Etiket arşivi: ümit şimşek

Kur’ân’ı “anlamak için” okumak: her mü’minin önündeki görev (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-7)

Willow Wilson, ateist bir ailede hayata gözünü açmış ve tamamen ateist bir atmosferde yetişmiş Amerikalı bir hanım yazar idi. Yirmili yaşlarına doğru inançsızlığını sorgulamaya başladığında, Budizmi, Musevîliği ve Hıristiyanlığı tek tek inceledi. Bunlardan kendisine en yakın bulduğu Musevîlik idi, ancak belirli bir millete göre düzenlenmiş olduğu için onu eledi. Hıristiyanlıktaki tanrı tasavvuru ise almış olduğu ateist eğitimin argümanları karşısında hemen göçüveriyordu.

Buna karşılık, İslâm Wilson’un bayağı ilgisini çekmeye başlamıştı. Ancak bu arada 11 Eylül hadisesi vuku bulunca, Wilson kendisini İslâma karşı bir direniş içinde buldu. Öyle ki, daha önce âdeti olmadığı halde, Ramazan günlerinde özellikle Müslüman arkadaşlarının karşısında yiyip içmeye başladı. Bu arada, içindeki din arayışını – kendi tabiriyle – “tedavi eder” ümidiyle Salman Ruşdi’nin Şeytan Ayetleri’ne sarıldıysa da kitap ona pek tatsız geldi. Okuduğu hiçbir şey, Kur’ân’da buldukları kadar doğru görünmüyordu. Kelime-i Şehadeti telâffuz etmemek için gösterdiği çabalar günlük bir egzersiz halini almıştı. Ama o Kur’ân’ı okudukça onda aradığı şeyi buluyor, ateizmin diğer dinleri çürüten delillerinin Kur’ân karşısında hiçbir işe yaramadığını görüyordu. Daha da ötesi, “Sanki evvelden beri Müslümanmışım gibi hissediyordum,” diyordu  Wilson. “Çünkü Kur’ân’da zaten inanmakta olduğum şeyi buluyordum.”

Willow Wilson, İslâmı seçmesiyle sonuçlanan macerasını kitaplaştırdı ve the Butterfly Mosque adıyla yayınladı.[1]

Prof. Dr. Ali Köse’nin 1994 tarihli doktora tezine dayanan Neden İslâmı Seçiyorlar adlı kitabında da Batılı mühtedilerin İslâmı seçmeleriyle sonuçlanan arayışlarında Kur’ân’ın oynadığı rolü tasvir eden birçok vak’a yer alıyor. Bu vak’alardan birisinde, İngiliz din dersi öğretmeni John, Kur’ân ile macerasını şöyle anlatıyor:

“Öğretmenliğimin ilk yıllarıydı. Yeni bir öğretim dönemi başlamış ve üniversite imtihanına hazırlanan öğrencilerin din dersinde okuyacağı bölümler öğretmenlere paylaştırılmış, bana da Luka İncili ile İslâm düşmüştü. Üniversitede iken İslâmla ilgili bir ders görmemiştim. Dolayısıyla İslâmı öğretmek için hiçbir hazırlığım yoktu. . . . Dersin İslâmla ilgili bölümünü hazırlamak için bir Kur’ân tercümesi aldım. Öncelikle İsa ile ilgili âyetleri görmek istedim. Okuduklarım beni şok etti. Bu âyetler İsa’nın ‘Allah’ın kelâmı’ olduğunu, onun İlâhî mahiyetinin bulunmadığını ve çarmıha gerilmediğini söylüyordu. Kendi kendime düşünmeye başladım. Çok ilginçti. Benim Luka İncilinden yola çıkarak bulduğum şeyleri bu kitap da söylüyordu. Muhammed Kur’ân’ın yazarı olsaydı bunu nasıl bilebilirdi? Bugün ben biliyorum, çünkü eski kaynaklara ulaşma imkânım var. Oysa o bu imkândan mahrumdu. Üstelik Muhammed okuma yazma da bilmiyordu.

“Luka İnciline yazdığım gibi Kur’ân’a da bir yorum yazmaya karar verdim. Kur’ân’a meydan okuyacaktım. Zaten Kur’ân meydan okumaya çağırıyor, ‘Samimî iseniz bunun bir benzerini de siz yapın!’ diyordu. Büyük bir dikkatle Kur’ân’ı baştan sona okudum. Birkaç sayfa yorum da yazdım, fakat beceremedim (bu sayfaları hâlâ saklıyorum, ama bugüne kadar kimseye gösteremedim; çünkü utanılacak, tutarsız yorumlarla dolu). Bu arada fark ettiğim bir şey oldu. Kur’ân’da bir problemle karşılaştığınız zaman daha sonra onun karşılığını buluyordunuz. Fakat aynı tekniği Luka İnciline yorum yazarken kullandığımda, yani bir problemle karşılaşıp onun cevabını aradığımda, daha başka problemlerle karşılaşıyordum. Kur’ân üzerinde daha fazla çalıştıkça sıradan bir metinle değil, İlâhî bir kitapla karşı karşıya olduğumu, onun Tanrı kelâmı olduğunu anladım. Bana düşen artık ona inanmaktan başka birşey değildi. Hiçbir Müslümanla tanışmadan, sadece Kur’ân’ı okuyarak Müslüman olmuştum.”[2]

***

Batı dünyasında her yıl on binlerce kişi İslâmı seçiyor. Bunlardan bir kısmı doğrudan doğruya Kur’ân’ı okuyarak – yukarıdaki John örneğinde olduğu gibi – Müslüman olmaya karar verirken, diğerleri de başka bir vesile ile İslâma ilgi duymuş olsa bile Müslüman olma kararı vermeden önce Kur’ân’ı inceliyor. Bir başka deyişle, Sahabenin “Önce iman, sonra Kur’ân” formülündeki “önce iman” şıkkını onlar bizzat Kur’ân okumak suretiyle yerine getiriyorlar, sonra Kur’ân okuyarak kazandıkları imanla donanmış bir şekilde, bu defa Müslüman sıfatıyla tekrar Kur’ân’ın başına oturuyor ve dinlerini ondan öğreniyorlar. Kendisine yeni bir din seçecek olan insanın yapacağı şey o dinin kitabını okuyup incelemekten başka ne olabilir?

Burada, Kur’ân derken, insanların ekseriyeti açısından Kur’ân’ın kendisini değil, tercümelerini, daha doğru bir tabirle meallerini anlamamız kaçınılmazdır. “Biz her peygamberi, onlara dinlerini açıklasın diye, kendi milletinin lisanıyla gönderdik”[3] meâlindeki âyetten de anlaşılacağı gibi, Kitaba muhatap olacak kimselerin sorumlu tutulabilmeleri için tebliğ ve açıklamaların onlara kendi dillerinde ulaşması gerekir. Bu da dünya ahalisinin büyük çoğunluğu için Kur’ân’ın Arapçadan başka dillerle onlara ulaşması demektir.

Dikkate alınması gereken bir başka nokta da şudur: Kur’ân’ın doğru anlaşılması ve sağlıklı bir şekilde hayata yansıtılabilmesi için mutlaka Sünnetle beraber alınması icap eder. Zira Kur’ân’ı bize gönderen, onu açıklamak ve uygulamakla görevli bir peygamberle birlikte göndermiştir. Bu bakımdan, Kur’ân’ı doğru bir şekilde anlamak ve doğru şekilde uygulamak için sahih Sünnetin yol göstericiliğine ihtiyaç vardır. Zaten Kur’ân da bunu mükerrer âyetleriyle açıkça ve vurgulu bir şekilde bize bildirir; onun için, Kur’ân’ı okumaya başlayan bir kimse, peşin olarak zihninde böyle bir fikir yoksa bile, onu okudukça Kitabın kendisini Sünnetin rehberliğine yönlendirdiğini görecektir.[4]

Ne var ki, sonraları ortaya çıkan ve dünyada “Kur’âniyyun,” bizde de “Mealciler” adı altında yayılan ve Sünneti devre dışı bırakarak Kur’ân’ı dinin yegâne kaynağı kabul eden bir anlayış, bütün dünyada olmasa bile, en azından bizim ülkemizde Kur’ân-ı Kerim meâline karşı soğuk bakılmasına sebep teşkil etmiştir.

Son derece basit bir iki tedbirle bu akımın ve benzeri anlayışların tehlikesinden korunmak mümkün iken, her nasılsa bizde bu durum Kur’ân’ın meâlini okumaya yönelik her türlü faaliyeti suç haline getiren bir bahaneye dönüşmüş bulunuyor.

Fakat hazindir ki bu tür tehditler Mealcileri hiçbir zaman Kur’ân meâli okumaktan vazgeçirmiyor; onlar yine gönüllerince okuyup gönüllerince yorumluyorlar, keyiflerince içtihadlar yapmaya devam ediyorlar. Ama halis bir niyetle Kur’ân’a yönelmek isteyen nice kimseler, sırf bu tehditlerin etkisiyle bir Kur’ân meâlinin kapağını açmaktan korkar hale geliyor. Bir başka deyişle, Kur’ân-ı Azîmüşşânın mealleri bütün dünyada insanlara hidayet dağıtırken bizim memleketimizde dalâlet sebebi olarak telâkki ediliyor. Bunda bir terslik yok mu?

***

Burada “Meal okumanın hiç tehlikesi yok mu?” sorusu akla gelebilir. Bu yerinde bir sorudur ve cevabı da “Evet, var” şeklindedir. Ama bu riskin mealden mi, okuyandan mı, yoksa Kur’ân’ın kendisinden mi kaynaklandığını ayırt etmek gerekir. Çünkü her üçünün de – evet, üçünün de – “saptırma” özelliği vardır.

Kur’ân’ın bu özelliği, onun “Furkan” oluşunun bir sonucu ve hak ile bâtılı birbirinden ayırt edişinin bir yöntemidir. Güneş de böyledir; onun ışığı isabet ettiği şeyin içyüzünü ortaya çıkarır: Bir tarafta rengârenk çiçekler açarken, onun yanında da çürümeye elverişli şeyler aynı güneş ışığıyla bozulur ve kokuşur. Furkan-ı Hakîmin âyetleri de hidayete susamış gönüllerde her türden ve her renkten iman ve amel-i salih çiçekleri açtırırken, bozuk niyetler ve çürümüş vicdanlarla onlara yaklaşanları saptırdıkça saptırır. Bu gerçeği dile getiren âyetler vardır:

Yeni bir sûre indirildiğinde, onlardan “Bu sûre hanginizin imanını arttırdı?” diyenler olur. İman edenlere gelince, bu sûre gerçekten onların imanını arttırmıştır; onlar bununla sevinç duyarlar. İndirilen sûre, kalplerinde hastalık bulunanların da pisliğine pislik katar; sonunda onlar kâfir olarak ölürler.[5]

Allah, sivrisinekle yahut ondan daha küçüğüyle misal vermekten çekinmez.  İman edenler bilirler ki, o, Rablerinden gelen hakkın tâ kendisidir. İnkâr edenler de “Allah bu misalle ne demek istedi?” deyiverirler. Allah, bu misalle nicelerini saptırır, nicelerini de doğru yola ulaştırır. Aslında, Allah’ın saptırdıkları, zaten yoldan çıkmış olanlardır.[6]

Öğüt alsınlar diye, Biz bu Kur’ân’da hakikatleri çeşitli şekillerde açıkladık. Fakat bu onların ancak nefretini arttırıyor.[7]

İşte, meal okuyup da yolunu şaşırmış görünen kimselerin de bir çoğu, muhtemeldir ki, peşin hükümlerini bir yana atarak Kur’ân’a tam bir teslimiyetle yaklaşmadığı için böyle bir tuzağa düşmüş olsun.

İkinci olarak, belirli bir görüşün etkisi altında kaleme alınan ve okuyucuyu bu görüşe doğru yönlendirme ihtimali bulunan mealler de mevcuttur; dolayısıyla bu gruba giren meallerin de okuyucu için bir risk teşkil ettiği düşünülebilir. Ancak bu konuda güvenilir kişi veya kurumlardan görüş ve tavsiye isteyerek muhtemel risklerden korunmak hiç kimse için zor bir iş olmasa gerektir.

Üçüncü ihtimal ise, meal okuyan kimsenin niyeti ve yöntemi ile ilgilidir. İster bizzat Kur’ân’ın kendisine, isterse onun tercüme ve tefsirlerine olsun, kişi hangi niyetle yanaşırsa, orada niyetine uygun malzeme bulur. Niyetlere müdahale kimsenin elinden gelmediğine göre, bu konuda ancak yöntem ile ilgili olarak bazı uyarılar yapılabilir. Yoksa, peşin peşin herkesi birden kötü niyetli farz ederek Kur’ân’dan ve meallerinden uzak tutmanın geçerli bir mantığı yoktur. Bu konuda yapılabilecek uyarıların en önemlisini ise, bu yazı serisinin en başında ele aldığımız “Kur’ân-ı Azîmüşşânın Hakimiyet-i Mutlakası” başlıklı yazısında Bediüzzaman beş kelimelik bir cümle ile formülleştirmiştir:

“Bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramak.”

Yani, bütün Kur’ân’a ve Kur’ân’ın açıklayıcısı olan Sünnete, ayrıca usul ilimleri başta olmak üzere daha başka bilgi ve metodlara tam bir yetkinlikle hakim olmayı gerektiren “ahkâm çıkarma” işine hiç karışmaksızın, Kur’ân’ı Âlemlerin Rabbinden gelen bir öğüt olarak okumak. O kadar!

Bunu “Ahkâm çıkarmak için değil, öğüt almak için okumak” şeklinde formülleştirdiğimiz zaman, Kur’ân-ı Kerim meâli okumak için başka hiçbir şarta ihtiyaç kalmadığını görebiliriz. Bu mesele bu kadar basittir; ancak bazılarımız “Âlemlerin Rabbinden gelen bir hitaba muhatap olmak bu kadar basit ve herkesin harcı olmamalı” diye düşündükleri için Allah’ın lütfunu daraltmak mecburiyetini hissediyorlar ve neredeyse bir müçtehid âlimde aranacak şartları meal okuyucusunda aramaya kalkıyorlar. Böylelerinin iddialarına mesnet olarak gösterdikleri vak’aları yukarıda saydığımız üç şıkkın ışığında incelediğimiz zaman şu ihtimallerden biriyle karşılaşırız:

Meal okuyucusu farklı bir maksatla meâle eğilmiş olabilir.

Yahut okuduğu meal farklı bir maksatla kaleme alınmış olabilir.

Veya hem yazarın, hem de okuyucunun niyetinde böyle bir farklılık bulunabilir.

Ne var ki, hiçbir şekilde “meal okuma” eyleminin kendisine mal edilemeyecek olan bu sebeplerin ürünü olan sonuç meal karşıtlarının görüş alanına girdiği anda “Meal okudu şöyle oldu, böyle oldu” diye şehir efsaneleri birbiri ardınca üretilmeye başlar. Böyle büyük iddialar karşısında kalıp da tereddüde düşecek olursanız, bu bölümün başında sözünü ettiğimiz mühtediler Wilson ile John’u hatırlayabilirsiniz. Onlar niye meal okuyunca Müslüman oluyorlar da bizimkiler meal okuyunca şucu-bucu oluyorlar? Bütün dünyada her sene on binlerce insan Kur’ân’ın çeşitli dillerdeki tercümelerini okuyarak hidayeti bulurken “meal okuyup sapıtanların” hep bizde ortaya çıkması garip değil mi?

Şunu da ayrıca belirtelim ki, Kur’ân’ı okumak ve anlamaya çalışmak bir izin meselesi değil, bizim tercihimize bırakılmış bir iş de değil, bir görev meselesidir. Bu iddia fazla mübalâğalı görünüyorsa, buyurun bir sonraki bölüme.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com


[1] Willow Wilson’un The Butterfly Mosque: a Young Woman’s Journey to Love and Islam (e-book: Atlantic Books, 2010) adlı kitabından özetlenmiştir.

[2] Prof. Dr. Ali Köse, Neden İslâmı Seçiyorlar: Müslüman Olan İngilizler Üzerine Psiko-Sosyolojik Bir İnceleme (İstanbul: İz Yayıncılık, 2019).

[3] İbrahim sûresi, 14:4.

[4] Örnek olarak bkz. Nahl, 16:44, 64; Nisâ, 4:59, 65; Cuma, 62:2.

[5] Tevbe, 9:124-125.

[6] Bakara, 2:26.

[7] İsrâ, 17:41.

Kur’ân okumada bir Sahabe formülü: önce iman, sonra Kur’ân (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-6)

Kur’ân’ı okumak, öğrenmek, anlamak ve yaşamak, ilk nesillerin, bilhassa Ashab-ı Kiramın hayatlarına yön veren yegâne gaye idi. Onlar bunun için yaşıyorlardı ve hiçbir şeyin bu gayeyi ikinci plana düşürmesine fırsat vermiyorlardı.

Bununla beraber, mushafın başına oturmadan önce yerine getirilmesini gerekli gördükleri bir şey daha vardı:

Onlar “Önce iman, sonra Kur’ân” diyorlardı. Allah’a ve indirdiklerine, Resulüne ve bildirdiklerine kesin bir şekilde iman etmiş olarak, kitaptaki en küçük bir emir, yasak, uyarı, hattâ imâyı dahi kaçırmamak azmiyle, gözlerini ve kulaklarını dört açmış olarak, büyük bir merak ve teslimiyetle Kur’ân okumanın gerekliliğine inanıyorlar, bunu hayatlarında titizlikle uyguluyorlar ve yeni yetişen nesillerin de bu esasa uygun şekilde eğitim görmelerine önem veriyorlardı. Cündüb b. Abdillâh anlatıyor:

“Resulullah zamanında biz bülûğ çağına yaklaşmış bir grup gençtik. Biz Kur’ân’ı öğrenmeden önce imanı öğrendik. Sonra Kur’ân’ı öğrendik ve Kur’ân ile imanımız daha da ziyadeleşti. Oysa siz bugün imandan önce Kur’ân öğreniyorsunuz.”[1]

Aynı hususu Sahabenin büyük âlimlerinden Abdullah b. Ömer de dile getiriyor:

“Bize Kur’ân’dan önce iman verilirdi. Muhammed aleyhissalâtü vesselâma sûre iniyor, biz ise onun helâlini, haramını, emrini, yasağını ve nereye kadar gidip nerede duracağımızı öğreniyorduk. Şimdi ise öyle adamlar görüyorum ki, ona imandan önce Kur’ân veriliyor, o da Fatiha’dan en sonuna kadar ne varsa hepsini okuyor, ama Kur’ân’ın neyi emrettiğini, neyi nehyettiğini bilmiyor, duracağı yeri de bilmiyor. Ağzına alıp alıp fırlattığı âdi hurmalar gibi onu etrafa saçarak okuyup gidiyor.”[2]

Büyük Sahabînin benzetmesi çok dikkat çekicidir: ağza alınan, ama ısırır ısırmaz fırlatılıp atılan âdi, değersiz hurma. Vücuda hiçbir faydası dokunmayan, üstelik tadı da alınmayan bir şey. Eğer okuduğu Kur’ân’ın neyi anlattığını, neyi emredip neyi yasakladığını bilmiş olsaydı, bu okudukları hem onun ruhunda hoş bir tad bırakacak, hem de hayatını Allah’ın rızasına ulaştıran bir bilgi ve tefekkürle zenginleştirecekti. Ashab bunun çözümünü “Kur’an’dan önce iman” formülü ile gösteriyor. Bu imanı da yine bir bilgi ve şuur olarak anlamak gerekir. Okunacak olan kitap rasgele bir kitap değildir; onun âyet ve sûrelerinde Yer ve Göklerin Rabbi bizimle konuşmaktadır. Kişi, okumak üzere kapağını açtığı kitabın Allah kelâmı olduğunu bildikten başka, kendisine Âlemlerin Rabbi katından ulaştırılmış olduğunu ve çok önemli mesajlar içerdiğini de hatırlamalı, “Bakalım bu okuyuşumda Rabbim bana neler öğretecek, neler emredecek, beni nelerden sakındıracak, hayatımı hangi güzelliklerle zenginleştirecek?” merakıyla onu okumaya başlamalıdır.

İşte bu noktada bir Risale-i Nur okuyucusu kendisini talihli sayabilir, ama sorumluluğunu da unutmamak şartıyla!

Talihlidir, çünkü elindeki Külliyattan hangi risaleyi açsa, orada iman hakikatlerinden bir bahis ve onun içinde de Kur’ân’dan yansıyan bir ışık, Kur’ân’ı anlatan bir bahis, Kur’ân sofrasından doyasıya nasiplenmeye çağıran bir davetiye bulacaktır.

Sorumludur, çünkü davetiye kendisine ulaşmıştır. Külliyatın bütün bahisleri adres olarak Yer ve Gökler Rabbinin kelâmını göstermekte, oraya vardığında kitabı nasıl okuyacağını, onda ne arayacağını ve aradığını nasıl bulacağını tarif etmekte, ayrıca tariflere uygun örnekler sunmaktadır. Bu tarif ve örneklerin hepsi, Sahabenin “Önce iman, sonra Kur’ân” formülündeki birinci şıkkın cümlesindendir. Böyle bir imanla kuşanmış olan bir kimsenin Allah kelâmını dinlemeye iştiyak duymamasını ve bu kutlu davete icabet etmekte ihmal göstermesini tasavvur etmek mümkün değildir. Şimdi bakın, Âhirzaman Peygamberini anlatan 19. Sözde, onun getirdiği kitabı Bediüzzaman nasıl tarif ediyor! Bunlar sıradan bir okumayla geçiştirilecek satırlar değil, üzerinde uzun uzun tefekkür edilecek, sonra da gereği yapılacak, yani Kur’ân’ı okuma, anlama ve uygulamada rehber edinilecek olan paha biçilmez formüllerdir (bu nitelemeleri abartılı bulanlar, aşağıdaki maddelerden rasgele iki üç tanesini seçerek Kur’an’dan âyetlerle örneklendirmeye çalışabilirler):

Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân-ı Hakîm,

  • şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,
  • şu sahâif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşafı,
  • şu sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikın miftâhı,
  • şu âlem-i şehadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliyenin hazinesi,
  • şu âlem-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi,
  • âvâlim-i uhreviyenin haritası,
  • Zât ve sıfât ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı nâtıkı, tercüman-ı sâtıı,
  • şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, hikmet-i hakikîsi, mürşid ve hâdîsi,
  • hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat,
  • hem bir kitab-ı dua ve ubûdiyet,
  • hem bir kitab-ı emir ve davet,
  • hem bir kitab-ı zikir ve marifet gibi,
  • bütün hâcât-ı mâneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkikînin her birinin meşreplerine lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphane-i mukaddesedir.[3]

Son derece veciz bir örgü içinde Kur’ân’ı anlatan bu tarif, önce görünen âlemden başlıyor. İçinde gözümüzü açtığımız bu âlemin, gözümüzün önünde olup biten hadiselerin, yaşamakta olduğumuz hayatın anlamını bu kitabın açıkladığını bildiriyor.

Sonra bu âlemin arkasındaki görünmeyen âlemleri işaret ediyor ve bu kitabın oralardan, bütün âlemlerin Rabbi katından lütufkârane bir teveccühle bize gönderilmiş bulunduğunu hatırlatıyor.

Ondan sonra, bizi kendisine muhatap alan Âlemlerin Rabbini bize bu kitabın tanıttığını bildiriyor.

Ondan sonra da, kâinatı yaratıp idare eden Allah’ın bizim hayatımız için takdir buyurduğu en güzel bir hayat tarzının esaslarını bu kitaptan öğreneceğimizi, biraz da ayrıntılı bir şekilde bize haber veriyor.

Bu mantıklı ve gerçekçi bir tariftir; çünkü hayatın içinden yola çıkmakta ve yola çıktığı yerden kopmaksızın, görünen ve görünmeyen bütün yönleriyle varlık âlemini kuşatmakta, bizi bu hayatın içindeyken Yer ve Gökler Rabbinin sohbetiyle müşerref kılmaktadır. Bu kapsamlı tariften bazı unsurları ihmal ederek Kur’ân’a yöneldiğimiz takdirde ondan yeterince istifade edemeyiz, hattâ ondan uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıya gelebiliriz. Şimdi, aşağıda mealleri gelecek olan şu âyetlerin sıralanışına bir bakınız:

Âhiret âleminden bir manzarayı tasvir ederken, birden bire Kur’ân nasıl yeryüzünün gece ve gündüzlerine geçiveriyor, tıpkı bir odanın kapısını açıp diğerine geçer gibi! Hemen arkasındaki âyette kıyametin kopuşunu anlatıyor, ama orada kalmıyor, tekrar dönüp dünyanın dağlarını tasvir ediyor – ve onların bulutlar gibi gelip geçtiklerini bize gösteriyor. Oradan da yine âhiret âlemlerine geçiyor ve bu dünyadan o âleme nasıl bir azık götüreceğimiz sorusuyla vicdanlarımızı karşı karşıya getiriyor. Sonra tekrar dönüyor, Kur’ân’ı bize getiren elçiyi konuşturarak ona da, bize de bu kitabı okumamızı bildiriyor. Bir âhiret, bir dünya manzarası; bir âhiret, bir dünya manzarası – tıpkı paralel kurgulu bir film gibi:

O gün her ümmetten âyetlerimizi yalanlamış olanları gruplar halinde toplarız; böylece hepsi inzibat altında sevk olunurlar.

Huzuruna geldiklerinde, Allah buyurur: “Hiçbir şeyini kavramadan Benim âyetlerimi inkâr ettiniz, öyle mi? Değilse bu yaptığınız neydi?”

Ettikleri zulüm yüzünden haklarındaki hüküm gelip çatmıştır; artık konuşamaz olurlar.

Onlar görmedi mi ki dinlensinler diye geceyi, aydınlık olarak da gündüzü yaratmışız? Hiç şüphesiz bunda iman eden bir topluluk için âyetler vardır.

Sûra üfürüldüğü gün, Allah’ın dilediklerinden başka göklerde kim var, yerde kim varsa hepsi dehşete düşer. Hepsi de boynu bükük halde Onun huzuruna gelir.

Dağları görür, onları hareketsiz sanırsın. Oysa onlar bulutların geçişi gibi geçip gitmektedirler.  İşte bu Allah’ın sanatıdır ki herşeyi sapasağlam yaratmıştır. Hiç şüphesiz, O, sizin işlediklerinizden de haberdardır.

Kim huzurumuza bir iyilikle gelirse, ondan daha hayırlısıyla karşılık bulur. Onlar, o günkü dehşetten de güvendedirler.

Kim bir kötülükle huzurumuza gelirse, o da yüzüstü ateşe atılır.  Kendi yaptıklarınızdan başka birşeyin karşılığını mı bulacaksınız?

Ben ancak bu beldenin  Rabbine kulluk etmekle emrolundum ki, O bu beldeyi hürmetli kılmıştır. Herşey Onundur; ben de Ona teslim olmakla emrolundum.

Bir de Kur’ân’ı okumam bana emredildi. Artık kim doğru yolu tutarsa kendisi için tutmuş olur. Kim de sapacak olursa, de ki: Ben ancak bir uyarıcıyım.

Yine de ki: Hamd olsun Allah’a; O size âyetlerini gösterecek, siz de onu tanıyacaksınız. Rabbin, sizin yaptıklarınızdan habersiz değildir.[4]

Kur’ân-ı Kerim, gayb ve şehadet âlemlerinin her birini böylece muhteşem bir hükümranlığın menzilleri olarak gösterirken, bu menzilleri dolduran bütün mahlûkatı da Allah’ı tesbih etmekte olan itaatkâr ve ünsiyetli varlıklar olarak tasvir eder. Ancak biz uykulu gözlerle seyrettiğimiz kâinata dair bu tasvirleri yarım kulakla dinler gibi yaptığımız için, bunların üzerinde durup da düşünme ihtiyacını pek fazla hissetmiyoruz. Oysa bu âyetlerde dile getirilen şey, muhteşem kelimesiyle bile ifade edilemeyecek kadar büyük ve ara sıra hatırlamakla dahi hayatımızı kökten değiştirecek kadar olağanüstü bir hakikattir. İşte, Bediüzzaman, bu hakikati keşfetmemizi sağlayacak bir tekniği bize şu satırlarda öğretiyor:

Kur’ân’ın her bir âyeti, birer necm-i sâkıp gibi, i’caz ve hidayet nurunu neşirle küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevk etmek istersen, kendini o asr-ı cahiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında, perde-i cümud ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’ân’ın lisan-ı ulvisinden
يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ  gibi âyetleri işit, bak: O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem, يُسَبِّحُ  sadasıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, huşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ  sayhasıyla, işitenlerin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, birer nur-u hakikat-edâ; ve arz bir kafa, ber ve bahr birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa, bu zamandan ta o zamana bakmakla mezkûr zevkin dekaikini göremezsin.[5]

***

Bazılarımızın nazarında “çiçek böcek edebiyatı” olarak çok fazla itibar bulmayan bu tefekkür bahisleri, aslında Kur’ân’ın yüzlerce âyetinde bizi üzerinde tefekkürle yükümlü kıldığı fevkalâde önemli bahislerdir. Bunlar hem bizi hayata bağlar, hem de çok büyük bir âlemin bir parçası olduğumuzun şuuruna vardırır; her iki halde de imanı yaşanan bir hayat haline getirir.

Bir defa, Kur’ân’ın bizi tefekküre sevk ederken verdiği örneklerin hepsi, bütün dünya ahalisinin her zaman iç içe yaşadığı varlık ve hadiselerdir: gece, gündüz, güneş, ay, yıldızlar, gökyüzü, bulutlar, yağmur, karalar, bitkiler, ağaçlar, hayvanlar… Bütün bunlar, Yer ve Gökler Rabbinin kudret ve hikmetiyle yaratılmış, Onun iradesiyle mevcut hallerine kavuşmuş varlıklar ve olaylardır. Onların hepsi, bize kendilerini Yaratanı gösterir, Onu anlatır, Onu över. Böylece biz nereye bakacak olsak bize Rabbimizi anlatan eserlerle karşılaşırız. Bu, günlük hayatın olayları arasında sıkışmış, bunalmış, bakışı ve görüşü kısırlaşmış günümüz insanı için çok büyük bir müjdedir.

Kur’ân, aynı zamanda, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin insana hizmetkâr kılındığını bildirir ve bizi, onların yaratılışındaki sırları keşfederek onlardan istifadeye teşvik eder. Böylece, uçsuz bucaksız bir kâinatın, içindekilerle beraber önümüze serildiğini görür ve hem zaman, hem de mekân yönüyle çok büyük bir bütünün çok değerli bir parçası olduğumuzu fark ederiz. Bunun sonucu olarak, fani bir dünya hayatının kısacık bir bölümünde başımızdan gelip geçen talihsizlikler gözümüzde küçülür. Bütün dünya bize karşı çıkacak olsa, Kur’ân’ın bize tasvir ettiği ve imanımızın genişlettiği o büyük âlemin içerisinde bu hadiseler önemsizleşir, çok fazla zorlanmadan tahammül edilebilecek sınırlar içinde kalır. Kâinat âyetlerinin tefekkürüne Kur’ân’ın verdiği önemi esirgemenin doğuracağı sonuçlardan birisi, böyle bir dayanak noktasından yoksun kalmaktır; bu yoksunluğun iman üzerindeki yıpratıcı tesiri ise küçümsenemez.

Kâinat âyetlerinden uzaklaşmanın bir başka sonucu da, okumakta olduğumuz Kur’ân’ın kapsama alanını daraltmak ve nihayet sadece dinî uygulamalarla sınırlı hale getirmek şeklinde ortaya çıkmaktadır. Yirminci yüzyılın mühim âlimlerinden merhum Muhammed Gazalî, İslâm âleminin halihazırdaki durumunu bu sebebe bağlıyor:

“Müslümanlar Kur’ân’dan uzaklaştıklarında, başka bir ifadeyle onu sadece dinî okuma kitabı olarak kabul ettiklerinde, kâinatla olan bağlarını da kopardılar. Bunun doğal neticesi olarak, fen bilimlerini öğrenenler küfre hizmet ettiler ve bu bilgilerini kendileri, prensipleri, inkârları ve teslis inançları için dayanak yaptılar.”[6]

Diğer taraftan, kâinat âyetleri üzerindeki tefekkür de itikad bahisleriyle sınırlı kalmamalı, bu tefekkürün sonuçları hayatın bütün alanlarında görülmelidir. Güçlü tefekkürlerle takviye edilmiş bir imanla Allah Teâlânın buyruklarına yönelen bir Kur’an okuyucusunun Ondan gelen uyarıları, emir ve yasakları hayatın bütün alanlarında uygulama konusunda azamî bir hassasiyet kazanmış olması beklenir. Ancak böyle bir duyarlılık kazandıktan sonradır ki, Kur’ân bizim hayatımıza tam anlamıyla yerleşecek ve hem gönüllerimizde, hem de hayatın bütün alanlarındaki davranışlarımızda hükmünü icra edecektir.

***

Risale-i Nur’a Sahabenin “önce iman, sonra Kur’ân” formülü ışığında bakanlar, onu bir Kur’ân okuma rehberi olarak görmekte zorlanmayacaklardır ki, gerçekte Risale-i Nur’un en özlü tarifi ve asıl görevi de budur diyebiliriz. Risale-i Nur, okuyucularını bir Kur’ân talebesi olmanın en önemli şartı olan imanın özellikleriyle, güzellikleriyle, hazzıyla, neş’esiyle donatıp süsleyerek Kur’ân’ın mektebine gönderir. Bu arada onun eline hem kâinat kitabının, hem de Kur’ân âyetlerinin şifrelerini çözecek teknikler verir. Bu tekniklerin her biri birer işaret taşıdır ki, Risale-i Nur müellifi, onları bu muhteşem külliyatın doğumuyla sonuçlanan uzun ve çileli yolculuğu boyunca geçtiği yerlere serpiştirmiştir. Bu işaret taşlarını azim ve sebatla takip eden kimse sürekli olarak artan bir merak, zevk ve şevk içinde, kendisini Kur’ân semâsının sonsuzluğunda bulur. O sonsuz yolculuğun her gününde Kur’ân ona yeni sırlarını açar, yeni hedefler gösterir. Ve, kimbilir, belki de gün gelir, bu yolculuk hadis-i şerifin verdiği müjdeyle mutlu sona kavuşur:

O mutlu gün haşir sabahıdır ki, sur üflenmiş, kabirler yarılmış, kulun biri de kalktığında kabrinin başında bir adamı kendisini bekler halde bulmuştur.

Adam ona sorar: “Beni tanıdın mı?”

Kul “Hayır” cevabını verir.

Ve adam kendisini tanıtır:

“Ben seni gündüzleri susuz, geceleri uykusuz bırakan arkadaşın Kur’ân’ım.”[7]

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com


[1] Beyhakî, Şuabu’l-İman, no. 50; İbni Mâce, Mukaddime: 9 (no. 61).

[2] Hâkim, Müstedrek, no. 101.

[3] 19. Söz, 14. Reşha.

[4] Neml sûresi, 27:83-93.

[5] 13. Söz. (Bir kısa not: Üstad her ne kadar bizi Cahiliyet asrının karanlığını tasavvur etmeye çağırıyorsa da, günümüzün cahiliyeti o zamanı aratmayacak kadar kesafet bağladığı için, belki de bizim böyle bir faraziyeye ihtiyacımız bile kalmamıştır diyebiliriz. Okullarımızda okutulan herhangi bir fizik veya biyoloji kitabının sayfaları arasından kâinata baktığımızda da yine Cahiliyet asrı insanlarının gördüğü manzarayı görebiliriz.)

[6] Muhammed Gazalî, Kur’ân’ı Anlamada Yöntem, müt. Emrullah İşler (İstanbul: Düşün Yayınları, 2016), s. 45.

[7] Müsned, 5:348; İbni Mâce, Edeb: 52 (no. 3781).

İlk nesillerin Kur’ân’a bakışına kısa bir bakış (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-5)

Bediüzzaman, Sözler adlı eserinin 33’üncü Sözünde, okuyucuyu varlık âleminin bütün tabakalarında, Kur’ân âyetlerinin ışığında engin bir tefekkür seyahatine çıkarır ve otuz iki ayrı pencereden çeşitli manzaraları onun gözleri önüne serer. Sonra, Otuz Üçüncü Pencerede, bütün bu pencerelerin mânâsını şu cümle ile hülâsa eder:

“Bütün geçmiş Pencereler, Kur’ân denizinden bazı katreler olduğunu düşün; sonra Kur’ân’da ne kadar âb-ı hayat hükmünde olan envâr-ı tevhid var olduğunu kıyas edebilirsin.”

Bir Risale-i Nur okuyucusunun böyle bir ifadeyle karşılaştıktan sonra hemen Kur’an başına geçerek bu doyumsuz tefekkür seyahatine bizzat Allah’ın kelâmıyla devam etmek isteyeceğini tahmin edebilirsiniz. Eğer her biri harikulâde bir tefekkür âleminin kapısını açan otuz iki pencerenin tamamı Kur’ân deryasının birkaç damlasından ibaret ise, deryanın geri kalanından da alabildiğine nasiplenmeye kim can atmaz?

Ancak gözlemlerimiz bu konuda çok fazla iyimser olmamıza imkân vermiyor. Aslında buna benzer ifadelerle Risale-i Nur Külliyatının pek çok yerinde karşılaşıyoruz. Ve bu ifadelerin, son derece açık bir şekilde, daha ileri seviyedeki okumalar için bizi Kur’ân’a yönlendirdiğini görüyoruz. Ancak esrarengiz bir denetim mekanizması burada devreye giriyor ve bize Kur’ân’ın kapısından içeri girme fırsatı tanımak istemiyor.

Bu esrarengiz denetim mekanizması üzerinde uzun uzadıya durmak gerektiği inancında değiliz, hemen herkes az veya çok bunun farkındadır; bu bakımdan sadece temas edip geçecek ve Kur’ân’ın hayatımızda işgal etmesi gereken yeri asıl kaynaklarından öğrenmeye çalışacağız. Bu öğrendiklerimiz konuyu yeterince açıklayacak; eğer bütün bunlardan sonra hâlâ bazılarımızın zihninde Kur’ân’a doğrudan yönelmeyi engelleyen birtakım tereddütler kalmış olursa, onu da ilerideki bölümlerde Bediüzzaman’ın “Kur’ân’ın Hakimiyet-i Mutlakası” başlıklı harikulâde makalesinden yapacağımız kısacık bir nakil çözüme kavuşturacaktır inşaallah.

İmam Malik’in meşhur sözüdür: “Bu ümmet önceden neyle ıslah olduysa yine onunla ıslah olur.” Vahşî bir toplumun fertlerini çeyrek asırdan daha kısa bir zamanda muhteşem bir medeniyetin öncüleri haline getiren, Kur’ân’ın talim ve terbiyesinden başka birşey değildi. Resulullahın (s.a.v.) ve Sahabîlerinin bütün hayatı tek bir kitabın etrafında cereyan ediyor ve bütün gayretleri o kitabı okumak, okutmak, öğrenmek, öğretmek, yaşamak ve yaşatmak üzerinde yoğunlaşıyordu.

Allah’ın Resulü, İslâma davet ettiği kimselere, bir iki kısa izahtan hemen sonra, doğrudan doğruya Kur’ân’ı okuyor ve İslâmı Kur’ân’ın âyetleriyle açıklıyordu.

Kendisine yeni bir âyet indiği zaman ilk yaptığı şey, önce erkekleri, ardından da kadınları toplayarak inen âyetleri onlara okumak oluyordu.

Uzak bölgelerden gelen kişiler ve heyetlere İslâmı anlatırken Resulullahın yaptığı şey yine onlara Kur’ân okumak idi.

Medine’ye hicret ettikten sonra Resulullahın ilk yaptığı işlerden biri Suffe okulunu kurmak olmuştu. Daha sonra Müslümanların sayısı arttıkça onların yaşadıkları mahallelerde de mescitler ve okullar kuruldu. Böylece, Medine, kısa zamanda, her köşesinde insanların birbirine Kur’an okuyup Kur’an öğrettiği bir ilim beldesi halini aldı. Öyle ki, Resulullah da Ashabının yanına vardığında, çoğu zaman onları Kur’an okur veya okuturken buluyordu:

Sehl b. Sa’d el-Ensarî “Biz mescidde birbirimize Kur’ân okurken Peygamber yanımıza geldi” demiştir.
Ukbe b. Amir şöyle anlatmaktadır: “Biz mescidde birbirimize Kur’an okurken Peygamber yanımıza geldi.”
Cabir b. Abdillah demiştir ki: “Biz Kur’an okurken Peygamber yanımıza geldi; topluluğumuz Arap ve Arap olmayanlardan müteşekkildi.”
Enes b. Malik anlatmaktadır: “Biz mescidde Kur’an okurken Peygamber yanımıza geldi. Aramızda Araplar, Arap olmayanlar, siyahlar ve beyazlar bulunuyordu.[1]

Kur’an öğreniminin önüne hiçbir şeyin geçmesine meydan vermemek konusunda Resulullah kadar Ashabı da son derece hassas davranıyordu. Hz. Ömer ile ilgili olarak Karaza b. Kâ’b’dan nakledilen şu meşhur hadise, bu hassasiyeti oldukça çarpıcı bir şekilde yansıtıyor:

Ömer b. Hattab bizi Kûfe’ye göndermişti. Bizi uğurlarken Sırar denen yere kadar bizimle beraber yürüdü.
Sonra sordu: “Buraya kadar sizinle niçin yürüdüğümü biliyor musunuz?”
“Resulullahın ashabı ve Ensardan olduğumuz için” diye cevap verdik.
Ömer dedi ki: Hayır, ben bir meseleyi anlatmak için sizinle beraber yürüdüm; onu iyice bellemenizi istiyorum. Siz şimdi arı uğultusu gibi Kur’an okuyup duran bir belde ahalisinin yanına gidiyorsunuz. Onlar “Muhammed ashabı gelmiş, Muhammed ashabı gelmiş” diye size gelecekler, sizden hadis anlatmanızı isteyecekler. Siz Resulullahtan rivayeti azaltın, Kur’ân’ı başka herşeyden tecrid edin; o zaman ben sizinle ortağım.
Karaza geldiğinde ona “Hadis rivayet et” dediler. Karaza ise “Ömer b. Hattab bize hadis rivayet etmeyi yasakladı” dedi.[2]

Hiç şüphesiz, Hz. Ömer de, Ashabın geri kalan kısmı da hadisin ve sünnetin din için ne anlam ifade ettiğini herkesten daha iyi bilen kimselerdi. Ama onlar, özellikle Hz. Ömer gibi önde gelen Sahabîler, aynı zamanda Kur’ân’ın mevkiini de herkesten iyi biliyorlardı. Hadisler elbette Kur’ân’ı açıklayacak, onun ahkâmının nasıl uygulanacağını bize öğretecek, Kur’ân’ın en güzel bir şekilde yaşanmasını bize gösterecek yegâne kaynaktı. Nitekim bu hadisi nakleden Dârimî, sonuna şöyle bir not ilâve ederek durumu güzel bir şekilde açıklıyordu: “Bana göre burada hadis ile kastedilen şey Resulullahın zamanından hatıralardır, yoksa sünen ve feraiz değildir.”

Bununla birlikte, Hz. Ömer bütün rağbet, himmet ve gayretlerin doğrudan doğruya Allah kelâmı olan ve içinde hiçbir şüphe bulunmayan Kur’ân’ın üzerinde odaklanmasına itina gösteriyor ve bu rağbeti zaafa uğratacak, himmetleri dağıtacak, dolayısıyla ümmetin Kur’ân’ı anlama ve yaşama azmini zaafa uğratacak hiçbir şeye fırsat vermek istemiyordu. Onun bu konudaki hassasiyeti, Kur’ân’ın hıfzına gösterilen rağbete bile endişeyle bakmasına yol açabilecek derecedeydi:

Hz. Ömer’in Basra valiliğine tayin ettiği Ebû Musa el-Eş’arî, bütün gayretini halka Kur’an öğretmek için sarf ediyordu. Birgün Hz. Ömer valilerine birer mektup göndermiş ve “Yanınızdaki Kur’an okuyucularını bana bildirin; onları Kur’an öğretmek üzere çeşitli yerlerde görevlendireceğim” demiş, bu mektuba 300 kişilik bir listeyle cevap vererek birinciliği alan vali Ebu Musa olmuştu.

Ebu Musa el-Eş’arî, bir defasında Halife Hz. Ömer’e bir mektup yazarak şehirde Kur’ân’ın hıfzına çalışan kimselerin çoğaldığından söz etti ve hazineden bunlar için yardım gönderilmesini talep etti. Ertesi sene yine hıfza çalışanların daha da katlanarak arttığını bildirdi ve yine yardım istedi.

Lâkin bu durum Hz. Ömer’i sevindirecek yerde endişelendirmişti. Ebu Musa’ya “Onları kendi hallerine bırak,” diye cevap verdi. “Çünkü onların kendilerini Kur’an hıfzına kaptırıp da onu anlamayı ihmal etmelerinden korkuyorum.”[3]

***

İlk nesillerin Kur’ân’ı anlamaya yönelik bu rağbetinin ve onu korumaktaki titizliğinin sebebini anlamak zor değildir. Âlemlerin Rabbi insanı kendisine muhatap almış, ona bir kitap göndermişti; ve onlar, insanlık tarihi boyunca gelip geçen onca nesiller arasında böyle bir şerefe mazhar olmanın ne anlam ifade ettiğini çok iyi anlamışlardı. Ayrıca, eski ümmetlerin âkıbetleri de gözlerinin önündeydi: Onlar Allah’ın indirdiği kitaplara sahip çıkmadıkları gibi, bu kitapları ve sonuç itibarıyla dinlerini değiştirmişler, bu yüzden de lânetlenmişlerdi. Hem böyle bir âkıbetten korunmak, hem de Allah Teâlânın kendilerine ihsan buyurduğu izzet ve şerefe lâyık olabilmek endişesi, onları dört elle Kur’ân’a sarılmaya sevk ediyordu.

Onların hayatında Kur’ân, eski ümmetlerdeki gibi sadece bir kısmının okuyup diğerlerine açıkladığı bir kitap değildi. Hiç istisnasız, onların hepsi birden Kur’ân’ı yaşayarak okuyor ve yaşayarak anlamaya çalışıyorlardı. İçlerinde her meslekten, her kesimden, her kültürden, her milletten, her türlü anlayış ve kavrayış seviyesinde insanlar vardı. Ama hepsi Kur’ân okuyordu. Hepsi Kur’ân’ı anlamaya çalışıyordu. Abdullah b. Ömer onlara “Çarşıdaki işinizi bitirip de eve döndüğünüzde mushafınızı açıp okuyun” diyordu. Ve herkes okuyor ve anlamaya çalışıyordu. Bilen bilmeyene öğretiyor, bilmeyen bilenden soruyordu. Yanlış anlayan olursa düzeltiyor, eksik anlayan olursa tamamlıyorlardı. Ama kimse kimseye “Sen okuma, anlamazsın”  demiyordu. Bazan da az bilen çok bilenden daha iyi anlıyor ve onun hatâsını düzeltiyordu. Meşhur örnekte olduğu gibi:

Hz. Ömer zamanında kadınlar mehir taleplerini çok yüksek tutmaya başlamışlar, bu yüzden evlenmek birçok kimse için külfet halini almıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer mehir için üst sınır koyarak mescidde bunu ilân etti.

Bunu işiten bir kadın derhal mescide gelerek Hz. Ömer’e sordu:

“Ey mü’minlerin emiri, Allah’ın kitabı mı, yoksa senin emrin mi uygulamada öncelik taşıyor?”

“Tabii ki Allah’ın kitabı,” diye cevap verdi Hz. Ömer. “Niçin soruyorsun?”

“Az önce sen insanların fazla mehir ödemelerini yasakladın. Halbuki Allah Teâlâ kitabında ‘Yükler dolusu mehir vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayın’ buyuruyor.”

Bunu işiten Hz. Ömer “Doğru düşünen ve doğru söyleyen bir kadın, hatâ eden bir imam; Allah yardımcımız olsun” dedi ve derhal minbere çıkarak az önceki emrini geri aldığını insanlara duyurdu. Arkasından, arkadaşlarına dönüp “Benim böyle bir söz söylediğimi işitiyorsunuz da beni uyarmıyorsunuz. Sonra da öyle fazlaca bir bilgisi olmayan bir kadın bana cevap veriyor” diyerek onları uyardı.[4]

Kur’ân ortak değer olup da bütün zihinler ona yönelince, toplumun hatâ ihtimali işte böyle sıfıra inebiliyordu. Onlardan birisi, hattâ en büyüğü yanılacak olsa bile mutlaka bir başkası onu düzeltiyor; herkes aynı kaynağa teslim olduğu ve bütün kalpler ona müteveccih bulunduğu için, hatâ yapmak da, ikaz edilmek de kimse için bir aşağılanma sebebi olarak görülmüyordu. Toplum tek bir vücuttan ibaretti ve bu vücudun ruhu da Kur’ân-ı Kerim idi. O ruh, âlimiyle, cahiliyle, her kesimden ve her seviyeden her türlü insana, tek bir vücut gibi hayat dağıtıyordu.

Bu arada, Sahabenin Kur’ân’ı okuma ve ondan azamî istifadeyi sağlama hususunda takip ettikleri önemli bir ölçü daha vardı ki, bu da bir sonraki bölümün konusunu teşkil ediyor.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK

[1] M. M. el-Azamî, Kur’an Tarihi (İstanbul: İz Yayıncılık, 2006), s. 100.

[2] İbni Mâce, Mukaddime: 3; Dârimî, Mukaddime: 28 (no. 286); Müstedrek (Hâkim), no. 353.

[3] M. Sait Şimşek, “Asr-ı Saadette Kur’an ve Sünnetin Anlaşılması,” (Kettânî, et-Terâtîbü’l-İdariyye, 2:279’dan naklen), Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm (İstanbul: Beyan, 1994), c. 1, s. 213.

[4] Kur’an Yolu, Nisâ 20. âyet tefsiri (İbn Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye’den naklen); Zemahşerî, el-Keşşaf, Nisâ 20. âyet tefsiri.

Eserlerde ve ilk talebelerin mektuplarında Kur’ân vurgusu (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-4)

Risalelerin ilk telif günlerinden itibaren Bediüzzaman’ın sürekli olarak vurguladığı şey, yazılan eserlerdeki hakikatlerin Kur’an’dan alındığı, kendisinin ve talebelerinin yerine getirmeye çalıştıkları hizmetin de Risaleler vasıtasıyla Kur’ân’a hizmetten ibaret olduğu idi. Barla Lâhikasının girişinde Risale-i Nur’un ilk talebeleri olan Hulûsi Bey ile Sabri Hocayı anlatırken, bu hususu Bediüzzaman açıkça ve tekrarla belirtmiştir:

Bu iki zât hakikî talebelerimden ve ciddî arkadaşlarımdan; ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hassası var ki, bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.

Birinci hassa: Bana mensup herşeye malları gibi tesahup ediyorlar. Bir Söz yazılsa, kendileri yazmış ve telif etmiş gibi zevk alıyorlar, Allah’a şükrediyorlar. Adeta cesetleri muhtelif, ruhları bir hükmünde, hakikî manevî vereselerdir.

İkinci hassa: Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük, en mühim maksatları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’ân’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telâkkileridir.

Üçüncü hassa: Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kur’âniyeden aldığım ilâçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilâçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar. Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetmeleridir.[1]

Bu satırlar, Risalelerin kaynağını gösterdiği gibi, zamanın bütün menfi şartlarına rağmen insanların bu eserlere bu kadar büyük bir teveccühle yönelmesinin sebebini de açıklıyordu. Onlar, yoğun takip ve baskılar altında gizlice çoğaltılıp gizlice kendilerine ulaştırılan Risaleleri Kur’ân’ın mânâ hazinelerinden haberler taşıyan mektuplar olarak görüyor, onları böyle ulvî bir hasretle tekrar tekrar okuyorlardı. Nurun birinci talebesi Hulûsi Yahyagil, bu durumu, “Serâpâ nur olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın hak ve hakikatini bu asır insanlarının, bilhassa fırak-ı dâllenin gözlerine sokacak derecede, bazı Kur’ân lemeâtının zahir olmasına murad-ı İlâhî taallûk etmiş ve bu emr-i mühimme, felillâhilhamd, muhterem Üstadımız vasıta olmuştur”[2] sözleriyle hülâsa ediyordu. Yahyagil, bazı Risaleleri okuyan bir müftünün aynı istikametteki kanaatlerini de Üstadına sevinçle aktarıyordu:

Müftü Kemal Efendi, evvel mektubu mütalâa etmişti. İki gün evvel ziyaretine gittim, “Hiç kimsenin bugüne kadar muktedir olmadığı dekaik ve hakaiki Kur’ân’dan bulup çıkarmışlar” diyerek takdirlerini beyan, selâm ve dualarını tebliğ etmekliğimi söylediler.[3]

Risale-i Nur’un ilk talebelerine ait mektuplardan meydana gelen Barla Lâhikası, baştan sona, Risaleleri Kur’ân’a mensubiyeti sebebiyle öven ve Kur’ân’ı özellikle vurgulayan mektuplarla doludur. Bu mektupları okurken şu hususu hatırlamakta fayda vardır: Bunlar, Risalelerin ilk telif ve yayılma yıllarında talebelerin ellerine yeni Risaleler geçtiğinde duydukları sevinçlerini dile getirmek üzere hasbî olarak Üstadlarına yazdıkları mektuplardan ibarettir; Risalelerin büyük bir gizlilik içinde tek tek elle yazılarak çoğaltılabildiği o günlerde bu mektupların birgün derlenerek bir kitap haline getirileceği, kimsenin hayalinden geçecek birşey değildi. Onun için, bu mektuplarda insanların Risalelerden Kur’ân’a intikal edişlerinde herhangi bir yapmacık eseri bulmak mümkün değildir. Burada Bediüzzaman’ın uzun zamandır peşinde olduğu bir neticeye iki yönlü olarak ulaştığını görüyoruz:

Bir taraftan, Bediüzzaman yıllar önce Sebilürreşad’da dile getirdiği özlemini gerçekleştirerek insanların nazarına herşeyin üzerinde Kur’ân-ı Azîmüşşânı göstermiş, diğer taraftan da insanlar bu eserleri incelerken “Bediüzzaman ne diyor?” sorusunun değil, “Kur’ân ne diyor?” sorusunun cevabını aramış ve bulmuşlardır. Barla Lâhikasının mektuplarındaki Kur’ân vurgusu bize bunu gösteriyor.

Bediüzzaman, telif ettiği risalelerin konularını, zamanla Risale-i Nur’un alâmet-i farikası halini alacak olan “iman hakikatleri” deyimiyle formülleştirmişti. Bu konuları ele alırken takip ettiği yol ise, alışılmışın dışında bir usuldü. Her bir risalenin başında Bediüzzaman bir âyet zikrediyor, sonra da bu âyetin açtığı kapıdan gördüklerini anlatıyordu. Doğrudan doğruya “Şu kelimenin mânâsı şudur, bu ifade ile şu murad edilmiştir” şeklinde bir açıklama yapmıyor, ibareleri tahlil etmek veya selefin yorumlarını nakletmek gibi alışılagelmiş yollardan hiçbirini izlemiyordu. “Filân âlim bu konuda ne demiş?” sorusunun cevabı yoktu yazılanlarda. Ama Kur’ân’dan yapılan nakiller pek çoktu. Bir de hayatın kendisi vardı. Bediüzzaman Kur’ân’ı hayatla, hayatı Kur’ân’la açıklıyordu.

Eserlerin bu özelliğini keşfetmek ve ona “vurulmak” hususunda, Risale-i Nur’un ilk talebeleri bizden daha talihli durumda idiler. Zira o yıllarda Cumhuriyet dönemi tahribatının sonuçları henüz bütünüyle ortaya çıkmış değildi. En azından, Osmanlı terbiyesiyle yetişmiş insanlar o gün hâlâ aramızda yaşıyorlardı. Hulûsi Bey, Sabri Efendi, Hafız Ali, Hasan Feyzi, Binbaşı Asım Bey, Refet Barutçu, Muhacir Hafız Ahmet gibi nice münevver şahsiyetler için, Risalelerden herhangi birini okur okumaz ondaki Kur’an esintilerinin kokusunu almak ve doğrudan doğruya bu esintilerin kaynağına intikal etmek zor olmuyordu. Üstelik eserler de dile getirdikleri hakikatlerin kaynağı olarak doğrudan doğruya Kur’ân’ı gösteriyorlardı. Bu durumda zihinler kolayca melzumdan lâzıma (Risaleden Kur’ân’a), ondan da lâzımın lâzımına (kudsiyete) intikal edebiliyordu. Ne diyordu Bediüzzaman:

Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gösterilseydi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan kudsiyete intikal ederdi. Ve bu sûretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.[4]

***

Risale-i Nur hareketi, risalelerin ilk telif yıllarından itibaren büyük badirelerden geçerek büyüdü. Sürekli takip, taciz, tevkif, yargılama, sürgün ve işkenceler arasında telif edilen eserlere paralel olarak bu hareket de gelişti ve toplumun bütün kesimleri arasında kök saldı. Şartlar ne olursa olsun, yaşanan olumsuzluklar hiçbir zaman eserlere nüfuz etmiyor, en şiddetli baskıların en amansız hastalıklarla ittifak ettiği zamanlarda bile Risale-i Nur Müellifinin kaleminden çıkanlar yine Kur’ân’ın ve kâinat kitabının güzelliklerini en güzel üslûplarla sarıp sarmalayarak insanlara sunuyordu. 1960 yılının bir Ramazan gecesinde Bediüzzaman Said Nursî bu fani hayata veda ettiği zaman, artık arkasında tamamlanmış bir Külliyat ile bu Külliyatın etrafında kenetlenen ve bu Kur’ân hizmetini geleceğe taşımaya azmetmiş bir cemaat vardı.

Bekleneceği gibi, Bediüzzaman’dan sonra Risale-i Nur hareketi onun bıraktığı gibi kalmadı. Bir taraftan gelişip büyümeye devam etti, hattâ daha da hız kazandı. Bu arada uzun yılların mücadeleleri hedefine ulaştı ve Risale-i Nur serbestçe yayınlanıp okunur hale geldi. Ama diğer taraftan da, bu kadar büyüyüp güçlenmiş ve her sınıftan insanlar arasında kök salmış toplulukların başına gelmesi mukadder olan şeyden Risale-i Nur hareketi de nasibini aldı. Cemaatin çeşitli kesimleri arasında farklılıklar, zaman içinde ihtilâfları, ihtilâflar gruplaşmaları, gruplaşmalar bölünmeleri doğurdu. Böylece, başlangıçtaki Risale-i Nur cemaati, Risale-i Nur cemaatleri halini aldı. Ondan sonra da . . .

Ondan sonrasına elbette geleceğiz; zaten bu yazı serisinin ortaya çıkmasına maceranın “ondan sonrası” sebep teşkil ediyor. Ancak buraya gelmeden önce, başlangıcın da tâ en başına dönmek ve taşları yerine iyice oturttuğumuzdan emin olmak gerekiyor. Ta ki, zamanın akışı içinde tedricî bir şekilde vücuda geldiği için pek farkına varılmayan değişmelerin bizi nereden nereye taşıdığı, herkesin açıklıkla görebileceği bir şekilde ortaya çıksın.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK

[1] Barla Lâhikası, Mukaddeme.

[2] A.g.e., 1. Mektup.

[3] A.g.e., 123. Mektup.

[4] http://erisale.com/#content.tr.15.322

Okunduğu zaman Kur’ân’ı gösteren şeffaf eserler ( Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-3)

Risale-i Nur’un doğumu bir bahar gününe isabet etti.

Bediüzzaman o sırada Anadolu’nun kuş uçmaz, kervan geçmez bir beldesinde, sıkı tarassut altında bulunuyordu.

O bahar gününde çiçek açmış badem ağaçlarının arasında gidip gelirken, Bediüzzaman ile Kur’ân arasında sual ve cevaplar gidip geldi.

“Allah’ın rahmet eserlerine bak!” dedi Kur’ân.

Bediüzzaman, Kur’ân’ın gösterdiği yere, Kur’ân’ın gösterdiği şekilde, Kur’ân’ın nuruyla baktı.

Cennet gibi güzel bir memleket gördü baktığı yerde. Muhteşem bir saltanat gördü. Ve bir kitaptan okurcasına dilinden dökülmeye başladı satırlar.

“Bak,” dedi, “nasıl en fakir, en zayıftan tut, ta herkese en mükemmel mükellef erzak veriliyor.”

“Bak,” dedi, “ne kadar âli bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor.”

“Bak,” dedi, “had ve hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz mat’umat gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehâveti, hesapsız dolu hazineleri vardır.”

“Bak,” dedi, “bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ bir hâcet, en ednâ bir raiyetten görse, şefkatle kazâ ediyor. Bir çobanın bir koyunu bir ayağını incitse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.”

Sonra, baktığı ve gösterdiği yerlere ayrı ayrı kapılardan girdi.

Rububiyet ve saltanat kapısından girdi, karşısına haşir hakikati çıktı.

Kerem ve rahmet kapısından girdi, yine haşir hakikatiyle karşılaştı.

Hikmet ve adalet kapısından tâ risalet ve tenzil kapısına kadar on iki ayrı kapıdan baktı, içeri girdi, her tarafı inceledi, okudu, tefekkürle mütalâa etti.

Gözle görünürcesine bir kesinlikle karşısında beliren Haşir hakikatinin on iki ayrı kapıdan resimlerini çekip “Haşir Risalesi” adıyla bir muhteşem eser halinde, okuyacak olanların önünde sergiledi.

Kur’ân-ı Kerimin tek bir âyetinin tefsiriydi bu yazılanlar. Ve içinde Kur’ân’dan ve kâinattan başka hiçbir yerden tek bir alıntı yoktu. Sadece âyetler konuşuyordu yazılanlarda – ya Kur’ân’ın, ya da kâinat kitabının âyetleri. Yıllar önce Sebilürreşad’daki makalesinde “Kütüb-ü İslâmiye şeffaf olmalı; bakınca onda Kur’ân görünmeli” demişti. O makaleyi okuyup da “Peki ama nasıl?” diye soranlara fiilî bir cevaptı Haşir Risalesi.

***

Haşir Risalesini daha sonra diğer risaleler takip etti. İlerideki yıllarda “Risale-i Nur Külliyatı” adı altında büyük bir külliyatı vücuda getirecek olan bu eserler belli bir sıraya tâbi olmaksızın gözlerden uzak yerlerde gizlice telif ediliyor, gizlice elden ele dolaşıyor, gizlice çoğaltılıp Anadolu’nun dört bir yanına ulaştırılıyor, ulaştığı yerde de gizlice okunuyordu.

Risalelerin ulaştığı yerlerde bir okuyucu çevresi zuhur ediyordu. Bunlar her sınıftan insanlardı. İçlerinde farklı alanlardan ilim ehli bulunduğu gibi, okuma yazma bilmeyip de risaleleri başkalarına okutarak dinleyen kimseler de vardı. Ancak bunların hepsini birleştiren bazı ortak özellikler de vardı ki, bunların başında edep ve ahlâk geliyordu.

İlim ve fazilet ehli insanlar, zaten bu vasıfları sebebiyle Risalelerde kendilerini cezbeden çok şey buluyordu. Diğer taraftan, sıradan insanlar da bir kere Risalelerin atmosferine girdikten sonra sadece bilgi edinmek, şüphelerini gidermek, imanlarını güçlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda onların hayatlarını İslâm inancının en güzel özellikleriyle süslüyor ve birer fazilet abidesi haline getiriyordu. Emirdağ’da sivil polis olarak Bediüzzaman’ı izlemekle görevlendirilen komiser Abdurrahman Akgül anlatıyor:

Çarşıya çıkıp kahvaltı yapmak için peynir ve zeytin aldık. Bir dükkândan da tereyağı aldık. Dükkâncı tereyağını tartarken, yağı koyduğu kâğıt kadar da terazinin öbür kefesine kâğıt koydu. Ben doğrusu bu vaziyeti başka bir yerde görmemiştim. Bediüzzaman işte Emirdağ’ı böyle yapmıştı.[1]

Risalelere gelince:

Risale-i Nur Külliyatı üzerinde konuşurken, birçok yönden sıra dışı bir eserden söz ettiğimizi dikkate almalı ve kendi şartları içinde değerlendirmeye çalışmalıyız. Onun sıra dışı bir eser oluşu, kendisi hakkında değerlendirme yapmayı bir ölçüde güçleştirmekte, bazan da eksik veya hatâlı sonuçlara yol açabilmektedir.

Risale-i Nur’u sıra dışı yapan özelliklerine kısaca göz atacak olursak:

Onun en birinci özelliği, Müellifinin bütün hayatı boyunca dile getirdiği bir probleme bizzat sunduğu bir çözüm olmasından gelir. En başta da temas ettiğimiz gibi, o, Kur’ân’ın “tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmış olmasından” şikâyetçiydi ve canhıraş bir şekilde bu probleme çare arıyordu. Bütün ilmî hayatının, Volga kıyısındaki mescidde geçirdiği uzun kış gecelerinin, İstanbul’daki ilim meclislerindeki hararetli mübahaselerin ve en nihayet Eyüp, Yuşa tepesi ve Sarıyer inzivalarının sonunda, inayet-i İlâhiye onun bu arayışına Barla bahçelerinde cevabını lütfetti. Ve Risaleler, alışılmış eserlerden çok farklı bir biçim, muhtevâ ve üslûpla vücut sahasına çıkmaya başladı.

Telif edilen risaleler Kur’ân’dan bir âyetle başlıyor, ama klasik tefsirler gibi devam etmiyordu. Pek az sayıda istisnaları saymazsak, Kur’ân’dan başka bir yerden nakil de yapmıyordu. Eserleri okuyanlar, orada Kur’ân’ın ve kâinatın birbirini tefsir eden âyetlerini ve bu âyetlerden süzülen mânâları buluyordu. Konular ise, dinin zaruriyat kısmına dair meseleler, yani bütün mü’minleri birleştiren konulardı. Ve bunlar, çağın ve gelecek çağların en ziyade hücumlara maruz kalan ve sarsılmaya yüz tutan iman hakikatleriydi. Bu eserlere bakanlar herhangi bir konuda filan veya falan âlimin ne dediğini değil, Kur’ân’ın ne dediğini buluyorlardı.

Diğer taraftan, Risale-i Nur telif şekli ve şartları itibarıyla da kendisine has bir surette ortaya çıkmıştı. Her ne kadar ona bitmiş haliyle baktığımızda bir külliyat halinde toplanmış bir eser görüyorsak da, bu – en azından görünüşüyle – başından itibaren planlanarak vücuda getirilmiş bir eser değildir. O bazan dağ başında, bazan zindan köşelerinde, bazan yağmur altında, bazan şiddetli hastalık zamanlarında telif edilen eserlerden meydana gelmiştir. Bütün bu farklı ortamların bir ortak noktası varsa, o da, hemen hemen hiçbirinin bir ilim ve fikir eseri vücuda getirmek için elverişli bir ortam olmadığıdır denebilir. Ancak ortaya çıkan eserlerin büyük kısmı, ortamın elverişsizliğiyle ters orantılı bir şekilde, sanki uzun tetkikler sonucunda ve müellifin mesaisini kesintiye uğratmayacak şartlar altında vücuda gelmiş izlenimini uyandırmaktadır.

Risale-i Nur, tanzim ve tertibiyle de farklı bir eserdir. Gerçi onu bir külliyat olarak düşündüğümüzde, farklı bahisleri içine alan bir eserler topluluğu olarak görmekte zorlanmayız. Ancak risaleler Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar gibi başlıklar altında bir araya getirilirken ne konu itibarıyla, ne kronolojik yönden, ne de düşünebildiğimiz başka bir tasnif metoduna tâbi şekilde bir düzenlemeye tâbi tutulmamıştır. İlk olarak telif edilen Haşir Risalesi, Sözler adlı eserde Onuncu Söz olarak yer almıştır. Diğer yandan, haşir konusu sadece burada bırakılmamış, çeşitli yönleriyle Mektubat, Lem’alar veya Şualar’da da ele alınmıştır. Daha başka pek çok konu, aynı şekilde, Külliyatın birçok yerinde bazan birbirine çok benzer şekilde, bazan da değişik yönleriyle karşımıza çıkar. Bu, her ne kadar ilk bakışta bir düzensizlik olarak görünüyorsa da, Risalelerde incelenen konuların bütün bir hayata yayılması gereken iman hakikatlerini kapsadığı dikkate alınırsa, bu tarz bir düzenlemenin okuyucuyu devamlı olarak bir imanî tefekkür atmosferinde tutmakta önemli bir etken teşkil ettiği düşünülebilir. Meselâ âhirete iman konusu tek bir kitapta bütün yönleriyle ele alınıp orada bırakılmış olsaydı, bu bilgi hafızada yerleşmesine yerleşirdi, ama hergün karşılaşıp da sürekli olarak teneffüs edebileceğimiz bir iman hakikati olarak okuyucunun karşısına çıkmazdı. Bu durumda Risale-i Nur’un da pek çok ilmî eser gibi ara sıra başvurulacak bir kaynak olarak kütüphane raflarında kalması kaçınılmaz olurdu.

Aslında bu özellik, hayatın ve Kur’ân’ın özelliğidir. Hayatta olup bitenler karşımıza bölümler halinde çıkmazlar; Kur’ân da bize derslerini birbirinden kesin hatlarla ayrılmış bölümler halinde vermez. Kur’ân’ın sayfalarında hayatın bütününü bulursunuz; aile hayatından bahsederken hemen arkasından şirkten sakınmaya, onunla beraber insanlara yapılacak iyilik sıralamasına, arkasından cimriliğin tehlikelerine, onun arkasından münafıklara geçer, bu geçişler sırasında Allah’ın yüceliğine, büyüklüğüne ve herşeyi kuşatan ilmine atıfta bulunur, böbürlenenleri Allah’ın sevmediğini ve cimrilik edenler için aşağılayıcı bir azap hazırlandığını hatırlatır, şeytanın arkadaşlığı konusunda uyarır, Allah’ın kimseye haksızlık etmeyeceğini, iyiliklere ise kat kat karşılık vereceğini müjdeler. Bu sayede, biz, Kur’ân’ın hangi sayfasını açacak olsak, okuduğumuz yerde, yaşamakta olduğumuz hayatın bütün alanlarını kapsayan dersler ve ibretler buluruz. Risale-i Nur’un telifinde ilhamını başka kitapların aracılığı olmaksızın doğrudan doğruya Kur’ân’dan aldığını söylerken Bediüzzaman Said Nursî’nin neyi kastettiği, bu tesbitlerin ışığında herhalde daha iyi anlaşılacaktır.

Risale-i Nur’un üslûbu da kendisini farklı kılan özellikleri arasındadır. Eserlerde bir yandan son derece soyut İlâhî hakikatleri bir tablo berraklığında tasvir ederek gözler önünde canlandıran, aynı zamanda da yüksek seviyeli bir ilmî eserden beklenmeyecek kadar içten ve davetkâr bir üslûp görülür. Gerçi bugünün gittikçe çoraklaşan ve bilhassa internet medyasının marifetiyle bir kabile diline doğru gerilemekte olan lisanı ile mukayese edildiğinde Risale-i Nur’un dili bir hayli ağır gelecektir; ancak bu engeli aşabilen okuyucu için Risale-i Nur hâlâ o esrarlı üslûbuyla cazibesini korumaya devam ediyor. Türkçenin mazisiyle bağlarını henüz bütünüyle koparmadığı telif yıllarında ise, Risalelerin bu özelliği çok daha güçlü bir etken teşkil ediyordu.

Risale-i Nur’un telif edilişi kadar, belki ondan daha da sıra dışı bir özelliği ise neşredilişi olmuştur. Bu eserler gizlice yazılmış, gizlice yayılmış, gizlice okunmuştur. Gözlerden uzak köşelerde eserler telif edildikçe onu iştiyakla bekleyen insanlara gizli yollardan ulaştırılmış ve onlar da gizli odalarda, odunluklarda, hattâ ahırlarda önceleri tek tek elle yazarak, daha sonra da belirli yerlerde teksir makinesiyle çoğaltılıp yurdun dört bir köşesine yine gizli yollardan ulaştırılmıştır. Her safhası ayrı tehlikelerle dolu olan bu macerayı yüzlerce, belki binlerce kişi seneler boyunca yaşamış ve bu süre içinde eserleri hem sürekli şekilde okumaya, hem de yazmaya devam etmiştir.

Risale-i Nur’un en önemli özelliklerinden birisi de onun cemaatlere sahip oluşudur. Ancak bu noktada çok daha farklı bir alana girdiğimiz ve kitaplar gibi sabit kalmayan, sürekli olarak değişen, gelişen, hattâ başkalaşan yapılar ve telâkkiler söz konusu olduğu için, bu konuyu ayrıca ele almamız gerekiyor. Yazı serimizin bundan sonraki bölümlerinin ağırlığını da meselenin bu cephesi teşkil edecektir.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK


[1] Necmeddin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursî’yi Anlatıyor (İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1994), c. 3, s. 145.