduğu bir zamanda Kur’ân okuyarak ferahlamaya çalıştığı halde tam olarak ferahlayamadığını, ama Risaleden bir bahis okur okumaz bütün sıkıntısının gittiğini ve gülüp oynamaya başladığını, “Risaleleri gönderen ve yazdırtan Allah’a yemin ederek” anlatıyor.[5]

Bir başkası, günde yetmiş defa istiğfardan söz eden hadis-i şerif hakkında, “Bir Nur talebesi, bunu günde on sayfa risale okuma emri biçiminde yorumlayabilir” diyerek içtihadda bulunuyor.[6]

Bundan önceki bir yazıda, Risale-i Nur talebelerinin siyasete nikâhlanmış halinden ve anarşik hadiselere kadar varan siyasî çatışmalarından bunalan bir gencin onların arasından ayrılarak Hıristiyanlara katıldığını ve bugün bir Hıristiyan cemaatinin ruhanî reisi mevkiine geldiğini yazmıştım.[7] Bir kardeşimiz merak edip mail atmış, “Bu pastör hâlâ Nurları okuyor mu?” diye soruyor. Endişesini anlıyoruz: İrtidad etmiş olabilir, o kadar önemli değil; ya bir de Nurları okumayı bırakırsa? Tabii, bu soruda, Nurların onu irtidad etmekten alıkoyamadığına dair bir itiraf da yatıyor!

İşin en kötü tarafı da şurası ki, bunlar gibi nice akıl almaz uygulamalar peş peşe zuhur ederken, bunlara karşı uyarılar da hiçbir anlam ifade etmez hale gelmiş bulunuyor. Kur’ân ve Sünnet zaten devre dışı; Risale-i Nur ise, anlaşılmadan okunması gereken bir kutsal metin muamelesi görüyor. Çünkü Bediüzzaman’ın “iman hakikatlerinden insanın manevî lâtifelerinin de istifade edeceğini” bildiren ifadeleri artık “Anlamadan okuyun ki lâtifeleriniz doysun” şeklinde anlaşılıyor. Böylesi herkes için daha kolay: Okuyanlar anlama zahmetinden, büyükler de sorulara cevap verme külfetinden kurtulmuş oluyorlar. Ayrıca böyle bir topluluğa her gün yeni üretilmiş birşeyler satmak pek kolay oluyor. Ama bir yandan da insan düşünmeden edemiyor: Bediüzzaman eğer Risaleleri anlamadan okumakla övünen haylaz talebelerin eline geçeceğini bilseydi o satırları yazar mıydı?

Kısacası, cemaatlerimizin içinden yeni bir Haşhaşî örgütünün filizlenmesi için bütün sebepler hazırlanmış bulunuyor ve sahnemiz kahramanlarını bekliyor!

İlerideki bölümlerde daha tafsilâtlı bir şekilde ele almayı düşündüğümüz önemli bir hususa burada işaret etmeden geçmeyelim:

Cemaatin sesi fazlaca işitilen kısmında görülen bu durum, sadece kendilerini ve kendilerine tâbi olanları ifsad etmekle kalmıyor. Bunlar Haricî tavrıyla sergiledikleri bağnazlık ve taşkınlıklarıyla, savunur göründükleri Risale-i Nur ile insanlar arasında aşılmaz hisarlar inşa ediyorlar. Hatâdan münezzeh olan, hiç bir şekilde sorgulanamayan ve her bir satırına şeksiz şüphesiz inanma mecburiyeti bulunan bir kitap ile onun etrafındaki hatâdan münezzeh hizmet öncülerinin meydana getirdiği bir harekete kim nasıl yanaşabilir?

***

Geldiğimiz bu nokta, manzaranın karanlık tarafı idi. Şükürler olsun ki, aynı manzaranın bir de aydınlık tarafı var ve karanlık taraf ne kadar karamsar bir gelecek vaad ediyorsa, bu aydınlık taraf da en az o kadar aydınlık bir gelecekten haber veriyor. Bu yazı serisinin özellikle son birkaç bölümüne cemaat içinden gelen müsbet tepkiler ve yorumlar, Risale-i Nur talebeleri içinde okuyan ve düşünen, taklidi değil tahkiki esas alan ve bu özellikleriyle “ehl-i tahkik Nur talebesi” sıfatını hakkıyla taşıyan aklıselim sahiplerinin bu büyük emaneti geleceğe güvenle taşıyacaklarını gösteriyor.

Emaneti taşımak hamasetle değil, aklıselimle ve itidal ile olur. Bunun başta gelen şartı da, emanetin mahiyetini doğru bir şekilde tesbit etmek ve bu konuda her ne pahasına olursa olsun aşırılıklardan uzak kalmaktır. Risale-i Nur insanlık âleminin iftihar vesilesi olarak istikbale miras kalacak ve asırlar boyunca nesilleri aydınlatacak muhteşem bir eserdir. Ama o beşer eliyle meydana gelmiş bir eserdir, bir beşer kelâmıdır. Onu beşer kelâmından daha ötelere taşımayı öngören her teşebbüs bâtıldır ve ateşten kaçarcasına kaçınılması gereken bir tehlikedir.

Şunu da önemle kaydetmek gerekir ki, Risale-i Nur’un beşer kelâmı olduğuna inanmak ve bunu telâffuz etmek şarttır, fakat kâfi değildir. Ona hürmette kusur etmemekle beraber, bir beşer kelâmından daha ötede muamele etmemek gerekir. Bir yandan “Risale-i Nur beşer kelâmıdır” deyip bir yandan da onda yazılı olan her şeye kayıtsız şartsız inanmak gerektiği düşüncesi ise bu inanca zıt bir telâkkidir ve Risale-i Nur’a vahiy muamelesi yapmak anlamına gelir. Çünkü ihtiva ettiği her şeye inanılması gereken yegâne kitap Allah’ın Kitabıdır.

Peşin hükümlerden kendisini kurtarabilen bir kimse önüne Risale-i Nur’u koyup da salim bir şekilde düşündüğü zaman şu manzarayla karşılaşacaktır:

Bu kitapta binlerce konu, binlerce hüküm vardır. Bu hükümlerden bazıları tartışmasız gerçeklerdir ve bunlara zaten iman etmekle yükümlüyüz: ulûhiyet, âhiret, nübüvvet bahisleri gibi. Kaldı ki, bunların ayrıntılarında da ulemâ arasında farklı kanaatler söz konusu olabilmektedir. Bunun dışındaki konular ise, rüyalardan vahdet-i vücud fikrine, hastalıktan ihtiyarlığa, tarihten mahkeme müdafaalarına kadar alabildiğine geniş bir alana yayılmaktadır. Bütün bu alanlarda bir müellifin serd edeceği binlerce fikrin her birini aynen kabul etmeyi peşin peşin taahhüt edebilir misiniz? Eğer edecek olursanız, ona bir şâri’ muamelesi yapmış ve böylece onu insan üstü bir mevkie çıkarmış olmaz mısınız?

Kaldı ki, İslâm âlimlerinin, özellikle Bediüzzaman gibi çığır sahibi allâmelerin kendilerini körü körüne takip edecek müridlere ihtiyacı yoktur. Barla döneminde, henüz yolun başında iken, Bediüzzaman kendisine hakikî vâris olacak talebelerin en başta gelen özelliklerinden birisini, Hulûsi Bey ile Sabri Hocanın şahıslarında “Kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kur’âniyeden aldığım ilâçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilâçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar, aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar” şeklinde anlatmıştır. Geleceğin bütün Risale-i Nur talebelerine örnek olarak gösterilen bu vasıfta körü körüne iman ve itaat yoktur; tecrübe ederek, deneyerek, önceden sonucu bilinmeyen ve ancak denemek suretiyle anlaşılacak bir şekilde bu hakikatleri anlamak ve kabul etmek vardır. Ancak buraya şöyle bir notu da düşmemiz gerekiyor:

Bediüzzaman’ın örnek Nur talebesine ait özellikler arasında saydığı bu vasıf, iman hakikatlerinin anlaşılması ve yaşanması konusuyla sınırlıdır ve bu da Risale-i Nur yoluyla hizmet etmeyi seçen kimseler için zarurî bir durumdur; aksi takdirde bu insanları bir gaye etrafında birleştirmenin mânâsı kalmaz. Ama okuduğu binlerce sayfalık Risale-i Nur Külliyatında konu daha başka alanlara yayıldıkça, Nur talebesinin şahsî tercihleri itibarıyla kabul etmekte zorlanacağı meselelerle karşılaşması kaçınılmazdır. Bu durumda Nur talebesi ne yapacaktır?

Meselâ Üstadın “Cehennem de olsa beka isterim” şeklindeki sözüne aklı yatmadığı takdirde bunu çarnâçar taklit edecek, kendisinden izah istendiğinde de bin bir kuyudan su getirerek açıklamaya mı çabalayacaktır?

Üstadın gençliğinde Geylânî’ye Fatiha okuyarak ondan kayıp eşyasını bulmasını istediğine dair anekdotu okuduğu zaman, eğer bunu Risale-i Nur’un tevhid ve dua bahislerindeki harikulâde izahlara muhalif buluyorsa, bu fikrini açıklayamayacak mıdır?

Yusuf aleyhisselâmın duasındaki “Müslüman olarak canımı al” ifadesinin o anda ölmeyi istemek şeklinde izah edildiğini gördüğü zaman, bütün araştırmalarına rağmen bu iddiayı destekleyecek sahih bir rivayet bulamadığı takdirde, herşeye rağmen kendisini buna inanmak zorunda mı bilecektir?

Üstad hutbenin Arapça okunmasını savunurken talebesi onun Türkçe okunmasına taraftar olamayacak mıdır?

Şimdi herkes hafızasını şöyle bir yoklayacak olsa, bunlar gibi zihnini kurcalayıp duran pek çok soru ile karşılaşacaktır. Bir tarikatte bu soruların cevapları daha başka olabilir. Ama Risale-i Nur’un mesleği ilim mesleği olduğuna göre, bu sorunun cevabı da ilmin kendi usulleri içinde verilecektir. İlimde talebenin hoca ile her konuda hemfikir olması ve duygu ve düşünceleriyle hocasını taklit etmesi şeklinde bir ilke mevcut değildir. Bugün bizim devralmış bulunduğumuz muazzam ilim mirası ise, taklit sayesinde değil, büyük kısmı hocalarla talebeleri arasında zuhur eden fikir farklılıkları sayesinde vücut bulmuştur.

Risale-i Nur cemaatlerinin bu konuda ilim ehlinin metodlarından uzaklaşarak büyük ölçüde taklit yolunu benimsemiş olmaları bir yandan onları ciddî açmazlar içine düşürürken, diğer taraftan da toplumun sual ve ihtiyaçlarına cevap veremez hale getirmiş, sonuç olarak ise insanları Risalelere karşı mesafeli durmaya sevk etmiştir. Bazan sadakat kılığına bürünerek bizi aldatan bu taklitçi anlayışın mahsullerini, bütün dâvâları tahkik esasına dayanan Risale-i Nur mesleğini lâyık olduğu yerden uzaklaştırarak dar bir taklit alanına hapsetmek ve bu dar sınırlar içinde de insanların sorgulamadan her şeyi taklit edebilecek hale getirildikleri Fetö ve benzeri oluşumlara zemin hazırlamak şeklinde devşirmiş bulunuyoruz. Ne hazindir ki, aynı mutaassıp zihniyet, daha başka kılıklara bürünmüş şekilde, insanları yine anlamadan okumaya, anlamadığı şeyleri taklit etmeye, verilen adresleri sorgulamadan takip etmeye çağırıyor. Ama, yukarıda temas ettiğimiz gibi, manzaranın bir de aydınlık tarafı var:

Bir kısım Nur talebeleri ne olup bittiğini anlamadan bu sele kapılmış giderken, diğer bir kısım da okuyor ve okuduğunu anlamaya çalışıyor. Anladığını da körlemesine değil, sorgulayarak, araştırarak, tahkik ederek anlıyor ve benimsiyor:

Tıpkı Üstadları gibi.

Sonuç olarak, böyleleri de bugünün dünyasında daha fazla insana erişiyor.

Yani, iki taraf da hızla ilerliyor: biri tarihin karanlık sayfalarına, diğeri ise istikbalin aydınlık ufuklarına doğru.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK

[1] 23. Söz, 2. Mebhas, 4. Nükte ( http://erisale.com/#content.tr.1.439 ).

[2] Bir örnek: “Ben gönderilen risaleleri mütalâa ettim. Bir kısım hakikatleri mükerrer gördüm. Makam münasebetiyle tekrar edilmiş. Benim arzu ve belki ihtiyarım olmadan niçin böyle olmuş, kuvve-i hafızama gelen nisyandan sıkıldım.” (Kastamonu Lâhikası, 6. Mektup [http://erisale.com/#content.tr.9.28 ]).

[3][3] Metin Karabaşoğlu, Söyleşi: Şener Boztaş, Saykal: Risale-i Nur’a Husumetin Kısa Tarihi (İstanbul: Selis Kitaplar, 2017), s. 179-193.

[4] Abese sûresi, 80:13-16; Vâkıa, 56:79; Fussılet, 41:42.

[5] Kur’ân “Ancak Allah’ın lütuf ve rahmetiyle ferahlansınlar” (Yunus, 10:58) buyurur, ama ehl-i dünyanın da bunlarla değil, dünya hayatıyla ferahlandığını haber verir (Ra’d, 13:26). Evet, bazıları Kur’ân ile ferahlandığı gibi, bazıları Risale okuyarak ferah bulur, daha başkaları da iki kadeh atarak efkâr dağıtır. İnsanın ne ile ferahlanacağı, ferahlatan şeyden ziyade, insanın kendi tercihine bağlı olan bir husustur. https://www.facebook.com/watch/?v=819532345135203

[6] https://www.yeniasya.com.tr/suleyman-kosmene/peygamber-efendimiz-asm-gunde-yetmis-kez-neden-tovbe-ediyordu_356404

[7] “Siyasetle İmtihanımız – 2”: https://yazarumit.com/siyasetle-imtihanimiz-2/