Etiket arşivi: Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Çocuklara “Özür Dilettirmek” Doğru Mudur?

Çocuklara “özür dilemeyi öğretmek” ne zaman ve nasıl olmalıdır?

Hayır! Özür dilettirmek etik bir davranış değildir. Özür dilettirmek insan ilişkilerinde doğal bir davranış değildir.

Ancak çocuğun özür dilemeyi öğrenmesi gerekir.

“Özür dilettirmek” ayrı birşey,
“özür dileme centilmenliği, beyefendiliği, hanımefendiliği öğrenmesi” ayrı bir şey.

İkisi arasındaki temel fark şudur.
Çocuk bir yanlış yaptığı sırada anne eğer o yanlıştan dolayı çocuğunu ‘bunu yaptığın için özür dile’ diye zorluyor ise çocuk orada özür dilemeyi değil incinmeyi, ezilmeyi, bir yetişkin karşısında çaresizliği öğrenir.
Bakarsınız ki çocuk sürekli özür dileyen bir çocuk olur.

Örneğin adımını atar ayağı burkulur, “Özür dilerim anne” diye seslenir. “Oğlum senin ayağın burkuldu niye özür diliyorsun ki.”
“Olsun anne özür dilerim…”

Çocuk su içerken üzerine dökülür; “Özür dilerim anne” der…

Çocuk annenin yanına gelir, anneye çarpar; “Özür dilerim anne” der…

Bir bakarsınız ki sanki özür dilemenin yerini bilmeyen özürlü bir çocuk oluşmaya başlamış…

Hayır… Bir annenin görevi, çocuğuna özür dilettirmek değil, özür dilemeyi öğretmektir.

Ne zaman öğretilebilir? 4-5 yaşından itibaren öğretilebilir.

Nasıl öğretilir? Çocuğun suç işlediği, yanlış yaptığı, hata yaptığı bir sırada değil, mesela anne ile kızın keyiflice bir arada oturduğu sırada, kendi yaptığı bir hatayı ve bu hatadan dolayı üzüldüğü bir anı tarif edebilir.

Mesela babası ile gerçekleşen,
babasını incittiği hatalı bir davranışını anlatabilir…
Ondan sonra babasından özür dilediğini, bunu dilediği için de çok mutlu olduğunu, çünkü özür dilemezse babasının kırılabileceği ile ilgili, genel bir özür dileme örneği şeklinde anlatılabilir…

Çocuğa problem çözmede bir yetenek kazandırılmasına rehberlik etme açısından, hangi durumlarda nasıl özür dileneceği, özür dilemenin neyi içerdiği geniş geniş konuşmalar ile aktarılabilir…

Özür dileme, suçlandığı hata yaptığı bir sırada değil, kendini keyifli hissettiği, anne ile çocuğun bir arada oturduğu, baba ile çocuğun başbaşa bir parkta oturduğu sırada öğretilecek bir davranış olması gerekir.

Zira çocuğu özür dilemeye zorlamak doğru bir davranış değildir…

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Öğretmen, Bir Ruh Kopyalayıcısıdır

Bir çocuğun yetiştirilmesinde, nasıl bir insan olacağında öğretmen en büyük rolü oynar. Çünkü anne babalar belli bir yere kadar eğittikten sonra yaşamın geri kalan kısmındaki yolculuğu, çocuklar öğretmenle birlikte gerçekleştiriyorlar.

Anne babalar çocuklarını belli bir duyarlılık haline getiriyorlar. Yani ilk çocukluk evresi, 0-6 yaş döneminde anne babalar çocuğunun eğitim zeminini hazırlıyorlar. Yumuşacık bir ruha sahip hale getiriyorlar çocuklarını.

Bir başka deyişle şöyle söyleyebiliriz:

Anne baba çocuğuna koşulsuz sevgi duyarak… Bu programlarda anlattığımız gibi ceza vermeyerek, onu mükâfatla kandırmayarak…

Eğer duyarlı bir anne baba çocuğunu, duyarlı bir eğitim içerisinden geçiriyor ve; ona insan muamelesi yaparak, olayları bağıra çağıra çözmeye çalışarak, ezmeye çalışarak değil de; konuşarak ve koşulsuzca onu severek bir zemin oluşturuyorlar ya…

Aslında bu ilk 6 yaş, yani okul öncesi dönemde oluşan bu zeminden sonra aslında anne babalar şunu söylüyorlar: “Hocam böylesi yumuşacık bir zemin var. Şu anda bu zeminin üzerine ne yazarsanız o işleyecek. Ruhen hazırladığımız çocuklarımızı, zihinsel bilgi verilmesi için okullara teslim ediyoruz.”

Şimdi burada baktığımız zaman… Ruhen zemin hazırladığınız bu çocuğun duygu dünyasının üzerine öğretmen faktörü o kadar önemlidir ki, sizin zeminini hazırladığınız yere öğretmen bir zehir de akıtabilir; kendi yetersizliklerini, şiddetini, ruhundaki o agresif hali, öfkeli hali çocuğun üstüne de akıtabilir; ya da sizin hazırladığınız o zemini “Şimdi de sıra bende, seni yaşama ben hazırlayacağım” bilinci içerisinde çocuğu bir sonraki döneme, bir sonraki evreye doğru taşıma bilincinde de olabilir.

Dolayısıyla anne babaların çocukları ruhen hazırlaması, eğitime, yaşama, duygu dünyasını ruhen hazırlaması oldukça önemli ama bu hazırladığın çocuğu şu anda kime veriyorsun?

Kimden eğitim alacak bu çocuk?

Bu öğretmenin yeterliliği nedir?

Öğretmenin kendi kişisel dünyası nedir?

Olaylara tepkisi nedir?

Çocuk öğretmeninden hangi ruhu kopyalayacak?

Bir anne babanın belki de uykularını kaçıran en önemli sorulardan bir tanesi bu olması lazım.

Bu açıdan bakıldığında aslında öğretmenlik, anne babaların hazırladığı zemin üzerine bina inşa etmeye çalışan bir meslektir diyebiliriz.

Yani öğretmenlik mesleği bir mühendislik gibi değil ki! Yani bir mühendis demirle, bakırla uğraşır… Bilemediniz inşaat mühendisi binalarla uğraşır ve yaptığı o binaya şöyle uzaktan bakınca keyif alır. Yok… Şurasını yanlış yaptım derse efendim yıkar orasını tekrardan yapar. Yok… İçerisini düzene sokayım derse, içerisini değiştir, boyasını pudrasını değiştirir tekrardan bir hale sokar.

Ama çocuk öyle değil ki! Yanlış olduğunda telafisi oldukça zor olan bir inşayla meşgulsün şu anda. Yıkayım şurasını da yeniden yapayım dediğiniz zaman, yıkma işlemi ve yeniden yapma işlemi için çocuğun duygu dünyasında tahribatlar oluşur. Dolayısıyla bir bina yapmak gibi değil çocuğu yetiştirmek.

Bir öğretmen bu bilinç içerisinde olmalı. Şu sınıftan içeriye girdiğimden itibaren, karşımda benden bilgi bekleyen yahut da onları yetiştirmem için bana sorumluluk vermiş olan 40 tane çocukla karşılaşacağım. Biraz sonra ben başımı çevirdiğim zaman o çocuklarla göz göze geldiğim sırada duruşumdan tutun, çocuklara hitabıma kadar… Yürüyüşümden tutun, onlara tebessüm edene kadar ‘Ben bir ruh kopyalayıcısıyım’ diye düşünmeli.

Ben bir ruh kopyalayıcısıyım. Hangi ruhu? Kendi ruhumu kopyalıyorum şu anda çocuklara… Nedir bu ruh? Eğer bir tebessüm eden öğretmensen sen sınıfın içerisine girdiğinde, tebessüm ederek bir çocuğa hitap ediyorsan… O sırada çocuğun duygu dünyasında çiçekler açacak ve o da sana tebessüm edecektir.

Ama sen agresif, bağıran çağıran bir öğretmensen… Kendi içindeki duygu dünyandaki dürtülere, öfkene hakim olamayan bir öğretmen ve kendini bir şey zanneden bir öğretmensen… Yakacaksın biraz sonra bu çocuğu! Yakacaksın! Bakışlarınla, duruşunla yakacaksın. O minicik bedenler, senin bakışlarının karşısında eğer fırsat bulabilseler rahatlamak için altlarına yapacaklar ama onu da yapamadıkları için yakacaksın bu çocukları!

Dolayısıyla bir öğretmen sınıfın içerisine girdiği dakikadan itibaren aslında bir pozitif enerji veren bir insan olduğunu hayal etmesi, düşünmesi ve ona göre sınıfın içerisine girmesi lazım.

Bir öğretmen sınıfın içerisine girerken; koşarak son dakikada yetişerek, kitaplarının bir kısmı bir kolunun altında, öbür kısmı öbür kolunun altında, cetvel bir taraftan sarkmış vaziyette, ter içerisinde sınıfa girdiğinde çocuklardan saygınlık göremez.

Öğretmen, sükûnet içeresinde ve kendi kişisel gelişimini tamamlamış bir vaziyette çocukların karşısına çıkmalı. Bir 5 dakika önce gelmiş, yudumladığı çayından kendi dinginliğini elde etmiş bir vaziyette…. ve sınıfa girerken sanki “Bir ibadethaneye giriyorum” bilinci içerisinde kapıyı açarak…. ve öylesi çekingen, öylesi aslında “Büyük bir vazifeyle vazifelendirilmiş” bir halde sınıfın içerisine girmesi lazım.

Biz sanki kutsal bir vazifeye çıkmış, bir yeryüzü doktorları gibi, bir bölgeyi ihya etmek üzere oraya gitmiş insanlar gibi… Sınıfın içerisine girildiğinde, önce bu haleti ruhiye ile içeriye girilmeli.

Sınıftan içeriye girmeden önce öğretmen, kendisini mutlaka bu atmosfer içerisine sokmalı.

Kapıdan içeriye girdiğinde bir ibadethaneye giriyormuşçasına; ve şu anda kendisinden ruh kopyalayacak olan kişilerle baş başa olacağını, bunlarının yaşamının içerisinde kendisinin de bir payı olacağını…

Ve eğer yarın bu çocuklar yoldan çıkarsa, bu çocukların yaşamları iyiye ya da kötüye giderse…

Şurada geçireceğim bir iki saatin de payı olacak düşüncesinde bir öğretmen ruhu ile sınıftan içeriye adım atmak lazım.

Eğer öğretmende bu atmosfer yok ise… ve “Şimdi yine gideceğiz Allah’ın cezalarının karşısına, gürültü yapıyorlar, off offf” diye sınıfın içerisine giriyorsa, buradan eğitim çıkmaz. Olsa olsa baskı ve eziyet çıkar. Ve bu çocuklar da eğitilmiş çocuklar olmaz.

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş – Çocuk Deyip Geçmeyin

Büyük gemi geçiyor

Ailelerle yaptığım görüşmelerden anlıyorum ki ebeveynler çocuklarının dünyaya hazır hâlde geldikleri yanılgısına sıkça düşüyorlar.

Hâlbuki çocuk, dünyaya, dünyada olup biten işlerden habersiz geliyor. Bir ebeveyn için belki artık sıradan şeyler, çoğu zaman çocuk için heyecan verici oluyor.

Yetişkinler dünyaya kendi gözleri ile değil, bir çocuğun gözü ile bakabilecek yeteneğe erişebilirlerse yaşamdan keyif alabileceklerdir. Bu, aynı zamanda yetişkinin kendi iyi oluş sürecidir. Zira çocuk ruhu yetişkini iyi eder.

Eğer yetişkin, çocuk ile aynı duyguları yaşayabilecek kadar kendini çocuğa “bırakamıyorsa”, “kendini kasıp kalın duvarlar arkasından çocuğuna sesleniyorsa, böylesi bir ebeveyn için çocuk ancak “rahatsız edici” olur.

Zira çocuğun en güçlü dileği kendini ebeveynine “duyurabilmektir…” Bu, işitsel bir duyurma değil, yetişkinin duygu dünyasına, kendi duygularını duyurabilme çabasıdır.

Ben bugüne kadar çocuğunu duymadan ebeveynlik yapan ailelerin çocuklarını hep sorunlu gördüm… Ve çocuğun kendisine bu yönelişi ile mücadele etmiş, ona eşduyum sağlamak yerine, buyurucu anne baba olmayı tercih etmiş olup da bu mücadeleden kârlıca çıkmış ebeveyn görmedim. Çocuğunu yendiğini zanneden, onu susturmayı, sessizleştirmeyi ve kendine “zoraki itaat” ettirmeyi becerebilmiş ebeveynler de kaybetmiş ebeveynlerdir. Onların kaybettikleri şey, çocuklarının yaşama sevincidir.

Psikolojinin ülkemizdeki değerli ismi, Doğan Cüceloğlu Hoca’nın bir seminerinde verdiği örnek içimi çok acıtmıştı.

Hatırasını şöyle dile getiriyordu Doğan Hoca:

Bir gün gemide yolculuk yapıyorduk. Çocukları ile gemiye binmiş bir çift gördüm. Bu çift, bir başka aile ile karşılaştı gemide, sevindiler, hal hatır sordular birbirlerine. Genç aileler keyifle sohbet ederken, ailenin küçük çocuğu denizde bir gemi gördü. Heyecanlandı… Babasına koştu. “Büyük gemi geçiyor, büyük gemi geçiyor!” dedi. Babası, arkadaşı ile konuşuyordu. Çocuğunun bu heyecan dolu sesine “Tamam, anladık!” diye karşılık verdi.

Çocuk, babasının kendisine kızdığını anlayamadı. Annesine koştu: “Büyük gemi geçiyor, büyük gemi geçiyor!”

Anne, çocuğuna döndü, tebessüm etmek için kendini zorladı, çocuğun gösterdiği taraftaki gemiye dönüp bakmadan “Evet, hı hı, gemi…” dedi.

Annesinin tepkisizliğine rağmen çocuk yine de heyecanını yenememişti, babasına tekrar koştu: “Büyük gemi geçiyor, büyük gemi geçiyor!”

Babası, birden sinirlendi, “Anladık, yeter!” diye çıkıştı.

Çocuk şaşırdı. Öylece kalakaldı…

Gemi bu, orada sizin bakmanızı bekleyecek hali yok, baktın baktın, bakmadın geçip gidiyor. Ve öyle de oldu, büyük gemi öylece geçti gitti…

Belki ebeveyn için bir geminin yüzüp gitmesi sıradan bir durum olsa da çocuk için heyecan vericidir.

Anne babalar, yaşamda birçok büyük gemileri kaçırıyor ve çocukların yetişkinlik dönemindeki sorunları, ebeveynlerin kaçırdıkları bu gemilerin toplamından ibarettir.

Bir çocuğun ruhen sağlıklı olabilmesi, ebeveynine kendisini duyurabilmesine ve büyük gemilerin geçişini ebeveyni ile seyredebilmesine bağlıdır.

Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovalıyor, çocuklarımız birden büyüyor. İşte bir yıl daha geride kaldı. Büyük gemileri kaçırmayalım lütfen. 

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Edinerek öğrenmede “Eylem Dili” kullanmak

Eğitimin en önemli kısmı “iletişimdir.” Bir eğiticinin başarısı, iletişim dilini kullanabilme başarısı ile gözlemlenir.

Çocuk ruhsal yapılanması henüz tamamlanmamış insandır. Bu yapılanmanın zarara uğramaması için Allah sanki çocukların içine “kişilik koruma düzeneği” yerleştirmiştir. Bu düzenek, çocuğun yapılanmakta olan kişiliğine zarar verici bir unsurla karşılaştığında, “bilinçaltı bir refleks ile” koruma kalkanı oluşturur…

Örneğin, çocuğa iletilen mesajda bir “inciticilik” varsa, çocuk ya tepkisel davranarak bu inciticilikten korunmaya çalışır ya da “iletişime kapanır.” Dışarıdan gelecek mesajları içtenleştirmemeye çalışır. Böylece eğiticinin sözü “tesirini” kaybeder. Artık çocuğa “oğlum bak sana söylüyorum” diye ne kadar nasihat verseniz de, bu nasihatler çocukta kalıcı öğrenmeye dönüşmeyecektir.

Eğitim sözel anlatımla gerçekleşen bir kazanım olduğu için, iletişime kapanan çocuğun eğitim süreci durmuş demektir. Eğer çocuk, zarara uğradığı halde “iletişime kapanamazsa” veya iletişime kapanmış çocuğun “savunma hali kırılmaya çalışılırsa” böylesi çocukların kişilik yapılanması daha çok zarar görür. Bu çocukların genellikle acıyı duymamak için yılışık davranışlar sergilediğini ya da çevresi ile iletişimini hiperaktif davranışlarla kesmeye çalıştığını gözlemliyoruz.

Çocuk ile kurulan “iletişim dili” yetişkinlerle kurulan iletişim dilinden farklıdır.

Yetişkinler, birbirlerine mesajlarını ya “ben dili” veya “sen dili” kullanarak iletirler…

Örneğin, arkadaşının yanlış davranışı karşısında bir yetişkinin “sen böyle yapmakla yanlış yaptın” diye cümle kurması, “sen dili” mesajıdır.

Aynı kişinin, “Ben bu davranıştan rahatsız oldum” demesi ise, “ben dili” kullanmasıdır.

Uzmanlar, yetişkin iletişiminde “ben dili” kullanımını önerseler de, çocukla iletişimde ben dilini kullanmak doğru değildir.

Şöyle ki, “Ben bu davranışından rahatsız oldum” diye mesaj iletilen çocukların, mesajı ileten kişiden zarar görmemek için, “kendi gibi olmak” yerine, o kişinin “istediği gibi olmaya” çalıştıkları görülmektedir. Böylesi çocuklar anne babalarına sıklıkla, “Üzüldün mü anne? Kızdın mı baba?” diye sorular sorarlar. Bu sorulardaki amaç, onların duygu durumunu öğrenerek “onlara göre” şekil almaya çalışmaktır. Böylece çocuk, aile içinde öğrendiği “başkalarına göre şekil alma” çabasını arkadaşları ile olduğu ortamlarda da kullanmayı bir marifet sanacaktır. Böylesi yetişen kişiler, yetişkinlik yıllarında güçlü bir kişilik yapısı ile “kendilerini ifade etmek” yerine, “başkaları ne der acaba” diye düşünerek bilinçaltı engelleri ile kendilerini ifade etmekten kaçınırlar.

Çocukla “sen dili” ile iletişime geçen yetişkinlerin ise suçluluk duygusu oluşturdukları gözlemlenmektedir. “Sen yanlış yapıyorsun… sen ders çalışmıyorsun… sen nasıl adamsın… sen bu gidişle sınıfta kalacaksın” cümlelerinde yer alan “sen” sözcükleri çocuğun yapılanmakta olan kişiliğini “suçluluk duygusu” ile yavaşlatan ifadelerdir. Böylesi baskılar ile yetiştirilen çocuklar başarılı olsalar da, mutsuzdurlar.

İşte bundandır ki, çocuk ile iletişim dili, yetişkin ile kullanılan iletişim dilinden farklı olmalıdır, o dil “Eylem Dili”dir.

Eylem dilinde ne “ben” ne de “sen” vurgusu vardır, “davranış” vurgusu ön plandadır.

Arkadaşının kalemini izinsiz alan bir çocuğa, “Bir başkasının eşyasını alırken izin almak daha doğru, nazik bir davranıştır” demek veya kardeşine kötü söz söyleyen bir çocuğa “Bu sözü söylemek doğru bir davranış değildir” diye bilgi vermek, çocuk ile iletişimin esasıdır.

Eylem dilinde, çocuğun kişiliği ile yaptığı eylem birbirinden ayrı tutulur. “Sen bunu yanlış yaptın”daki “sen” vurgusu kaldırılıp, “Bu davranış doğru değil” şeklinde eylem vurgusu oluşturulur.

Eylem Dili’ni kullanmak, hem yetişkinlik görevi, hem de çocuk hakkıdır.

Zira çocuğun, hangi davranışın doğru, hangi davranışın yanlış olduğunu yetişkinden “aşağılama” yaşamadan öğrenmeye hakkı vardır.

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Evlilik Ayrı Bir Şey, Aile Olmak Ayrı Bir Şey

İnsanlar giderler nikah defterlerini imzalarlar, hoplarlar zıplarlar. Bir de düğün yaparlar, gelinlik damatlık giyerler. Sonra bir evin içerisine girerler; aa biz evlendik şu anda. Biz şu anda evliyiz. Tamam, evlisin. Ancak aile olmadın.

Aile olma basamağına doğru çıkarken; kişinin, ilk önce eşini bir birey olarak görme yetisine, yeteneğine sahip olması lazım. Nikahlı olmak, evli olmak, onu kendi “malı” olarak görmek değildir.

Benim gibi düşünsün, benim gibi hissetsin, benim gibi yaşasın. Sen erkeksin ama? Senin gibi düşünsün; ama o kadın, senin gibi düşünmüyor ki.

Çocuğa benim gibi baksın; olmaz ki senin ellerin kalın, onun elleri ince.
Hayata benim gibi baksın; ya hayata senin gibi bakamaz, çünkü sen baktığın zaman yeşili sarıyı görüyorsun, o yeşilin tonlarını görüyor.

Bir eş, eşini, birey olarak görmeye başlamadıkça, aile olmaya gidilmez.
Pedagojinin aile yapısının özünde eşlerin birbirlerini birey olarak görmesi, ondan sonra aidiyet duygusunun geliştirilmesi vardır.

Genellikle evet bizim toplumumuzda birey olmadan ait olmaya teşvik ediliyor. Evlendin, barklandın vs oldun şimdi ait oldun.
Hayır. Birey olmadan ait olmak, edilgen olmak demektir.

Önce kişinin, kendisinin bir birey, bir insan, hem de mikrometrik ölçüde eşiyle aynı insani özellikleri taşıyan, aynı insan özelliklerini taşıyan bir birey olduğunu fark etmesi lazım. Arkasından ait olma gelecek.

O halde bizler notlar vs.ler alıyorsak kenara bir yere, “Pedagoji Okulu’nun notları” diye bir şeyler not alıyorsak eğer, oraya belki de en önemli cümle olarak şunu yazmak lazım: “Bir kişinin, aidiyet duygusu kazanabilmesi için, önce birey olma yetisine erişmiş olması lazım.” Birey olmadan ait olma duygusu, edilgen olmaktır.

Bir çok evliliğin temel problemi de zaten bu. Aile olamadan birçok evliliklerin artık huzurunun, tadının, tuzunun kalmamasının temel sebebi bu.

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş