Etiket arşivi: Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Aidiyet Oluşumu Yazı Dizisi-1

Aidiyet duygusunun oluşumu için en önemli şart; çocuğun bağımlılık ilişkisi içerisinde değil, kendisi olabilmesi ve mizacıyla var olarak sevdiği kişiye kaygıyla değil huzur içerisinde bağlanmasıdır.

Aidiyetin oluşumunun en önemli göstergesi bağlanmadır.

-“Çocuğumda acaba gerçekten aidiyet duygusu ile bir bağlanma mı var yoksa bir patolojik aidiyeti mi var?” ya da

-“Benim eşimle ilişkim bir patolojik aidiyeti mi yoksa gerçekten aidiyet duygusuyla bir bağlanma mı var?”

Sorusunun cevabı bir tek kelime de gizli, “bağlanma”… Eğer bir kişide bağlandığı kişiye karşı kendisini ifade edebilme özgürlüğü var ise, kendisini ifade ettiği zaman zarara uğratılma endişesi taşımıyor ise, ortada da bir bağlanma var ise, işte o zaman biz buna “aidiyet” ve keyifle bağlanma bir diğer deyişle “iradî bağlanma” diyoruz.

Bu aynı zamanda duygusal bir bağın da var olduğu anlamına gelir.

*Bir kişi bir kişiye kendisini ifade etme özgürlüğüne sahip olarak bağlanmışsa, o zaman o bağlanmaya biz sağlıklı bağlanma diyoruz. Ama eğer bir korkmuşluk içerisinde duygularını ve düşüncelerini ifade edemiyorsa, örneğin kadın bir şey söyleyecek ancak kocasının kendisine kızacağını, tersleyeceğini düşünüyor ise buradaki aidiyet ilişkisi bir “patolojik aidiyet”tir.

*Kendisini sözel olarak ifade edebilme gücünü barındıran kişinin kurduğu bağ “aidiyet bağı”dır. Duygusal gücü var olarak kendisini ortaya koyabilme bağı aidiyet bağıdır.

Yani aidiyet duygusunun oluşabilmesi için şunlara bakmak gerekir:

“Çocukta kendini ifade etme özgürlüğü var mı?”

Bir durum karşısında anne baskın bir vaziyette “kapa çeneni!” diye mi yaklaşıyor yoksa çocuğu dinleyebiliyor mu?

Anne baba aslında neyin doğru neyin yanlış olduğunu bildiği halde yanlış yapılan bir şeyi toparlamak üzere rehberlik yapabiliyor mu?

“Aslında öyle değil de bir de şöyle düşünelim” diye bir genişliğe sahip mi, yoksa sinirle dişlerini sıkan bir anne mi baba mı?

Aidiyet oluşumunda patolojik ya da normal-sağlıklı aidiyetin oluşumunda üç tane temel etkenden bahsediyoruz. Bu üç temel eylem gerçekleşiyor ise o zaman sağlıklı bir aidiyetin oluştuğunu söyleyebiliriz. Peki, nedir bu üç temel eylem?

“Fiziksel birliktelik”, “Sosyal birliktelik” ve “Duygusal birliktelik”…

Yarın “Fiziksel Birliktelik” başlığını açmaya çalışacağım…

Devamı yarın

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Gelişimin En Belirgin Özelliği, “Eşyaya Nüfuz Etme” Çabasıdır.

Gelişimin en belirgin özelliği, “eşyaya nüfuz etme” çabasıdır.
Erken çocukluk döneminden itibaren çocuk, gördüğü her “yeni” eşyayı merak eder, tanımak ister. Çocuğun eşyayı tanıma çabası içsel bir “ihtiyaçtır.” Eşyaya nüfuz etme ihtiyacı içindeki çocuk, daha erken yaşta “inatçı bir direnişle” evin içindeki eşyalara yönelir, kendi yöntemi ile eşyaları tanımaya çalışır. Eline alır; ağırlığını algılar… Ağızına alır; tadını hisseder… Yere vurur; çıkardığı sesi ve sertliğini tanır… Kaldırır atar; kendinden kopup gidişin verdiği garip heyecanı tadar…

Eşyaya nüfuz etme ihtiyacını karşılamış çocukta, eşyanın hâllerini öğrenmiş olmak ve eşyaya güç yetirebilmekten kaynaklanan “güven duygusu” gelişir.

Aşırı mükemmeliyetçi ebeveynlerin koydukları kurallar, çocuğun eşyaya nüfuz etmesini zorlaştırır. Çocuk bir yandan, içsel bir yönelişle eşya ile haşir neşir olmak, ona hükmetmek, onunla barışık olmak için çaba harcarken, diğer yandan, ebeveyninin “dağıtma, dokunma, elleme” tavırları ile iç çatışma yaşar.
Bundandır ki engellenen çocuk, agresif olur.

Gece korkularının en belirgin sebeplerinden biri de çocuğun eşyaya nüfuz edememiş olmasıdır. Böylesi çocuk, yatmak için odasına girdiğinde, eşya, sanki onun üstüne üstüne gelir. Perdelerdeki desenlere bakar korkar… Duvarlarda garip insan suratları algılar… Masasının üzerindeki oyuncak ayıcık canlanacakmış gibi endişeye kapılır…

Eşyaya nüfuz etmesi engellenmiş çocuk uykuya dalmakta zorluk çeker. Her ne kadar kendi odası olsa da anne babasının yanında yatmayı tercih eder.

Erken çocukluk döneminden itibaren çevresindeki eşya ile tanışmasına fırsat verilmiş, “eşyanın hâllerini” tanımasına rehberlik edilmiş çocuklarda “güven” duygusu oldukça belirgindir…

Bu çocuklar, kendi odalarında yatmakta zorluk çekmez… Duvarlar üstüne üstüne geliyor gibi hissetmez… ‘Perdenin üzerinde bir adam var sanki’ diye korkmaz… Yatağın altından biri elini uzatacak gibi ayaklarını kenara çekmez…

Çocuğun “eşyaya nüfuz etme” çabası, sadece engellenme hâlinde değil, ihtiyacı olmayan eşyalara nüfuz etmesine izin verdikçe de anormal davranışlara yol açar.

Örneğin, birçok ebeveyn, harçlıklarını biriktirip oyuncak alsın diye çocuklarına kumbara alır. Böylece çocuğunun tasarruf sahibi olacağını, parasının kıymetini bileceğini düşünür.

Hâlbuki 12 yaşından önce çocuklara, bir eşya alsın diye para biriktirmeyi teşvik etmek, anormal davranışı tetikleyen bir “iyi niyet” yanılgısıdır.
Zira çocuğun para biriktirme ihtiyacı yoktur.

Çocuğun nüfuz etmesi istenilen eşya, bir birikinti ile çoğalıyorsa, çocuğun eşyadan vazgeçecek “iradesi” zayıflar, “hırsı” artar.

Bundandır ki teknolojik oyunlar genellikle “puan, altın, para” birikintisi üzerine kurgulanarak oyuncunun kendinden vazgeçmesini zorlaştırırlar.

Birçok anne baba, kumbarada biriken paradan çocuğunun vazgeçemediğinin, o çok istediği oyuncağa biriktirdiği parayı veremediğinin şahidi olur… Bu durumdaki çocuk, birikintiyle kurduğu bağ ile çok istediği oyuncak arasında çelişkiye düşer.

Anne babalar, çocuğun biriktirdiği paradan bir gün 1 ekmek parası için 1 lira istese, çocuğun “hayır vermiyorum” diye karşılık vermesi çok doğaldır. Ve bunu söyleyen çocuk ne cimridir ne de parasına sahip çıkıyordur… O, ancak, çocukluk döneminin en belirgin özelliği olan “eşyaya nüfuz etme ihtiyacının” bir iyi niyetli yanılgı ile birikintiye yönlendirilmiş olmasının çelişkisi içindedir.

Bununla birlikte, ebeveynler, “iyi rehberlik edebilirlerse”, 12 yaşına kadar olan çocuklarına, kendi için değil, ihtiyacı olan birine vermek için “bağ kurmadan birikinti oluşturmayı” öğretmeleri gelişime katkı sağlar.

Böylece çocuk, bağ kurmadan oluşturduğu birikintiyi, sahibine verirken, hem iyilik yapmanın hem de “vazgeçebilmekten kaynaklanan hazzın” gününe erişir…”

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

 

Acaba Ben İyi Bir Anne Miyim?

Hiçbir kadın, “Acaba ben iyi bir anne miyim?” diye şüphe duymamalıdır kendinden. Bütün anneler şefkatlidir, koruyucudur, sevgi doludur ve tereddüt etmeden çocukları için kendilerini feda edebilir çünkü. Korkak bir anne tavuk bile civcivlerinin tehlikede olduğunu hissettiğinde ölümü göze alır, yavrularına göz diken tehlikeye karşı başkaldırır adeta.

Anne, aile içindeki dengeyi sağlayan stabilizatör gibidir.

Annenin aile içinde hiç zorlanmadan yapacağı bu görev için gerekenler, zaten yaratılıştan bu yana içinde hazır bulunur. Doğal aile yapısında annenin çocuklarına karşı beslediği sevgi ve şefkat hissi, aile içinde bozulması muhtemel dengeleri her an düzeltebilecek güçtedir. Bu itibarla bakıldığında anne, kelimenin tam anlamıyla, aile içindeki, sevgi ve şefkat duygularının ana kaynağı niteliğindedir. Ailede kim sevgiye ve şefkate ihtiyaç duyarsa teselli bulacağı yer, annedir.

Ne yazık ki günümüz aile yapılarında annenin sevgi ve şefkat kaynağı olmasına “pasiflik” olarak bakılıyor. Çocuklarına karşı şefkat gösterisinde bulunan anneyi, çevresi, “Bu kadar yumuşak olma. Çocuklar büyünce seni dinlemez.” diye ikaz ediyor. Halbuki çocukların aile içindeki kuralları dinleyip dinlememesi, baba otoritesine bağlıdır. Anne, baba otoritesinin ev içindeki dengeleyicisidir. Eğer anne de baba gibi otorite görevine soyunursa ailenin duygu pınarı kapanmış olur. O takdirde sevgi ve şefkate ihtiyaç duyan çocuk, bu ihtiyacı kimden giderir? Çocuk anneden alması gereken bu sevgiyi ondan alamazsa içindeki eksikliği dış dünyadan karşılamaya çalışır. Çünkü sevgi, dinmek bilmeyen bir ihtiyaçtır.

Sağlıklı bir aile yapısında, anne ve baba birbirini destekleyerek çocuk eğitimini üstlenirler. Eşlerin birbirlerindeki eksiklikleri tamamlaması zafiyet değil, aksine sağlıklı bir sürecin işaretidir. Baba, evdeki düzeni bozan oğluna-kızına otoritesini kullanarak onun kurallara uymasını sağlayabilir. Uyum sürecinde sıkıntı yaşayan çocuk teselli aramak için doğruca kendini annesinin şefkatli kucağına atabilir. Anne, kurallara uymanın gerekliliğini kendi sevgi diliyle ona anlatabilir. Çocuğunun kimi zaman saçını okşar, kimi zaman da yanına uzanır. Böylece çocuk, bir yandan kurallara uymanın zorluklarıyla tanışırken, diğer yandan da anne sevgisiyle sıkıntılarını aşılabileceğini hissedip öğrenir.

Ne yazık ki katıldığımız birçok konferansta anneler, “Anne-baba her zaman aynı çizgide olmalı. Eğer baba bir ceza verdiyse anne de onun uygulanması için çocuğa yumuşak davranmamalı diye biliyorduk.” diyor. Oysaki babanın kural koyuculuğundan kaçan çocuk annesine sığınamazsa, oğlunuzun-kızınızın kendini teselli edecek bir kucak aramasından korkmaz mısınız hiç?

Hem anneden hem de babadan ceza alan çocuk duygularına yenik düşer, öfkelenir, nefret ve kin duygularını geliştirir içinde. Yaptığı bir yanlıştan dolayı, hem annesinin hem de babasının kapılarının kapandığını gören çocuk, kendini başka kapılara atma ihtiyacı hisseder. Anne sonrasında ne kadar çırpınırsa çırpınsın, “Ben saçlarımı süpürge ettim.” desin, iş işten çoktan geçer. Anne çocuğunu kaybeder…

O halde, bu yanlış anlayışı düzeltmekte fayda var. Çocuk, babadan kaçtığında, anne, sevgi dolu kucağını açmalıdır ona. Ama bu kucak, babasını haksız çıkarmak ya da onun otoritesini sarsmak için değil, aksine o otoriteyi sevgiyle desteklemek içindir.

Bir annenin çocuğuyla ilgili hayalleri rengârenktir.

Peki, ne oluyor da çok defa bu pembe düşlerin üzerine kocaman, kara bir dev gelip oturuyor, anne ve çocuk bu ağırlığın altında çırpınıp kalıyor? Anne bu yükü acaba nereden alır? Geçmişte yaşanmış olayların, annenin annelik yapamamasına olumlu-olumsuz ne kadar tesiri vardır?

Tepesinde taklalar atan, sırtında gezinen çocuklara tebessümle bakan anne, neden bazen “çıt” sesine dahi tahammül edemeyecek kadar saldırganlaşır?

Sevgiyle dünyaya getirdiği çocuğuna karşı tahammülsüzlük gösteren annelerin çok defa bir kişinin taşıma kapasitesinin üzerinde yükü yüklendiğini gözlemliyoruz. Anne, gerek içinde yaşadığı bugünlerin yükü, gerekse geçmişte yaşadığı tatsız hatıralar nedeniyle en küçük ağırlığı dahi kaldıramaz hale gelir. Bu yüzden evin içinde çok defa “terör” havası estirir, en ufak bir gürültüye, düzensizliğe tahammül gösteremez.

Aslında bu durum annenin taşıma kapasitesinin dolduğunun en açık işaretidir. İstemeden masanın üzerindeki bardağı düşüren çocuğuna süratle gelip tokat atsa da yaptığı bu kötü davranışın acısını gece yatağına uzandığında ruhunda hisseder ve pişmanlık gözyaşı döker. Ama bu ruh hali anneye bir şey kazandırmaz, ertesi gün aynı hatayı yapan çocuğuna yine benzer şekilde karşılık verir.

Çünkü kadın, farkında olsun ya da olmasın, sırtında taşıdığı yüklerin altında ezilmiştir. Bundan dolayı çocuğuna hoşgörülü davranamaz.

Annelik Sanatı Kitabı Adem Güneş

“Çok konuşmak çocuğu nasihat sağırı eder.”

Çocuğum 6,5 yaşında. Beni hiç dinlemiyor. En basit şeyi dahi üç-dört defa söylemek zorunda kalıyorum. Bu sorunu nasıl aşarım?

“Çok konuşmak çocuğu nasihat sağırı eder.”

Birçok ebeveyn çocuğuna iyi ve güzel nasihatler vereyim derken çok konuştuklarının, sürekli konuştuklarının farkına varmaz. Eğer çocuk iletişime kendisini kapatıyorsa; çok söyleyerek ya da tekrar tekrar söyleyerek iletişime açılmayacaktır. Çocuğun biraz rahatlamaya ihtiyacı var.

Bunun yanı sıra; çocuk bir işe, oyuna veya bir düşünceye dalmış ise yaptığı eyleme saygı göstermek, o eylemden onu rastgele müdahale ile uzaklaştırmamak gerekir.

Çocuğun dalmış, yoğunlaşmış, bir yere konsantre olmuş, bir faaliyete odaklanmış olduğunu görüyorsanız, o takdirde sizin söyleyeceğiniz söz;

• Onun dikkatinin dağılmasına,

• Çocuğunuzla aranızda sağırlar diyalogu başlamasına sebep olur.

Bu sebeple tavsiyem; çocuğunuza hitap edeceğiniz zamanı çok iyi tespit edin. Ki bir yere bağlanmış olduğunu hissederseniz, o yerden koparmak adına bir seslenişte bulunmayın. Çocuk yoğun bir şekilde oyuna konsantre olmuş ya da başka bir şeye yoğunlaşmış, sizse çocuğun dünyasından uzak olarak onu kendinize çekmeye çalışıyorsunuz; bu yanlış olur.

Şayet, çocuğunuz bu yoğunlaşmalar yokken de sizi duymuyor ya da sizi duymak istemiyorsa, o takdirde çocuğunuzla aranızdaki diyaloga bakmaya çalışın. Eğer çocuğunuzda yılgınlık ve bıkkınlık oluşturmuşsanız çocuk, sizin sesinizden rahatsız olduğu için size bakmak istemez. Dolayısıyla burada asıl önemli olan şey; az söz söylemek, ama öz söz söylemektir.
-Pedagog Dr. Adem Güneş’in Çocuk Neyi Neden Yapar 2 kitabından alıntıdır-

Çocuk Terbiyesi Çocuğa “Davranış Öğretmek” Değil “Duyarlılık” ve “İrade” Kazandırmaktır.

Pek çok ebeveyn “çocuk eğitimi”nin çocuğa “davranış öğretmek” olduğu yanılgısına düşüyor. Bu nedenle birçok evde “Düzgün dur.”, “Düzgün otur.”, “Dişlerini fırçala.”, “Erken yat.”, “Misafirlikte beni rezil etme.” sesleri eksik olmuyor.

Halbuki çocuk terbiyesi çocuğa “davranış öğretmek” değil “duyarlılık” ve “irade” kazandırmaktır.

Anne babalar her ne kadar, “Bizim çocuk ödevlerini yapmıyor.” şeklinde bazı “davranışlardan” şikâyetçi olsalar da bir çocuğun ödevinin başına bir türlü oturamaması çoğunlukla onun iradesi ile ilgilidir. Çocuk yarım saat dersin başında oturabilecek kadar kendine güç yetiremiyor yani iradesini kullanamıyorsa buradaki sorun davranış sorunu değil, kendini “yönetememe” sorunudur. Bir başka deyişle irade kullanamama sorunudur.

Ebeveynler çoğu defa baskı ve zorlama ile çocuklarına davranış öğretmeye çalışırken onların duyarlılıklarını ve iradelerini kırdıklarını fark edemiyorlar. “Alışkanlık kazansın.” diye zorla yataktan kaldırılan, söylene söylene okul servisine bindirilen, odasını toplamadığı için aşağılanan, ödevler yüzünden her an azar işitmeyi bekleyen bir çocuk kendisinden beklenen davranışları yerine getirse de aslında “duyarlılığını ve iradesini” kaybetmektedir.

Duyarlılık, kişiyi anlamlı kılan en belirgin özelliktir. İrade ise kişinin duyarlılığının oluşması ve kalıcı olarak kalabilmesi için her şeye rağmen direnme gücüdür.

İçinden gelmeyen ve zorlamalarla oluşturulan davranışlar, geçici bir süre çocuğun üzerinde kazanım gibi görülse de böylesi davranışların kalıcı olması düşünülemez.

Anne baba baskısı ile ders çalışan, konu komşu ayıplayacak diye misafirlikte “akıllı uslu” oturan çocuğun haline ebeveynler sevinmemelidir. Zira baskı ve zorlamalar ile gerçekleşen davranışlar çocuğun gerçek davranışları değildir.

Birçok anne baba, “Küçükken her şey iyiyidi, ama ergenlikten midir nedir, çocuk artık bir garip oldu.” diyerek yakınmaktadır. Bu sözün ardındaki gerçek, çocukluk yıllarında çocuğuna gücü yeten ve onu istediği gibi yöneten ebeveynin artık “kendisi olmak” isteyen çocuğuna gücünün yetememesidir. Zira insanın en güçlü ihtiyacı “var olma” ihtiyacıdır. Çocukluk yıllarında çocuğu ve onun tüm duygularını “yok” kabul eden bir ebeveyn, bir gün artık var olmak isteyen çocuğuna gücünün yetmediğini görecektir.

Çocuğuna karşı duyarlı bir ebeveyn, çocuğunun davranışlarını baskı ile değiştirmek yerine, onun olumsuz davranışlarını kendisinin görüp değiştirebilmesi için fırsat tanımalıdır. Yanlış davranışını kendi değiştiren çocuklar, başkalarının değiştirmesinden daha olumlu bir kişilik yapısına ilerler.

Öfke kontrolü bozuk olan, duygusal zayıflık taşıyan, sosyal yetersizlik içinde bulunan, melankolik veya agresif çocukların birçoğu anne babaları tarafından davranış öğretme adında kendi gibi olabilme isteğini kaybetmiş çocuklardır. Ebeveynler bilmelidirler ki bir davranış dış baskılarla değil, içten gelerek yapılıyorsa anlamlıdır.

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş