Etiket arşivi: ZAFER DERGİSİ

Beyruni: Dünyanın Dönüşünün Kaşifi

Türkistan`ın Hive şehrinde 973 yılında doğan Beyrunî, hayatı boyunca 113`ten fazla eser kaleme almıştır. Geometri ve Trigonometri`de büyük bir varlık göstermiştir. Fakat o, asıl başarısını, astronomi alanında ortaya koymuştur. Yıldızların uzaklığını, yüksekliğini ve açılarını tesbite yarayan usturlab denilen ölçüm âletlerini geliştirmiş; bunun yanısıra yeni yeni âletler yapmıştır.

Beyrunî, kendi yaptığı âletlerle, dünyanın çapını ve ekliptik eğilimini de doğruya çok yakın bir şekilde hesaplamıştır. “Kanunu`l-Mes`udi fi`l-hey`e ve`n-nücum” adlı eseri, dünyada yazılmış ilk astronomi kitaplarından biri sayılabilir.

Beyrunî`nin bilinmesi gereken önemli bir yönü de, Kâinata âit kendinden önceki görüşleri sarsması, dünyanın kendi ekseni etrafında ve güneşin çevresinde döndüğünü, Kopernik ve Galile`den 500 yıl kadar önce, ilmî bir şekilde açıklamasıdır.

Bu konuda, Dr. Sigrid Hunke şöyle demektedir:

Daha 1000 senesinde Beyrunî, Kopernikvâri dönüşü izah etmişti. Batı bunun farkına varmadığı için, bu açıklama, astronomi ilmine âit düşünce sahasında kaldı. Beyrunî`ye göre, gündüz ve gece değişikliğini yapan güneş değildi. Aksine kendi ekseni etrafında dönen, gezegenlerle birlikte güneşin etrafını da dolaşan Dünya idi.

Dünya, gezegenlerle birlikte yer değiştirmekte, güneşin etrafında bir devri tamamlamaktaydı. Kopernik`in eserinin ortaya çıkışından çok önce ortaya atılan bu ateşli iddia, Hristiyan düşüncesine ve İncil`in sözlerine aykırı düştüğünden “Hristiyan Batı”, bu iddiayı kabûl etmedi.

Yüzlerce yıl sonra, ne Kopernik, ne de astronom arkadaşları, Hristiyan dinine aykırı düşen bu iddiayı, karşılaştıkları gizli-açık baskılar bir yana, teleskop olmaksızın mevcut gözlem âletleriyle isbat edebilecek durumda değillerdi. Onun için toplumun tasvibini sağlayıncaya kadar, aradan bir asırdan fazla bir zaman geçmesi gerekmişti.

Oysa Beyrunî`nin olağanüstü açıklaması, o zaman ne kadar az yardımcı araçlara dayandırılmıştı.”

Kopernik Fikrini 30 Yıl Sakladı

Polonya`nın Torun şehrinde 1473`te doğan Kopernik, 18 yaşında Crocovia Üniversitesi`ne girdi. Burada tanıştığı ünlü astronom ve matematikçi Albert Brudzewski`nin te`siriyle astronomiye karşı büyük bir ilgi duymaya başladı. Daha sonra Polonya Üniversitesi`nde hukuk öğrenimi gördü. Tahsilini tamamlayıp memleketine geri döndüğünde, bir köye çekildi. Yakından ilgi duyduğu astronomi ile ilgili çalışmalara girişti.

Gözlemevi olarak kullandığı bir kaleye, bazı astronomi âletleri yerleştirerek çeşitli gözlemlere başladı. Bu çalışmalar neticesinde, o günkü Batı`nın astronomi anlayışını kökünden sarsacak meşhur eserini kaleme aldı. “Gökkürelerin Dönüşü” adlı bu eserinde Kopernik, dünyanın kendi etrafında ve güneşin çevresinde döndüğünü ve bu dönüşü bir yılda tamamladığını söylüyordu. Dünya gibi diğer gezegenlerin de güneş etrafında döndüğünü iddia ediyordu. Ne yazık ki Kopernik, bu konudaki ilmî açıklamalarını serbestçe neşredemedi. Eserini kendi el yazısı ile yazıp, güvendiği bir bilgin arkadaşına gönderdi. Israrlara rağmen, göreceği tepkilerden çekinerek, bu kanaatini 30 yıl gizlemek zorunda kaldı.

Nihayet bir gün yakın bir arkadaşı, onu eserini neşir konusunda ikna etti. Yine de Kopernik, kiliseden ve çağının sözde aydınlarından öylesine korkuyordu ki, yazdığı önsözde: “Bu kitabı dilerseniz okuyun, ama içindeki görüş ve iddiaları ciddîye almayın.” cümlesine yer veriyordu.

Eserin ilk baskısı eline geçtiğinde, Kopernik son anlarını yaşıyordu. Gerçekten de 3-5 suskun ilim adamının dışında, Kopernik`in bu iddialarını ciddiye alan pek çıkmadı.

Dünya Dönüyor Dediği İçin Engizisyona Çıkan İtalyan Bilgin: Galile

Galile, 1564 yılında, İtalya`nın Piza şehrinde doğdu. 1581`de girdiği Piza Üniversitesi`nden 1589`da mezun oldu. Burada yardımcı profesör olarak göreve başladı.

Galile, Kopernik`in fikirlerini öğrenmişti. Ona hayrandı. Fakat kilise, onu “sapık fikirli” olarak ilân ettiğinden, açıktan sahip çıkamıyordu.

Galile çalışmalarını ilerletip kuvvetli deliller bulunca, kanaatlerini açıkça söylemeye başladı. “Kâinatın merkezinin dünya değil güneş olduğunu, gezegenlerin ve dünyamızın güneş etrafında döndüğünü” ileri sürüyordu. Bu iddialara, kilisenin yanısıra, devrin bilgin ve aydınları da karşı çıktılar. Kiliseye göre Galile, İncil`e karşı geliyordu. İncil`deki bir sözün yorumundan, onlar kâinatın merkezinin dünya olduğu sonucunu çıkarıyorlardı. Galile, İncil`in sözünün doğru, fakat yorumunun yanlış olduğunu söyleyerek karşılık veriyordu.

Nihayet, kendisi Roma`ya çağrıldı ve orada Engizisyon Mahkemesi tarafından ortaya attığı görüşlerle dine karşı çıkmak suçundan yargılandı. 22 Haziran 1633 günü, Engizisyon Mahkemesi şu karara varmıştı: “Galile kiliseye karşı işlediği suçları ve küfürleri samimiyetle, temiz bir kalb ve inançla geri almazsa, mahkeme tarafından ömür boyu hapse mahkûm edilecektir.”

Yaşlı ilim adamı, kilise hey’eti önünde diz çöktü, titrek bir sesle kilisece küfür sayılan iddialarını bir daha kimseye öğretmiyeceğine ve bunlardan nefret ettiğine dair yemin etti. Kendisine uzatılan ve üzerinde işlediği bütün günahlar teker teker yazılı olan kâğıdı titreyen elleriyle imzaladı. Mahkeme salonundan çıkarken, kendi kendine şu sözleri mırıldandığı duyuldu: “Ben ne dersem diyeyim, dünya yine de dönüyor.”

Mahkeme, Galile`yi her ne kadar serbest bırakmışsa da, 8 Ocak 1642`de ölünceye kadar, onu gözaltında tutmaya devam etmiştir.

350 Yıl Sonra Gelen Beraat

Galile hakkında verilen mahkûmiyet kararı, yıllar boyu Vatikan ve ilim dünyası arasındaki ilişkilerin gergin kalmasına sebeb olmuştur. Nihayet Papa II. Jean Paul 1979`da Papalık Bilimler Akademisi`nin önünde yaptığı bir konuşma ile, bilim ile inançlar arasında herhangi bir ayrılık olmadığını ifade etmiştir. Beraberliğin bir nişanesi olarak da, Galile`ye itibarının iade edileceğini söylemiştir.

Papa II. Jean Paul, 1980`de çeşitli ilim adamları, din bilginleri ve tarihçilerden oluşan bir komisyonu, Galile dâvasını yeniden incelemek üzere görevlendirmiştir.

Bu komisyon, neticede, kilisenin Galile`yi mahkûm etmekle büyük hata işlediğini kabûl etmiştir. Böylece Galile, 350 yıl önce tahkir edilerek mahkûm edildiği kilise tarafından beraat ettirilerek aklanmış, itibarı geri verilmiştir.

Ahmed Şahin / Zafer Dergisi

www.zaferbilimarastirma.com

Ne Sıcak, Ne Soğuk

KUZEY KUTBU’nda yaşayan Eskimolar, üst üste giydikleri kalın kürklü elbiseleriyle buzdolaplarımızın derin dondurucularından bile çok daha soğuk olan ülkelerinde, yağlı bir fok avlamanın derdine düşmüşlerdi.

Buzdan evlerinde yaşayan küçük Eskimo çocukları, gezginlerin kendilerine hediye ettikleri vanilyalı dondurmaları yalayabilmek için, onları bir süre ateşin üzerinde tutmaları gerektiğini çoktan öğrenmişlerdi.

Kutuplar soğuktu, hem de çok soğuk…

Aynı vakitlerde, Dünya’nın bambaşka bir yerinde, Büyük Sahra’da, bir kervancı, akreplerin bile deliklerinden çıkmaya cesaret edemediği öğle vakti, ufukta minicik bir vaha gördüğünü sandı.

Hayır! Bu sefer serap değildi, gerçekten çölün ortasında yaratılmış bir mucizeydi gördüğü.

Kervancı ve develeri, kafataslarının içini haşlanmış yumurta gibi kavuran sıcağın altında ilerlerken, zeminde kayan kum denizine çıplak ayakla basmak için, hatırı sayılır miktarda akıl tahtasını yitirmiş olmak gerekti.

Vaha gittikçe yakınlaşıyor ve serin bir pınarın şırıltısı, kervancı ile birlikte develerin de aklını başından alıyordu…

Çöl sıcaktı, hem de çok sıcak..

Bir yanda kutuplar, bir yanda çöller..

Bir yanda, dondurucu soğuk, öte yanda ise taşları yakan bir sıcak bulunur yeryüzünde…

Ama yine de, bizim küçük mavi gezegenimizin ortalama bir ısısı vardır.

Ve bu ısı, üzerinde kelebeklerden, fillere, kutup ayılarından, karıncalara.. kadar çeşit çeşit hayatın cilvelendiği bir gezegen için en uygun ortalama ısı derecesindedir.

Güneş gibi yıldızlarda milyarlarca dereceyi bulan ısı, karanlık uzay denizinde -273.15°C gibi akıl almaz bir seviyeye de iner. Bu olağanüstü farklılık içinde, canlıların yaşayabileceği aralık sadece %1 kadardır. İşte Dünyamızın ortalama ısısı bu %1’lik pay içindedir.

Dünyanın bu ısı aralığında tutulması için pek çok tedbir alınmıştır. Mesela Güneş’e olan mesafesi bunlardan biridir.

Eğer gezegenimize en yakın yıldız olan Güneş’e Venüs kadar yakın, ya da Jüpiter kadar uzak olsaydık, yeryüzü üzerinde böyle bir hayat şenliği olmayacaktı.

Güneş’ten Dünya’ya ulaşabilen ısı oranı %10 kadar azalacak olsa, yeryüzü kalın bir kar ve buz tabakası altında kalacaktı. Eğer biraz artacak olsa, bu sefer de, yanıp kavrulacaktık.

Ama ne donarız ne de yanarız. Her şey son derece hassas dengelerle yaratılmıştır çünkü.

Bizim sevgili gezegenimiz yaratılırken ekseni 23°27´lik eğimle yaratılmıştır. Bu eğim sebebiyle, kutuplar ile ekvator arasındaki ısı farkı, şimdikiyle kıyaslanmayacak seviyelere çıkmaz. Böylece, kutuplarda kutup ayıları yaşarken, ekvatorda, tropikal orman kuşları rengarenk uçuşur..

Dünya 24 saatte kendi etrafında bir tur atar. Böylece gece ile gündüzler nisbeten kısa sürer. Eğer bu dönüş hızı daha yavaş olsaydı, geceler çok daha uzun olurdu. Bu da, gece-gündüz arasındaki ısı farkını artırırdı. Uzun gecelerde ısı çok fazla düşer; uzun gündüzlerde de ortalık kavrulurdu. Kendi etrafındaki dönüş hızı Dünyaya göre çok yavaş olan Merkür gibi gezegenlerde, bu ısı farkı 1000°C kadar çıkmaktadır mesela…

Bütün bunlardan başka, Dünya’mızın üzerine koruyucu bir kalkan gibi sarılan atmosfer tabakası, yeryüzünün ısı dengesini koruyacak pek çok özelikle birlikte yaratılmıştır… Mesela bulutlar, Güneş’ten gelen fazla ısı ve ışığı uzaya yansıtarak bu dengeye hizmet eder.

Kutuplarda Eskimolar yağlı fok balıklarını avlar, büyük sahrada kervancılar vahalarda serinler…

Kalın buz tabakalarının üzerinde kaya kaya yol alır penguenler, tropikal denizlerde rengarenk balıklar, mercan kayalıklarının içinde, “bul beni” oynar…

Sevimli mavi gezegenimiz, ne Merkür’ün gündüzleri gibi çok sıcak yaratılmıştır ne de geceleri gibi çok soğuk…

Ve türlü türlü canlının yaşamasına imkân veren bu ısı aralığı, pek çok tedbir ile korunur…

Tarık Uslu / Zafer Dergisi

İnanmak Neleri Değiştirir?

Allah’a inanan insan, her şeyin dizgininin Onun elinde, her şeyin hazinesinin Onun yanında olduğunu, her şeyin Onun emri ve izniyle halledileceğini bilir. Sadece Ona güvenir, Ona bağlanır, Ondan yardım bekler. Hiçbir varlıktan da korkmaz, hiçbir şeye boyun eğmez, minnet etmez. Böylelikle iman, maddeye kul ve köle olmaktan kurtarır. İnsana gerçek şahsiyet kazandırır.

İçinde yaşadığımız asır, sunduğu maddî-manevî bütün imkânlarıyla insanlığa mutluluk vaat etmektedir. Ancak mutluluk arayışına bir cevap olarak sunulan şeylere ve elindeki tüm imkânlara rağmen çağımız insanının mutlu olduğu, maddenin onu mesut ve bahtiyar ettiği de söylenemez. Bunun en önemli göstergesi, ruhsal bunalımların ve intihar vakalarının yoğun biçimde yaşanmasıdır. Hatta ilginçtir ki bu gerçekle, gelişmiş olarak nitelenen, maddi refah seviyesi yüksek ülkelerde daha çok karşılaşılmaktadır.

İnsan hayatının düzenli biçimde akışını tehdit eden birtakım unsurlar vardır. Bunlar ya insanın kendinden/iç dünyasından ya da başkasından/dış dünyadan kaynaklanır. İnsanın ruhsal ve bedensel sağlığının bozulması, arzularını tatmin edememenin verdiği çöküntü, sapkın inanç ve ideallerinin etkisine açık olma, bunalımın iç dünyadan kaynaklanan sebeplerdendir.

Allah’a iman etmek, O’na bağlanmak ve güvenmek, Ondan sakınıp çekinmek, insan hayatını olumlu yönde etkileyen en güçlü dinamiktir. Buna ilaveten dünyada yaptıklarının melekler tarafından kaydedilip ahirette bütün gizli yönleriyle ortaya konacağına ve iyi ya da kötü, bunların karşılıklarını göreceğine inanma, öncelikle istenmeyen durumlara düşmeyi ve kötülükleri önlemede en önemli destek noktasıdır.

İman insanda yaşama sevgisi, hayata bağlanma duygusu meydana getirir. İman eden insan, hayata ve varlığa hoş bakar, hayatın Allah’ın bir lûtfu olduğuna inanır, dahası sosyal ve tabiî çevresini Allah’ın sanat eserleri ve kendini de onları bütünleyen bir parça gibi görür. Dolayısıyla vazifesi bitinceye kadar hayatına devam etmeyi bir görev sayar ve hayatta kalmanın mücadelesini verir.

Müslüman toplumda hayatı düzenleyen en önemli manevî temellerden biri yine imandır. Allah’ın emir ve yasakları, iman eden insanda makes bulur.

Allah’a îman eden kimse ise, yalnızlıktan kurtulur; her an Onun sonsuz rahmeti, ilmi, hikmeti, koruması ve gözetimi altında olduğunu bilir. Her an Ona sığınır, Ondan yardım bekler, kolaylık görür. Hareketlerini kontrol altında tutar, daima iyiye, doğruya, mükemmele yönelir; kötülüklerden uzaklaşır.

Allah’a inanan insan, her şeyin dizgininin Onun elinde, her şeyin hazinesinin Onun yanında olduğunu, her şeyin Onun emri ve izniyle halledileceğini bilir. Sadece Ona güvenir, Ona bağlanır, Ondan yardım bekler. Hiçbir varlıktan da korkmaz, hiçbir şeye boyun eğmez, minnet etmez. Böylelikle iman, maddeye kul ve köle olmaktan kurtarır. İnsana gerçek şahsiyet kazandırır.

İnsan, âciz ve zayıf bir varlıktır, ihtiyaçları sonsuzdur. Sonsuza dek yaşamak ister. Bu ihtiyaçlarını karşılayacak, arzularını yerine getirecek sonsuz bir kuvvet, kudret, ikram sahibi birine mutlaka iman etmesi gerekir. Aksi halde sıkıntılardan ve taşkınlıklardan kurtulamaz.

Allah’a inanan kimse onun bütün sıfatlarına da inanmış demektir. Onun her sıfatının hayatımıza bakan yönleri vardır. Bu nedenle Allah’ın her sıfatına ve her ismine inanmak, mümine ayrı bir saadet ve huzur verecektir.

Örneğin Beka sıfatına inanan bir kimse, kendisinin de Onun beka vermesiyle, baki ve ebedi olacağını düşünür, ölümden korkmaz ve yok olma endişesi taşımaz.

Zulme uğrayan bir kimse Allah’ın Adil ismine yapışır ve kendine yapılan zulmün karşılığını alacağını, zalimin de cezasını çekeceğini bilir.

Bunun gibi hayatımızın her safhasında Allah’ın sıfatlarının ve ismlerinin tesirini görmek mümkündür.

Nitekim, Allah`a inanan ve O`na sevgiyle bağlanan insanın mânevî ufku kâinat kadar geniş, huzûru ve neş`esi Cennet bahçesi gibi daima taze ve ölümsüzür. Gözlerinde îman nuru parlar, sözlerinde hakikat, sevgi ve neş`e çağlar. İş ve hareketlerinde ahlâk, vekar ve isabet göze çarpar. O, insanları hilkat itibariyle kardeşi bilir, onlara lütuf ve merhamet gözüyle bakar. Şefkatlidir, insanların dertlerine bir karşılık beklemeden koşar. Boynu büküklerin gönlünü alır, yetimleri bağrına basar. Kâinatla ve içindeki varlıklarla ünsiyet içindedir. Tanış gibidir. Hiçbir hâdise, onu korkutmaz, gözünü yıldırmaz. Kalbindeki îman kuvveti ile kâinata bile meydan okuyabilir. Allah`ın kendisine bahşettiği nimetlerden O`nun iradesine uygun şekilde faydalanır ve tadar.

Ölümden korkmaz. Zira, ölümü bir hiçlik ve yokluk kuyusu değil, hakikî hayatın ve ebedî saadetin başlangıç kapısı kabûl eder. Dünyada kendini misafir bilir. Misafirhane sahibi olan Allah`ın rızâsı ve izni dairesinde yer, içer ve rahatla yaşar. Misafirlik müddeti bitince de bu misafirhaneden huzurla ayrılıp ebedî mekânına gider. Allah`a inanan ve sevgiyle bağlanan kimse, inançsızlığın verdiği korkunç ızdırap ve elemlerden kurtulur.

Allah`a inanan kimsenin, kendine de, başkalarına da hiçbir zararı dokunmaz. Kanunun olmadığı yerlerde bile Allah`ın onu her an gördüğü inancı, işlediği kötülüklerin cezasız kalmayacağı korkusu, onu kötülüklerden alıkor. Değil kötülük, bil`akis elinden geldiğince herkese iyilik yapmaya, faydalı olmaya çalışır. Ruhunu iyi düşüncelerle doldurur, yüksek ahlâka erer, içinden kötü hisleri kovar. Allah`a inanmak ve O`na bağlanmak, insanı aynı zamanda gerçek hürriyetine kavuşturur. Zira her şey`in Allah tarafından yaratıldığını bilen insan, yaratıklara değil, yaratana kul olur. Mahlûkattan değil, Hâlıkdan korkar. Yalnız Allah`a güvenir, dayanır, O`ndan ister, O`na sığınır. Kula kul olmaz. Kimseye el açıp dilencilik ve dalkavukluk yapmaz.

Allah’a inanan bir insan aynı zamanda, hayatın bir imtihan, karşılaştığı sıkıntıların da bu imtihanın bir parçası olduğuna inanır ve bu noktada sıkıntılara göğüs germeyi, acı veren durumlara karşı sabretmeyi, hayatın zorluklarına karşı mücadele etmeyi temel karakteri haline getirir. Zira bunlar, Allah’a tam olarak inanmanın ve güvenmenin en önemli alametidir.

Ayrıca iman insana çok yüksek bir kanaat duygusu verir ve onun, dünya metaı ile mesafeli bir ilişki kurmasını sağlar. İmanın insanda kanaat etme duygusunu geliştirmesi, onun azla yetinmesine, ihtiyaçlarını üst seviyede olmasa bile asgari seviyede karşılamayla iktifa etmeye motive eder. Böylece kişiyi bunalıma itecek durumlara düşmekten kurtarır.

Allah’ı tanıyıp seversek, mutlu ve huzurlu oluruz. Bu da Allah’ın bizi sevmesine neden olur. Böylece içimiz rahatlar, huzur duyarız. Yüce Allah Kur’an’da Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 13/28) buyurmaktadır.Allah’a olan sevgimizden dolayı insanları ve onun yarattığı bütün varlıkları severiz. İnsanlar da bizi sever ve sayarlar.

İçimizi dolduran Allah sevgisi, bizi daima güzel işler yapmaya yöneltir. Allah’a inanan kişi kendisini sürekli görüp gözeten bir yüce yaratıcının bulunduğunu düşünür. Yaptıklarından sorumlu olacağını ve bir gün hesap vereceğini düşünür. Bu düşünce onu kötü şeylerden uzaklaştırır. Kimsenin gönlünü kırmaz. Herkese sevgiyle yaklaşır. Kendisi için istediğini başkaları için de ister. İyiliksever, dürüst, hoşgörülü, merhametli olur. Sorumlulukların bilir, ona göre davranır. Böyle duygu ve düşüncelere sahip olan insanları herkes sever. Bu sevgi onlara huzur ve mutluluk verir.

İnsan hayatında mutlu, neşeli, sevinçli anlar olduğu gibi, huzursuz anları da vardır. İnsana bu mutluluğu Allah verdiği gibi, onu sıkıntıdan, üzüntüden kurtaracak yine Allah’tır. Allah’a inanan kimse başına bir sıkıntı geldiğinde, bunlardan kendisini kurtaracak olanın Allah olduğunu bilir ve huzurlu olur. Kendini yalnız hissetmez. Hep güven duygusu içinde yaşar. Allah Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: Allah’a gönülden bağlanıp, ona karşı gelmekten sakınan kimseye, Yüce Allah sıkıntıdan çekip kurtaracağı bir yol gösterir. Ve onu hiç beklemediği yerden rızık ihsan eder. Çünkü kim Allah’a güvenip ona gönülden bağlanırsa Yüce Allah ona yeterlidir.(Talak, 65/2-3)

İman aynı zamanda insandaki yalnızlık duygusunu gideren bir hususiyete de sahiptir. İman vasıtasıyla Allah’ı dost edinen insan, sıkıntılı durumlarında Ona sığınarak yardımına müracaat eder. Zaten ihtiyacı olduğunda insana yardım edecek yegâne kudret sahibi, bütün varlığa hükmü geçen, biricik sığınılacak yer, Onun dergâhı değil midir? İşte imanın yalnızlık duygusunu gidermesi, onu bunalım ve intihara karşı koruyan bir unsurdur.

Salih amel ve ibadetler imanın kalbte yerleşmesiyle başlayan bir hareket, imanın bir meyvesidir, ancak kalpte imanı besleyen de bunlardır. İyilik yapmak, ibadet etmek insana huzur verir, iç dünyasındaki sıkıntıları yok eder, bunalıma düşmesini engeller. Ayrıca salih ameller insanı kötülük yapmaktan, hatta kötü işlerin içine düşmekten korur. Nitekim Allah (c.c.) Şüphesiz ki namaz fuhşiyat ve münkerattan alıkor. (Ankebut, 29/45) buyurmuştur.

Dolayısıyla salih ameller insan üzerinde, bir taraftan imanı kuvvetlendirirken, diğer taraftan kişiye huzur bahşedip, kötülüklerin içine düşmesini engelleyerek çift yönlü bir etki meydana getirirler.

Doktor Şifa / Zafer Dergisi

Ruhsal Etkileşimin Tehlikeli Boyutu

Arabanızın nereye gideceğini, lastiklerin dönüş yönü değil, direksiyonu çevirdiğiniz yön belirler. Çevrenizin sizi ne taraftan ittiğine bakmayın, üzerinizdeki itme gücünü ne tarafa kullandığınıza bakın. Sizi engellemeye çalışanların üzerinizde oluşturacağı gerilimi lehinize kullanabilirsiniz. Evrenin görünen yüzeyinde rüzgârlar eser, fırtınalar kopar. Madde, yerinden hareket ettikçe, önüne geleni alıp sürükler. Peki, maddeyi sürükleyen nedir acaba? Sanıldığının aksine, hayatımızı dolduran asıl fırtınalar, maddesel değil, ruhsaldır; tüm hareketler ruhsal evrenden fizik boyuta sıçrarlar.

Hepimiz, çevremizin hareketleriyle hareketlenen kaderler yaşıyoruz. Kaderimizin şekillenmesinde, çevremizdeki insanların bize yöneltecekleri dua ve dileklerin, hakkımızdaki hislerinin ve düşüncelerinin çok büyük payı olacaktır. Komşunun ve arkadaşın geleceğimiz üzerindeki güçlü etkisini tam keşfedebilseydik, insanlarla ilişkilerimizde inanılmaz titiz olurduk. Hz. Cebrail (a.s.) komşu hakkı üzerinde öylesine ısrarlı durmuş ki, İslâm Peygamberi (a.s.m.) komşunun komşuya mirasçı kılınacağından endişe etmiş. Hz. Ali’nin (r.a.) şu sözü çok önemli: ”İnsanlarla öylesine iyi geçinin ki, düşmanlarınız bile ölümünüze ağlasın.” Çevremizdeki insanların bu denli önemsenmesinin sebepleri arasında, karşılıklı olarak birbirimizin hayatlarında oluşturabileceğimiz olumlu ya da olumsuz izlerin çok büyük olabilme potansiyeli yatar. Burada sadece insanlardan üzerimize gelebilecek dolaylı olumsuz veya yıkıcı ruhsal etkileşim araçlarının nasıl bertaraf edilebileceğini irdeleyeceğiz.

Dolaylı olumsuz enerji, kıskançlıktan, size yönelen üzüntüden, kırdığınız kalpten veya hakkınızda oluşan haklı nefretten kaynaklanabilir. Tüm bu olumsuzlukları yok edebilir, haksız şekilde üzerinize geliyorlarsa da, onları lehinize kullanabilirsiniz. İnsanlara karşı gerçek yanlışlıklarınız varsa, duygusal olarak size kırılırlar ve varlığınızı yaralayıcı enerjiyle, gece gündüz sizi tahrip ederler. Bu yanlışların neler olabileceğini görelim:

1. Borçlar: Alacaklı, alacağını her hatırladığında hakkınızda teessüf hisseder; hakkınızdaki her teessüf ruhsal enerjinize yönelen bir tahribattır. Tanıdığım bir adam, borçlarına sadık değildi ve yıllar öncesinden kalan borçlarının pek çoğunu unutmuştu. Başına gelenlerden haberdar oluyordum, girdiği işlerde tutunamadı, kazalar başından eksik olmadı. Bir genç aldığı borçlarla ticaret yapmaya kalktı; ödeme fırsatını yakaladığı anda, borcunu ödemedi ve parayı işini büyütmek için kullandı. Battı, iflâs etti; çünkü stratejisi yanlıştı. Bir diğeri kurnazlık yaparak, borç parayla borsada zengin olacağını sandı; batınca, çareyi intihar etmekte aradı. Tehlikeli olan, borcunu ödeyememek değil, borca karşı duyarsız olmaktır. Çaresizliğe düşmüşseniz alacaklıdan kaçmayın, derdinizi anlatın, tüm varlığınızı ortaya koyun, size anlayış göstermesini isteyin. Unutulmuş borç, vücudunuzun bir köşesinde bekleyen çıban gibidir; temizleninceye kadar zarar verir. Evi, arabası olduğu halde borcunu ödemeyen insanlar yaşıyor. Batmak istemiyorsak, batan işyerlerinin borç/alacak ilişkilerini inceleyerek nelere dikkat etmemiz gerektiğini görelim.

2. Dargınlıklar: Gergin olduğunuz bir anda, arkadaşınızın kalbini kırmış olabilirsiniz. Terkedilmek yüzünden bunalıma giren gençler tanıdım. Eğer birisine böyle bir ızdırap çektirmişseniz, sizi her hatırlayışında duyacağı üzüntü, üzerinize bela gibi yağacaktır. Basit gerekçelerle insanları darıltırsanız, sadece yalnızlığa terkedilmezsiniz; geleceğiniz karartılır. Ya gönül kırmayın ya da iletişim kurmayın. Gönül kırmamanın en emin yolu, dilimize hâkim olmaktır.

3. Maddî Zarar: Verdiğimiz küçük maddî zararlar birikir ve büyük zararlar halinde bize geri dönerler. Kapısının önünü kirlettiniz, arabasını çizdiniz, birisine çarpmışsanız.. özür dilemekten korkmayın. Yaptıklarınız yüzünden üzerinize haklı öfke yönlendirirlerse, mutlaka tökezlersiniz. İğnesini bile kaybetmişseniz yenisiyle değiştirin veya mutlaka hakkını helâl etmesini, kalbinin sizden hoşnut olmasını sağlayın.

4. Gıybet: Yüzlerine gülebildiğiniz insanların gıyaplarında, onları rencide edecek bir sıfat kullanır mısınız? Gıybet, ruhlar arasında dolaştıkça aleyhinizde enerji üretir. Eğer birisi hakkında söylediğiniz söz hakkınızda söylenmiş olsaydı rencide olacaksanız, söylediğiniz gıybettir. Birisi hakkında konuşurken veya birşey hissederken, hemen kendinizi onun yerine koyun. İlk sağlam ölçü kendi kalbinizdir. Gıybet köstekler; sevginin değil, nefretin çekirdeğidir ve mantar gibi hızlı kopyalanan salgın bir hastalıktır. Başkalarını alay konusu yapmak, gururlananlara çok tatlı geliyor. Eleştirenler kadar eleştirilen, aşağılayanlar kadar aşağılanan insan görmedim. Bir büroda çalışan herkes hakkında bir eleştiri duydum; ama, aynı büroda, hiç kimseyi rencide etmeyen bir uzman aleyhinde konuşan tek bir insanla karşılaşmadım. Birisi bunu denedi ve oracıkta hemen aşağılandı, dışlandı. Önemli işleri olanlar, başkalarını çekiştirmeye vakit bulamazlar.

5. Haksız Nefret: Eğer haksız iseniz, nefretiniz ve bedduanız, dönüp dolaşıp size gelecektir. Ayaklarınızın altına aldığınız şerefler sizi çiğnemeye hazırlanıyor. Birilerinde kalan hakkınız varsa size verilecektir; ama, kaderin sahibi kimseye haksız ve kalıcı zarar vermenize izin vermeyecektir. Verdiğiniz zararın karşılığını eninde sonunda ödersiniz. Suçunuz yoksa başkasının da size kalıcı zarar verebileceğini sanmayın. Yaşadığınız filmin bir de yarınları var; sonunu görmeden karar verirseniz, acele edersiniz. İslâm Peygamberi (a.s.m.), lânetin eninde sonunda sahibini bulacağını bildirmişti: ”Kul birşeye lânet ettiğinde o lânet göğe çıkar da gök kapıları kapanır; giremez, geri döner. Yerin kapıları da kapanır; giremez. Sağa sola gider gelir. Bir yer bulamayınca lânet edilen şeye gider. Eğer lânete layıksa ona gider, değilse söyleyene döner.”

Beni şaşırtan bir husus, Dr. Annie Besant’ın, bu sürecin bazı medyumlar tarafından algılanabilir ölçüde açık olduğuna dair iddiası olmuştur. Filmlerde ve sokaklarda ”Lânet olsun” sözlerini duydukça, bu çirkin sözü bilinçsizce söyleme alışkanlığını kazandık. Ayağınızın çarptığı taşa lânet ettiğiniz için lânetinize uğramak ister misiniz sahi? Gazeteler ”Ne oluyor bize, çıldırıyor muyuz?” diye manşet atıyorlar. Türkiye halkına ne olduğunu anlamak için insanların sokak ortasında nasıl küfürleştiklerine bakın. Küfürleşerek konuşmak samimiyetin bir ifadesi hâline gelmişse, bu hastalığa yakalananların geleceği karanlıktır.

Nefretin kalbinize hâkim olmasına izin vermeyin; damarlarınızdan tüm enerjiyi çekip kurutursunuz. Kötü insanlardan nefret etseniz de, bunun size faydası olmaz. Bazı insanlara yönlendirilen nefret bazen zararsız olabilir; ama hiçbir zaman faydalı olamaz. Tüm bunları yaptığınız halde hâlâ birileri sizden nefret ediyor mu? Önünüze taş koymaya, yolunuzu kesmeye ve yokluğunuzu dilemeye devam mı ediyorlar? Tarihe bakın: Bazı insanlar saldırılar altında yok oldular; küçüldüler. Çünkü onlar yanlış yapan insanlardı ve saldırılar onlara gönderilen cezalardı. Oysa bazıları saldırılarla yüceldiler; onları engellemeye çalışanlar, aslında onların evreni kuşatmalarına hizmet etmişlerdi. Sevgiye sarılana saldıran nefret, sarsılmaz duvarlara çarpıp geri döner. Nefret, nefret edenden başkasına zarar vermez.

Muhammed Bozdağ / Zafer Dergisi

Aile İçi Eğitimde Peygamber Metodu

Aile, toplumun sahip olduğu değerleri yansıtan küçük bir aynadır. Toplumda müspet veya menfi olarak bulunan tutum ve davranışlar, ailede yoğun bir şekilde uygulama alanı bulur. Tabir yerinde ise, aile, toplumun kan tahlilinin yapıldığı bir biyo-kimya, bir patoloji laboratuarıdır. Burada her türlü pozitif ve negatif bulguları bulmak mümkündür.

“Aile” kelimesi, sözlük anlamı itibariyle, “geçim sıkıntısı” ve “sarmaşık bitki” demektir. Kelimenin bu etimolojik yapısı, genel olarak ailelerde geçim derdi diye bir problemin varlığına işaret ettiği gibi, aile fertlerinin sarmaşık bitki türü gibi birbirleriyle sarmaş dolaş olmaları, karşılıklı hak-hukuk gözetmede, saygı sevgi göstermede yaprakları iç içe sarılmış bir gül-ü Muhammedi gibi sempatik bir yapıda olmalarının gereğine de işaret etmektedir.

Peygamberlerden bazılarıyla ilgili olarak Kur’an’ın yer verdiği ayetlerde aile içi eğitim örneklerini görmek mümkündür.

Meselâ, Hz. İbrahim’in, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?

Babacığım! Doğrusu, sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğru yola eriştireyim.

Babacığım! Şeytana tapma, çünkü şeytan, Rahman’a baş kaldırmıştır.

Babacığım! Doğrusu sana Rahman katından bir azap gelmesinden korkuyorum ki, böylece şeytanın dostu olarak kalırsın” (Meryem 41-45).

Hz. İbrahim’in babasına olan bu daveti, aile içinde “bilen”in, bilmeyene, kendinden yaşça, mevkice, makamca, rütbe ve unvanca ne kadar büyük de olsa, dinî öğretim ve telkinde bulunması gerektiğine güzel bir örnektir. Babasıyla olan münasebette Hz. İbrahim’in nazik tavrı, bu çeşit çalışmaların metodu, tarzı konusunda da ip ucu vermektedir.

Aile içi eğitimin en güzel bir örneğini de hikmet sahibi olmakla tebcil edilen (Lokman 31/12) Hz. Lokman’da buluruz. Cenab-ı Hak, bilhassa çocuk eğitiminde yer verilmesi gereken metot ve muhtevanın esaslarını, Hz. Lokman’ın oğluna nasihat suretinde, onun ağzından naklettiği cümlelerle bize ders vermektedir:

Oğulcağızım, Allah’a ortak koşma. Çünkü şirk, elbette büyük bir zulümdür.

Oğulcağızım, (yaptığın iyilik) bir hardal tanesi kadar olsa dahi bir kaya içinde, ya göklerde yahut yerin içinde (gizlenmiş) olsa bile Allah onu getirir. Çünkü Allah latiftir. Hakkıyla haberdardır.

Oğulcuğum namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret. Kötülükten vazgeçirmeye çalış. Sana isabet eden şeylere katlan. Çünkü bunlar kati surette farz edilen umurdandır. İnsanlardan (kibirlenip) yüzünü çevirme. Yeryüzünde şımarık yürüme, zira Allah, her kibir taslayanı, kendini beğenip öğüneni sevmez. Yürüyüşünde mutedil ol. Sesini alçalt. Seslerin en çirkini eşeklerin anırışıdır” ( Lokman, 31/ 13, 16-19).

Cenab-ı Hak, yukarıda kaydettiğimiz, Hz. Lokman’ın oğluna olan nasihatlerinin arasında evlatların anne-babalarına gösterecekleri saygı ve hürmetten, bunun öneminden bahsederken bu itaatin hudutlarını da belirtir. Ebeveyn-evlat münasebetlerini gösteren bu ayetlerin mealleri şöyledir:

Eğer onlar/ anne-babaların, hakkında herhangi bir ilmi delil bulunmayan bir şeyi Bana şirk koşman için seni zorlarlarsa kendilerine itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin…” (Lokman, 31/15. ayet).

AİLE İÇİ EĞİTİMLE İLGİLİ BİR HADİS-İ ŞERİF

Aile efradının tâlim ve terbiyesinin, İslamî sistemde ne kadar önemli olduğunu gösteren bir hadis-i şerifin meali şöyledir: Müslim b. Yesâr anlatıyor:

“Resulullah Aleyhissalatu vesselam, bir seriyyeyi (askerî birlik) sefere gönderiyordu. Bir genç de ortaya atılarak, onlara katılmak istedi. Resulullah: -Ailene (nezaret edecek) bir büyük bıraktın mı? diye sordu. Genç: “Hayır!” deyince: -Ailene dön. Zira cihadın iyisi onlar içindedir” buyurdu.

Burada vurgulanması gereken incelik, Resulullah’ın sulh zamanında değil, askerî bir sefer sırasında bunu söylemiş olmasıdır. Evet bir kere daha hatırlatmanın yeridir: İslam aile içerisinde, aile efradının terbiyesine yönelik gayretleri “en büyük cihat” olarak vasıflandırmıştır.

Söz buraya gelmişken, savaşa gidildiği zaman, halkı aydınlatacak kimselerin geride kalıp ilim tahsiline devam etmelerini emreden ayet-i kerimeyi de hatırlatmamız gerekmektedir (meâlen):

Müminler toptan savaşa çıkmamalıdırlar, her topluluktan bir taifenin, dini iyi öğrenmek ve milletlerini, geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı! Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler” (Tevbe 9/122).

AHİRETE ENDEKSLİ AİLE HAYATI

İnsanın her zaman yakasına yapışan iki soru söz konusudur.

Birincisi, sıkıntı, ızdırap, musibet sorusudur. Bunların cevabı ise, sabırdır, tahammüldür, hoşgörüdür.

İkinci soru ise, sevince medar olan sağlık, bolluk, ferahlığa dair imtihan sorularıdır. Bunun cevabı ise, şükür ve memnuniyet ifadesidir.

Bu açıdan bakıldığında, insanın ruh cevherini ortaya çıkaran insanı Kabe-i kemâlâta yükselten en müsait zemin aile hayatıdır. Eğer, aile fertleri bu pencereden hayatlarına bakarlarsa çok daha toleranslı çok daha hoşgörülü davranış sergileyeceklerinde şüphe yoktur. Ancak, bu zor işi başarmanın en önemli faktörü ahirete endeksli bir hayat çizgisini takip etmektir. Çünkü, karşılıklı sevgi, saygı, samimiyet, hoşgörü, tahammül, katlanma ve tolerans kültürü, mevcut birlikteliğin uzun veya kısalığına göre değişkenlik arzedecektir. Bu sebeple, geçici, fani, muvakkat, bir perspektif üzerine kurulan bir aile hayatının samimiyeti o nispette zayıf kalır.

Pencerelerini ahirete açmış bir aile yuvası ebedi bir arkadaşlık üzerine kurulduğu için, her türlü tolerans ve tahammül kültürünün yeşermesine en uygun bir zemindir. Böyle bir zeminde oturan fertlerin karşılıklı saygı ve sevgileri, tahammül ve hoşgörüleri en zirve noktada kendini gösterir. Ne mutlu o aile fertlerine ki, birbirlerine cennet yolunu göstermekte yarışırlar. Müjdeler olsun ahirete endeksli hayata yapışan, yapmacık tavırlar yerine samimi davranışlar sergileyen aile fertlerine!..

Doç. Dr. Niyazi Beki /Zafer Dergisi