Etiket arşivi: ZAFER DERGİSİ

Unutkanlık Üzerine

Hani Rabbin meleklere demişti ki: ”Ben çamurdan bir beşer yaratacağım. Ona suret verip yarattığım ruhtan üflediğimde, hepiniz onun önünde secdeye kapanın.” Meleklerin hepsi birden ona secde etti. Ancak iblis müstesna. O büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.
Allah buyurdu ki: ”Ey iblis! Kudretimle yarattığım şeye seni secde etmekten alıkoyan nedir? Kibir mi taslıyorsun; yoksa gerçekten yücelerden misin?”
İblis ”Ben ondan daha hayırlıyım.” dedi. ”Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın.”
Allah buyurdu ki: ”Öyleyse çık Cennetten. Artık sen kovulmuş biri sin. Kıyamet gününe kadar lânetim senin üzerinedir.”
İblis ”Ey Rabbim, onların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver” dedi.
Allah buyurdu ki: ”Sen mühlet verilenlerdensin. Bu mühlet, İlâhi ilmimizde vakti belli olan bir güne kadardır.”
İblis dedi ki: ”Senin izzetine yemin olsun ben onların hepsini azdıracağım. Ancak onlardan ihlasa erdirdiğin kulların müstesna.”
Allah buyurdu ki: ”Bu doğrudur ve Ben hakikati söylüyorum: muhakkak ki cehennemi sen ve sana uyanların hepsiyle dolduracağım.” — Sa’d süresi 38:71-85.
seytan.in.hileleriVe İblis huzurdan ayrıldı. Artık şeytanın hikayesi başlamıştı… Şeytan durdu ve bir süre düşündü. İşe nereden başlanabilirdi? Neler, nasıl yapılmalıydı? İnsanlara ‘haydi Cehenneme birlikte gidelim!’ demekle bu iş olmazdı. Cehennemi, Cennet gibi göstermek gerekirdi. İnsanoğluna düşman olduğu halde dost görünerek onları kandırmak şimdi elzem olmuştu. Soldan yaklaşamadığı birisine sağdan da yaklaşabilmeliydi. Strateji, ince ve hileli olmalıydı. Bu, pek de kolay görünmüyordu.
Bir kibir uğruna üstlendiği vazifenin ağırlığı çöktü omuzlarına. Vazifesini zorlaştıran bir dizi faktörle karşı karşıya olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Her şeyden önce insan, İslam fıtratında yaratılıyordu. Ve içinde yaşadığı kainat ta buna şahitlik ediyordu. Semavi kitaplar ve peygamberler de buna apaçık deliller teşkil edeceklerdi. Ve azdıramayacağı ihlasa erdirilmiş insanların her birisi onun yolunda aşılması imkânsız birer dağ gibi duracaktı. Velhasıl işi çok zordu. Ve kendi kibirlenmesini hatırladı. Allahın bir emrine kasten karşı gelerek sonra tevbe etmemekte direnmenin cezası her halde ebedî cehennem olacaktı. Acaba bütün bunlara değer miydi?
Dönüp özür dilemek, bütün bu lânetli işleri binlerce sene sürdürerek sonunda ebediyyen ateşte yanmaktan daha kolay olmasındı? ‘Ama hayır’ dedi, ‘bunu kesinlikle yapamam.’ Ben muhakkak ki üstün bir mahlukum ve bunun anlaşılmadığını düşünüyorum. Hem bunun artık dönüşü olmadığını ve tövbemin de kabul edilmeyeceğini zannediyorum. Artık vakit geçirmeden işe koyulmalıyım!
Ve bunun üzerinden bin yıllar geçti, zaman gele gele asr-ı saadet oldu. Şeytan, bu geçen zaman süresince yeryüzünün diğer toplulukları gibi Arabistan toplumu üzerinde de, o ilk baştaki iddiasında oldukça etkili olmuştu. Son Kitabın ve Peygamberin (s.a.v.) gönderildiği ortamda cahiliyet ve gericilik diz boyu yaşana gelmekteydi. Bu insanlığın en bedevi kavmini kendi kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeye kadar götüren azgınlık şekillerinden birisi de açık saçıklıktı. Hatta öyle ki, Kabedeki putlar bile müşriklerce açık saçık biçimlerde ziyaret ediliyordu.
İşte bu zamanda ve ortamda gönderilen Resul (s.a.v.) ve nazil olunan Kur’an, inananlara tesettürü emrediyor, nazarları helâl olmayana sarf etmeyi yasaklıyordu. Ve bu dairede hareket etmeye çabalayan mü’minlerin kuvve-i hafızalarındaki netlik hemen dikkati çekiyordu. Hz.Peygamberin (s.a.v.) kendisine Cebrail (a.s.) vasıtası ile vahyedilen ayetler, bunları ilk kez ve bir kez duyan insanların hafızalarına yanlışsız kaydediliyordu. Keza Resulullahın (s.a.v.) sözleri ve halleri de bu keskin nazarlarda eksiksiz iz düşümünü derhal buluyordu. Bu insanların kuvve-i hafızaları bir çocuk kadar saflaşmaktaydı. Onlar için bir şeyi bir kere görmek veya duymak, hiç unutmamacasına öğrenmek için yeterliydi. Ve böylesi berrak nazarlarda ve keskin hafızalarda kazınan bu sözlü kültür birikiyor, birikiyordu.
Yine günlerden bir gün hadis konusunda uzman on âlim toplanarak, hafızasında bir milyondan fazla hadisin senetleri ile var olduğu söylenen İmam-ı Buhari’yi denemek için, herbiri senetlerini karıştırarak kendisine on adet hadisin doğruluğunu sorarlar. Hepsini baştan sona dinleyen İmam, söz konusu yüz hadisi soru sırası ve doğru senetleri ile sıralar. Bu muazzam kültür birikimi ve öğrenileni unutmama hâli, mü’minlerin hakikat noktasında bildiklerinin bütünü ile düşünüp, bu bütünlük içinde yaşamalarına imkân tanıyordu. Çoğunluğunu eğitimsiz hatta ümmî insanların oluşturduğu bu toplumun birike gelen İslamî kültürü, onun fertlerinin günlük hayatlarında bir bilinç motifi olarak her zaman yansımaktaydı.
Mü’minler, aciz ve fâni oldukları, bu dünyada bir imtihan yaşadıkları, Allah ve ahiretin var olduğu gerçeğini hiç unutmadan yaşıyorlar, toplumsal ilişkilerini de bu gerçeklikle düzenliyorlardı. Ve ehl-i İslam, kendilerini insanlığın zirvelerine çıkaran bu halin bereketli meyvelerinden çok ama çok memnunlardı. Fakat bu durumdan hiç de memnun olmayan birisi vardı. İblis. O bu hali kıskanıyor ve içi içini kemiriyordu. İlk insanın yaratılışındaki isyanına uygun olarak, düşmanı olan insanın yaratıcısı ve ahiret ile bağını koparması, unutmadıklarını unutturması gerekiyordu. Yoksa bu iddiasını kanıtlamak ve kendisi ile aynı yolun yolcularını bulmak çok zor olacaktı. Pek te aptal olmayan şeytanın, tesettür ve harama sarf-ı nazar etmemek emrine ittiba ile, göz kamaştırıcı parlaklıktaki kuvve-i hafızalar arasındaki paralel ilişkiyi fark etmemesi imkansızdı. Bu çerçevede neler yapabilirim diye kara kara düşünmeye başladı…
Şeytanın mahiyeti ve düşünce sistematiği bütün detayları ile kendisine bildirilen Hz.Peygamber (s.a.v.) daha o zamandan, mucizevî bir tarzda, zaman içinde gitgide şiddetlenecek ve ahir zamanda doruğa tırmanacak olan bir umumi hastalığa karşı mü’minleri açıkça uyarıyordu; ”Ahir zamanda hafızların göğsünden Kur’an nez’ediliyor, çıkıyor, unutuluyor”.
Evet, bu şeytanî tasarının adı ‘unutkanlık hastalığı’ olacaktı ve iblis planlarını bu eksende hazırlıyordu. ‘Benimle beraber cehennemlik olacakları belirlemek için ehl-i İslam ve İmana Allahı ve ahireti unutturmak gerekir’ diye kurgulamaya devam etti iblis. ”Bu ‘unutturma’ işini gerçekleştirebilmek için şu ‘unutmayan’ parlak kuvve-i hafızaları bozmaya çalışmalıyım. Bu da ancak harama nazar ile mümkün olabilir. Bunun için de tesettür emrine ilişmek şarttır.” Şimdi şeytanın ehl-i İslam üzerindeki yeni planının ana hatları belli olmaya başlamıştı. Ve bunun devamında ikinci bir safha başlayacaktı. Bunları uygulama safhası. Şeytanın fikrince, tesettür emrini kırmak için açık saçıklığı daha da teşvik etmek gerekirdi. Bunun için nefsinin heva ve heveslerine tabi olmuş kişilerden gönüllü yardım alınabilirdi…
Derken o zamanın üzerinden bin dört yüz şu kadar sene geçerek vakit asrımıza geldiğinde artık medeni değerler, kültür, moda, medya, tiyatro, dans vs. ile açık saçıklık umumileşti ve sokağa düştü. Belki de medya ile evlere kadar girdi. Ve bu tuzağın farkında olmayan ehl-i İslamda harama nazar arttıkça nefsin hevesleri heyecana gelip, vücudunda su-i istimaller ile israfa girmesi ve haftada birkaç kez gusül abdesti alması kaçınılmaz hale gelir. Bu durumda, günümüzde tıbben de ispat edildiği gibi, kuvve-i hafızasına zaaf gelir, ve unutkanlık başlar.
Adamın birisi doktora gider. Doktor ‘Şikayetiniz nedir?’ der. Hasta ‘Unutkanlık hastalığı doktor bey.’ Doktor ‘Bunun belirtileri nasıl?’ Hasta ‘Neyin belirtileri?’ Doktor ‘Unutkanlık hastalığı dediniz ya!’ Hasta ‘Ne unutkanlığı?’ •••
Harikulade parlak kuvve-i hafızaların nereden nereye geldiğini anlatan bu misâl aynı zamanda ehl-i İslamın yıpranmışlığının boyutlarını da ortaya koymakta. Günümüzde herkesin az ya da çok şikayet ettiği bu hastalık, açık saçıklıkla paralel şiddetini de arttırarak devam etmekte. Zamanımız insanını, başladığı bir işi, hatta bir cümleyi bile tamamlayamayacak hale getirebilen bu unutkanlık illeti, ciddiye alınmazsa, çok kere ehl-i İslamda bu hayatın gerçeklerini unutarak yaşama temayülleri ortaya çıkartmakta. Allah ve Resulü ise, ehl-i imana ve ehl-i hakikate yakışmayan bu halden kaçınmamızı istemekte. Ve ilgili hadisten çıkardığı dersle İmam-ı Şafii’ (r.a.) bu hükmü açıkça belirtmiş; ”Harama nazar, unutkanlık verir”. Bu derdin dermanı ise, mümkün oldukça harama sarf-ı nazar etmemektir.
Murat Kazancı

Uygulamalı ders

‘Ben’ diye sızlanmaya başladığımızda; ‘ben’in dışındaki her şeyi unuturuz.

Kâinat ‘ben’den ibaret olur.

Ne kadar önemliyizdir o an.

Ve ne kadar vazgeçilmez! Topu topu bir hayatlık canımız varken.

Bir hayat. Doğumla ölüm arasında.

Gittikçe daha hızlı geçen. Her an bitmeye doğru giden.

Bir hayat. Ve ‘Ben’ duygusu.

İstediğin kadar ‘ben’ diye sızlan.

Herkes sorar içinden ve asla sezdirmez karşısındakine; ‘Kimsin sen? Senden bana ne?’ Sahtekâr tebessümler.

Sahtekâr dinleyişler.

Sen ilk kandırılan değilsin. Sen ilk yaralanan değilsin.

Sen ilk yarı yolda bırakılan değilsin.

Sen ilk ‘ayrılık’ yaşayan değilsin. Sen ilk derde ve belâya düşen değilsin.

Ve sen ilk aşık olan değilsin.

Sen ilk ‘üzülen’ değilsin.

Ve aslında ‘sen’ bir baksan aynaya.

‘Ben’ bir baksam. Hiç.

İlk insan ve ilk kandırılan.

Kandırılma acısını ondan daha fazla kim yaşamıştır?

Ve bedeli cennetten çıkmak kadar büyük olmuştur?

Ve Kabil Habil’i, yani, bir evladı, diğer evladını kıskançlıktan katlederken, kim onun kadar üzülmüştür?

İki türlü evlat acısı. Kim çekmiştir? Ve evladın Baba’ya güvenmemesi.

Ve bir eşin, kocasını yarı yolda bırakması.

Nuh Aleyhisselamın imtihanı.

Oğlu Kenan’ın gemiye binmemesi. Eşi Vaile’nin kavminin reisine, Nuh Aleyhisselâm’ı çekiştirmesi.

Kim böylesine yaralanmıştır? İhanete uğramıştır?

Ya Hazret-i İbrahim? Sevgili eşini ve sevgili oğlunu ilâhî bir buyrukla çölün ortasında bırakmak zorunda kalışı.

Hazreti Hacer’in, arkasından ‘Bizi burada yapayalnız kime bırakıyorsun?’ sorusu.

Ama ‘ilahî bir buyruk’ olduğunu öğrendiğinde, tevekkülle teslimi.

Hangi anne bebeğiyle çölün ortasında kalmaya razı olmuştur. Yapayalnız. Hangi baba bırakmaya?

Ve kardeşlerin yanlışta birleşip, bir başka kardeşi kuyuya atmaları. Yani ölüme.

Kim Hazreti Yakup kadar hasret çekmiştir. Kim Hazreti Yusuf kadar meşakkat?

Ve kim Züleyha gibi aşık olmuştur; üstelik yaratılmışların en güzeline.

Ve kim onun gibi mahcup olup, onun gibi kavuşmuştur? Kim?

Sonra. Hazret-i Eyyub. Malını, mülkünü ve evladını bir anda kaybedip.

Derdin, belânın, hastalığın en ağırına. Kim onun gibi sabretmiştir?

Kim onun sevgili hanımı Rahime gibi, şehirden kovulduklarında yıkılmamış, eşine bakmaya devam etmiştir.

Hangi kadın?

Ve kavminin Hazret-i Musa’ya çektirdikleri?

Her an vazgeçmeleri. Her an şüphe duymaları. Her an akıl almaz ve edep dışı isteklerle bunaltmaları.

Ve yaratılmışların en üstünü. En güzeli. En. Sevgili Peygamberim. En çok çile çekeni. Anlatamam.

Rabbimizin bütün elçileri, bütün sevgilileri, doğmakla ölmek arasındaki kısacık hayatları kurtarmak için gelmişler.

Ve o hayatlara ibret olsun diye acıyı, ihaneti, kandırılmayı, terk edilmeyi, hastalığı, derdi, belâyı yaşamışlar.

‘Ben’ değil, ‘hi璝 olduğumuzu anlatmışlar. ‘Hi璝 olunca ‘sevgili’ olunacağını anlatmışlar.

Anlamış mıyız?

Acı, çile, ihanet, ayrılık, aşk, hüzün, hastalık, zarar, ziyan, hasret, felâket.

Anlayalım diye, en zorunu, uygulamalı olarak göstermişler.

Hiç ‘Ben’ dememişler.

Anlamış mıyız?

Murat Başaran / Zafer Dergisi

Ve Kapı Çalmaz

Kapı çalar…
Sabahın erken saatlerinde… Açarsınız. Sütçünüzdür gelen. Sütçünün litreliğinden kabınıza dökülen beyazlıkta sabahın güzelliğine kavuşursunuz. Gözünüzde pırıl pırıl bir sabah kahvaltısı canlanır. İçinizden “Bugün kahvaltıyı bahçede yapalım” diye geçirirsiniz…
•••
Kapı çalar…
Gelen postacıdır. Kucağında büyükçe bir paket. Uzattığı kâğıda bir imza atarsınız. Daha önceden ısmarladığınız kitaplara kavuşmanın sevincini yaşarsınız. Zaten tatilde olduğunuzdan bu kitaplara çok ihtiyacınız vardır. “Artık canım sıkılmayacak” deyip keyiflenirsiniz. En çok merak ettiğinizi alıp şezlonga uzanırsınız…
•••
Zil çalar…
Kapıya koşarsınız.
Yıllardır görmediğiniz bir dost gelmiştir. Sevinirsiniz. Sohbetleriniz saatler boyu hatta günlerce sürer. “Yaşamak ne güzel” dersiniz içinizden. Hele böyle dostlar varken…
•••
Kapı çalar…
Dürbünden bakarsınız. Kimseyi göremezsiniz. Dönüp yeniden koltuğa gömülürsünüz. Bir daha çalar. Bakarsınız, yine kimse yok. Tam o sırada bir daha çalınca kapıyı açarsınız. Komşunuzun oğlu. Elindeki sopayla zile uzanmakta. Meğer tuzları bitmiş. İçeriden tuz getirirken kendi kendinize söylenirsiniz “Elbette göremem. Keratanın boyu bir metre…” Bu küçük hâdise neşelendiriverir ortalığı. Hatta koşup hanımınıza anlatırsınız.
•••
Kapı çalar…
Düşüp bayılacak kadar şaşırırsınız. Askerdeki oğlunuz haber vermeden izne çıkmıştır. “Oğlum benim…” diye hasretle kucaklarken gözyaşlarınızı zaptedemezsiniz. Mutululuğunuz oğlunuzun izni kadar uzar…
•••
Kapının her çalışında sanki mutluluğa koşmaktasınız. Huzur tüter gözlerinizden. Her sessizlikte kulaklarınız zil sesi arar…
”Ve kapı çalmaz…”
En büyük misafir gelir.
Âdetâ kapıyı kırmıştır. Alıp gider sizi, şaşırırsınız. “Niye haber vermedi?” diye içinizden geçirirken “Doğduğundan beri zile basmaktayım” der. Bir şeyler söylemek istersiniz o an. Ama o andan sonra diliniz dönmez.

Ölüm sessiz sedasız gelivermiştir…

Murat Başaran / Zafer Dergisi

Sonbahar Fakültesi

‘Ne işim var benim burada? Annem nerede? Şimdi ne olacak? Eve gitmek istiyorum. Oyuncaklarımı istiyorum. Ben çizgi çizmek istemiyorum… En güzel çizgiler benim çizdiklerim… Annem dışarıda bekliyor mu acaba?’ İlkokul; bir.

‘Bu matematikçi çok ters bir adama benziyor… Zil çalsa da teneffüse çıksak… Çok susadım. Hiçbir şey anlamadım ben bu ‘x’ten, ‘y’den… Evde bakarım. Boş ver… Son ders beden… Top oynarız. Ben büyüyünce avukat olacağım… Yok, yok bilgisayar mühendisi olmak daha iyi. Versene oğlum silgimi…’ Ortaokul; bir.

‘Çok güzel yaaa… Ama çok zenginler… Saçlarımızı da yapamadık sabah sabah. Kesin bana bakıyor işte oğlum… Zengin mengin… Çok güzel… Anlamadım hocam… Tamam hocam… Bi ehliyet alsam… Ulan araban yok. Ehliyetin olsa ne olacak… Babamınki de hurda… Yarın imtihan mı var? Hadi be… Ne zaman çalışacağız yaa…’ Lise; bir.

‘Girdik bu bölüme de… Biter mi acaba? Güya ekonomi okuyacaktık. Okula bak: Hititoloji… Neyse… Kapağı attık ya… Diploma diplomadır. Aslında bi yandan İngilizce kursuna gitmek lâzım… Şu yurt işi hallolsa… Enişte gıcık adam… Fazla kalınmaz orada… Offf. Dört sene ya… O da biterse… Askerlik… İş…’ Üniversite; bir.

Yine sonbahar… Ah şu serin ama üşütmeyen havalar… Tertemiz… Yeşil sararıyor… Yapraklar dökülecek… Hani renk cümbüşü. Erken sararanlar, dökülenler, o sırada hâlâ yeşil olanlar… Kızıl olanlar… Aman Yarabbi.

Sonbahar… Şu son lafı hiç yakışmıyor bu mevsime… Son mu? Başlangıç mı? Yine son bahar. Yinelenen son olur mu? Hazan… Daha güzel… Hazan; ölümü hatırlatan yaşamak arzusu.

Yaşamanın farkına varma duygusu.

Hazan… Hayat; otuz, kırk, elli…

Murat Başaran / Zafer Dergisi

Varoluşa Dair: İnsan ve İblis

Gecenin bir vaktiydi. İnsanların neredeyse tamamına yakını uykudaydı. Bazı evlerin pencerelerinde televizyon ışığının yansımaları farkediliyordu. İzlemeye ve dertleşmeye aşina olduğum Ay’ın olmadığı bir geceydi. Gökyüzü tamamen kararmış, rüzgârda salındıklarını, seslerinden anladığım ağaçlar, neredeyse görünmez olmuşlardı. Derin bir sessizlik hakimdi her tarafta, ölüm sessizliği gibi… Bu sessizliğin ve karanlığın ortasında ânsızın, insanların sanki bekledikleri tek şeyin ölüm olduğunu hissettim. Bir otobüs durağındaki yolcular bir bankta otursalarda, bir o tarafa bir bu tarafa gezinip dursalarda, tümünün beklediği tek şeyin onları alıp götürecek otobüs olması gibi, insanların şu hayatın içerisinde beklediği tek gerçekti ölüm.

Ahireti düşünmediğiniz, imanî olmayan bir tarzda baktığınız zaman, eşyalar ve olaylar bir bir silinip gidiyor, geriye ölümün gerçekliğinden başka hiç bir şey kalmıyordu. Oysa ölüm hariç herşey, gerçek gibi yaşanıyor, gerçeğin ta kendisi olan ölüm ise unutuluyordu. Uyuyordu insanlar; ölü gibi… Uyumayanlar ise televizyon seyrediyordu; ölüm yokmuş gibi… Ölümün kardeşi olan uykuya, ölüm hiç düşünülmeden yatılıyordu çoğunlukla. Ve hiç düşünülmeden uykudan kalkılıyor; gündelik hayat gerçeğin, sonsuzluğun, bekanın ta kendisi olarak yaşanıyordu. Ölümün yaşandığı evlerde bile, taziye için gelenlerin arasında, ölümü unutmak ve unutturmak istenircesine, ölüm hariç herşey konuşuluyor; ölünün en yakınları hariç mezardaki vücut soğumadan hisler soğumuş, herşey olağan akışına girmiş oluyordu. Çok değil elli yıl sonra, şu an gerçeğin peşine düşebilecek zihin olgunluğuna sahip insanların tamamına yakınının soluğu kesilmiş, üzerlerine toprak örtülmüş olacaktı. Duracaktı nefesler, damarlarda akan kan da duracaktı.

Gecenin karanlığında karşımda duran bir büyük mezardı; başında ağaçların salındığı büyük bir mezar! Nefesimi kesen, kanımı donduran bir gerçekti bu! Nasıl oluyor da bu koskoca gerçek görülmeyecek derecede hissizleşilebiliyordu? Ölümün gerçekliğini inkâr edebilen hiç kimseye rastlamamıştım bugüne kadar, rastlamak da imkânsızdı. Gerçekti ölüm! Ama yaşanan gerçek ile asıl gerçek örtüşemiyor; yalancı gerçekler, asıl gerçekleri örtüyor, alıp götürüyordu. İşte tam bu halde iken, ikinci bir gerçeği yeniden hatırladım:

İblis!

Uyuyordu insanlar! Hisler dumura uğramış, uyuşturulmuş gibi hissizleşilmişti. İblis ise, bu gafleti kalınlaştıracak her türlü hileye başvuruyor, her türlü dikkat dağıtma tekniğini büyük bir ustalıkla kullanıyordu. Üstüne üstlük, yalnız da değildi, insanlardan dostlar edinmişti kendine. Gaflet kalınlaşıyor, uykular derinleşiyor ve fırsattan istifade, şeytan “malı götürüyordu.” Dünya hayatının içerisinde başımıza gelen olaylarda kaybedilenlerin büyük bir kısmını zamanla yerine koymak mümkün iken, bu hayat sayfası kapandıktan sonra İblis’in götürdüklerini yerine koymak, hiç de mümkün olmayacaktı. Çünkü İblis, zamanı götürüyordu. Gerçeğe yönelmiş duyguları törpülüyordu. Ve Mahkeme-i Kübradan bakıldığı zaman, giden bir günün fiyatı, acaba neydi, ne ile telafi edilebilirdi?

İblis’in varlığını iliklerime kadar titreyerek fark ettiğim gecenin ertesinde, başımı gökyüzüne çevirdiğim zaman yaşadığım dehşetin zıddına yıldızlarla süslenmiş şirin bir gök kubbe ile karşılaştım. Bu güzelim gök kubbenin altında, bin bir nimet ile kuşatılmış yeryüzünde en nazenin olan ve en haysiyetli noktada durması gereken insanın, insanlığın haline baktığım zaman bir kere daha ürpermekten kendimi alamadım. En seçkin varlık olabilecek bir donanımla, kendisini binbir ikram ile donatarak yaratan Zât’ın yeryüzündeki temsilcisi; O’nun katında ise tüm varlıkların şerefli bir elçisi olabilsin diye yaratılmıştı insan. Bu azametli, şirin gök kubbe ve içindekiler; bu ikramlarla bir sofraya dönüştürülmüş yeryüzü yalnızca onun için, bakıp muhatap olup şükredebilsin diye yaratılmıştı. Oysa insan bu aslî vazifesi hariç her şeyle meşgul oluyordu. Varoluş gerçeğini ve ubudiyeti unutan insan, yeryüzünde kendini, kendi neslini helâk etmek için düşmanı olduğunu fark edemediği İblis’e yardımcı olmaktan ise bir an olsun geri kalmıyordu…

Başımı nereye çevirsem kan vardı, didişme vardı, uyuşma vardı. “Kanı yerde kalmayacak!” diyenlerin ayaklarının altı kandı ve ellerinden kan damlıyordu. “Çok uyanık olmamız şimdi elzemdir” diyenler ve insan kitlelerini peşlerinden sürükleyenler ne yazık ki, en derin uykuda olanlardı. ‘Haberler’ zihinleri, kalpleri talan eden, zulme yandaşlık ettiren savaşlarla, kanla, kinle doluydu. Ama işaretlerle, gerçek ve büyük haberlerle dolu şu âlemin ve bu âlem ortasında bir âlem, bir haberci, bir temsilci olma yolunda yürümesi gereken insanın varoluşuna dair gerçeklerden, hiçbir haber yoktu. Zihinler paraya, mala mülke boğulmuştu. Oysa insan, paranın beş para etmediği; malın, mülkün geridekilerin kavgasından başka bir fayda sağlamadığı bir sona doğru gitmekdeydi.

En güzel hisler, kalpler, makamların mevkilerin ardında, arasında törpüleniyor, zulümlere bulaşıyordu. Gerçekte tüm bu onurlu(!) makamlar, şatafatlar, kokuşmakta olan bir cîfe ve üzeri örtülen bir çukurla sonlanıyordu. Fâni güzeller ve fâni güzellikler, gözleri kamaştırıyor, hayatın anlamı bunlarla tarif ediliyordu. Oysa kalpleri yaralayan, dağıtan ve zihinleri uyuşturan bir güzellik, gerçekte ne kadar güzel olabilirdi? Hem bastığı yerlere dönmeyecek bir ayak, tuttuğu şeylerin çamuruna inkılâp etmeyecek bir el, akmayacak bir göz, dağılmayacak bir yüz yoktu. Bu akan kanların, uyuşan zihinlerin, dağıldıktan sonra kinle dolarak toparlanmış kalplerin, firavunlaşan ‘ene’lerin, gerçeğe değil, hakka değil hevâya tabi olmaların, isyana yönelmiş vicdanların, unutulan hayatî gerçeklerin, bu unutmuş, unutulmuş hayatların.. yaşanan tüm bu manevî karanlığın, bu zulümlerin arkasında ise yine bir tek isim vardı: İblis!..

Lanetler olası iblis ne istiyordu insandan?! Ve, bu kâinatın her tarafında izini özünü okuduğum rahmet ve şefkât bu dehşetli kıyıma nasıl müsaade ediyordu? Bu azâmetli Kudret bir çırpıda yok etmek istediğim İblis’i neden ve niçin helâk etmiyordu?

İblis öncelikle mü’mine düşman olmakla birlikte, gerçekte tüm insan neslinin karşısındaydı. Sadece inanan ve inancının gereğini yaşayanların değil, inanmayanların da, inancının gereğini yaşamayanların da yakasını bırakmıyordu. İnsan neslinin karşısındaydı İblis. İster iki sarhoş kavga etsin, ister iki kavim savaşmış olsun, ister iki nesil, ister iki ülke.. Onun üzüldüğünü düşünemiyordum? Büyük ihtimalle ellerini ovuşturarak başardığı işin zevkini çıkarıyordu. Yaptıklarının dehşetli sonuçlarına bakılırsa, hırsla sarıldığı bu işin sonunda, insan nesli tamamen helâk olmadan tatmin olması pek mümkün değil gibi görünüyordu. Acaba yeryüzünde onun uğursuzluğunu tatmamış, onun şerrinden nasibini almamış bir tek insan var mıydı?

Kendi helâkini insanın varlığına bağlayan İblis’in, Âdem yaratılmadan önce yeri rahattı. Âdem’in yaratılmasıyla fena bir imtihan başına çökmüştü. Kendisi gibi mahluk olan birine secde etmesi istenmişti ondan. Gerçi emreden herhangi biri değildi, kendisini de Yaratandı. Ama İblis, bu emri kibrine yediremeyerek secde etmemiş, Âdem’e secde emrinde isyana düşmüş ve insan neslini kendine düşman ilân etmişti. Ve bu isyanını Âdem’in önünde eğilmeye layık biri olmamasıyla açıklamıştı:

“Ben hiç balçıktan yarattığın birine secde eder miyim?”1

“Ben ondan hayırlıyım.”2

Önünde eğilmesi gereken asıl şeyin kendisini Yaratan’ın emri olduğunu, secde etmesi istenen şeyin ise sadece bir perde olduğunu fark edememişti. Ya da, fark etmiş ama kibrine yenik düşmüştü. Bu isyanı sonrasında mühlet isteyen İblis, bu mühleti kendiyle yüzleşip nerede hata ettiğini sorgulamak için değil de, kendisini yoktan var eden ve ikram eden Rab’bini yalancı çıkarmak için kullanmaya girişmişti. Âdem’i yaratmakla kendisine haksızlık yaptığına inandığı Allah’ın bu adaletsizliğini(!) gözler önüne sermek istiyordu. Oysa kendisi de biliyordu ki, O’nun verdiği sözler arasında yalan olamazdı. Bu nedenle O’ndan mühlet sözü aldıktan sonra, verdiği sözden geri dönmeyeceğini bildiği için, gizlediği niyetini hemen açığa vurmuştu:

“Beni saptırmana yemin ederim ki, onları sana ulaştıracak olan yolunun üzerine oturacağım. Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım.. Ve, sen onların çoğunu kendine şükreder bulamayacaksın”3

İçinde sakladığı bu iddiasını hemen gerçeklemeye koyulmuştu.

Hz. Âdem ile Havva’nın, cennetten indirilmelerine sebep olan hilesi, ilk desisesi, ilk plânıydı, başarmıştı da…4

Bu ilk plânında, Âdem ile Havva’ya verilmiş olan beka hislerini, sonsuz yaşama yönelik duygularını kullanmış, bu hisleri bir maddeye, bir yasak ağaca yönelterek bekâyı, sonsuzluğu onun verebileceğini Âdem ile Havva’nın zihinlerine sokuşturmuştu.5

Böylece onları neredeyse bâki lezzetlerden etmişti. Bu hile bundan sonra İblis’in en geçerli, en gözde hilesi olacaktı. Reklamını yaptığı her şeyi, sanki ona ulaşıldığı zaman mutlak, gölgesiz lezzetlere ulaşılmışçasına tatmin olunacakmış gibi sunuyor; sonsuzluk, sanki onun yanı başındaymışçasına insanları yanına çağırıyordu. İnsanda ise bu çağrıya karşılık verecek sonsuzluğa, bekâya aşık hisler zaten vardı. Ve insan aldanıyordu. Aldanarak o metanın peşine düşenler ise, ne yazık ki, aldandığını fark ettiğinde iş işten neredeyse geçmiş oluyordu. Büyük zamanlar harcanmış, hisler, duygular, gerçek anlamda hiç bir değeri olmayan metanın peşinde törpülenmiş, tüketilmiş oluyordu.6

Yaşanan hayal kırıklıkları beraberinde ümitleri de alıp götürüyordu… İnsan ise, neyi istediğinin ve neyi istemediğinin tam olarak farkında değildi. Oldukça karışık bir zeminde karışık bir zihin iklimindeydi. Uyanık bir vicdan sahibiydi ve vicdan, insana ‘doğru olandan’, ‘gerçekten’ başka bir şeyi söylemiyordu. Bununla birlikte uyutucu bir ‘nefis’ de verilmişti insana.7

Nefis, uzağı algılamasını imkânsız kılacak ölçüde yakını önemseyen bir mizaçta yaratılmıştı. Şu haliyle İblis’in, geçici, fâni olan şeyleri bâki, sonsuz gibi sunmasına en açık, bu çağrılara kanmaya insandaki yetilerin en uygun, en yatkın olanıydı. Diğer açıdan, benlik sahibi bir varlık olarak insan, sahiplenmeye ve sahiplendiğini bırakmamaya oldukça meyilliydi. Gerçekte kâinat yaratıldığı ândan bu yana benlik sahiplerinin bizzat kendilerinin yaratmış oldukları, böylece gerçek anlamda sahiplenme hakları bulunan bir tek fiil, bir tek şey yoktu. Zaten yaratılmakta olanı veya yaratılmış olanı sahipleniyordu insanın benliği. Yaratanı fark ettiği zaman bu sahiplenişinden vazgeçmesi gerekirken, ‘ene’ sahiplenmeyi bırakmıyordu. Çünkü İblis fitliyordu onu: “Sen yaptın! Sen olmasaydın olmayacaktı bu iş.. Demek ki, bu işin gerçek sahibi sensin!”

Oysa bir tek tohumun çatlayıp filiz verebilmesinde bile, şu tarifinden aciz kaldığımız nihayetsiz âlemde, nihayetsiz ve mükemmel dengelerin ortasında, harikulade bir intizamın ve gizemin hüküm sürdüğü tohumdaki hayatın açılmaya hazır halde beklemesine kadar geçen süreçte insanın neredeyse hiç bir payı yoktu. Sadece suyu toprağın üzerine serpiştirmekle, veya tohumu toprağa atmakla tüm bu intizamın neticesi olan tohumun filizlenmesinin gerçek sahibi nasıl olabilirdi? Bu sahiplenmeye gerçekten nasıl inanabilirdi? Bu inanç, İblis’in uyutucu, uyuşturucu efsunlu bir büyüsünden başka neyle açıklanabilirdi? Bu uyutucu efsunların ortasında daralan bakış açılarına ve azalan görme mesafesine karşılık duygularının, hislerinin, arzularının ucu açıktı. Yeteneklerinin açılımına bir son konulmamıştı. Bu sanal sonsuzluğun ortasında kendi aklının ışığı ile aydınlatabildiği alan oldukça sınırlıydı. Aklın çıkarımlarıyla ve hislerinin tahrikiyle, bu hayatın içinde yol almaya çalışan insanın hâli, gecenin karanlığında virajlı bir yolda, kısır bir far yardımıyla hızla giden ve hızlanmasının sonu olmayan bir aracın içerisinde bulunmak gibi tehlikeli bir yolculuk haliydi. Aklın çıkarımlarıyla ve inançların getirdiği kabullerle, kendisini kuşatan o zifirî karanlık, alacakaranlık bir atmosfere bürünüyordu. Bu alaca karanlık atmosfer gidişi daha da tehlikeli bir duruma sokuyordu. Zifirî karanlıkta sıkıntılara düşen ve biraz olsun frene dokunma ihtiyacı hisseden insan, alaca karanlıkta bu fren duygusunu tahrik eden sıkıntıları da hissedemez hale geliyordu.

Cennet ve cehennem akla geldiği zaman İblis; “sen zaten mü’minsin” diyordu. “İbadet, ubudiyet şarttır” dendiği zaman ise; “daha mühlet çok” diyordu. Hem zaten “Allah yeterince affedici” idi! Zat’ı Akdes ise; “sakın İblis sizi Allah’a güvendirmekle aldatmasın”8 diyerek dikkatleri İblis’in ikinci tip hilesine, yani sağdan yanaşma riskine çekiyordu. İblisin inanan insanlar açısından belki de en can alıcı vuruşlar yaptığı yer, bu alaca karanlık atmosferin oluşumunu sağlayan kabullerdi. İnancını sorgulamadan ona sırtını yaslayan insanın sırtı, İblis tarafından oldukça kolay hilelerle yere getiriliyordu. Üstüne üstlük insanın bulunduğu zemin hayır ile şerrin, doğru ile yanlışın karışımıyla oluşturulmuştu. Eğer daha önce bir zihin egzersizi yaşanmamışsa, ilk bakışta doğru ile yanlışı, hak ile batılı birbirinden ayırt etmek neredeyse imkânsızdı. Özellikle bu içerisinde bulunduğumuz zamanda hak ile batıl, doğru ile yanlış neredeyse tamamen yer değiştirmişti.

Zekât vermek enayilikti artık, faiz ise mecburen(!) helâldi. Hırsızlık ganimetti, işini bilenin işiydi. “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” diyen peygamberin ümmetinden bir güruh, “Acıma! Acınacak duruma düşersin” gibi bir deyim üretmişti. Yardımın ve feragâtın en temel prensiplerinden biri olması gereken İslâm’ın bu asırdaki temsilcileri, artık kendilerini ‘yükselmek için tepelemek’ mecburiyetinde hissediyordu. ‘Doğru’ itibar görmüyordu artık. ‘Yalan’ ise, meşru addediliyordu. İnsanın, bu yer değiştiren gerçeklerle sanrıları, yalanları; doğrularla yanlışları, birbirinden ayırt edebilmesi için; yani gerçekleri tam olarak fark edebilmesi için, aklını, vicdanının ve vahyin ışığında kullanması gerekiyordu. Zaman sınırlıydı.. (Düşünülmeden geçirilen zamanın ise yokluktan hiçbir farkı yoktu… İblis’in bu dehşetli kıyımından yakayı kurtarmak için bu yattığımız ölümcül uykulardan uyanmamız gerekiyordu.. Uyanmak ve düşünmek, neyin ortasında olduğumuzu…

1 Bkz. İsra Suresi Ayet 61-62

2 Bkz. A’raf Suresi Ayet 14-17

3 Bkz. A’raf Suresi Ayet 16,17

4 Bkz. Bakara Suresi Ayet 34-36,

5 Bkz. A’raf Suresi Ayet 19-22

6 Bkz. Nur Suresi Ayet 39

7 Bkz. Haşr Suresi Ayet 19

8 Bkz. Lokman Suresi Ayet 33

Salih Özaytürk / Zafer Dergisi