Etiket arşivi: ZAFER DERGİSİ

Varoluşa dair: Şerde Gizli Hayırlar

“Beni çirkefin en uç noktasından, bataklığın en derin yerinden çekip çıkaran rahmet, neden diğer insanları da kurtarmıyordu? Yürekler O’nun elinde değil miydi? Onların tümünün, kendisine dönebilmesi için, bir tek dilemesi yetmez miydi?” “Önce sorular yaşanır”    -R.M. Rilke

Yirmili yaşların başındayım. Yaşantım İslâmiyet’le, tarifsiz bir hızla buluşmuştu. Bir açıdan kalbim bu buluşmanın tesiriyle huzur doluydu. Bir başka açıdan ise, Kur’anın ve okuduğum kitapların kapılarını araladığı âlemin ihtişamı karşısında, şaşkındım. Bu buluşmadan önceki düşüncelerim nasıl da hatalıydı. Gözlerimi kapattığım zaman, sonsuz bir karanlığın ortasında çöküp kalmış bir vaziyette bulurdum kendimi. O ise, sonsuzun ötelerinden parlayan, fakat uzaklığı nedeniyle benim bulunduğum ortama ulaşamayan bir yıldız, zifirî bir karanlığın ve uzakların ötesinde, ısısını hiç mi hiç hissedemediğim bir güneş gibi görünürdü her seferinde. Çevremde aydınlanabilecek bir şey de yoktu zaten. Yer bile yoktu, boşluk ve karanlık vardı sadece.. Oysa, her ân O’nun tarafından yaratılmakta olan, var olabilmek için her anında O’na muhtaç olan varlıklar âleminde yaşıyordum.

İşte, bu gerçeği fark etmemle birlikte her şey canlanıvermişti çevremde. Bakışımı yönelttiğim her yön dost simalarla dolmuştu. Ve O, her şeyi aydınlatacak derecede yakındı artık. O’nun hükmünün geçmediği, tasarrufundan uzak bir tek zerrecik bile yoktu. Her şey O’nun hükmü altında, her şey O’nunla, her şey, O’ndan görünüyordu perdesi yırtılmış gözlerime.. İşte, tam bu berraklığın ortasında yakama hüzünlü bir soru yapışıverdi:

nilufer“Beni çirkefin en uç noktasından, bataklığın en derin yerinden çekip çıkaran rahmet, neden diğer insanları da kurtarmıyordu? Benim daha önce içerisinde bulunduğum bataklığın ortasında, uzaktan yakından ilişki içerisinde olduğum onlarca, yüzlerce insan vardı çevremde. Onların bir kısmıyla, bazen geceler boyu sabahlara kadar konuştuğumuz oluyordu. Ama hayır! Her seferinde bu çabalar sonuçsuz kalıyor, her seferinde, başladığımız yere dönüyorduk. Oysa yürekler O’nun elinde değil miydi? Onların tümünün kendisine dönebilmesi için, bir tek dilemesi yeterliydi. Diğer taraftan insanların hazır olana sevdalı duyguları vardı. Ve bu insanların büyük bir kısmı, “Din-iman-İslâmiyet, derken hazır lezzetlerden olurum” korkusuyla bildiklerini bilmemezlikten geliyorlar, inanabileceklerini inkâr ediyorlardı. Dünya ise insanı büyüleyecek derecede güzel yaratılıyordu. Üstelik bir de İblis vardı tepemizde. İblis çağırıyor, çağrısına icabet ediliyordu. İcabet edilmeye neredeyse mecbur kalınıyordu, bu hazıra sevdalı duygular ve yaratılan güzellikler sebebiyle. Birazcık daha çirkin yaratsa olmaz mıydı dünyayı? Hem İblisi çekip alsa tepemizden insanlar kim bilir nasıl, topluluklar halinde O’na koşacaklardı! O’nun istediği de zaten bu değil miydi?”

Bu duyguların ve düşüncelerin kalbimi derinden yaktığı bir gece, çoğu zaman gözyaşlarıyla, bir küçük odada sabaha kadar dönüp durdum. Neden? Neden? Neden? diye… Yalnız olduğum için, o yoğun duygulardan beni çekip çıkaracak bir kimse de yoktu çevremde. Sabah namazını bitkin ve hüzünlü bir halde kılıp yattım. Rüyamda haşir meydanındaydım, tutuklanmıştım! Her tarafta derin bir karanlık, meydandaki varlıkları neredeyse sıcaklıklarından görebileceğiniz bir basıklık ve sıkıntı hüküm sürüyordu. İki yanımda göremediğim, sadece karaltılarını fark edebildiğim iki dehşetli varlık vardı. Beni kollarımın altından yakalamış, O’nun huzurundan cehenneme doğru götürüyorlardı. Son derece şaşkındım, neden tutuklandığımı anlayamamıştım. Tam bu esnada o güçlü ve kahırlı sesi işittim.. Başımı geriye, O’nun huzuruna doğru çevirdim. Haşir meydanını kaplayan zifirî karanlığın yukarısından geliyordu, insanı kapsayan bu ses! “Hem ona, İsrâ, Felak, Nâs surelerini de okuyun ki, bilsin neden böyle olduğunu!” diyordu. Kur’an’dan altı surenin ismini saymıştı. Dehşet içerisinde uyandım. Uyanır uyanmaz, hatırımda kalan bu üç surenin içerisine dalıverdim. Anlaşılan müthiş bir hata yapmıştım. Neydi bu hata?

RAHMETİN İKİ AYRI YANSIMASI: HAYIR VE ŞER

“İnsan hayra dua eder gibi, şer için dua etmektedir. İnsan gerçekten çok aceleci olmuştur.” -İsrâ, 11

“Deki, sığınırım çatlayışların, çatlama noktalarının Rabbine. Yarattıklarının şerrinden. Bürüdüğü zaman kapsayıcı karanlığın şerrinden..” – Felâk, 1, 2, 3

“Deki, sığınırım insanların Rabbine, insanların Melîkine, insanların İlâhına. Her sinsi vesvese vericinin şerrinden…” – Nâs,1, 2, 3,4

Okuduğum ayetlerden ilk kavradığım Felak ve Nâs surelerindeki hakikat olmuştu. Bu iki surede, İblisten ve iblisleşenlerden O’na sığınmamız isteniyordu. Ben sığınmıştım ve kurtarılmıştım. Benim kurtulmalarını istediklerim de sığınmayı tercih etseler, onların da kalpleri küfürden imana, halleri ihanetten doğruluğa çevrilecekti. Hüküm açıktı! Tercih, hür irademize bırakılmıştı. Kudretinin zorlaması altında yapılan bir tercihin varlığını istemek, aynı zamanda insanı insan yapan hürriyetin de ortadan kalkmasını istemekti. Hem zor altında yapılan bir tercih, nasıl tercih olabilirdi? İnsanın benliğine yerleştirilmiş hürriyetin açığa çıkabilmesi için tercihe, tercihin gerçekleşebilmesi için de şıklara ihtiyaç vardı. Şıkların tümünün aynı olduğu bir ortamda tercihten de söz edilemezdi. Mesela aynı çay bardaklarına konulmuş niteliği ve niceliği tamamen aynı olan bir çay servisinde, “dilediğini tercih edebilmek” ile; farklı dem oranlarında ve farklı bardaklarda çayların, kolaların, meyve sularının, ayranların.. bulunduğu bir serviste “dilediğini tercih edebilmek” kesinlikle aynı şey değildi. Birincisinde herkes aynı çayı özgürce(!) yudumlamak zorunda kalırken, ikincisinde kimi demli ve küçük bardaktaki çayı, kimi kaysı suyunu, kimi ayranı, kimi kolayı.. tercih edecek, tercihinin neticesinde seçtiğini de, gerçekten özgürce içebilecekti. Seçeneklerdeki çokluk ve ihtilaf, özde var olan özgürlüğün açığa çıkabilmesini kuvvetlendirecek, temin edecekti. Özgürlük ise, iradenin kuvvetlenmesi ile sonuçlanacaktı.

Herhangi bir tercih durumunda bırakılmadan, ebeveynlerinin tercihleri ile büyütülen çocuklarda açığa çıkan irade zaafiyetinin temel nedeni de buydu işte: Tercih yoksa hürriyet yoktu. Hürriyet yoksa irade en zayıf halinde takılıp kalacaktı. Farklılığın yüksek boyutu ise ihtilaftı, yani zıtlardı. Zıtların en yüksek boyutu ise, hayır ve şerdi. Yaşantımızın ortasına hayrı ve şerri koyan Yaratıcı, hayır ve şer denklemindeki özgürce tercihlerimizle, benliğimize taktığı hürriyetin ve dolayısıyla iradenin kuvvet bulmasını istemişti. Bunda en küçük bir şer bile yoktu. Bizi zor tercihler ikileminde bırakan şerler, bizdeki özgürlüğün ve iradenin kuvvet bulmasının temeliydi. Şerri istememek, iradesi zayıf insanların varlığını istemekti aynı zamanda ve bu istek kesinlikle, şerlerin varlığından daha büyük bir şerdi.

İsrâ Suresi ise, bir gece yürüyüşünü anlatarak başlıyordu. Herhangi bir yürüyüş değildi bu. En düşük mertebedeki dünyadan, tüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ın huzuruna doğru yükselen bir yürüyüştü. Sadece hayır diyarı olan Cennetten indirilerek, hayırların ve şerlerin hüküm sürdüğü bir diyar olan dünyada yaratılmasıyla, insana iki kapılı bir seçenek sunuluyordu. Hayrı tercih ederek, yaşantısını buna göre düzenleyen ve düşünüşünü O’na çeviren için hayat, Allah’ın huzuruna doğru yükselen bir yolculuğa dönüşüyordu. Bu yolculuk, insana verilen erdemli duygularla zaten takviye edilmiş durumdaydı. Hiçbirimiz alçalmaktan, alçaklıktan, yalanla aldatılmaktan, iki yüzlülükten, vefasızlıktan, ihanetten, taklitten, kişiliksizce davranışlardan.. hoşlanmıyorduk. İkrama ikramla karşılık vermek, ikramın mümkün olamadığı yerde ise, belki de ikramların en güzeli olan, ikramı ikram yapan duyguları sunmak, kısaca insaniyet mertebelerinde yükselmek, erdem sahibi olmak sevdirilmişti bize.

Diğer taraftan, şerri tercih ederek insaniyetinin gereği olan güzellikleri terk eden, hazırı tercih ederek neticeyi unutan, insanca yaşamayı terk ederek hayvanca yaşamayı tercih eden için hayat, aşağıların aşağısına doğru batan çıkmaz bir yoldu. Böyle bir yolun sonunda çıkışın olmadığını görerek diğer yolu fark etmiş, böylece bir tercih noktasına gelerek geriye dönmüş biri olarak, bataklığın dahi rahmet olduğunu bilen ve yaşayarak şükreden biriydim zaten. Evet, bataklıktaki sıkıntı dahi rahmetti. Çünkü, bu sıkıntılar bize gittiğimiz yolun bizim yolumuz olmadığını sürekli ihtar eden birer melek gibiydiler. Tüm bu tercihler ve bu tercihler neticesinde açılan kapılar, hayır ve şer denklemi içerisinde yaratılmış olmanın birer meyvesiydi işte. Şerrin olmadığı bir ortamı istemek, insanın erdem sahibi bir kul olarak Rabbine muhatap olmasını netice veren yolun kapanmasını da istemekti. Ve kesinlikle, Felak ve Nâs surelerindeki ilk hatırlatma olan “Allah’a sığınınız” ihtarı neticesinde fark etmiş olduğum, ‘hürriyetin önünün tıkanmasını istemek’ gibi büyük bir şerdi. Küçük sıkıntılardan insanı kurtarmak için büyük kazanımlardan mahrum kalmasını istemekti bu. Çocuğu küçük bir sınav sıkıntısından kurtarmak için, okuldan, okumaktan mahrum etmekten bin beterdi bu istek. Çünkü okumamakla açığa çıkan şerrin bu dünya hayatıyla sınırlı kalma ihtimaline karşılık, şerlerin ortadan kalkmasıyla insan hayırlardan ebediyen mahrum kalacaktı.

Elbette ki, şerlerin insanı çepeçevre kuşatmasından da, O’na sığınmak gerekirdi. Ancak, şerlerin olmadığı bir hayatı istemek, şerrinden de aynı oranda sığınmak gerekmekteydi. “İnsan hayra dua eder gibi şer için dua eder. İnsan gerçekten aceleci olmuştur.” diyordu İsrâ’nın onbirinci ayeti. Aman Allah’ım! Böylesi bir şerden, bu ölümcül isteklerden sonsuza kadar Allah’a sığınmak gerekmez miydi?

Ahir zaman gecesinin insanları olarak, Resulullah’ın hayatının sıkıntılarla sarıldığı, bu nedenle İslâm’ın bir nevi gecesi olan Mekke hayatında, Mescid-i Haram olan Mekke’den Mescid-i Aksâ’ya kadar seyir ile geçen bu hadiseden; ve nihayetinde Rabbiyyle buluşmasıyla sonuçlanan Mirâç yürüyüşünden; ve bu gece yürüyüşü ile başlayan İsrâ suresinden alacağımız çok büyük dersler vardır. Tüm bu düşünüşler neticesinde gizli isyanım, ciddi bir istiğfarla sonuçlandı. Rahmetine ve Hikmetine karşı kalbime gelen soruları yine sormaya devam ettim. Ama bir daha asla isyan boyutuna vardırmadım merakımı. Çoğunun cevaplarını buldum. Bulamadıklarımı ise hiç kimselere açmadan beklettim. Çünkü, cevapsız sorularla kimseyi düştüğüm hatalara düşürmek istemiyordum.

Bir yeniden dirilişi ve müthiş bir mahkemeyi bekleyen insan yaşantısı hariç tüm kainatın; yani, var olan her şeyin her şeyiyle rahmetini, kudretini ve hikmetini gösterdiği, bana ellerimi, gözlerimi, duygularımı ve nihayet sorgulayan aklımı ikram eden bir Zât’ın rahmetini ve izzetini incitmek de istemiyordum. Cevapsız bir soru mümkün değildi O’nun için, artık biliyordum. Tüm bu güzellikleri mükemmellikleri, kalpleri ve akılları yaratan; kalpleri ve akılları tatmin etmekten de aciz değildi. Madem ki kalbe bir soru gelip oturmuştu, bu dünyada hikmetinin gereği olarak cevap verilmese bile, ahirette mutlaka cevap verilecekti.

Bu düşüncelerden ve hislerden sonra sorularımın tümünü içimde saklayarak kendimi okumaya verdim. Nihayetsiz şükürler olsun ki, okumaların içerisinde bir çok sorunun da kapıları aralanıverdi. Ve her açılan kapı, verilen her cevap aynı zamanda insanı yaratan ve muhatap alan Zât’ı tanımak için yeni bir sorgulamanın da başlangıcı oldu…* *(Bir sonraki yazıda, Şeytan’ın yaratılmasına bakan amaçlar, Yaratıcısıyla ve insanla olan sorunları, “İnsan ve İblis” başlığı altında ele alınacak.)

Salih Özaytürk / Zafer Dergisi

Vaziyeti kurtarmak

Memleket ahvaline girmek, üzerinde herkesin hoyratça at koşturabileceği ve zaten öyle de yaptığı bir atış sahasına girmektir ki, “iyi hissettirir” en azından… “Fikir sahibi” gibi gözükmek bu açıdan kolay bir duruş şeklidir ve hiçbir sorumluluk gerektirmez. “Bence…” diye başlayın ve sallayın gitsin… “Olmalı”, “Yapılmalı”, “Doğrudur”, “Yanlıştır”, “Acilen” gibi hükümlerle atıp tutmak, klas ve etkili bir kroşe çıkarmak yerine, mevzunun karın boşluğuna çalışmaktan ibarettir aslında… Bu geniş alanda rahatça koşturmak, sorumluluktan uzak olduğu için ve dahi “üfürülen fikrin” hayata geçmesi açısından “gereğini yerine getirme” mecburiyeti bulunmaması sebebiyle kullanışlıdır. Ve kullanıyoruz…
— Sabah olduğunda… Veya akşam… Yani anlamadığımız ama en azından adını koyduğumuz zaman diliminin başlangıcında veya sonuna yaklaştığımızda… Yüzümüzü yıkarken ayna karşısında… Yahut akşam çöküverince alacakaranlığıyla… Herkesin derin bir köşesinde duran soru, kıpırdar şöyle bir yerinden… “Nereye gidiyorsun ?..” Bu sorunun cevabı zordur, geciktikçe daha da zorlaşır… Ve hemen ıslık çalmaya başlayıp, yok saymak gibi bir yalancı konfor da yanıbaşındadır. Cevap vermek, sorumluluk almak ve gereğini yerine getirmek mecburiyetiyle karşı karşıya bırakır insanı. Çünkü… İnsan, kendine atıp tutmakta zorlanır. İnsan !…
— “Erkek” olmak, derin bir kavramdır ve sadece cinsiyeti belirleyen bir “sıfat”tan ibaret değildir. “Erkek” olmak, inandığını söylemek ve söylediğini yapmak demektir. Herşeye rağmen… Sonucu, her sabah “inanmadığım ama mecbur olduğum işi yapmaya” veya “layık olmadığım yeri işgale gidiyorum” demeyi gerektirse bile… Herşeye rağmen… Gerçeği telkin, olması gerekene yol açmaktır. Halbuki… Aynanın karşısında vaziyeti idare etmek; bir dağın altında ezilmektir…
“Nereye gidiyorsun?” Yani, “neden gidiyorum?, “neden yazıyorum?”, “neden seviyorum?”, “neden küsüyorum?”, “neden istiyorum?”… “İşe yarar” cevap, “doğru cevap”tan sonra bulunur? “Gerçek cevap”tan sonra…
— Memleket ahvaline girmek… Kendi ahvalimiz dururken… O zor sorunun ağırlığına karşılık bir rehabilitasyon arayışıdır… Neye yarar?
Murat Başaran / Zafer Dergisi

Maddenin Manası

Maddeciler, maddeye o cansız, şuursuz ve iradesiz varlığa uluhiyet isnat etmelerinin saçmalığını, kendi iç âlemlerinde, çok iyi bildiklerinden, oyunlarını bir başka sahada sergilemeyi tercih ettiler. Maddenin ezelî oluğunu iddia etmeye başladılar. Bu, maddeye “İlâh” demenin bir başka şekliydi. Ama bunu bir felsefe olarak ileri sürdüler ve kendini adatmak isteyen gafillerden, oldukça taraftar da buldular.

Evrimciler, insanı anne ve babasının yaptığını iddia etmenin ne kadar saçma olacağını çok iyi bildiklerinden, onun yaratılışını milyonlarca yıl öncesine götürüp, meseleyi bir başka hayvandan evrimleşme şeklinde açıklamaya kalkıştıkları gibi, bunlar da insanı aynı oyunla maziye götürüyor, maddenin ezeliyetiyle meşgûl ederek ona kendi yaratılışını unutturuyorlardı. Maddenin bir yardımcı mahlûk olduğu meydanda iken, onu bir ilâh olarak takdim etmeğe çalışıyorlardı.

Nur Külliyatından bütün materyalistleri susturan bir hakikat dersini burada aktarmak isteriz: “Madde dedikleri şey ise; suret-i mütegayyire, hem de hareket-i zâile-i hâdiseden tecerrüd etmez. Demek hudûsu muhakkaktır.” Muhakemat

Hudus, bir şeyin sonradan meydana gelmesi, bir başka ifadeyle, bir şeyin evvelinin olması demektir. Hadis, ise evveli olan şeye deniliyor.

Maddenin hudusu, yani sonradan var edilmesi muhakkaktır, çünkü suret değiştiriyor ve hareket ediyor. Bir hareketi bir başkası takip ediyor. Bu ikinci hareketle, birinci hareket ortadan kaybolmuş oluyor.

Yukarıdaki hakikat dersinde, maddenin sıfatlarının hâdis olduğu ortaya konuldu. Hareket hadistir, bir hareketin yok olması ve yerine bir başkasının gelmesi her iki hareketin de hadis olduğunu gösteriyor. Buna göre madde bu hadis sıfatları taşıdığından, kendisinin de hadis olması icap eder. Zira hadis sıfatlar ancak hâdis olan bir varlıkta bulunabilir. Bu son hüküm “hudusu muhakkaktır’ ibaresiyle net biçimde ortaya konulmuş.

Aynı şeyi suret için de söyleyebiliriz. Madde, suret yani şekil değiştirdiğine göre, önceki şekli de, sonradan takındığı suret de hâdistir. Hâdis bir sıfatı taşıyanın kendisi ezelî olamaz, o da hâdistir, sonradan yaratılmıştır, mahlûktur.

Başta da kısaca değindiğimiz gibi, maddenin ezeli olduğu iddiası maddecilerin ve materyalistlerin kendi batıl davalarını ispat edememelerinden doğmuştur.

Bir cam kâseyi düşünelim: “Onun aslı olan cam, kâse halini nasıl aldı?” sorusuna bir materyalistin verecek cevabı yoktur.

Bir de camın imâl edilmesi var. Camın aslı kum, kireç ve soda maddeleri. Bunlar bir işlemden geçerek cam hâlini alıyorlar. Bu sonucun arkasında bir ilim, bir kudret, bir irade yatıyor. Yoksa bu maddelerin cam olmaya ne ihtiyaçları var ki, böyle uzun ve çileli bir yola kendiliklerinden girsinler. Bu bir terbiye meselesidir.

İşte, şu kâinat sarayı da cansız elementlerle yapıldı. Ama kâinat ilk noktadan itibaren durmadan yol aldı, büyüdü, gelişti, yayıldı, değişti. Ve sonunda bu gün gördüğümüz halini aldı. Bütün bu faydalı ve hikmetli işler cansız maddelere verilemeyeceğine göre, onları büyüten, değiştiren ve geliştiren biri var.

Dünün tuğlaları bugün ev olmuşsa, dünün mürekkebi şimdi kitap olarak karşımıza çıkmışsa, dünün hareketsiz maddeleri bu gün bir taksi yahut uçak haline gelmişse, biraz düşünmek ve bu gelişme ve değişmelerin onların yapılmasında kullanılan maddenin ezeli oluşuyla açıklamak aklen mümkün değildir. Ama kendini aldatmak isteyenleri böyle bir vehim doyurabilmektedir.

Ahmet Turgut / Zafer Dergisi

Hidayet Parkı

Şehrin en mutena semtlerinden birinde, iki büyük alışveriş merkezi ile deniz arasında bir parktı. Şehrin en büyük çocuk parkıydı muhtemelen. Birbirinden cazip oyuncakları ile çocukların ilgisini çektiği kadar, denize nazır banklarıyla büyükleri de cezbediyordu kendisine. Özellikle hafta sonları, aileler, alışveriş sonrası bir buraya uğramadan edemezlerdi. Park, oyuncak bakımından zengindi, ama aynı çeşitliliğin ziyaretçiler için de geçerli olduğu söylenemezdi.
Parkın geleni gideni çoktu, ama bunlar neredeyse bir örnek insanlardı. Parkta yarım saat oturan biri, jestleri, mimikleri, hatta çocuklarına seslenme biçimi farksız onlarca aile görebilirdi. Bir tek, bu zengin semtin yüksek ve lüks apartmanlarının bodrum katında yaşamaya mahkum kapıcı aileler bunun bir istisnasıydı. Hepsi de cesaret edemezdi buraya gelmeye; zira, kat kat üstlerinde yaşayan insanların duygusal ağırlığını da taşıyan bu ezik insanların bu parkta varlığına, yasak değilse de, pek hoş bakılmazdı.
Parkın yeşillenmiş çimenleri, çimenler arasından boy vermiş sarı çiçekleri, beyazlara bürünmüş ağaçları ile denizin mavisinin doyumsuz bir renk cümbüşü sunduğu o bahar günü parkta görülen aile ise, parkın her iki ziyaretçi profiline de uymuyordu esasında. Ne görünümleri bir zenginlik çağrışımı uyandırıyor, ne de hal ve hareketleri ‘canım şu kapıcılardan biri olmalı’ deyip geçmeye imkân sağlıyordu. Tesettürlü anne bir banka oturmuş, beş yaşlarında gözüken kızlarını uzaktan izliyor; baba ise üç yaşını ancak geçmiş olması gereken oğullarıyla parkın kumlarında kaleler ve kuleler yapıyordu.
Çocuklu aileler bilir, handiyse çocukların sevgilisiydi kum. Hele onu biçimlendirmelerini sağlayan oyuncaklarla ve kum kamyonlarıyla kumda oynayan birilerini gördükten sonra, başka çocuklar da toplanmıştı oraya. Adam, başlarına toplanan bu çocukları ele almayı bilmiş, az zamanda parkta bir ‘inşaat takımı’ toplamıştı. Saçı ve sakalıyla ilk anda onun o parkta ne işi olduğunu akıllarına getiren, hele çocuklarının onun yanına gitmesinden huylanan birkaç aile, oturdukları banklarda onun çocuklarla ne kadar sıcak ve dengeli bir ilişki kurduğunu izliyorlardı şimdi. “Tamam, şimdi kamyon sırası sende. Tamam, şimdi kuleyi bu kardeşle yapacağız. Sonra da sıra sende…” derken, diğer çocuklar kadar, aralarına karışan bir spastik çocuğu dahi, üzmeden kırmadan idare etmeyi başarmıştı adam. Bankta oturan hanımıyla diyalog biçimi de sıcak ve sevecendi.
Bu karı-kocanın hali, hafta sonları evlerinden sahile, sahilden bir başka yol ile evlerine gitmeyi, bu arada bu parkta oturup nefeslenmeyi âdet edinen bir çifti hayli şaşırtmıştı. Kadının da, adamın da ‘dinci’ olduklarına kuşku yoktu. Görünüşleri ve kıyafetleri herşeyi söylüyordu zaten. Konuşmalarının arasına sinmiş bolca ‘maşaallah,’ ‘inşaallah,’ ‘elhamdülillah’lar da aynı şeyi söylüyordu. Ama, şehrin bu tarafında doğup büyümüş, kolejden sonra yurtdışında okumuş insanlar olarak, ilk kez bir ‘dinci aile’yi bu kadar yakından ve çıplak gözle izliyorlardı. Hayır, davranışlarındaki incelik, sözlerindeki sıcaklık, ilişkilerindeki nezaket, hele kendi aralarında sağladıkları âhenk, köşe yazılarında ve televizyon ekranlarında göregeldikleri ‘dinci’ portresine hiç mi hiç uymuyordu.
Bu aileyi biraz daha izleme pahasına eve dönüşlerini gecikteren karı-koca, bir ara “Çocuklara bu şekilde davranmayı nasıl başarıyorsunuz?” diye bir söz atıp daha uzunca konuşmaya da niyet etmişler, ama nedense cesaret edememişlerdi. O akşam ‘dinci’leri karalayıcı yeni haberlerle dolu haber bültenini izler halde akşam yemeğini yerlerken, akıllarında ve dillerinde yine bu aile vardı. Televizyonda gördükleri ile parkta gördükleri arasındaki müthiş fark, kocaman bir soru işareti olarak düşecekti bu akşam sofrasına. O günden sonra bu genç çift, aile ve iş çevresinde ‘dinci’lerin elbette olumsuz şekilde lâfının edildiği ortamlarda, “Ama hepsi de bir değil” demeye başlamışlardı artık. Bir yıla varmadan İslâm’a dair bazı kitapları ilk defa evlerine alıp az zaman sonra namaza da başlamışlarsa, bunda o bahar günü o parkta gördükleri insan manzarasının kesinlikle rolü vardı. Zaten o yüzden, bebekleri doğduktan sonra hafta arasında da gitmeye başladıkları parka kendi aralarında ‘Hidayet Parkı’ adını koymuşlardı.
Zaman içinde en azından bir aile için Hidayet Parkı’na dönüşen parkta, onun ‘Hidayet Parkı’na dönüşmesinde rolü olan ailenin orada olduğu günün ertesiydi. Parkın yanıbaşındaki alışveriş merkezinde daha çeşitli ve kaliteli mallar bulunduğunu öğrenen bir aile, yeni aldıkları son model arabaya atlayıp alışverişe gelmişler; aldıkları eşyaları bagaja yerleştirdikten sonra da, çocukların ısrarı üzerine, istemeye istemeye parka yönelmişlerdi. Parkın mutad ziyaretçileri, banka oturmuş, bir yandan çocuklarının oyununu izliyor, bir yandan lâflıyorlardı. İçlerinden herhangi biri, görünümüyle dindar biri olduğu izlenimi bırakan babanın gerginliğini, ikide bir çocuklarına “Hadi hadi, biraz oynayın çabuk da gidelim” demesinden anlayabilirlerdi. Bu gerginlik çocukları etkilemiş olmalı ki, her yeni oyuncağa yönelmeden önce annelerine gidip izin istiyorlardı. Bu sıkı kontrole rağmen, bir ara, ailenin kız çocuğu gözden kaybolup ileride kumla oynayan çocuklar arasına karışmış, onu gözden kaybeden mesture anne de, koşup hışımla çocuğu diğer çocukların arasından çekip aldığında gördüğü manzara karşısında çocuğu bir güzel pataklamaya başlamıştı. Orada bulunanların, annenin ağzından çıkan sözlerden anladığına göre, mesele, kumların arasına karışmış bir kömür parçasının her nasılsa kızın yeni giydiği elbisenin kolunda siyah bir iz bırakmasıydı. Aile, alışverişten sonra, bir tanıdıklarını ziyarete gitmeyi planlamıştı. Anne, “Bu rezil kıyafetle mi gideceğiz şimdi?” diye kızına vurmayı sürdürüyordu. Baba ise, bu durumu zaten zoraki durduğu parkı terketmek için uygun bir gerekçe saymış ve o da, bu terke direnin oğlunu poposuna vura vura otoparka doğru sürüklemeye başlamıştı. O gün o saatte o parkta bulunanların neredeyse hiçbiri, o gün gördükleri bu manzarayı unutmadılar. Ve ne zaman İslâm’ın güleryüzünden bahseden biriyle karşılaşsalar, ona gördükleri bu manzarayı anlattılar.
İsmail Örgen / Zafer Dergisi

 

Küçük İyiliklerin Cenneti

Anne, yatağa yatan çocuğunun üzerini örtüyor. Çünkü çocuğun uykusunda üşümemesi gerek. Bu sahneye şahit olduğumuzda hissettiğimiz, bize annenin davranışını belirleyen o basit sebebin ötesinde ve çok üstünde bir şeyin işlemekte olduğunu ‘söyler’. Anne sanki yalnızca soğuktan değil, yeryüzünde dolaşan tüm gerçek ve hayali kötü şeylerden evladını korumaya almış, ona görünmez bir zırh giydirmiş gibidir. Çocuğun yüreğini dolduran emniyette olma duygusunu, biz şahitler de paylaşırız. Burada ilginç olan, çocuğun değil, biz dışarıdan bakanların ‘saflığı’dır: Artık hiçbir kötülüğün bu küçüğe yaklaşamayacağına, hatta uzaktan bile olsa tehdit edemeyeceğine yönelik o çocuksu duygunun içimizden kesin bir fikirmişçesine yükselişi ve ona inanışımız.

Çoğumuzun çocukluğumuza dair ortak bir anısı oluşu, bu emniyette olma duygusunun nasıl kolayca varlığımızı kuşatıverdiğini anlamamızı kolaylaştırır. Çocuğun yüzündeki ifadede yakala(n)dığımız, anlık bir geri dönüştür. Emniyet duygusunun anlık bir fikir düzeyinde yakalanışı. Sonra kendimizi yine yaşadığımız dünyada buluruz. Gerçeklik olanca sertliğiyle iş başındadır. Çok iyi biliriz ki, anne çocuğunu bir yere kadar koruyabilir. Şefkatinin şiddeti, onu fedakârlığın en uç noktasına kadar götürebilir ama bu, çocuğunu korumaya her zaman yetmez. Yine de geriye parçalanmayan bir şey kalır. Kendini koruyan ve hayatta kalmaya direnen bir şey. O, en korkunç kötülüklerin ve felaketlerin hüküm sürdüğü bir dünyanın katılığını çözüp dağıtan, keskin sınırlara itibar etmeyen bir küçük jest olarak görünür. Anne, çocuğunun üzerine kapanır (Bir orman yangınında, uçamayan yavrularının üzerine kanatlarını açarak kapanan ve böylece onları ateşten koruyan, ama kendi küle dönüşen anne-kuşun ‘küçük jestini’ hatırlayın. Yavrular yine de yanabilirdi. Ama bu, anne-kuşun yaptığı şeyi önemsiz kılmazdı). Bu küçük jest, bir fedakârlık anını ebedileştirir. Emniyet duygusunun anlık bir fikir düzeyinde yakalanışına bu türden bir ebedilik eşlik eder.

Anne ile çocuk arasındaki özel ilişki elbette benzersizdir, ama dışarıdan bakarken bile bu özel ilişkinin doğurduğu duyguyu kolayca paylaşabilmemizi neye yormalı? Sevgi, şefkat, merhamet gibi duyguların bahsettiğimiz türden küçük (ama hiç de küçümsenemeyecek) jestlerle işlediğini söyleyemez miyiz? Hz. Peygamber’in (a.s.m.) tebessüm etmemizi tavsiyesi boşuna mı? Birinin ayağına takılıp zarar vermesin diye yoldaki taşı kaldırıp kenara koyan kişinin davranışını ”cennetlik” diye övmesinde, bu dünyanın da kendi halinde bir tür cennete dönüşeceğine dair umudun işareti yok mu? Kalbinin katılaştığını söyleyen sahabesine ”Bir yetimin başını okşa’‘ dediğinde, yetim çocuğun içine yayılacak sıcaklığın ve emniyet duygusunun bir ebediyet anına dönüşeceğini; sevginin ve şefkatin küçük bir jestle somutlanışının bütün bir cemiyet hayatını iyiye doğru yönlendirebilecek potansiyelini işaretlemiyor muydu?

”Hareketlerinize dönün” demişti Cahit Zarifoğlu. ”Onları gözleyin… Hareketin nesnesine çevirin bakışınızı. Hareketin kaslarına ve fiziğine… Söyleyin, sadaka vermenin gereğine inanıyor ve öğütlüyor da, imkânlarınıza rağmen vermiyorsanız neye yarar? Esirgediğinizden değil, belki değil, fakat yapılması gereken bir hareket var. Yani, örneğin cebinizden para çıkaracaksınız, vereceğiniz kişi ya da kişileri bulmak için sorup soruşturacaksınız, diliniz içinizdeki inancın, düşüncenin ve kararın hareketini yapacak ve (ayaklarınızla) yürüyeceksiniz, gizli ya da aşikâre eliniz onun eline uzanacak, ve eliniz uçacak kadar boşalmış gibi kendinize gelecek. İşte içinize kavuştunuz, onu dış yaşantınıza malettiniz. Sadaka verdiniz. Sınıflaşma yarasına merhem oldunuz. Güçsüzleri korumada yasaların işe yaramadığını anladınız. Güzel, şimdi evinize dönün ve kullanmadığınız için kendi kendine çürüyen ama aslında başkalarının ihtiyacı olan eşyalarınıza gözlerinizi dikin. Şimdi milyonları olanlara değil, olmayanlara bakıyorsunuz. Gördünüz mü ne kadar zenginsiniz. Bu zenginliği kime mi vereceksiniz? Kimseyi bulamıyor musunuz? O zaman kımıldayın, hareket edin, bana kadar gelin, işte adresler. Böyle böyle çoğaltın söyleyeceklerimi.” (”Yaşamak” kitabından) Cennet, küçük iyiliklerin cennetidir. Cahit Zarifoğlu’nun mükemmel ifadelerinde parlayan şey, büyük harfle İyilik idealinin sonu gelmeyen gevezeliği değil, küçük jestlerin, ”hareketin kaslarının ve fiziğinin” ışıltısıdır. Dünyaya, komşunuzu selamlayarak katılın.

Sedat Turan / Zafer Dergisi