Etiket arşivi: ümit şimşek

Hayalî Ziyaeddin’den Hayalî Bediüzzaman’a gelişimizin kısa bir hikâyesi (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-12)

İmamların imtihanı

İmam Şafiî henüz delikanlı çağında iken fetvâ verecek bir mertebeye ulaşmış bir ilim âşıkı idi. Ancak hocasının verdiği fetvâ iznini kullanarak ilim mahfillerinde kendisine muteber bir yer edinmek yerine, o hayatına talebe olarak devam edip yeni ilim kaynaklarının peşine düşmeyi tercih etti. Asıl büyük hedefi ise, bugün Malikî mezhebinin kurucusu İmam Malik olarak tanıdığımız efsanevî âlim Malik bin Enes’in talebesi olmaktı. Sırf bunun için Mekke’den Medine’ye göç etti. Bu arada, İmam Malik’in meşhur eseri Muvatta’ı edinerek onun üzerinde çalıştı, hattâ bazı rivayetlere göre onu ezberledi. Bundan sonra da Mekke Valisinden aldığı bir tavsiye mektubuyla beraber Medine Valisinin kapısını çaldı.

İmam Malik, ilmi kadar vakarı ile de tanınmış bir âlimdi. En yüksek seviyedeki idareciler bile onun yanına destursuz giremezdi. Medine Valisi mektubu okuyunca Şafiî’ye “Delikanlı,” dedi, “başıma öyle bir iş çıkardın ki, buradan Mekke’ye yalınayak gitmek bundan daha kolay gelirdi.”

Medine Valisi ile İmam Şafiî (o zamanki haliyle Muhammed adındaki delikanlı) toza toprağa batıp çıkarak İmam Malik’in şehir dışındaki evine ulaştılar. Oraya varınca kapıya çıkan hizmetçiye Vali “Efendine benim geldiğimi söyle” dedi.

Hizmetçinin içeriye girip geri dönmesi bir oldu. İmam Malik “Eğer bir suali varsa bir kâğıda yazıp bıraksın; ders için geldiyse ders saatini biliyor, dönüp gitsin” diyordu.

Vali “Mühim bir iş için Mekke Valisinin mektubuyla geldiğimi söyle” diye hizmetçiyi tekrar gönderdi.

Hizmetçi az sonra bir sandalye ile çıkageldi ve sandalyeyi kapının önüne koydu. Daha sonra da İmam Malik gelip sandalyeye oturdu. Medine Valisinin kendisine verdiği mektubu okur okumaz “Sübhanallah, Resulullahın ilmi artık böyle vasıtalarla mı alınır oldu?” diyerek fırlatıp attı.

Artık Valinin konuşacak mecali kalmamıştı. Bunun üzerine Muhammed ileri atılıp durumunu arz etti.

İmam Malik’in delikanlıya karşı tavrı çok farklıydı. Ona adını sordu. “Muhammed” cevabını alınca da dedi ki:

“Muhammed, Allah’tan kork ve günahtan sakın. Çünkü sen büyük mertebe sahibi bir zat olacaksın. Allah senin kalbine bir nur koymuş; sakın onu günahla kirletme.”

Sonra da delikanlının beklediği müjdeyi verdi ve ertesi sabah gelerek derslere başlamasını söyledi.

Muhammed ertesi gün büyük bir iştiyakla İmam Malik’in derslerine başladı. Aradan yıllar geçip de Bağdat’a geldiğinde, artık o da fıkıhta bir çığır sahibiydi. Bazı noktalarda sevgili üstadı Malik’ten ayrılıyordu; ama hiçbir zaman onun görüşlerini tenkit etmiyor, sadece kendi görüşünü bildirmekle yetiniyordu.

Ancak bir zaman geldi, insanların İmam Malik’e duydukları sevgi ve saygı, itikadlarını tehlikeye düşürecek bir seviyeye erişti. Öyle ki, muhtelif İslâm beldelerinde İmam Malik’e ait eşya ve elbiseler kutsal bir varlık muamelesi görüyor; insanlar onun sarığıyla yağmur duasına çıkıyordu. Hattâ Allah’ın Resulünden bir hadis rivayet edildiği zaman, “İmam Malik de böyle dedi” diyerek Resulullah’ın hadisine karşı çıkılıyordu.

İmam Malik’e bu şekilde kudsiyet izafe edilmesi karşısında İmam Şafiî daha fazla dayanamadı. Çok sevdiği ve saydığı Üstadı hakkında “Hilâfu Malik” adıyla bir kitap yazdı. Ama yine de bu kitabı ortaya çıkarmaya eli vermedi ve onu dürüp kaldırdı. Nihayet, bir sene kadar sonra, işin artık iyice çığırdan çıktığını görüp de başka çare kalmadığına iyice kani olunca bu kitabı neşretti.[1]

Lâkin Şafiî’nin macerası burada bitmedi. İnsanlar, kendilerini İmam Malik’i kutsayarak imanlarını tehlikeye atmaktan kurtaran İmam Şafiî’ye de aynen İmam Malik’e yaptıklarını yaptılar. Yukarıdaki bölümü özetle naklettiğimiz eserin mütercimi, esere eklediği dipnotunda bunu şöyle açıklıyor:


[İmam Şafiî’nin türbesi] her zaman açıktır. Çoğu kadın olmak üzere pek kalabalık ziyaretçi gelir. Türbe dilek mahallidir. Koca arayan kızlardan tut da imtihanı kazanmak isteyen öğrencilere kadar herkes her türlü dileğini bu türbeye yapar. Bu dilekler, dilekçe (arzıhal) şeklinde yazılıp türbenin parmaklıklarından içeri atılır. Hattâ posta ile dilekçe gönderenler de vardır. Posta müvezzii, İmam Şafiî adresine yazılmış her zarfı getirip buraya atar.[2]

***

Şeytan tuzakları, Ömer feraseti

İnsanların sevdiklerini putlaştırma eğilimini hiç şüphesiz şeytan çok iyi biliyor ve onları saptırmak için bu bilgisini büyük bir beceriyle kullanıyordu. İbni Abbas’dan gelen bir rivayete göre, Nuh sûresinde adı geçen Vedd, Süvâ’, Yeğus, Yeûk ve Nesr adındaki putların isimleri, daha önceki zamanlarda yaşamış salih kimselere aitti. Bu kimseler vefat ettikten sonra şeytan insanlara bu salih kişilerin suretlerini yaparak toplantı yerlerine dikmeyi ilham etti. Böylece onlar bu o salih zatları her zaman hatırlayacak ve onların yolundan ayrılmayacaklardı. Ancak zaman geçip de o salih zatları tanıyan nesiller tarihe karışınca onlar unutuldu, suretleri ise bâki kaldı. Ve zamanla insanlar bu suretlere tapmaya başladılar. Nuh aleyhisselâm yüzyıllarca süren tebliğinde insanları tevhide çağırırken, onlar işte bu zatların isimlerini taşıyan putları sayarak “Sakın tanrılarınızdan vazgeçmeyin. Vedd’i, Süvâ’ı, Yeğus’u, Yeûk’u ve Nesr’i bırakmayın”[3] diyorlardı. Şeytan yüzyıllar öncesinden kurgulayıp da sahneye koyduğu oyunla Nuh kavmini işte böyle helâke sürüklemişti.

Şeytan insanı tuzağa düşürmek için yüzyıllar sonrasına yatırım yapacak bir gayret ve ileri görüşlülükle hareket ederken, Resulullahın “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, seninle yolda karşılaşıp da yolunu değiştirmeyecek bir şeytan yoktur”[4] şeklindeki iltifatına mazhar olan Hz. Ömer de şeytanın tuzaklarını yüzyıllar öncesinden sezen ve tedbirde kusur etmeyen bir ferasete sahipti. Süleyman b. Hanzale anlatıyor:


Kendisiyle sohbet etmek için Übeyy b. Kâ’b’a gitmiştik. O kalktığında biz de kalkıp peşine takıldık.

Yolda Ömer’le karşılaştık. Ömer hemen Übeyy’in peşine düşüp ona kamçıyla vurmaya başladı.

Übeyy kollarıyla kendisini korumaya çalışırken “Yâ Emîre’l-mü’minîn, ne yaptık ki?” diye soruyordu.

Ömer “Bu gördüğün şey, kendisine tâbi’ olunan kişi için fitne, ona tâbi’ olanlar için zillettir!” dedi.[5]


Bu vak’ayı lütfen şu bilgiler ışığında değerlendiriniz:

Übeyy b. Kâ’b, Resulullahın “Kur’ân’ı şu dört kişiden alın”[6] buyurduğu Sahabîlerden biriydi. O ilk vahiy kâtibiydi; Resulullah onu “Kur’ân okuyucularının efendisi, Ensârın efendisi” gibi ünvanlarla taltif etmişti. Daha Resulullah zamanında fetvâ veren bir Sahabî idi. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in (r. anhüma) danışma meclislerindeydi. Hz. Ömer zamanında, cemaatle ilk teravih namazını o kıldırdı. Halife Hz. Ömer nezdinde onun gerçekten büyük bir itibarı vardı. Hz. Ömer “Kur’ân’a dair birşey soracak olan Übeyy b. Kâ’b’a, feraizden soracak olan Muaz b. Cebel’e gitsin, ihtiyacı olan da bana gelsin” diyordu.

İşte böylesine mümtaz bir Sahabî peşine adamlar takarak dolaşmaya başladığı zaman işin nereye varacağını o keskin ferasetiyle fark eden Hz. Ömer, bu durumu tâbi’ olanlar için zillet, tâbi’ olunan kimse için ise fitne olarak vasıflandırmıştı. İmam Malik ve İmam Şafiî örneklerinde olduğu gibi, daha sonraki asırlarda insanlar Hz. Ömer’i bu endişesinde haklı çıkarmaktan geri kalmadılar.

***

Kur’ân kıssaları neyi anlatıyor?

Hz. Ömer’in endişe ettiği, şeytanın ise çok iyi bildiği ve kullandığı bir beşerî zaafımızın nice nesilleri helâke sürüklediğine dair örnekler Kur’ân kıssalarının da ortak temasını teşkil eder. Bu zaafı, bizim tevhide bağlılıktaki ciddiyetimizi sınamak amacıyla manevî yapımıza yerleştirilmiş bulunan bir nevi “putperestlik geni” olarak da tasavvur edebiliriz. Helâk olan kavimlerin hikâyelerinde hep bu genin hakimiyeti söz konusudur. Zira bu gen her an uyanmak için fırsat kollamaktadır; fırsatı bulduğu anda kimi zaman evvelâ masum kılıklara bürünerek insanı yoldan çıkarır, kimi zaman da iyice azıtarak insanın bütün benliğini esareti altına alır ve onu Rabbine karşı meydan okuyacak kadar cür’etkâr hale getirir. Musa kavminin henüz denizi yarıp geçmiş ve Firavundan kurtulmuşken putları olan bir kabileye özenerek Musa aleyhisselâma “Bize de bir put yapsana” deyişleri, bu genin uyanmak için hiçbir fırsatı kaçırmadığını bize açıkça gösteriyor.[7] Onun için, beşer âleminde iyi veya kötü herhangi bir kimsenin sürekli övgülere mazhar olduğunu ve kendisine olağanüstü özelliklerin yakıştırılmaya başladığını gördüğünüzde, bilin ki bu gen faaliyete geçmiş ve asıl büyük hedefine doğru mesafe kat etmeye başlamıştır. Kişinin ona mağlûp olup olmaması veya ondan kolaylıkla kurtulup kurtulamaması ise, vaziyeti ne kadar erken fark ettiğine ve gereken tedbirleri almakta kusur edip etmediğine bağlı bir durumdur.

***

Kudsiyet Allah’a, ismet peygamberlere ait

Gerek Kur’ân-ı Kerimin başından sonuna kadar tekrar tekrar vurguladığı, gerekse hayatın bize her vesileyle gösterdiği bir gerçek varsa, o da, kusurdan ve hatâdan münezzeh oluşu ifade eden “kudsiyet” sıfatının sadece Allah’a mahsus olduğudur. Bunun yanı sıra, sadece peygamberlere mahsus olan bir de “ismet” sıfatı vardır ki, bu da günah işlemekten korunmuş olmayı ifade eder. Gerçi ismet sıfatı da peygamberlerin hiçbir hatâ yapmadıkları anlamına gelmez; lâkin peygamberlerin yaptıkları hatâlar mutlaka vahiyle tashih edilmiştir. Meselâ İslâm güçlenmeden önce esirleri fidye karşılığında serbest bırakma,[8] münafıklara savaştan geri kalmaları için izin verme,[9] âmâ zâtın sualini mühimsememe[10] konularında Resulullahı muhatap alan uyarılar, peygamberlerin dahi bütünüyle hatâdan münezzeh olmadıklarını, ancak nadiren de olsa yaptıkları hatâların vahiyle düzeltildiğini ve bu sayede onların ümmete her bakımdan güzel bir nümune (üsve-i hasene)[11] teşkil ettiklerini gösteren örneklerdir.

Peygamberlere mahsus olan ismet sıfatına onlardan başka hiç kimsenin sahip olmadığı üzerinde ulema ittifak etmiştir. Bu gerçeğin en aşikâr örneği ise Resulullahın Sahabîleridir. Ümmetin en hayırlıları oldukları hem Kur’ân’ın işaretiyle,  hem de ümmetin ittifakıyla sabit olan ve bir kısmı hayatta iken Cennetle müjdelenen Ashab-ı Kiramın en önde gelenlerinin dahi hatâdan korunmuş olmadığı bütün ümmetin malûmudur.

Bütün bunların hiç tartışma götürmeyecek bir açıklıkla ortaya koyduğu ve kesinlikle iman etmemiz gereken husus şudur:

Allah’ın Resulünden başka hiçbir kimse, hiçbir âlim, hiçbir mürşid, hiçbir şeyh, hiçbir müçtehid, hiçbir imam, hiçbir üstad, hiçbir lider ismet sıfatına mazhar değildir, yani ma’sum değildir, yani hatâsız değildir.[12]

***

Peygamberler ve gayb bilgisi

Bu arada, ismet sıfatının bilgi ile bir ilgisinin bulunmadığını da kaydetmeden geçmeyelim. Peygamberlerin ma’sumiyeti onların günahtan korunmuş olduklarını ifade eden bir durumdur, yoksa onların herşeyi bilen ve bu arada gayba muttali olan kimseler olduğunu göstermez. Gerçi peygamberlerin verdikleri haberlerin büyük ekseriyeti gayb haberidir: iman esasları, kıyamet, âhiret, melekler, geçmiş kavimlerin kıssaları gibi. Ancak bunlar Allah tarafından kendilerine vahyedilmiş olan bilgilerdir; vahyedilmeyen hususlarda ise peygamberlerin gayb bilgisine karşı durumları bizim gibi beşer seviyesindedir:


De ki: Peygamberlerin ilki ben değilim. Bana veya size ne yapılacağını da ben bilemem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım; çünkü ben apaçık bir uyarıcıyım.[13]

De ki: Allah dilemedikçe benim kendime ne bir faydam dokunur, ne de bir zararım. Eğer ben gaybı bilmiş olsaydım bundan pek çok yarar sağlardım; kötülük de bana dokunmazdı. Oysa ben iman edecek olanlara bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim, o kadar.[14]


Sahabîler bütün ümmete örnek olacak bir iman ve teslimiyetle bağlandıkları Resulullahın gaybı bilmediği gerçeğine de bir o kadar âşinâ idiler. Çünkü Resulullah onlara bu gerçeği iyice belletmiş, hattâ “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir peygamber var” meâlinde şiir düzenleri bundan kesin şekilde men’ etmişti. Onların bu bilgileri, pek çok defalar onları hatâ ve tehlikelerden korudu. Bunun bir misalini Buharî ve Müslim ittifakla naklediyor:


Resulullah (s.a.v.) sefere bir müfreze göndermiş, Ensardan birisini de komutan tayin etmiş ve “Ona itaat edin” buyurmuştu.

Komutan askerlere bir sebepten dolayı kızdı ve “Resulullah bana itaat etmenizi emretmedi mi?” diye sordu.

“Evet, emretti” dediler.

“Öyleyse size odun toplayıp yaktıktan sonra ateşe girmenizi emrediyorum” dedi.

Odun toplayıp tutuşturdular. Ateşe girmeye niyetlendikleri sırada içlerinden bazıları birbirine bakarak “Biz ateşten kaçtığımız için Resulullaha tâbi olduk; ateşe niye girelim?” dediler.

Onlar böylece tartışırken ateş kendiliğinden söndü, komutanın öfkesi de dinmiş bulundu.

Bu hadise Resulullaha naklediğinde buyurdu ki:

“Eğer o ateşe girmiş olsaydılar ebediyen ondan çıkamazlardı. İtaat ancak maruftadır.”[15]


Bir başka vak’ada da Resulullahın bir müfrezeye komutan olarak tayin ettiği kimse yanlışlıkla bir Müslümanı öldürmüştü. Müfreze seferden dönünce durumu öğrenen Resulullah onları azarladı ve şöyle buyurdu:


Size komutan olarak tayin ettiğim adam benim emrime karşı geldiğinde onu azlederek yerine başka birisini tayin etmekten âciz mi kaldınız?[16]


Her iki vak’anın da ortak yönü: Resulullah bir görev için birisini uygun görmüş, onun bu işi yerine uygun şekilde yerine getireceğini umarak onu tayin etmiştir. Ancak her iki vak’ada da Resulullahın tayin ettiği kişiler onun umduğu şekilde davranmamış, bu yüzden Resulullahın onlara itaat konusundaki emirleri geçerliliğini yitirmiş ve bu sefer başka bir Nebevî emre itaat icap etmiştir: “İtaat maruftadır.”

İkinci vak’ada ise, insanlardan bunun daha da ötesi bekleniyor:

Resulullahın tayin ettiği kişiyi görevden alarak onun yerine uygun birisini tayin etmek.

Bu vak’alardan alınması gereken pek çok ders arasında, konumuzla ilgili olana gelelim:

Her iki olay da açıkça gösteriyor ki, Resulullah gaybı bilmezdi.

Gaybı bilmediği için, tayin ettiği kimselerin verdiği emirler istikametinde hareket edip etmeyeceklerini de ancak tahmin edebilir, ama kesin olarak bilemezdi.

Bu sebepten dolayıdır ki, Resulullahın tayin ettiği kimse hakkında verdiği itaat emri her türlü şart altında ve ilelebet geçerli bir emir mahiyetini taşımıyor; komutan marufu terk edince itaat emri de geçerliliğini kaybediyordu.

Ama o Resulullah idi ve gaybı bilmediğini bütün ümmetine öğretmişti; Sahabîleri de bunu çok iyi biliyorlar, onu tıpkı Kur’ân’ın vasfettiği gibi, “kendisine vahyolunan bir beşer”[17] olarak görüyorlardı.

***

Hayalî Ziyaeddin gitti, Hayalî Bediüzzaman geldi

Evet, o Resulullah idi. O kendisini nasıl tanıttıysa insanlar ona öylece inandılar. Hıristiyanlar ile bir kısım Yahudilerin yaptığı gibi peygamberlerine ulûhiyet sıfatları yakıştırmadılar. Daha doğrusu, onların peygamberlerine yaptıklarını, Ahirzaman Peygamberinin ümmetinden bazı büyük zatlar için sakladılar: İmam Malik ve İmam Şafii örneğinde olduğu gibi! Bunun sonucunda da herşeyi bilen, gaybdan haberdar olan, hatâdan münezzeh maneviyat büyüklerimiz ortaya çıktı. Allah’ın Resulüne karşı varlığını gösteremeyen putperestlik genlerimiz onun ümmetinden salih zatlara gösterilen sevgi ve saygıda gelişecek bir ortam buldu. Ve ne hazindir ki, insanlığa Risale-i Nur gibi bir tevhid hazinesi bırakmış olan Bediüzzaman Said Nursî de İmam Malik’ten bu yana nicelerinin başına gelmiş olan âkıbetten kendi payını aldı. Oysa o, eserlerinin tamamında Tevhid hakikatini pek çok yönlerden ders vermiş, varlık âleminde Allah’tan başka hiç kimsenin icad sahibi olamayacağını anlatıp durmuş, Kur’ân’dan aldığı dersle telif ettiği Risale-i Nur’un vücuda gelmesinde kendi rolünün üzüm salkımını netice veren bir kuru asma çubuğundan ileri gidemeyeceğini söylemiş, ayrıca “Hayalî Ziyaeddin” üzerinden mesajını oldukça net bir şekilde vererek hayalî Bediüzzaman’ların ortaya çıkmasını önlemeye çalışmıştı:


Bundan kırk-elli sene evvel büyük kardeşim Molla Abdullah (rahmetullahi aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:

O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin’in (kuddise sırruh) has müridi idi. Ehl-i tarîkatçe, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o merhum kardeşim dedi ki:

“Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u a’zam gibi her şeye ıttılaı var.” Beni, onunla raptetmek için çok hârika makamlarını beyan etti.

Ben de o kardeşime dedim ki:

Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünki kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u a’zam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin; yani o ünvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zât-ı mübareki senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünki sünnet-i seniyye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak; bilâkis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin. Çünkü sen muhabbetini ona pek pahalı satıyorsun. Verdiğin fiatın yüz defa ziyade bir mukabil düşünüyorsun. Halbuki onun hakikî makamının fiatına, en büyük muhabbet de ucuzdur.[18]


Bediüzzaman, daha önce yazdığı bir Barla mektubunda da kendisinin hatâdan münezzeh olmadığını hatırlatmakla kalmıyor, ayrıca hatâsını kendisine serbestçe söylemeleri hususunda talebelerini teşvik de ediyor ve bundan memnun kalacağını bildiriyordu:


Üstadınız lâyuhtî değil; onu hatâsız zannetmek hatâdır. . . . Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım, benim hatâmı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmârenin enâniyeti hesabına Hakkın hatırı olan bilmediğim bir hakikati müdafaa değil, ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ederim.[19]


Bu pasajlar Risale-i Nur’da yer aldığı ve Risale-i Nur talebeleri de bu mektupları ezbere bildiği halde, telifinden bu yana geçen zaman içinde bu metinler gerçek mânâsını hemen hemen kaybetmiş gibidir. Bugün bu metinler okunup geçiştirilmekte, mânâsı üzerinde kazara durulacak olsa bu defa da tevazu icabı söylenmiş hakikatsiz sözler olarak telâkki edilmekte, telif maksadının tamamen tersi bir muameleye tâbi tutularak Üstadın kendi yüksek makamını gizlemek veya kendi üzerinden başkalarına ders vermek istediği gibi yorumlara tâbi tutulmaktadır. Bunun sonucunda da, Üstad Bediüzzaman, her türlü hatâdan korunmuş, yanılması düşünülemeyen, ağzından ve kaleminden çıkan her sözün hükmü kıyamete kadar bâki kalacak bir konuma yükseltilmiş, başka bir deyişle, gerçek Bediüzzaman gitmiş, onun yerini Hayalî Bediüzzaman almıştır.

“Bir mürşidi hatâsız kabul etmekten kim ne zarar görür?” diye düşünenlerimiz olabilir. Nihayet o mürşid doğru yolda ise, hayatı ve eserleriyle insanları yanlış bir yere çağırmıyorsa, bunun ne mahzuru olabilir?

Burada hayatî önemi taşıyan husus, önemli bir hatânın vuku bulup bulmamasından da önce, bu meselenin bir ilke meselesi olmasıdır. Bir mürşid hatâdan münezzeh kabul edildiğinde, Kur’ân ve Sünnet kendiliğinden devre dışı bırakılmış olur. Kur’ân’dan ve Sünnetten bize lâzım olanı mürşidimiz bize anlatıyorsa bizim bu kaynaklara niçin ihtiyacımız olsun? Hem de asıl kaynaklara doğrudan başvurmanın ne kadar tehlikeli (!) olduğuna dair telkinler arasında bocalayıp duruyorsak, böylesi bize hem rahat, hem de güvenli gelir. Bu arada, hayatımızdan çıkarılmış bulunan Kur’ân’ın lâzımı olan “kudsiyet” sıfatı, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, onun yerini almış bulunan mürşidin “lâzımı” haline gelir. Bu da mürşidimizi her kusurdan, eksiklikten, beşerî ârızalardan münezzeh olan, herşeyi bilen, insanın içini okuyan, istikbali gören, gayb âlemlerine nüfuzu olan bir hayalî mertebeye yükseltir ki, bu, peygamberlerin ismet sıfatından dahi çok ötede bir makamdır. Bunun pek çok misallerinden bir tanesini verelim:

Bediüzzaman, Kastamonu mektuplarından birinde, kıyametin tarihi hakkında bir hadis-i şeriften bir istihraç yaparken, “Gerçi delil olmaz” kaydını düşer; bahsin sonunu da وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ  ve  لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ  ifadeleriyle bitirerek bu konuda bilginin Allah katında olduğunu ve Allah’tan başka hiç kimsenin gaybı bilemeyeceğini hatırlatır.

Kur’ân ve Hadisin mutlak üstünlüğüne inanan bir Nur talebesinin bu bahisle ilgili olarak takınacağı tavır, Kur’ân’ın ve Hadisin tekrar tekrar hatırlattığı bir gerçek olan “kıyamet vaktini peygamberler de dahil olmak üzere Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği” gerçeğini öncelemek, Bediüzzaman gibi bir allâmenin beyanlarının da herkes tarafından bilinen böyle aşikâr bir gerçeğe aykırı anlaşılamayacağını dikkate almak ve metni ona göre anlamaya çalışmak olmalıdır; bundan daha başka bir ihtimal tasavvur olunamaz.

Ancak tatbikatta durum daha farklı bir şekilde ortaya çıkmış, söz konusu metinde zikredilen tarih, günümüzde Risale-i Nur talebelerinin önemli bir kısmı tarafından kıyamet tarihi olarak telâkki edilir hale gelmiştir. Bu durum ise Kur’ân ve Sünnetin hakemliğini bir kenara bırakmış olmanın ve Üstaddan geldiğine inanılan herşeyi Kur’an ve Sünnete aykırı olup olmamasına aldırmaksızın kabule hazır bir ruh haletinin delilidir. Oysa kişinin bu konuda yapacağı tercihin taşıdığı risk apaçık ortadadır: Allah’ın ve Resulünün sarih bir şekilde beyan ettiği “gaybı ve kıyametin vaktini Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği”[20] gerçeğine iman şarttır ve bu konuda tereddüt dahi küfür sayılır;[21] Bediüzzaman’ın her sözünü itirazsız kabul etmenin ise imanla bir alâkası yoktur. Faraza, bir Risale-i Nur talebesi Bediüzzaman’ın söz konusu yorumunu bütünüyle reddedecek dahi olsa kendisine hiçbir mes’uliyet terettüp etmez; hattâ bu tavır İslâm ilim geleneğine göre üstadına karşı saygısızlık olarak dahi telâkki edilemez. Fakat bu metni âyet ve hadisin apaçık beyanlarına aykırı bir şekilde anlayıp anlatmanın herkes için çok büyük bir tehlike teşkil ettiğinde hiç şüphe yoktur.

***

Üstad nasıl gaybı bilen Üstad oldu?

Kim ne kadar kabul etmekte zorlanırsa zorlansın, bugün cemaatlerin ve özellikle tarikatlerin ekseriyetinde görülen bir ârıza, Risale-i Nur cemaatlerini de büyük ölçüde etkisi altına almıştır. Bu ârıza, Üstadın gaybı bildiğini – sarihan değilse bile zımnen – kabul etme ârızasıdır. Toplulukların hayatına sızan bâtıl itikadlardan her birinin bir giriş kapısı, yahut içeri girerken büründüğü bir kılık vardır. Burada da, Resulullahın vahye istinaden verdiği gayb haberlerinden bahsederken Bediüzzaman’ın Resulullah için kullandığı “gayb-âşinâ” tabiri bu rolü oynamıştır. Bu itikada göre, eğer Bediüzzaman bir şey için “Böyle olacak” demişse, o mutlaka öyle olacaktır; şartlar ne kadar değişirse değişsin o söz kıyamete kadar bâki kalacak demektir. “Üstad bunu nereden biliyor?” sorusunun cevabı ise ekseriya “Gayb-âşinâ nazarıyla görüyor” şeklinde olur. Böylece, bu tabir, hem tatbik mahallinden, hem de mânâsından çok farklı bir yere taşınmak suretiyle, bir ulûhiyet sıfatı olan “âlimü’l-gayb” anlamını kazanmış olur; çünkü aksini düşünüp de Üstadın hiç değilse bazı sözlerinin haber verdiği gibi çıkmayabileceğini tasavvur etmek mümkün değildir!

Bunu yukarıda geçen Resulullaha ait iki hadise ile kıyas ediniz: O vak’alarda Allah’In Resulü kendi tayin ettiği komutanın ertesi gün ne yapacağını bilmiyordu. Bediüzzaman ise bir kimseyi bir göreve tayin ettiği zaman, onun bütün ömrü boyunca işleyeceği her şey ma’sumiyet kazanmış olur; çünkü Üstad “gayb-âşinâ” nazarıyla onun istikbalini görmüş olmasaydı böyle bir tayini yapmazdı!

***

Rivayet pazarı

Bu tür gaybî haberler revaç bulmaya başlayınca mevcutla yetinilmez, piyasada dolaşan rivayetlere gün be gün yenileri eklenir. Genellikle bu tarz üretimler bazı şeyleri veya kişileri parlatma hedefine dönüktür; insanlar bir lokmayı yuttuktan sonra yeni birisi, onu da benimsedikten sonra daha yenileri tedavüle girer. Resulullahtan intikal eden hadislerin incelenmesinde başvurulan “senedin sıhhati, ravilerin güvenilirliği, hadisin vürud zamanı ve şartları, hüküm çıkarmaya elverişli olup olmadığı” gibi düzinelerce kaide vardır. Muhaddisler olsun, fakihler olsun, bir hadis-i şerifi önlerine koydukları zaman bütün bu hususları kuyumcu titizliğiyle ölçüp biçerler; zaten bunu yapamayana muhaddis veya fakih denmez. Ama Üstadın  yazdıklarını bir yana bırakın, ondan şifahen rivayet edilen herhangi bir sözü dahi Resulullahın hadislerini incelemekte kullanılan yöntemlere tâbi tutmak alışılmış bir uygulama değildir. “Üstad ne demişse doğrudur ve hükmü kıyamete kadar bâkidir” tezini bir kere kabul ettiğiniz zaman, tahkik ve sorgulama için bir sebep kalmadığı gibi, bu tür teşebbüsler hoş da karşılanmaz. Böyle durumlarda genellikle karşılaşılan tavır, Üstada isnad edilen sözleri sorgulamaya kalkanların sadakatini sorgulamaktır.

Oysa biz bu lâkaytlığın neye mal olduğunu çok yakın bir geçmişte gördük. Bir topluluğu utançtan insan içine çıkamayacak hale getirmeye yetecek bir Fetö musibeti içimizde adım adım böyle rivayetlerle semirdi. Nihayet bir kısım aymazlar alenen “Peygamberde olmayan ilim başkalarında olabilir” diyecek kadar cesaret buldular ve uzun zaman bu iddia tekrarlandığı halde, iddia sahiplerini tükürüklerinde boğmaları gereken Risale-i Nur cemaatleri buna tek tük münferit itirazlardan başkaca bir tepki gösteremediler. Uhud savaşındaki mağlûbiyetin akabinde inen âyetlerin ve Resulullahın irşadlarına uyarak Sahabîler öyle bir muhasebe yapmışlar ve öyle bir azimle kendilerini tashih etmişlerdi ki, o günden sonra bir daha yenilgi yüzü görmemişlerdi. Biz ise bir muhasebeye girmekten ziyade eski yenilgilere kılıf geçirip aynı yöntemlerle yeni yenilgilere hazırlanıyoruz.

***

Gerçek misyona dönüş

Bazılarımız bu tesbitlere itiraz edecek ve tasvir ettiğimiz durumun bütün cemaati kapsamadığını öne süreceklerdir. Velev öyle olsa bile, sadece yanlışa bilfiil iştirak etmemiş olmakla kimsenin sorumluluktan sıyrılması mümkün değildir. Kur’ân ve Sünnet bize sadece kötülük yapmamış olmayı kurtuluş yolu olarak göstermiyor; kötülüğe engel olmayı da kurtuluşun en önemli şartları arasında sayıyor. Ama bunu anlamak ve anlatmak, ancak Kur’ân ve Sünneti gerçekten rehber edinen topluluklara müyesser olacak bir iştir. Bu da, ancak Bediüzzaman ile Risale-i Nur’u Kur’an ve Sünnetin yerini alan değil, onlara ulaştıran bir rehber olarak kabul ve mucebince amel etmek suretiyle mümkün olur.

Konunun Bediüzzaman ile ilgili yönüne bu bölümde temas etmeye çalıştık. Risale-i Nur’un bugünkü durumu ise bir sonraki bölümü teşkil ediyor.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com

[1] Baştan buraya kadar olan kısım, Muhammed Ebu Zehra’nın Osman Keskioğlu tarafından tercüme edilen “İmam Şafiî” adlı eserinin 23-34. sayfalarından özetlenmiştir. Bibliyografik bilgiler bir sonraki dipnotunda.

[2] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafiî, müt. Osman Keskioğlu (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 1996), s. 33.

[3] Nuh sûresi, 71:23. İbni Abbas’ın rivayeti için bkz. Buharî, Tefsir 71:1.

[4] Buharî, Fedâilü Ashabi’n-Nebî: 6.

[5] Dârimî, Mukaddime: 54 (no. 529).

[6] Diğerleri: Abdullah b. Mes’ud, Ebû Huzeyfe’nin âzatlısı Salim ve Muaz b. Cebel. (Buharî, Menâkıbü’l-Ensâr: 16; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 116).

[7] Bkz. A’râf sûresi, 7:138.

[8] Enfâl sûresi, 8:67-8.

[9] Tevbe sûresi, 9:43.

[10] Abese sûresi, 80:1-10.

[11] Bkz. Ahzâb sûresi, 33:21; Mümtehine sûresi, 60:4. Dikkat çekicidir: Örnek olarak verdiğimiz âyetlerden Mümtehine sûresinin âyeti bize nümune olarak İbrahim aleyhisselâmı gösterdikten hemen sonra, onun babası hakkındaki istiğfarını istisna ederek bu davranışının örnek alınmamasını ihtar ediyor.

[12] Şiîler ise, peygamberlerin yanı sıra Hz. Fatıma ile imamların da ma’sum olduklarını ve günahtan, hatâdan, her türlü yanılma ve unutmadan korunmuş olduklarını iddia ederler.

[13] Ahkaf sûresi, 46:9.

[14] A’râf sûresi, 7:188.

[15] Buharî, Ahkâm: 4; Müslim, İmâre: 39.

[16] Ebû Dâvud, Cihad: 87 (no. 2627).

[17] Kehf sûresi, 18:110.

[18] Kastamonu Lâhikası, 58. Mektup ( http://erisale.com/#content.tr.9.113 ).

[19] Barla Lâhikası, 131. Mektup ( http://erisale.com/#content.tr.8.208 ).

[20] Bkz. A’râf sûresi, 7:187; Tâhâ, 20:15; Lokman, 31:34; Ahzâb, 33:63; Fussılet, 41:17-18; Zuhruf, 43:85; Mülk, 67:25-26; Nâziât, 79:42-44.

[21] “İblis’in onlar üzerinde hiçbir gücü yoktur; âhirete iman edenlerle ondan şüphe edenleri Biz böylece [İblis’i onlara musallat etmek suretiyle] ayırt ediyoruz. Rabbin ise herşeyi gözetip koruyucudur.” (Sebe’ sûresi, 34:21).

 

Bu eserler böyle mi okunmalı? (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-11)

Sebilürreşad’daki “Kur’ân-ı Azîmüşşanın Hakimiyet-i Mutlakası” başlıklı makalesinde şeriat kitaplarının şeffaf bir şekilde Kur’ân’ı göstermesi gerektiğini yazan Bediüzzaman Said Nursî, arkasında bu tarife uygun bir külliyat bırakarak aramızdan ayrıldı. Hattâ sadece külliyat değil, geniş bir talebe kitlesi de bıraktı.

Ve Bediüzzaman’ın aramızdan ayrılışının üzerinden bugüne kadar altmış yıl geçti.

Bu altmış yıl zarfında Risale-i Nur ve talebelerinin önündeki engeller kalktı. Eserler her yerde okunur hale geldi. Nur talebeleri ve medreseleri yurdun en ücra köşelerine kadar yayıldı. Dünyada Risalelerin girmediği ülke neredeyse kalmadı. Risale basan yayınevleri hiçbir zaman müşterisiz kalmıyor. Dünyanın dört bir yanında Risale-i Nur’u konu alan akademik çalışmalar yapılıyor. 

Özetle, eserler ve talebeler açısından baktığımız zaman, Risale-i Nur hareketinin Üstaddan sonraki dönemde kaydettiği başarılar göz kamaştırıyor.

Bununla beraber, konuyu bir de Üstadın Sebilürreşad’daki makalesinde gösterdiği hedef açısından ele aldığımızda, o kadar sürur verici bir manzarayla ne yazık ki karşılaşamıyoruz.

Eğer Bediüzzaman’ın o makalesinde gösterdiği hedefe uygun şekilde nazarlar Risalelere baktığı zaman oradan doğruca Kur’ân’a intikal edebilseydi, eğer insanlar onun Kur’ân’ı anlatışını okurken bunu anlatana karşı duydukları hayranlıkla yetinmeyip asıl kaynak olan Kur’ân’ın kendisini de biraz olsun merak edebilselerdi, eğer Said Nursî’nin eserlerini okuyanlar o eserlerin kaynağıyla da hergün içli dışlı olabilselerdi, biz bugün bunun sonucunu, tıpkı İslâmın ilk nesillerinde olduğu gibi, bütün halk tabakalarını birden kuşatan topyekûn bir Kur’ân seferberliği halinde görecektik. Bunun neticesinde de, âyetlerin toplum fertlerinden her birinin hayatına günbegün inişine ve ümmeti fert fert, aile aile, sınıf sınıf kucaklayışına şahit olacaktık. İnsanlar Kur’ân’ı okuyacak, Kur’ân’ı konuşacak, Kur’ân’ı soracak, Kur’ân’ı yaşayacak; böylece farklı topluluklara mensup mü’minler bu farklılıklarını Kur’ân’da birleşen insanların havuzuna boşaltacak ve ümmete âhenk içinde harikulâde bir zenginlik kazandıracaklardı.

Ancak o makalede Bediüzzaman’ın şikâyet ettiği problem toplumda iyice kökleşmiş ve, aynen onun tasvir ettiği gibi, Kur’ân’ın bihakkın lâyık olduğu hürmet ve rağbet milyonlarca kitaba ve müelliflerine taksim olunarak onları kusurdan münezzeh, tenkit olunamaz kudsî varlıklar haline getirmişti. Çünkü “her türlü kusur ve çirkinlikten pak ve münezzeh olma” halini ifade eden “kudsiyet,” Bediüzzaman’ın o makalede anlattığı gibi, Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerimin “lâzımı” idi. Kur’ân ismen varlığını devam ettirmekle birlikte fiilen hayattan çekilince, onun lâzımı olan kudsiyet, vasıtaların üzerinde kaldı. Böylece eski ulema ve eserleri dokunulamaz, yetişilemez, bu zamanda benzeri tasavvur olunamaz, eleştirilemez, hatâdan ve kusurdan münezzeh birer kudsî varlık halini aldı. Bu anlayışın tipik bir örneğini, Bediüzzaman’ın İşârâtü’l-İ’câz adlı tefsirini kaleme almasına Seyyid Abdülhakîm Arvasî’nin gösterdiği tepkide buluyoruz. Olayın Arvasî taraftarlarınca anlatımı, bu bir hayli daha vurgulu bir şekilde ortaya koyuyor:


Bir kış günü Efendi Hazretleriyle odada oturuyorduk. Soba yanıyordu. Kapı açıldı, içeriye Said Nursî girdi. Efendi Hazretleri “Buyurun” dedi. Oturdu. Çay ikram ettik, içti. Efendi Hazretlerine “Ben bir tefsir yazdım, bastırmak istiyorum. Size de takdim edeceğim” diye arz etti. Efendi Hazretleri de “Öyle mi? Vah vah vah! Sen tefsir mi yazdın?” dedi ve sonra devam etti: “İslâm âleminde Beydavî, Ebussuud, Razi, Hüseynî gibi yüzlerce tefsir yazılmış. Bunların ne eksiğini gördün? Söyle de bilelim. Sen ne yazabilirsin? . . . Tefsirler yazılmış, bu iş bitmiştir. Zaman tefsirle meşgul olma zamanı değildir. Küfür Ceyhun nehri gibi akıyor, hergün insanlar imanlarını kaybediyor. Binaenaleyh her iki halde de senin getireceğin tefsirin yeri şu soba olur. Büker büker sobaya atarım, ısınırım.”[1]


Bediüzzaman’ın tefsirine Seyyid Abdülhakîm Efendinin lâyık gördüğü muameleden meşhur Elmalılı tefsiri bilfiil nasiplenmiştir. Kendisine hediye edilen Elmalılı tefsiri ile ilgili hatırasını Seyyid Abdülhakîm Efendinin ünlü talebesi Hilmi Işık böyle anlatıyor:


[Tefsiri] eve getirdim, “Anne, bak bunlar Kur’ân-ı Kerim tefsiridir, sakın abdestsiz ellemeyin” dedim. Birkaç gün sonra İstanbul’a gelmiştim. Bu hadiseyi Efendi Hazretlerine anlattım. Buyurdular ki: “Sakın o tefsiri okuma; hattâ eve gidince hepsini yak! İlim sahibi olmaksızın tefsir okuyanların imanı gider” buyurdu. Ben de hocamın sözüne ittibâ ettim.[2]

***

Tefsir yakarak İslâmı korumayı kendisine vazife edinen bir kısım ulemâmızın bu yaman mücadeleleri din muhafızlığı alanında gözle görünür bir eser ortaya koyamadı, ama estirdikleri tedhiş havası ehl-i iman arasında Kur’ân’a karşı bir ürkeklik vücuda getirmekte tartışma götürmez bir başarı kaydetti. Maalesef onların bu tesirlerinden Risale-i Nur cemaatleri de hariç kalamadı. Bu kadar zaman sonra, hâlâ, Risale-i Nur talebelerinin bile birçoğunun bir meal veya tefsirin kapağını – eğer açabilirlerse – tereddütle açtıklarını görüyoruz. (Nitekim sırf bu korkuyu yenmekte bir kısmımıza faydası olur ümidiyle bu yazı serisinin önemli bir kısmını bu konuya ayırdık.)

Oysa Risale-i Nur, geçen bölümde de temas ettiğimiz gibi, bir Kur’ân okuma rehberi idi. Onun dâvâsı iman dâvâsıydı; zamanın bunalımları arasında iki dünya saadetini birden kaybetme tehlikesiyle yüz yüze kalan insanlara ebedî kurtuluş yolunu gösteriyordu. Ama bunu eski kitapların yaptığı gibi değil, Kur’ân’ın yaptığı gibi yapıyordu. İnsanları doğrudan doğruya Allah’ın rahmetine çağırarak, gökler ve yer sayfalarında yazılı kudret ve rahmet âyetlerini Kur’ân âyetleriyle beraber okuyup okutarak, her yerde ve her hadisede İlâhî rahmetin eserini göstererek, kendilerini her taraftan kuşatmış bir rahmet ve muhabbet deryasına çağırıyordu. Bu çağrıda, iki dünya saadetinin yanı sıra, Allah’ın kitabını okumaya ve Âlemlerin Rabbine muhatap olmaya bir davet de vardı. Kendisi örnek olarak bazı âyetleri açıklıyor, insanların önüne böylece geniş bir tefekkür ufku açtıktan sonra “Sairlerini sen kıyas et” diyerek onları Rablerinin kelâmıyla baş başa bırakıyordu. 10. Bölümde bunun misallerini gördük. Hattâ şunu da gördük:

“Sen kıyas et” şeklindeki ifadeler bir yerde değil, birçok yerde tekrarlanıyor ve bu tekrarlar açıkça gösteriyor ki, bu eserin müellifi, okuyucusundan konuyu orada bırakmamasını istiyor; buradan aldığı bilgi, bakış açısı ve tekniklerle Kur’ân’a yönelmesini istiyor; daha başka âyetlerde Rabbinin kendisine neler söylediğini daha geniş bir anlayışla kavramaya çalışmasını istiyor.

Kısacası, Risale-i Nur’a – kendi tarifine uygun şekilde – şeffaf bir eser olarak bakıp onun arkasından Kur’ân’ı net bir şekilde görmesini ve ona intikal etmesini istiyor; daha doğrusu, kullandığı fiil kiplerinden de anlaşılacağı gibi, bunu ona emrediyor.

Dahası var:

“Biz avâmız, anlamayız” gibi itirazların da önünü peşin peşin kapatıyor ve “Avâm bu âyetten şunu anlar, bedevî şu nasibi alır, edebiyatçı şunu anlar, âlim bunu anlar” gibi açılımlarla onlara yol da gösteriyor. Allah’ın ihsan ettiği aklı kullanacak olan insanları doğrudan doğruya Kur’ân ile buluşturmak isteyen bir âlim daha ne yapsın?

***

Bediüzzaman Risale-i Nur ile bize Kur’ân okumanın yollarını gösterdiği gibi, bazı somut hedefler de göstermiş ve bizim bu hedefler ışığında Kur’ân’a yönelerek bugünün insanına Kur’ân’ın ikramlarını bulup çıkarmamızı istemiştir. Kur’ân medeniyeti ile ilgili tarif ve tasvirleri bu hedeflerden biridir.

Risale-i Nur Müellifinin tarif ettiği medeniyetin nokta-i istinadı hak, hedefi fazilet, cihetü’l-vahdeti din ve vatan birliği, hayatta düsturu yardımlaşma, rehberi de hüdadır.[3] O bunları “Kur’ân medeniyetinin esasları” olarak tanımlamış, ancak ayrıntıya girmemiştir. Bu durumda Risale-i Nur talebelerinden beklenen şey Üstadın bu satırlarını biteviye okuyup durmak ve birgün bu okumalar sonucunda İslâm medeniyetinin kendi kendine yükselişe geçerek cihana hakim olmasını beklemek midir? Yoksa Üstadın önümüze koyduğu bu formül üzerinde yoğunlaşarak Kur’ân ve Sünnetin bize neler söyler söylediğini bulup çıkarmak, bu buluşlar üzerine güncel modeller inşa ederek bugünün insanına sunmak mıdır?

Aynı şekilde, Bediüzzaman, daha hayatının Birinci Said döneminde iken Asya’nın bahtını açacak olan anahtarı “meşveret ve şûrâ” olarak göstermiş ve hayatı boyunca da bu gayeyi takip etmiştir. Ancak aileden tutun, siyasetin en geniş dairelerine kadar hayatın muhtelif alanlarında bu anahtarın nasıl kullanılacağı konusunda bize “Alın, şunu yapın, arkasından şöyle yapın” şeklinde, adım adım uygulayacağımız bir formül vermemiştir. Acaba burada bize düşen şey “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır” sözünü tekrar tekrar okuyarak bu sözlerin bir gün sihirli bir anahtara dönüşüp de İslâm âleminin bahtını açacağı günü mü beklemektir? Yoksa bu sözün İslâm ve insanlık âleminin kaynaklarındaki köklerine inerek oradan Üstadın gösterdiği hedefe doğru yollar mı inşa etmektir?

Risale-i Nur, verdiğimiz bu iki misalin daha yüzlercesini, hattâ binlercesini okuyucuya sunacak muhteşem bir zenginliğe sahiptir ve bu zenginlik, hiç kuşkusuz, doğrudan doğruya Kur’ân’ın hazinelerinden Bediüzzaman’ın gönlüne yansıyan parıltılardan ibarettir. Ne var ki, önceleri amansız takip ve sindirme gayretlerine karşı biteviye bir var olma mücadelesi veren ve bu sebeple eserlerin ilmî yönüne eğilme fırsatını bulamayan Risale-i Nur cemaatlerinin merakı daha sonraki rahat dönemlerde kimi zaman siyaset, kimi zaman tarikat hevesi gibi arızî sebeplerle farklı hedeflere yönelmiş, bu yönelişler ihtilâf ve bölünmelerle neticelenmiş, ihtilâf ve bölünmeler de maalesef bu yola niçin çıktıklarını cemaatlerimize unutturmuştur. Bediüzzaman, Sebilürreşad’daki makalesinde şeriat kitaplarının doğrudan doğruya Kur’ân’ı göstermekten alıkoyan şeyi “mukallitlerin hatâsı” olarak gösteriyor ve bu hatâlar yüzünden Kurân’ın “tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek” derecesine düşmüş olmasından yakınıyordu. Ne yazık ki, başından sonuna kadar Kur’ân’ı anlatan ve doğrudan doğruya Kur’ân’ı gösteren Risale-i Nur’un da bugün gelinen noktada eski şeffafiyetini koruduğunu söyleyemiyoruz.

Birçokları bu tesbite hemen itiraz edecek ve cemaatler içinde en çok Kur’ân okuyan cemaat olduğumuzu bile iddia edeceklerdir; ancak biz Kur’ân’ı yüzünden okuyup hatim indirmekten ve mübarek günlerde cüz dağıtmaktan söz etmediğimiz gibi, bu seviyede kalan ve daha ileri gidemeyen bir okumayı Üstadın “Kur’ân’ı tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesine indirmek” şeklinde tanımladığını görmüş bulunuyoruz.[4] Kaderin tecellîsine bakınız ki, Bediüzzaman’ın Sebilürreşad’daki makalesini yayınlayışından tam bir asır sonra, Risale-i Nur’un kendisi bile “mukallitlerin hatâsı yüzünden” tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek muamelesi görüyor. Artık Risale okurken lügate bakmanın dahi caiz görülmediği, açıklama yapmanın ise ise bütün bütün yoldan çıkmak anlamına geldiği günlerdeyiz. Umumî derslerde Risale-i Nur okunurken İmam Şafiî’nin de gelip dinlediğine, ancak okuyan kişi açıklama yapmaya başlayınca dersi terk ettiğine dair şehir efsanelerinin kemal-i iftiharla anlatılıp kemal-i hamakatle alkışlandığını gördükçe insan merak etmekten kendisini alamıyor:

Acaba bu haller bize Fetö’den mi miras kaldı, yoksa Fetö gibi oluşumlara neşvünema veren şey içimizdeki bu Haşhaşî eğilimleri miydi?

Belki de Risale-i Nur tarihinin şu âna kadarki en önemli problemini ifade eden bu soruyu, ilerleyen bölümlerde de zaman zaman kendisini hatırlatacak olan bir sual olarak şimdilik bir kenara not etmekle yetiniyoruz. Ama önümüzdeki bölümlerde ele alacağımız konular ve açıklamalarla bu sorunun cevabı da herhalde açıklığa kavuşmaya başlayacaktır.

Şimdi ise, “Biz buraya nereden geldik?” sorusunun cevabını araştırmak ve Risale-i Nur ile Müellifinin İslâm dairesi içindeki asıl konumunu tekrar hatırlamak gerektiğini düşünüyoruz.

Bundan sonraki bölümde inşaallah buradan başlayacağız.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com


[1] Ekrem Buğra Ekinci, Hayatı ve Hatıralarıyla Seyyid Abdülhakim Arvasî (İstanbul: Arı Sanat Yayınları, 2017 [2. baskı]), s. 407.

[2] A.g.e., s. 351-352.

[3] Risale-i Nur Külliyatı, c. 1, s. 573; Hakikat Çekirdekleri (Mektubat), no. 61.

[4] Üstadın da mübarek gün ve gecelerde talebeleri arasında cüz paylaştırdığını söyleyerek bu tesbitimize itiraz edeceklere bir hatırlatma: Üstadın Kur’ân ile yegâne meşguliyeti bu değildi; ayrıca “tilâvetiyle teberrük olunan mübarek” tabirinin bizzat Üstada ait olduğunu da unutmayalım.

Bir Kur’ân okuma rehberi olarak Risale-i Nur (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-10)

Risale-i Nur’un çok kısa bir tarifi yapılacak olsa, herhalde ona en fazla yakışacak olan tarif, “Kur’ân okuma rehberi” olacaktır. Gerçi Kur’ân âyetlerini okuyuşu gibi kâinat âyetlerini okuyuşu da onun bir alâmet-i farikasıdır; ancak onun bu okuyuşu dahi yine Kur’ân’dan alındığı için, ilk tarifimizin bunu da kapsayacağı aşikârdır.

Risale-i Nur başından sonuna kadar bir Kur’ân okuma rehberi olmakla birlikte, onun en fazla ihmal edilen yönü de ne yazık ki budur. Aşağıda vereceğimiz birkaç tane nümuneyi incelerken, Kur’ân okumalarımıza bu misallerden ne kadarını yansıtabildiğimizi de şöyle bir düşünecek olursak, bu tesbitimizin mübalâğa içermediği görülecektir.

Aslında her bir risale bir âyetin açtığı kapıdan hayata bir bakış, bir gözlem, bir tefsir, bir açılım içerir; bu bakımdan, hangi risaleyi açacak olsak orada bize Kur’ân okumayı öğreten bir muallim buluruz. Mucizat-ı Kur’âniye adlı Yirmi Beşinci Söz ise, münhasıran Kur’ân-ı Kerimin benzersiz üstünlüklerini açıklayan bir risale olduğu için, okuyucu onun açıklamalarında Kur’ân okumayı öğreten pek çok teknikle de karşılaşacaktır. Bu konu başlı başına bir kitabı fazlasıyla dolduracak bir bahis olduğundan, numune olarak bu açıklamalardan bir iki tanesine temas edip geçeceğiz.

Bu tekniklerden bir tanesi, “Ârif olan mektubu sonundan okur” şeklindeki atasözümüzü hatırlatan bir yaklaşımla âyetlerin sonlarına dikkatimizi çeker. Gerçekten de bu, Kur’ân’ın çok önemli olmakla birlikte fazla üzerinde durulmayan bir özelliğidir. Kur’ân-ı Kerim, bu şekilde, âyetin söz ettiği konu veya konuların özünü, ruhunu, asıl mânâsını, dayandığı büyük hakikati, ait olduğu büyük resmi gösterir. Böylece âyetin muhtevâsı Kur’ân’ın bütününe bağlanır; Kelâmullahın temel mesajları o âyetin muhtevâsına bir ruh halinde nüfuz eder. En cüz’î bir olaydan bahseden bir âyet, muhatabını o ayrıntıda bırakmaz; onu soyut düşüncenin en üst mertebelerine yükseltir ve birden bire, hayatın en ince teferruatında varlık âleminin en yüce hakikatlerini görebilecek bir bakış açısına kavuşturur. Böylelikle, en ayrıntılı ahkâm âyetleri bile hiçbir zaman cansız ve ruhsuz birer yasa maddesi halini almaz; hayatın bütün gözeneklerine nüfuz eden bir ruh olur ve okuyucuyu İslâmın ve insanlığın her türlü güzellikleriyle süsleye süsleye nihayet bir fazilet âbidesine dönüştürür. Bunun bir misaline Bakara sûresinin 237. âyetine atıfta bulunduğumuz 8. Bölümde temas etmiştik.

Burada ihmal edilmemesi gereken bir nokta da şudur: Kulların fiillerini düzenleyen âyetlere hayat veren şey, Ulûhiyete dair beyan ve tasvirlerdir ki, bunlar da yine en müessir bir şekilde âyet sonlarında yer alır ve ait olduğu âyetin, hattâ Kur’ân’ın ruhunu bal özü gibi okuyanın benliğine akıtır. Böylece, Kur’ân’ın hiçbir beşer tarafından tahrif edilemeyecek sağlamlıktaki itikad esasları, onu sürekli okuyan mü’minin aklında, kalbinde ve ruhunda günlük dozlar halinde tazelenir, takviye edilir ve hayatın bütün safhalarında tesirini gösterecek şekilde zinde tutulur. Beşerî münasebetlerle ilgili âyetlerin sonlarındaki yönlendirmeler de bunun üzerine eklenince, mü’minin âlemindeki Kur’ân yaşanan bir hayat halini alır ve onu, tıpkı bal yapmak için yaratılmış bir arı gibi, her türlü şart altında daima hayır ve fazilet üretmeye programlanmış üstün bir varlık haline getirir.

***

Şimdi, Risale-i Nur’un dikkatimizi âyet sonlarına yönlendiren bahislerinden, Ulûhiyet tasvirlerine dair bir iki misale göz atalım. Bu arada, metni okurken, Bediüzzaman’ın en derin soyut hakikatleri “Mahlûkat lâfız, Esmâ ise mânâdır” gibi tanımlarla nasıl somut hale getirerek zihnimizde canlandırdığını da görmeden geçmeyelim. Çünkü bu tanımlar Kur’ân’ın yüksek ve soyut mânâlarını kavramakta bize yol gösteren son derece önemli teknikler içermektedir.


DÖRDÜNCÜ NÜKTE-İ BELÂĞAT: Kur’ân kâh olur, mahlûkat-ı İlâhiyeyi bir tertiple zikreder; sonra o mahlûkat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle, güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o ayna-misal tertibinden cilvesi bulunan esmâ-i İlâhiyeyi gösteriyor. Güya o mahlûkat-ı mezkûre elfazdır; şu Esmâ onun mânâları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülâsalarıdırlar. Meselâ,

وَلَقَدْخَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ مِنْ سُلاَلَةٍ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِى قَرَارٍ مَكِينٍ  ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَ فَتَبَارَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ

[And olsun, Biz insanı çamurun özünden yarattık | Sonra ona sağlam bir karar yerinde bir nutfe yaptık |Sonra nutfeyi aleka halinde, alekayı mudga halinde yarattık. Mudgayı da kemik halinde yarattık; kemiklere ise et giydirdik. Sonra da onu bambaşka bir yaratışla inşa ettik.  Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!] [1]

İşte, Kur’ân, hilkat-i insanın o acip, garip, bedî, muntazam, mevzun etvârını öyle ayna-misal bir tarzda zikredip tertip ediyor ki, فَتَبَارَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ  içinde kendi kendine görünüyor ve kendini dedirttiriyor. Hattâ, vahyin bir kâtibi, şu âyeti yazarken, daha şu kelime gelmezden evvel şu kelimeyi söylemiştir. “Acaba bana da mı vahiy gelmiş?” zannında bulunmuş. Halbuki, evvelki kelâmın kemâl-i nizam ve şeffafiyetidir ve insicamıdır ki, o kelâm gelmeden kendini göstermiştir.

Hem meselâ,

اِنَّ رَبَّكُمُ اللهُ الَّذِى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ اَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَاْلاَمْرُ تَبَارَكَ اللهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ

[Sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan,  sonra da Arş üzerine kurulan  Allah’tır. O, gecenin örtüsünü, onu peşi sıra kovalamakta olan gündüzün üstüne atar.  Güneşi, Ayı ve yıldızları da O emrine boyun eğmiş olarak yarattı. Bilin ki, herşeyin yaratılışı da, idaresi de Ona aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir!] [2]

İşte, Kur’ân şu âyette, azamet-i kudret-i İlâhiye ve saltanat-ı rububiyeti öyle bir tarzda gösteriyor ki, güneş, ay, yıldızlar emirber neferleri gibi emrine müheyyâ, gece ve gündüzü beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi birbiri arkasında döndürüp âyât-ı rububiyetini kâinat sayfalarında yazan ve Arş-ı Rububiyetinde duran bir Kadîr-i Zülcelâli gösterdiğinden, her ruh işitse, “Bârekâllah, mâşaallah, fetebârekâllahü Rabbü’l-Âlemîn” demeye hâhişger olur. Demek, تَبَارَكَ اللهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ sâbıkın hülâsası, çekirdeği, meyvesi ve âb-ı hayatı hükmüne geçer.[3]

***

Biz kâinatta olup bitenlerin hep sebepler vasıtasıyla ve onlarla beraber ortaya çıktığını görürüz. Tohum toprağa düşer, orada çatlar ve bir filiz halinde yeryüzüne çıkar, yağmur yağar, güneş açar, filiz büyür, ağaç olur, meyve verir, ilh. Halbuki Kur’ân bütün bunları sebeplerin değil, Allah’ın yarattığını bize anlatmaktadır. Bediüzzaman ise Kur’ân’ın anlatışını öyle bir tasvir eder ki, bu tasviri okuduktan sonra, dönüp de evvelce okuduğumuz âyetleri tekrar tekrar okumak ve sebepler ile müsebbepler arasında Esmânın doğuşunu, en muhteşem fecir manzaralarının heyecanıyla tekrar tekrar seyretmek isteriz. Lütfen aşağıdaki satırları ağır ağır, sindire sindire, bir yağlıboya tablonun detaylarını inceliyormuşçasına, her çizgisini ve her rengini hafızanıza nakşetmeye çalışarak okuyunuz. Kelime anlamları ile ilgili problemleri ise, Risale-i Nur’dan naklettiğimiz metinleri http://erisale.com/ sitesinden takip ederek çözebilirsiniz:

YEDİNCİ SIRR-I BELÂĞAT: Kâh oluyor ki, âyet, zâhirî sebebi icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için, müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor — tâ anlaşılsın ki, sebep yalnız zâhirî bir perdedir. Çünkü gayet hakîmâne gayeleri ve mühim semereleri irade etmek, gayet alîm, hakîm birinin işi olmak lâzımdır. Sebebi ise şuursuz, câmiddir.

Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder. Matlaları, o mesafe-i mâneviyedir. Nasıl ki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Halbuki, daire-i ufk-u cibalîden semânın eteğine kadar, umum yıldızların matlaları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi, esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i mâneviye var ki, imanın dürbünüyle, Kur’ân’ın nuruyla görünür. Meselâ,

فَلْيَنْظُرِ اْلاِنْسَانُ اِلٰى طَعَامِهِ   اَنَّا صَبَبْنَا الْمَۤاءَ صَبًّا   ثُمَّ شَقَقْنَا اْلاَرْضَ شَقًّا   فَاَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا   وَعِنَبًا وَقَضْبًا     وَزَيْتُونًا وَنَخْلاً   وَحَدَۤائِقَ غُلْبًا   وَفَاكِهَةً وَاَبًّا  مَتَاعًا لَكُمْ وَ ِلاَنْعَامِكُمْ

[İnsan yediklerine baksın | Biz suyu bol bol yağdırdık | Sonra toprağı yardıkça yardık | Ondan taneler | Üzümler, sebzeler | Zeytinler, hurmalar | Bol ağaçlı bahçeler | Meyveler, otlaklar bitirdik: | Sizin ve hayvanlarınızın yararlanması için.] [4]

İşte şu âyet-i kerime, mu’cizât-ı kudret-i İlâhiyeyi bir tertib-i hikmetle zikrederek esbabı müsebbebâta raptedip, en âhirde مَتَاعًا لَكُمْ lâfzıyla bir gayeyi gösterir ki, o gaye, bütün o müteselsil esbab ve müsebbebat içinde o gayeyi gören ve takip eden gizli bir Mutasarrıf bulunduğunu ve o esbab Onun perdesi olduğunu ispat eder.

Evet, مَتَاعًا لَكُمْ وَلاَنْعَامِكُمْ tabiriyle, bütün esbabı icad kabiliyetinden azleder. Mânen der: Size ve hayvânâtınıza rızkı yetiştirmek için su semâdan geliyor. O suda, size ve hayvânâtınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak nebâtâtıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor; Birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîmin perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zîhayatlara uzatıyor. İşte şu beyanattan Rahîm, Rezzâk, Mün’im, Kerîm gibi çok esmânın matlaları görünüyor.

Hem meselâ,

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللهَ يُزْجِى سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلاَلِهِ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُصِيبُ بِهِ مَنْ يَشَۤاءُ وَيَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَۤاءُ يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِاْلاَبْصَارِ     يُقَلِّبُ اللهُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لَعِبْرَةً ِلاُولِى اْلاَبْصَارِ   وَاللهُ خَلَقَ كُلَّ دَۤابَّةٍ مِنْ مَۤاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلٰى بَطْنِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلٰى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلٰۤى اَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللهُ مَا يَشَۤاءُ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ

[Görmedin mi: Allah bulutları azar azar sevk eder;  sonra onları birleştirir ve üst üste yığar. Derken, onun arasından yağmurun çıktığını görürsün. Allah gökten öyle dağlar indirir ki, bazan onda dolu da bulunur; onu Allah dilediği kimsenin başına indirir, dilediğinden de uzak tutar.  Onun şimşeğinin  parıltısı ise gözü alacak gibidir. | Allah gece ile gündüzü birbirine çevirir. Görecek gözü olanlar için işte bunda bir ibret vardır. | Hareket eden her canlıyı Allah sudan yaratmıştır.  Onlardan kimi vardır, karnı üstünde sürünür. Kimi vardır, iki ayak üstünde yürür. Kimi de vardır, dört ayak üstünde yürür. Allah ne dilerse onu yaratır. Çünkü Allah’ın gücü herşeye yeter.] [5]

İşte, şu âyet, mu’cizât-ı rububiyetin en mühimlerinden ve hazine-i rahmetin en acip perdesi olan bulutların teşkilâtında, yağmur yağdırmaktaki tasarrufât-ı acîbeyi beyan ederken, güya bulutun eczaları cevv-i havada dağılıp saklandığı vakit, istirahate giden neferat misillü, bir boru sesiyle toplandığı gibi, emr-i İlâhî ile toplanır, bulut teşkil eder. Sonra, küçük küçük taifeler bir ordu teşkil eder gibi, o parça parça bulutları telif edip, kıyamette seyyar dağlar cesamet ve şeklinde ve rutubet ve beyazlık cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan o sehab parçalarından, âb-ı hayatı bütün zîhayata gönderiyor. Fakat o göndermekte bir irade, bir kast görünüyor. Hâcâta göre geliyor; demek gönderiliyor. Cevv berrak, sâfi, hiçbir şey yokken, bir mahşer-i acaip gibi, dağvâri parçalar kendi kendine toplanmıyor. Belki zîhayatı tanıyan Birisidir ki, gönderiyor. İşte, şu mesafe-i mâneviyede Kadîr, Alîm, Mutasarrıf, Müdebbir, Mürebbî, Mugîs, Muhyî gibi esmâların matla’ları görünüyor.[6]

***

Risale-i Nur, özellikle Yirmi Beşinci Söz, Kur’ân’ı anlayarak okumaya çalışanlar için, bu verdiğimiz örnekler gibi daha nice numuneleri bize sunar; ancak işi burada bırakmaz, daha doğrusu bizim işi burada bırakmamızı istemez. Verilen misallerin sonlarındaki şu ifadelere bakınız; hepsi de, tekrar tekrar, okuyucuyu burada kazandıkları bilgiyle Kur’ân’ı okumaya ve kıyas yapmaya çağırıyor:

Daha sair âyâtın mânâlarındaki kuvvet ve belâgati ve ulviyet-i ifadesini bunlara kıyas et.[7]

İşte, sair noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve âli bir üslûbu var, gör.[8]

İşte, tufan gibi bir hadise-i umumiyeyi bütün netaiciyle, hakaikiyle, birkaç cümlede, îcazlı, i’cazlı, cemalli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et.[9]

İşte, Kur’ân’ın câmiiyet-i lâfziye cihetiyle, kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan, her birisinin binler misallerinden yalnız nümune olarak birer misal getirdik. Âyeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin.[10]

İşte, şu misallerden, kıssa-i Musa aleyhisselâm ve Benî İsrail’in sair cüzlerini ve sair kıssalarını bu kıssaya kıyas et. . . . Ârife işaret yeter.[11]

Başka noktaları buna kıyas eyle; kuvvetin varsa istinbat et.[12]

Şimdi, Kur’ân’ın i’câzıyla ilgili örneklerin sonunda yer alan bu emir cümlelerini önümüze koyup düşünelim:

Üstadın bu cümleleri bizi neye yönlendiriyor?

Ve, daha da önemlisi:

Biz bu yönlendirmeden nasıl bir nasip alıyoruz?

Bunlar da inşaallah bir sonraki bölümün konusu olacaktır.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com


[1] Mü’minûn sûresi, 23:12-14.

[2] A’râf sûresi, 7:54.

[3] Risale-i Nur Külliyatı, c. 1, s. 189-190.

[4] Abese sûresi, 80:24-32.

[5] Nur sûresi, 24:43-45.

[6] Risale-i Nur Külliyatı, c. 1, s. 191-192.

[7] A.g.e., s. 165.

[8] A.g.e., s. 166.

[9] A.g.e., s. 167.

[10] A.g.e., s. 176.

[11][11] A.g.e., s. 180.

[12][12] A.g.e., s. 193.

Nasıl meal okuyalım: 2 (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-9)

Meal okuyalım diyoruz, ancak bunu sıradan bir okuma değil, ömür boyu sürecek bir ders şeklinde düşünmek daha doğru olur. Onun için, hayatımızda meal okumalarına yer ayırırken, bunu özenli bir şekilde yapmak ve bazı usulleri dikkate almak yahut geliştirmek gerekecektir. Bu konuda herkesin kendisine göre farklı usul ve metodları olabilir; biz de önemli bulduğumuz bazı hususları maddeler halinde açıklamaya çalışacağız.


TEFEKKÜRLE OKUMAK

Kur’ân-ı Kerimin ilk muhatapları olan ve onu doğrudan doğruya Resulullahtan ders alan Sahabîlerin Kur’ân okumada en ziyade önem verdikleri şeyin tefekkür ve uygulama olduğunu biliyoruz. Onlar Kur’ân-ı Kerimden bir şey öğrendikleri zaman, onu iyice anlayıp hayatlarına uygulamadıkça başka bir âyete geçmezlerdi. Sahabenin büyük âlimlerinden Abdullah b. Ömer’in Bakara sûresini bu şekilde okuyarak sekiz senede bitirdiği rivayet edilmiştir.[1] Zaten tefekkür Kur’ân-ı Kerimde pek çok defalar tekrarlanan ve tıpkı namaz ve oruç gibi mutlaka yerine getirilmesi gereken bir emirdir. Ve bu emir, düşünmenin çeşitli yönlerini ifade eden tefekkür, taakkul, tedebbür, teemmül, tezekkür, ibret, nazar gibi kavramlarla pek çok âyette bize tekrar tekrar hatırlatılmıştır.[2] Birkaç misal:

Onlar Kur’ân’ı okuyup düşünmezler mi? Eğer o Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, içinde pek çok çelişki bulacaklardı.[3]

Bu kutlu bir kitaptır ki, âyetleri üzerinde iyice düşünsünler ve aklıselim sahipleri öğüt alsın diye sana indirmiş bulunuyoruz.[4]

Onlar bu sözü düşünmüyorlar mı? Yoksa gelip geçmiş atalarına gelmeyen şey onlara mı geldi?[5]

Onlar Kur’ân’ı tefekkür etmiyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilit mi var?[6]

Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, sen onu Allah korkusundan baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri Biz insanlara tefekkür etsinler diye veriyoruz.[7]


İKİ TÜRLÜ OKUMA

Günlük meal okumalarının iki bölüme ayrılmasını tavsiye edebiliriz. Bunlardan biri, yukarıda temas ettiğimiz türden, âyetler üzerinde ayrı ayrı durarak onların mânâlarını, onlardan çıkarılacak sonuçları, hayatımıza yansıtacağımız dersleri düşünmeye, eğer iki veya daha fazla kişiyle beraber okunuyorsa bunları müzakere etmeye ayrılabilir. Bu okumayı ciddî bir eğitim faaliyeti olarak düşünüp imtihana hazırlanan bir öğrenci heyecanıyla uygulamakta fayda vardır.

Bu derin okumaya paralel şekilde ikinci bir okuma da, üzerinde fazla durmaksızın, normal bir sür’atle okumak şeklinde uygulanacak olursa, bunun da çok faydası görülecektir. Her ne kadar bu tür okuyuşta okuduğumuz yerler hafızamızdan uçup gidiyor zannetsek bile, sebat edildiğinde durumun böyle olmadığı görülecektir. Çünkü sürekli olarak okuduğumuz takdirde, her okuyuş, biz fark etmesek bile, hafızada bir iz bırakacak ve zamanla bu izler bazı hoş sürprizlerle bize kendilerini hatırlatacaklardır. Şunu da dikkate almak gerekir ki, Kur’ân-ı Kerim, sûre ve âyetleri birbirini açıklayan bir kitaptır. Onu okurken bir yerde zihnimizde belirip de çözemediğimiz bir sorunun cevabı başka bir yerde karşımıza çıkabilir. Bir âyet, daha önce okuduğumuz bir âyetin mânâ ve kapsamını daha başka bir boyuta taşıyabilir. Daha önce okuduğumuz bir kıssanın başka bir yerdeki anlatımında, o kıssanın daha başka bir açıdan çekilmiş fotoğrafını ve daha başka dersler içeren ayrıntılarını bulabiliriz. Kur’ân âyetlerinin bu şekilde birbirini açıklaması, Kur’ân’ın sürekli olarak okunmasını ve böylece hayatımızın Kur’ân’dan ayrı düşmemesini sağlayan bir özelliğidir.

Bu iki tür okumayı bir arada uygulayan kimseler, ömürleri boyunca Kur’ân’ın daha önce akıllarından geçmeyen mânâlarını keşfetmeye devam edecekler, sürekli olarak Kur’ân’ın sürprizleriyle karşılaşmanın heyecanını yaşayacaklar; bu arada devamlı okuma sayesinde kaydettikleri ilerleme ve keşifler onların yeni keşiflerini azaltmayacak, bilâkis daha da çoğaltacak ve renklendirecektir. Çünkü Kur’ân okulunun sonsuzluğa uzanan merdivenlerinde yükseldikçe genişleyen bakış açıları her seferinde onların önüne daha geniş bir manzarayı serecek, bu geniş manzarada daha çok sorular yeşerecek, o soruların peşine takılanlar buldukları cevaplarla daha geniş ve zengin manzaralara kavuşacaklar, böylece bu macera heyecanını gittikçe arttırarak sonsuza kadar sürüp gidecektir.


MEAL Mİ, TEFSİR Mİ?

Bazılarımız meal yerine tefsir okumayı tavsiye ediyorlar; ancak biz bu kanaatte değiliz. Çünkü tefsirde Allah’tan inen ile müfessirden gelen şey bir aradadır; Kur’ân’ı yeni okuyanların ise bu ikisini birbirinden ayırt etmesi çoğu zaman mümkün olmaz. Bunun sonucu olarak da müfessirin yorumunu Kur’ân’ın kendisi olarak algılayabilir.

Bununla beraber, okuyucunun, meallerde karşılaşabileceği müphem meseleler veya problemler için gerektiğinde tefsirlere başvurmasında hiçbir sakınca yoktur. Zira bu durumda okuyucu önce tercümeyi okuduğu için, neyin Kur’ân’dan, neyin tefsirden olduğunu ayırt edebilecek durumdadır.


NÜZUL SEBEPLERİ

Kur’ân-ı Kerimde nüzul sebepleri bilinen, daha doğrusu bilinmesi gereken ve bu sebeple kitaplara geçen âyet sayısı azdır. Bunların da büyük kısmı, ahkâm çıkaracak olan fakîhler için bir anlam taşır. Geriye kalanlar içinde de, nüzul sebebi bilinmeden doğru anlaşılamayacak olan âyet sayısı pek azdır. Bu bakımdan, meal okuyucusu için nüzul sebeplerine vakıf olmayı gerektirecek bir durumun pek seyrek şekilde söz konusu olabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

“Peki, gerekmese bile nüzul sebeplerini araştırmakta bir sakınca olabilir mi?” diye sorulursa, “Evet, olabilir” diye cevap veririz. Çünkü nüzul sebepleri, bundan on dört asır önce başka bir iklimde cereyan etmiş olaylardan ibarettir. Sürekli olarak âyetleri o günün olayları çerçevesinde anlamaya veya açıklamaya çalışırsanız, okuduğunuz âyetler o günlerin bir mirası olarak dünyanıza girer. Bu ise Kur’ân’dan günümüze yansıyan dersleri çıkarabilmeyi zorlaştırır, hattâ tamamen devreden bile çıkarabilir.


GÜNÜMÜZE İNEN ÂYETLER

Kur’ân’ın inişi her ne kadar Asr-ı Saadette tamamlanmış ise de, her zaman ve her coğrafyada onun yeni yeni mânâları ve feyizleri gönüllere inmeye devam ediyor. Hiç şüphesiz, bugünün insanına da o yeni birşeyler söyleyecektir ve söylemektedir. Kur’ân’dan bugün okuduğumuz Musa kıssasını bu sabah ve bu memlekette inmiş gibi okuduğumuzda, zihnimizde beliren “Birden bire bu kıssayı anlatan âyetler niçin indi? Bize neyi anlatıyor? Musa nerede, Firavun hani, Haman kim, Karun kim? Biz bu hikâyenin neresindeyiz?” soruları da başka bir anlam ve bir canlılık kazanmayacak mıdır? Veya “Putların pisliğinden ve yalan sözden kaçının”[8] meâlindeki âyeti o dakikada bizim dünyamıza inmiş olarak okuduğumuz zaman birden bire irkilerek putların da, yalan sözün de hayatımızdaki yerini sorgulamaya başlamayacak mıyız? Sonra, “Yalan söz niçin Allah’a ortak koşmakla beraber sayıldı? Biz ne yaptık da bu iki büyük günahın ikisinden birden bizi sakındıran bir âyet dünyamıza indi?” gibi soruların peşine düşebiliriz; ve ancak o zaman Kur’ân bizim dünyamıza iner ve bizimle konuşmaya başlar.


HANGİ MEAL(LER)?

“Hangi meâli okuyalım?” şeklindeki sorular her ne kadar fazlaca sorulsa da, bizce, bundan daha önemli olan bir tavsiye, bir değil birkaç meâli bir arada okumaktır. Böylelikle tek bir bakış açısına mahkûm kalınmamış olur. Tek kitaba bağlı kalmak her zaman riskli bir iştir; zamanla o kitap Kur’ân’ın yerini alabilir. Onun için, size ısrarlı bir şekilde tek bir kitap tavsiye edenler hakkında dikkatli olmakta fayda vardır. (İleride nasip olursa bu konu üzerinde ayrıca duracağız.)

Bu konuda pratik bir yol olarak http://www.kuranmeali.com/ sitesini tavsiye edebiliriz. Burada belli başlı meallerin büyük çoğunluğunu bulabilir, bunları tek tek okuyabileceğiniz gibi âyetleri karşılaştırabilir, bu arada kırık mealle âyetlerin kelime kelime tercümesini görebilir, gerek Kur’ân’da ve gerekse mealler içinde arama yapabilir, konu fihristinden de faydalanabilirsiniz.


KUR’ÂN KAVRAMLARINA DİKKAT

Rahmet, hamd, şükür, rızık, hidayet, hikmet, nimet, infak, ihsan, takvâ gibi yüzlerce kavram vardır ki, Kur’ân onu bizim lisanımıza ve dolayısıyla hayatımıza yerleştirmiştir. Bunlar bizim inancımızı, hayata bakış açımızı, kimliğimizi şekillendiren kavramlardır. Meselâ besinleri rızık olarak adlandırmak suretiyle, istifademiz için bizlere sunulmuş sayısız nimetleri bize ikram eden bir Rızık Vericiye inandığımızı dile getirmiş oluruz. Bizim çarşı-pazardan aldığımız gıdalar mal olmaktan çıkıp nimete dönüşür. Nimet bizi Nimet Vericiye (Mün’im) yönlendirir. Bu yönlendirme şükran duygusunu uyandırır ve bizi şükreden bir kul haline getirir. Şükür ise hayatımızı tepeden tırnağa değiştirir ve gerçekten “hayat” denmeye lâyık hale getirir. Daha başka bir kavram bizi adaletle, bir başkası hikmetle, daha başkası ihsan ile tanıştırır. Böylece, Kur’ân bizim hayatımızın kılcal damarlarına kadar nüfuz eder, ruhumuz olur. Kur’ân’ın kendisi için “ruh” ismini kullanması işte bu mânâyı dile getirmektedir.[9]

Bu konuda dikkat çekmek istediğimiz husus şudur: Bazı yeni meallerde zaman zaman bu kavramların başka kelimelerle yer değiştirmiş olma ihtimaline karşı, takip ettiğiniz mealler arasında eski ulemamıza ait meallerden birisini de bulundurmanız yararlı olacaktır. Zira Kur’ân ile düşünmek ve yaşamak, aynı zamanda, Kur’ân’ın kavramlarıyla düşünmek ve yaşamaktır.


YAŞAMAK İÇİN OKUMAK

Şunu hiçbir zaman unutmayın: Bütün bu okumaların gayesi, okuduklarımızı yaşamaktır. Kur’ân’ı, onun meâlini veya tefsirini okuyorsak, Yer ve Gökler Rabbinin bizden ne istediğini, bize neyi anlattığını, bize neyi emredip neyi yasakladığını ve bize bu hayatta hangi hedefleri gösterdiğini anlamak için okuyoruzdur. Bu niyetle Kur’ân’a yöneldiğimiz ve bu niyetimizi okumalarımızda muhafaza ettiğimiz takdirde, kendimizi çok değerli bir mevkide buluruz. Her birimizin Allah tarafından sanki bir kâinat yaratılırcasına ihtimamla yaratılmış, rızıkların ve her türlü nimetlerin en üstünleriyle ağırlanmakta olan aziz bir misafir olarak Kur’ân’a muhatap olduğunu anlarız. Onun bize olan muamelesinden, başka kullara nasıl muamele etmemiz gerektiğini öğreniriz. Onun bize verdiklerinden Onun ihsan ettiği gibi ihsan etmeyi, Onun affedişinden Onun gibi affetmeyi öğreniriz. Kur’ân’ı okudukça onun bize en üstün fazilet mertebelerini hedef olarak gösterdiğini, böylelikle bizi insanlığın en yüce güzellikleriyle bizi süslemek istediğini görürüz. Ama unutmayalım, bütün bunlar niyete bağlıdır. Hangi meâli elinize alırsanız alın, ona mutlaka bu niyetle yaklaşın ve bu niyeti bütün okumalarınızda muhafaza etmeye bakın.


KUR’ÂN’DAN BİR UYARI

Hadîd sûresindeki bir âyet-i kerimede Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“İman edenlerin, Allah’ın zikrine ve hak olarak inen Kur’ân’a karşı kalplerinin yumuşaması için zaman hâlâ gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasın ki, üzerlerinden uzun bir zaman geçince kalpleri katılaşmış ve birçoğu da yoldan çıkmıştı.[10]

Abdullah ibni Mesud diyor ki: “Bizim Müslüman olmamızla, Allah Teâlânın bizi bu âyetle azarlamasının arasından sadece dört yıl geçmişti.”[11]

Kur’ân ile meşgul olanların, tabii bu arada meâl okuyucularının, bu âyeti ve bu açıklamayı zaman zaman hatırlamaları, Kur’ân’a karşı kalpleri yumuşak tutmak hususunda herhalde faydalı olacaktır.

Bundan sonraki bölümde, Kur’ân okuma konusunda Risale-i Nur’da yer alan ve herkesin istifade edeceği tekniklerden bazılarını nümune olarak zikredeceğiz.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com


[1] Muvatta’, Kur’an: 4.

[2] Konuyu dağıtmamak için, takip eden âyet meallerinde bu kavramları ayrı ayrı belirtmedik. Konunun ayrıntıları için DİA’ya ait https://islamansiklopedisi.org.tr/dusunme adresine başvurabilirsiniz.

[3] Nisâ, 4:82.

[4] Sâd, 38:29.

[5] Mü’minûn, 23:68.

[6][6] Muhammed, 47:24.

[7] Haşir, 59:21.

[8] Hac, 22:30.

[9][9][9] Bkz. Nahl, 16:2; Mü’min, 40:15; Şûrâ, 42:52.

[10] Hadîd, 57:16.

[11] Müslim, Tefsir: 24; İbni Mâce, Zühd: 19.

Nasıl meal okuyalım: 1 (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-8)

Mü’minlerin annesi Ümmü Seleme (r.a.) birgün saçını taratıyordu. O sırada mescidden Resulullahın (s.a.v.) sesi işitildi.

“Ey insanlar!” diye sesleniyordu Allah’ın Elçisi.

Ümmü Seleme saçını tarayan kıza “Bırak,” dedi, “sonra tararsın.”

Kız onun bu telâşına bir mânâ verememişti. “Resulullah kadınları çağırmıyor ki, erkekleri çağırıyor” dedi.

Ümmü Seleme “Ben de insanım” dedi ve hemen toparlanarak mescide, Allah’ın Resulünü dinlemeye koştu.[1]

Ümmü Seleme annemizin bu duyarlılığında, kıyamete kadar gelecek olan bütün nesillere örnek teşkil edecek bir model vardı: Kendisine Allah’tan veya Onun Resulünden bir hitap ulaştığı zaman, erkek veya kadın hiç bir mü’minin o hitaba cevap vermekten daha önemli bir işi olamazdı.

Bugün Allah’ın Resulü cismen aramızda yok; ama getirdiği kitap bize seslenmeye devam ediyor:

Bazan “Ey insanlar” şeklinde genel bir hitapla, bazan da “Ey iman edenler” şeklinde daha özel bir iltifatla.

Resulullahın bize getirdiği Kur’ân’ı bizzat ondan öğrenip ümmete öğreten Sahabîlerin en önde gelenlerinden biri olan İbni Mesud (r.a.) da Kur’ân’ın özel hitaplarına dikkat çekiyor ve diyor ki:

“Allah’ın ‘Ey iman edenler’ hitabını işittiğinde kulağını iyice aç; çünkü orada ya Onun emrettiği bir iyilik, ya da yasakladığı bir kötülük vardır.”[2]

***

Kur’ân’ın “Ey insanlar” ve “Ey iman edenler” şeklindeki hitapları, onun sadece belirli bir kesime değil, bütün insanlara ve bütün mü’minlere gönderilmiş bir kitap olduğunu gösterdiği gibi, bu çağrıyı işiten her insanın ve bilhassa her mü’minin de ona kulak vermekle yükümlü olduğunu gösterir. Bu durum ise, “Kur’ân’ı şunlar okusun, bunlar okumasın” şeklinde bir ayırım yapmamıza imkân bırakmamaktadır. Zaten bir insan için, özellikle bir mü’min için, kâinatı ve kendisini Yaratan, rızıklandıran, koruyan, gözeten, dua ettiğinde duasını işiten ve cevap veren Âlemlerin Rabbinden gelen bir hitaba mazhar olmak, tasavvur olunabilecek en büyük bir şeref ve iftihar vesilesi olduğu gibi, Büyük Hesap Gününde Âlemlerin Rabbi “Ben sana bir kitap göndermiştim; onu okudun mu?” diye sorduğunda yüzünü ak edecek bir cevap vermekten âciz kalmak da mahcubiyetlerin en kötüsü olsa gerektir. Ancak burada bir noktaya temas etmeden geçmeyelim:

Evet, herkes Kur’ân’ı okumalı, hem de anlamak için okumalı, ancak bundan Kur’ân’ı herkesin aynı seviyede anlayacağı mânâsı da çıkarılmamalıdır. Kur’ân âyetlerini sonsuz büyüklükte bir derya olarak düşünebiliriz; kimi ondan avuçla, kimi kupayla, kimi kovayla payını alırken, kimi de nasibini tankerlere yükleyip götürür. Hepsinin kabına giren aynı deryanın suyudur; mahiyet itibarıyla aralarında tam bir eşitlik bulunur. Ancak nasibin büyüklüğü söz konusu olduğunda, Kur’ân’ın muhatapları sayısınca farklılıklar ortaya çıkacaktır. Bu noktayı gözümüzün önünde bulundurursak, bir yanda “Biz Kur’ân’ı anlayamayız,” diğer yanda da “Kur’ân’ı herkes aynı şekilde anlar” şeklindeki iki aşırılığın arasında gidip gelmekten kurtuluruz.

“Farklı bilgi ve anlayış seviyelerindeki insanlar aynı âyeti okuyup da nasıl farklı kısmetlerle ellerini doldururlar?” diye merak ediyorsanız, öyle uzun âyetlere hacet bırakmadan, bu konuyu sadece iki kelimelik bir âyet üzerinden anlatan şu bahisteki örneklere bir bakınız. Kur’ân’ın birbirinden çok farklı seviyelerdeki insanlardan hiçbirini boş çevirmediğini; sıradan âmi bir insanı da, birbirinden çok farklı alanlarda uzmanlaşmış ilim ve hikmet sahibi kimseleri de, ellerini kendilerine münasip hediyelerle doldurarak ağırladığını göreceksiniz:


Meselâ [“Dağları zemininize kazık ve direk yaptım”][3] bir kelâmdır.

Bir âmînin [avâmdan, basit ve sıradan bir kimsenin] şu kelâmdan hissesi: Zahiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve nimetlerini düşünür, Hâlıkına şükreder.

Bir şairin bu kelâmdan hissesi: Zemin, bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire suretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları, o çadırın kazıkları misalinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâline hayretkârâne perestiş eder.

Hayme-nîşin bir edibin bu kelâmdan nasibi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güya tabaka-i türabiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i türabiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar, pek çok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder.

Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti: Küre-i zemin, bahr-i muhit-i havaîde veya esirîde yüzen bir sefine; ve dağları, o sefinenin üstünde tesbit ve muvazene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini muntazam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup aktâr-ı âlemde gezdiren Kadîr-i Zülkemâle karşı [Sen her türlü kusur ve noksandan münezzehsin. Ne yücedir Senin şânın!] der.

Medeniyet ve heyet-i içtimaiyenin mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini bir hane; ve o hane hayatının direği, hayat-ı hayvaniye; ve hayat-ı hayvaniye direği, şerâit-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı dağlardır. Zira dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı (gazat-ı muzırrayı tersip edip havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmisi (bataklıktan ve denizin istilâsından muhafaza eder) ve sair levâzımât-ı hayat-ı insaniyenin hazinesi olarak fehmeder. Şu koca dağları şu suretle hane-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maişetimize hazinedar tayin eden Sâni-i Zü’l-Celâl ve’l-İkrâma, kemâl-i tazimle hamd ü senâ eder.

Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasibi şudur ki: Küre-i zeminin karnında bazı inkılâbat ve imtizâcâtın neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizâzâtı, dağların zuhuruyla sükûnet bulduğunu ve medar ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâcıyla medar-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurucu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gazabı, dağların menâfiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder, tamamen imana gelir, “El-hikmetü lillâh” der.[4]


Aslına bakarsanız, “bir âmînin şu kelâmdan hissesi” ifadesi, bizim bir yığın söz ve delillerle anlatmaya çalıştığımız şeyi tek başına anlatıyor. Demek ki avam tabakasından bir adam da, kendi başına Kur’ân’ı – tabii ki meâlinden – okuyup anlayabiliyormuş!

***

Bizim Kur’ân karşısındaki yerimizi ve ondan nasibimizi belirleyecek olan en önemli unsur niyetimizdir. Hadis kitaplarının en birincisi Buharî’nin Sahîh’i de Resulullahın (s.a.v.) “Ameller niyetlere göredir”[5] mealindeki hadis-i şerifiyle başlar. Hangi seviyede bir okuyucu olursak olalım, Kur’ân-ı Kerimin karşısına “Âlemlerin Rabbinden öğüt almak” niyetiyle oturduğumuz takdirde, Kur’ân’ın da bize kapılarını ardına kadar açması beklenmelidir. Zaten Kur’ân da birçok âyetinde kendisini bize Allah tarafından indirilmiş bir öğüt kitabı olarak tarif eder:


Bu, bütün insanlar için bir açıklama, takvâ sahipleri için bir hidayet ve öğüttür.[6]

Bunlar Allah’ın âyetlerindendir ki, düşünüp öğüt alsınlar diye indirilmiştir.[7]

İyice düşünüp öğüt alsınlar diye, Biz bu Kur’ân’da insanlara her türlü misali vermişizdir.[8]

Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? İman edecek bir topluluk için, hiç kuşkusuz, onda bir rahmet ve öğüt vardır.[9]

Sen Kur’ân ile öğüt ver ki, kimse kazandığı günahlarla helâke sürüklenmesin.[10]

Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt, gönüllerin derdine devâ, mü’minlere hidayet ve rahmet gelmiştir.[11]

Biz Kur’ân’ı sana güçlük çekmen için indirmedik.
Onu Allah’tan korkan kimse için bir öğüt olarak indirdik.
O, yeri ve yüce gökleri Yaratanın katından peyderpey indirildi.[12]


Kur’ân’da “öğüt” anlamında “zikr, tezkire, mev’ize” gibi birçok kelime kullanılmıştır ki, bu kelimelerden her biri “öğüt” anlamının farklı yönlerini vurgulamaktadır. Biz burada sadece nümune kabilinden birkaç âyet zikrettik. Gerek Kur’ân’ın bu özelliğini vurgulayan âyetlerin çokluğu, gerekse ayrı ayrı mânâ inceliklerini ifade edecek kadar geniş bir kelime dağarcığı ile “öğüt” anlamına bu kadar sıklıkla atıfta bulunulmuş olması, Kur’ân’a nasıl bir tavırla yaklaşmamız gerektiğini yeterince açıklıyor. Onun için, Kur’ân’ı elimize her alışımızda “Bakalım bu sefer Rabbimin dergâhından heybemi hangi altın öğütlerle doldurmuş olarak döneceğim?” sorusuyla kapağını açmakta fayda vardır.

***

Şimdi, bu anlattıklarımızın ışığında, Kur’ân okumanın dört önemli şartını formülleştirebiliriz. Bu formül, eûzü besmele çekip de Kur’ân okumaya başlarken hatırlamamız gereken, hatırladığımızda da bize Kur’ân’ın mânâlarını açacak ve ondan nasibimizi ziyadeleştirecek olan bir formüldür. İşte o dört şart:

Birincisi, Kur’ân’a tam ve kesin bir imanla yönelmek. Bu konuyu Altıncı Bölümde Sahabe ve Tâbiînin önemle üzerinde durdukları “Önce iman, sonra Kur’ân” formülünü anlatırken ele almıştık.[13]

İkincisi, Kur’ân’a bir öğüt kitabı olarak yaklaşmak.

Üçüncüsü, bu öğütlerin doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbinden geldiğini, her bir kelimesinin bizzat Onun kelâmı olduğunu; emir, yasak, müjde, uyarı, teşvik ve sakındırmalardan her birini bizzat Onun takdir buyurmuş olduğunu dikkate almak.

Dördüncüsü, kendimizi Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın bizzat muhatabı olarak bilmek. Biz Onun kitabını okuyup tefekkür ederken, Onun da bize teveccüh buyurmuş olarak ve bize büyük bir ehemmiyet atfederek bizi dinlemekte olduğunu düşünmek. Bunu Allah Teâlâ bizzat kitabında açıklıyor ve “Sen hangi işte olsan, o işe dair Kur’ân’dan ne okuyacak olsan, yahut siz ne iş yapsanız, siz ona dalıp gittiğinizde Biz size şahidizdir” buyuruyor.[14]

Şimdi bu dört noktayı dikkate alarak, Kur’ân-ı Kerimden kısa bir bölümü okumaya çalışalım:


İşte, ben de Onun huzurunda diz çöktüm, kitabını açtım, Onun bana, doğrudan doğruya bana söylediklerini dinliyorum. Ve ben de, kimin huzurunda bulunduğumu, kiminle konuştuğumu bilerek, hiçbir şeyi kaçırmamaya çalışıyorum.

“Mü’minler kurtuluşa erdiler” buyuruyor.[15]

Bunu bir mü’min olarak ben Allah Teâlânın kendisinden işitiyorum; çünkü okuduğum kitap Onun kelâmı. O benimle konuşuyor, bunu bana söylüyor.

Ama ben de kurtuluşa erenlerden miyim? Varlık âleminin bu en büyük müjdesi beni de kapsamına alıyor mu?

Rabbim soruma cevap veriyor:

“Onlar namazlarında huşû içindedirler.”

Her ne kadar açıkça söylemese de, bu ifadenin altında “Senin namazların bu tarife ne kadar uyuyor?” sorusunun yattığını görebiliyorum. Çünkü ben insanım. Rabbim beni, söylenen sözü imâ, işaret, remiz gibi tabakalarıyla birden anlayacak kabiliyette yarattı. Onun için, doğrudan doğruya “Senin namazın şöyle veya böyle” deyip yüzüme vurmuyor, olması gerekeni özendirici bir üslûpla tarif edip gerisini benim anlayışıma bırakıyor. Bu şekilde bana aynı zamanda bir tebliğ ve irşad metodu da öğretmiş oluyor, ben de Onun kullarıyla muhatap olurken bu zarafeti gözeteyim diye. Derken bir başka âyeti hatırlıyorum. Nahl sûresinin sonuna geldiğimde, “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle çağır”[16] buyuruluyordu. O âyeti okurken aklıma gelen “Hikmetle ve güzel öğütlerle çağırmak nasıl olur?” sorusunun cevaplarından bir cevabı da burada, bu âyetin üslûbunda bulmuş oluyorum.

Bir sonraki âyet “Onlar boş şeylerden yüz çevirirler” diyor. Boş şeyler? Meselâ? Acaba? Sakın? . . .

İşte burada hayatın bütün alanları bütün safhalarıyla gözümün önüne geliyor. En başta televizyon, internet, sosyal medya… Son bir saatim? Son bir günüm? Ne dünyama, ne de âhiretime hiçbir faydası olmayan hangi şeyler hayatımın ne kadarını kapladı ve kaplamaya devam ediyor? Ama hayat böyle, herkes bunlarla ömrünü geçiriyor; herkesin gözünde en önde gelen değerler listesini teşkil eden şeylerden ben nasıl yüz çevireyim?

Derken Allah’ın huzurunda olduğumu, Onunla konuşmakta olduğumu hatırlıyorum. Dünya küçülüyor, dünyanın gelip geçici halleri şaşaasını kaybediyor. İsterse bütün âlem beni oyalamak ve yolumdan çevirmek için bütün tuzaklarıyla başıma üşüşsün, bana ne?  Rabbimin âyetlerinden üç dört kelimelik bir âyet, hayatıma çekidüzen vermeye yetecek bir şevk ve kuvveti bana sunuyor.

O şevk ve kuvvetle devam ediyorum. Bakalım, Göklerin ve Yerin Rabbi bana daha başka hangi hedefleri gösterecek?

“Onlar zekât için çalışırlar” diyor. Namazdan sonra zekâtın geleceğini tahmin edebilirdim; çünkü Kur’ân’ın pek çok yerinde bu iki ibadet beraberce geçer. Ama zekât için çalışmak? Hem çalışmak, hem de zekât için çalışmak. Herhalde Rabbim bana “Çalış, kazan, zengin ol, hem kendi ihtiyaçlarını karşılayacak, hem de zekât verecek duruma gel” diyor. Ama çalışmamın hedefi, zenginliğime de hedef oluyor. Yığmak için değil, saklamak için değil, har vurup harman savurmak için değil, insanlarla  eşya yarıştırmak için değil. Allah’ın verdiği zenginlikle Allah’ın muhtaç kullarının yüzünü güldürmek için çalış diyor. Kasas sûresinde kıssası anlatılan Karun’a nasihat edenler de “Allah sana nasıl ihsan ettiyse sen de insanlara öylece ihsanda bulun”[17] dememişler miydi? Rabbim bana verdikleriyle beni nimetlerine gark ettikten başka, beni veren bir kul yapmak suretiyle çok büyük bir nimetini daha tattırmak istiyor. Bana bunun için Resulünü gönderdi, Kitabını indirdi, sonra da bunun için beni Kitabı üzerinden baş başa bir sohbete çağırdı.


Yukarıdaki örnek, hemen belirtelim ki, bir okuma denemesinden ibarettir. Onun için, “Bu âyetlerden çıkarılacak mânâ budur” şeklinde anlaşılmamalı; Kur’ân’ı öğüt almak için okuyacak olan bir kimseye, âyetleri nasıl bir tavırla okuması gerektiğine dair bir misal olarak görülmelidir. Böyle bir tavrı yakalayan ve kendisini tam olarak okuduğu şeye veren bir kimse, bu örnektekinden çok daha farklı ve çeşitli sonuçlar çıkararak hayatını zenginleştirebilir. Hattâ, aynı âyetleri daha sonraki bir okuyuşunda, daha ileri seviyede anlam ve sonuçlara da ulaşabilir. Önemli olan, işte bu tavrı yakalayarak Rabbinin kelâmından kendi hayatına yansıyacak güzellikleri keşfetmek niyetiyle Kur’ân-ı Kerimi okuyabilmektir.

Bu tavrı elde etmeyi başaran bir meal okuyucusu, karşısına kâinatla ilgili âyetler çıktığında, kendisini son derece büyük ve aynı zamanda da son derece âşinâ bir âlemde bulur. Uçsuz bucaksız kâinat onun ülkesi olur; dağlar, denizler, hava ve kara âlemleri, böceklerden yıldızlara kadar her varlık, kendisiyle konuşmakta olan Rabbini terennüm eden bir şiir halini alır. O âşinâ ve geniş ülkede günlük hayatın gelip geçici sıkıntıları artık eskisi kadar onu etkileyemez. Çünkü o hayata artık çok daha geniş bir açıdan bakmaktadır.

Geçmiş kavimlerin kıssaları onun zamanını genişletir, olayları öncesi ve sonrasıyla ona gösterir, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen maceraların nasıl sonuçlandığını bütün çıplaklığı ve gerçekliğiyle gözlerinin önüne serer. Kur’an kıssalarından bu sonuçları ve ibret derslerini çıkarmak için öyle derin bilgilere ve uzmanlıklara ihtiyaç yoktur. Sadece gören göz, işleyen bir akıl ve Rabbinin kelâmına yönelmiş bir kalb yeter. Şunu da unutmamak gerekir ki, Kur’ân’ın önemli bir bölümü kıssalardan ibarettir; en önemli mesajlarını Kur’ân bize kıssalarıyla verir.

Ahkâm âyetlerine geldiğinde, Kur’ân’ı ibret gözüyle okuyan bir okuyucunun bütün dikkatini yönelteceği şey, bu âyetlerdeki fazilet kodlarıdır. Bu ise sadece ve sadece Kur’ân’a ait bir özelliktir: Kur’ân’ın ahkâm âyetleri bir hüküm koyarken, onunla beraber, insanı insan yapan kabiliyetlere neşvünema verecek olan gıdaları lâfızlarının arasında kalblere zerk eder. Aklı başında bir mü’min de, bu âyetlerin yüzeyde görünen ahkâm kısmını uzmanlarına bırakır ve satır aralarına kodlanmış bulunan fazilet formüllerinin peşine düşer. Tek bir misal verelim; siz bu örnekten yola çıkarak Kur’ân-ı Kerimin bütün ahkâm ayetlerini aynı gözlükle okuyabilirsiniz. Şimdi, talâk hükümlerini düzenleyen âyetlerden şu âyetin cümlelerine bir bakınız; tarafların hak ve yükümlülüklerini belirledikten sonra, adım adım fazilete giden yolu nasıl tarif ediyor, sonra nasıl teşvik ediyor, bu arada fazilet ilkesini bir ruh halinde mü’minlerin hayatına nasıl yerleştiriyor? Lütfen âyeti cümle cümle inceleyerek bu sualin cevabını arayınız:

Eğer onları kendilerine temas etmeden boşar ve onlar için bir mehir belirlemiş bulunursanız, belirlediğiniz miktarın yarısını vermek gerekir. Ancak kadın kendi hakkından vazgeçer yahut nikâhı elinde bulunduran erkek mehrin tamamını bağışlarsa, o başkadır. Sizin bağışlamanız ise takvâya daha yakındır. Aranızda fazileti unutmayın.  Şüphesiz ki Allah sizin yaptıklarınızı görmektedir.[18]

***

Özetleyelim: Yukarıda dört maddelik bir formül halinde anlatmaya çalıştığımız gibi, (1) Kur’ân’a tam ve kesin bir iman ile yönelen bir kimse, (2) öğüt almak niyetiyle ona yaklaştığı zaman, (3) onun Allah’tan geldiğini ve (4) doğrudan doğruya kendisine hitap ettiğini daima göz önünde tutarak onun üzerinde tefekkür ettiği takdirde, Kur’ân kendisine mutlaka mânâlarını açacak ve onun hayatı üzerinde tesirini göstermeye başlayacaktır. Bunu Allah Teâlâ Kur’ân’ında bize açıkça vaad ediyor ve “Uğrumuzda çaba harcayanları biz mutlaka yollarımıza ileteceğiz”[19] buyuruyor. Ancak bu İlâhî vaade lâyık olmak için Kur’ân’ı anlamak ve uygulamak niyetiyle okuma işini ciddîye almamız ve bu işi günlük hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline getirmemiz gerekiyor.

Bundan sonraki bölümde, meal okumakta takip edilebilecek bazı usul ve teknikler üzerinde durulacaktır.

[Devam edecek]

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com

[1] Müslim, Fedâil: 29.

[2] İbn Kesîr, Bakara: 104 tefsiri.

[3] Nebe’ sûresi, 78:7.

[4] 25. Söz, 1. Şule, 2. Şua, 1. Lem’a. Bu konuyla ilgili daha fazla açıklama ve örnekler için bkz. 25. Söz, 1. Şule, 3. Şua, 3. Cilve.

[5] Buharî, Bed’ü’l-Vahy: 1.

[6] Âl-i İmrân, 3:138.

[7] A’râf, 7:26.

[8] Zümer, 39:27.

[9] Ankebût, 29:51.

[10] En’âm, 6:70.

[11] Yunus, 10:57.

[12] Tâhâ, 20:2-4.

[13] https://yazarumit.com/kuran-okumada-bir-sahabe-formulu-once-iman-sonra-kuran/

[14] Yunus, 10:61.

[15] Mü’minûn sûresinin (23. sûre) ilk âyetleri.

[16] Nahl, 16:125.

[17] Kasas, 28:77.

[18] Bakara, 2:237.

[19] Ankebût, 29:69.