Etiket arşivi: ZAFER DERGİSİ

Hicret

İnsanlık O’na ümmet olma borcuna girdi Ve zaman, döne döne, Hicret burcuna girdi!… Evet O!..

Feleklerin yaradılış sebebi, Âlemlerin Rabbinin sevgilisi, Habibi!…

Beklenen En Son Resul, Âdem’den, Nuh’tan beri Kurtuluş Müjdecisi, Nebiler Peygamberi!.. Velâyet tarafıyla, göklerde ismi: Ahmed!..

Risâlet rütbesiyle O, Mahmud-u Muhammed!… Adı her anıldıkça, O’na Salât ve Selâm!..

Nefes verip aldıkça, O’na Salât ve Selâm!..

… Hicret!.. Gâyeye eriş, meyveyi deriş sırrı… Bir habbenin çatlayıp bin sünbül veriş sırrı!..

Resullük hizmetinin özeti, fihristesi, Bir kaç günlük sürede, her çilenin listesi…

Neler çekti o nârin bedeniyle; dayandı, Ruhunda nice volkan tutuştu; sessiz yandı!..

Mâdem hem“Resul” hem“Kul”; kulluk hissesi çile! İmtihan ediliyor elbet, resuller bile…

İlâhî hikmet böyle; vuslat hicretsiz olmaz, Kolaylıklar zorluksuz, Cennet ücretsiz olmaz!..

… Hicret’ten hemen önce: Mekke, mü’mine zindan!..

Her türlü cefâ: tehdit, işkence… dört bir yandan Çâre yok; üfledikçe ateş, alev alıyor, İslâm, bir yangın gibi, çevreye yayılıyor!..

Mazluma kucak açtı önce Habeş diyarı, Ve Medîne…

Çağırdı zulme uğrayanları Hele Allah Resulü!..

Ne olur geliverse!.. O gelse câna minnet; yaparız ne isterse!..

Sahâbeye izin var, ama, Resul gidemez!.. Rabbin emri olmadan yerini terkedemez!..

Ümmetine çok düşkün O Şefkâtli Peygamber, Ricâ etti Ensâr’dan: korunsun Muhâcirler…

Hicret izni gelirse, O’na da kavuşurlar Ahdini bozmayana Ebedî Saâdet var!..

Ve… “Akabe Biâtı”… üstüste kondu eller: Mü’minlere öz vatan olacak uzak iller!..

Medineli yiğitler yemin etti Allah’a: Biz sağken yan bakamaz kimse Resulüllaha!..

“-Sana anam ve babam fedâ Yâ Resulallah!..”

Canım, âilem, obam fedâ Yâ Resulallah!..

O ele sarılmayan, ebedî mahrum kaldı, Gitti Kisrâ ve Kayser; ne Acem ne Rum kaldı!.. Evet…

İlâhi vaâd: zorluklar aşılacak, Hicret edene rahmet yolları açılacak!..

… Mekke’li putperestler toplanıp karar verdi: “Tek çâre O’na ölüm; Uzza’ya zarar verdi!..”

Gün bu gün; O da hicret ederse, kaçar elden, Yalnız kaldı, şu işi bitirelim tez elden!..

Allah Resulü mahzun, elleri hep duâda, Hicret izni bekliyor, bakışları semâda…

Hicretin ilk adımı, belki en zorlu adım Küfür O’nu kuşatmış gözlüyor adım adım!..

Nur yuvası evini gece sarmış gölgeler, Nur pınarı vücuda kastetmiş mızrak, hançer!..

Her oymaktan bir kâtil, kim vurdu bilinmesin…

Bir tuzak ki, eşini kuramaz şeytan ve cin!..

Ne var ki, en hayırlı tuzak kurucu Allah!..

O Yetim Peygambere her an Korucu Allah!..

Vahiy geldi; her şeyi bildirdi âyet âyet, Kalktı Resul; Bismillâh, Hicret’e etti niyet!..

Alî girdi, örtündü Resulün döşeğinde Uyudu mışıl mışıl, korku yok yüreğinde… Bu nasıl teslimiyet, her yiğitlikten üstün!..

Yiğit o ki, inancı, aşkı bilekten üstün!..

Çıktı Şanlı Peygamber sessizce hânesinden, Dudağında fısıltı: üç beş âyet, Yâsin’den…

Bir avuç toprak saçtı o kararmış yüzlere Ve Allah yerde çekti Nur’u görmez gözlere!.. O geceyi nerede geçirdi?.. Bilinmiyor!..

Allah’a sığınanı O saklamış, çok mu zor!..

Ve ertesi gün… Nebî, Ebu Bekr’in evinde, Tedbir, plân, hazırlık… sebepler âleminde…

… Ebu Bekir’i seçti Rabbimiz O’na yoldaş Onun başı -nebîler dışında- en yüksek baş!..

O bağlılar bağlısı, “Sıdk” tâcının incisi, Rütbesi: “Mağarada İkinin İkincisi”!..

… Hicret’in gözden gizli tohumu “Sevr Mağrası”, Çile çiçeklerinin fideliği, orası!..

Evet… Hicret ışıktan, hicret sudan, havâdan, Mâverâ’ya gömülüş; sıyrılış Mâsivâ’dan!..

Mağra, “Bâtın İlmi”nin Nebevî dersanesi, İç ummân’a seferin mânevî tersanesi…

Bu derin sırrı hangi çelik perdeleyecek?.. Perdenin en incesi yetti: kuş ve örümcek!..

… Üç gün sonra… Kılavuz, develeriyle geldi, Kafile durmaksızın Medine’ye yöneldi…

Dışta, her iş “sebeb’e” bağlanmasaydı eğer, Hiç, kendine kılavuz tutarmıydı “Peygamber”!..

Kudreti Sonsuz Allah, germiş bu ince tülü “İmtihan Sırrı” ile azameti örtülü!..

İç içe bin hikmetle sıralanmış vak’alar, Görmeye çalışalım, Rabbin ne murâdı var…

… “Yüz deve” vâadedilmiş O’nu bulup görene, Ödül büyük, heveslisi çok, iz süren sürene…

Bir fakir Sürâka var, ödül avcılarından Nasibi, daha çokmuş yüzbin deve altın’dan!..

Süraka O’nu gördü, at sürdü üzerine, Ama çöl, bir göl gibi, çekti atı derine!..

Atı ve “nefsi” tutuk; ne güzel bir tutuluş, Hayret, dehşet… ve sonra, inanış ve kurtuluş!..

O’na karşı çıkanlar hep böyle pişman oldu Düşmandı, şimdi artık, düşmana düşman oldu!..

“Emân-nâme” yazıldı bir deri parçasına, Nur’a daldı Sürâka, ayrılmamacasına…

… Kum kum tarayadursun çölleri nasipsizler, Melek kanatlarıyla çoktan silinmiş izler…

Sütsüz koyun süt verdi… Yolda pek çok mu’cize…

Nur Yüzünü her gören, aşk ile geldi dize!..

Sebepler tüketilir, sonra, “inâyet” gelir. İmdâda koşturulur Cebrâil, âyet gelir!..

Âyet!..: “Hiç tasalanma, Allah seninle birlik!..”

Hep O’nunla olana gerçek devlet ve dirlik… Demek ki, bir peygamber ne zaman düşse dara, Rahmetle azaltılır yükü; ilâhî dara!..

… Doğdu “Ayın Ondördü”, bak Vedâ yamacından, İn-cin, ay, güneş titrek, şükür ihtilâcından!..

Arz ve semâ, yepyeni bir devri müjdeliyor İşte Allah Resulü, Medine’ye giriyor!..

Taze bir kırbaç yemiş bir topaç gibi zaman Hızlanıverdi sanki… Açıldı “Âhirzaman”!..

Beşerin son devresi; akrep-yelkovan fır fır Mühürlendi “Ortaçağ” şimdi takvimler sıfır!..

… İlâhî!.. O “Muhâcir Peygamber” hürmetine, Kötülüklerden hicret nasibet ümmetine!..

Bizleri bağışlanmış olanlarla haşreyle… Habîbinin Nurunu bulanlarla haşreyle!..

İbrahim Erdinç Şumnu / Zafer Dergisi

 

Elmas Beldeye Giden Altın Yol

Hisarlar; İstanbul’un fetih hazırlığının ihtişamlı sembolleridir. Biz de söze oradan başlayalım… Fethin ‘besmelesi’, onlar!… Gönlümüz istiyor ki, şuurlu öğretmenlerimiz, öğrencilerini alarak Rumeli Hisarı’nın kulelerinin en üst terasına çıksınlar. Oradan, gözleri ve hele hele kâlp gözleri açık olarak beraberce İstanbul’u dinlesinler… Boğaz rüzgârının uğultusu, martıların çığlıkları, vapur düdükleri… Hepsi iyi hoş da, İstanbul’un asıl sesi nerede?.. Bir an için, beşbuçuk asır öncesini tutup günümüze getirsinler. Bu hisarların inşâ edildiği o emsâlsiz şevk ve heyecan baharlarını yaşamaya çalışsınlar: İşte hummâlı bir faliyet… Binlerce Anadolu evlâdı, iskeleler kurmuş, sırtlarında her biri bir milyon ‘kaşıkçı elması’ değerindeki şu cennet taşlarını yerlerine yerleştirerek tarihimizi örüyorlar!…

Çekiç tıkırtıları, harç hışırtıları, mala cızırtıları… Buyruklar, emirler… Ve dudaklardan dökülen dualar, tekbirler… Sonra bakışlarını gün batımına çevirsinler: Kostantiniyye’nin o günkü silueti… Dikilitaşlar, heykeller, Tekfur Sarayının kasvetli kuleleri… Ve Ayasofya’nın muazzam kubbesinde hârelenen bir hasret profili!… Kulak versinler… Derinden derine inleyen çan sesleri… Arenadaki kanlı ‘araba yarışları’ndan kopup gelen alkışlar; Maviler, yeşilleri yenmiş!… Ve nihayet, işitilmese de duyulan, Bizans surları içindeki birkaç Müslümanın zikirleri, tesbihleri… Evet, o tarihte Doğu Roma Ortodokslarının mü’min ecdadımıza tanıdığı dinî serbestlik, takdire şayan idi…

Gençlerimiz şimdi de Hisarların esrarlı burçlarında, gitgide renklenen ve tüllenen bir İstanbul gurubunun ulvî hüznü içinde, kendi akranları o civan sultânın ruh ufuklarından bir titreşimi hissedip yakalamaya çalışsınlar… O titreşim, “İstanbul karasevdası”nın ümit ve ıstırap karışımı bir ihtizazıdır ki, fethin asıl nükleer dinamosudur. Bu saâdetli radyasyondan nasip alabilenler, yepyeni fetihlerin özlenen yiğitleri olabilirler!…

GEMİLER NEREDEN GEÇTİ?

Şimdi geliniz, dünya askerlik tarihinin bir numaralı harika hâdisesini İstanbul’un kalabalıklara boğulmuş cadde, sokak ve binaları arasında arayalım… Sahi, şu efsanevî gemiler nereden geçmişti?.. Bu sorunun cevabını, yâni, “Altın Yol” diyebileceğimiz tarihimizin en şerefli yolunun güzergâhını araştırdık. Askerî Müze’deki krokiden başlayarak, Galata ve civarının topoğrafik haritasını ve imar plânını inceledik. İlmî bir iddia ve endişeden uzak, fakat genç evlâtlarımıza bir fikir vereceğine inandığımız bu araştırmanın sonuçlarını özetleyelim:

1) Cenevizlilerin devleti olan Galata, ayrı bir sur içinde yer alıyordu. Bu sur, deniz tarafında kıyıya paralel olarak ve 25 metre kot eğrisini takip ederek uzanıyordu. 30 metre kodunda yer alan Galata Kulesi, bütün sur içini tarassut edebiliyordu… Asıl kale ise, 50 metre kodunda, bugünkü Tünel’in civarında olsa gerek… Bu kalenin iki yanında, kara tarafını kapatan surlar, yokuşlar üzerinde inşâ edilmişti… Bütün koloni, 500-600 dönüm…

2) Gemiler, Galata surlarından 400 m. kadar uzaktan ve surlara paralel olarak geçirilmiş… Gizlilik için gereken asgarî uzaklık… Veya, iş farkedilirse, mancınık menziline girmemek için…

3) Ahşap kızakların dengeli olması ve gemilerin iki yandan eşit kuvvet desteği ile çekilebilmesi için, yana eğimli bir yol seçmekten kaçınılmış… Bu husus pafta üzerinde, güzergâhın, topoğrafik eş yükseklik eğrilerine dik olmasını gerektirir!… Askerî Müze’deki kroki ile, Büyük Şehir Belediyesi’nden aldığımız haritalar karşılaştırılınca, bu diklik şartını sağlayacak şekilde, güzergâhın detayları ortaya çıktı…

4) “Altın Yol”u artık tarif edebiliriz: Bugünkü Fındıklı sahilinden başlayan güzergâh, dik yokuşu tırmanarak 400 metre sonra İlk Yardım Hastanesi civarında 75 m. koduna erişiyor… Bu, yolumuzun en yüksek noktasıdır. Evet… Asıl sabır, işin başında gerek!… Sonra bir iniş-çıkışla, Galatasaray lisesi avlusunun aşağısından, Katolik kilisesi civarından Tepebaşına… Burası, yolun yarısıdır… Ve artık hep iniş olarak Kasımpaşa’ya, Deniz kuvvetleri Komutanlığı bölgesine… Orası o zamanlar muhtemelen daha derin bir koy hâlinde idi. Böylece toplam uzunluğu 2000 m. kadar olan Altın Yol, Haliç’e düğümleniyor… Elmas şehrin anahtarı orada!…

Böyle tarihî servet, ecnebilerin elinde olsaydı, Altın Yol’a gerçek altından kaldırım taşları döşerdi!.. Bu yol üzerinde inşaat falan değil, bir tozun konmasına müsaade etmezlerdi. Bilim-kurgu filmlerini gölgede bırakan bu misilsiz zekâ, cesaret ve azim eseri hâdise, her yıl dönümünde bir karnaval şenliği içinde kutlanırdı. Gerçeğinin tam eşi gemiler, aynı şartlar içinde ve bütün dünya televizyonlarının önünde bir denizden diğerine karadan yürütülürdü. Ama ne yapalım ki, Osmanlı dedelerimiz zaferlerin öz sahibi oldukları için, alçak gönüllülük göstererek kutlama merasimlerine fazla itibar etmemişler… Yeni gelenler ise, geçmişlerini inkâr etmeyi marifet sanmış!..

ulubatliİstanbul’un Fethi’ni, kurusıkı mavzerlerle ve tül elbiseli kız çocuğu sembolleriyle her kasabada kutlamaktan bir türlü bıkmadıkları şu “kurtuluş günü” saçmalıklarıyla bir tutmuşlar!.. Tırman yine Ulubatlı Hasan, taşları dökülmüş pislik yuvası surlara her yıl!.. Her 29 Mayıs’ta yeniden; ama bu sefer hicap oklarıyla vurularak düş, burçların tepesinden. Sonra Mehter Bölüğü’nün yiğitleri de, takma palabıyıklarını titreterek bir iki serhat türküsü söyledimi; gerisi, günün “anlam ve önemini” geveleyen acemi hatiplerin sıkıcı nutuklarına kalır; olur biter!… Tarihini sevmeyen nesillerden bu kadarını bile beklemek hakkımız değil!… İlgilileri hararetle kutlarız!..

YİNE VE HEP AYASOFYA!…

Dâvâ sahibi öğretmenimiz, pırıl pırıl öğrencilerini bu sefer de “esir sultan” Ayasofya’ya götürsün… Hepsi, ayakkabılarını çıkararak, çoraplarının tozlanmasına aldırmadan, yüzlerce yıl nice velînin mübarek sıcaklığını emmiş o çıplak taşlara, aynı sıcaklığı hissetmek niyetiyle bassın… Orada, Hristiyanî bir vecdin mermer soğukluğundaki ürpertilerini avlamaya çalışan bîçâre turistlerin boş gayretlerine inat; minberde, eli gaza kılıcının kabzasına, kartal bakışları gazîlerin şükürle ıslanmış gözlerine ve kalbi, ona Fethi müjdelemiş olan Resuller Sultanının sevda iklimine kilitlenmiş o “Güzel Emîr”in genç erkek sesiyle verdiği Fetih Hutbesini dinlesinler!… Evet… Yıllarca önceden Sürekâ’yı (r.a.) Kisrânın incili bileziğini bileğine geçirirken gören ve bildiren O “Vaadinde sâdık Peygamber” (a.s.m.), Sultan Mehmed’i de bu minberde pırlantalı Fâtihlik tâcını başına giyerken gördü ve sekiz yüz elli sene önceden yılıyla, ayıyla, günüyle bildirdi!.. Ve O bildirdiği ve müjdelediği için o tâc, tâc oldu; incilendi, elmaslandı…

Evet, Ayasofya!.. Ayasofya, o tâcın sorgucudur!.. Dâvâsının eri öğretmen, öğrencileri ve hepimiz, Ayasofya’yı, düştüğümüz şu hasret gayyâsı içinde her geçen gün çoğalıp çağlayan bir özlemle, böyle saralım, böyle kucaklayalım… Ayasofya, hâşâ taştan bile olsa, inanmış gönüllerin taşları eriten sevgisine karşı hissiz ve mukabelesiz kalamaz… Evet, aynı zamanda Ayasofya, kalbimizde bir hüzün pınarıdır; öyledir… Ancak, ulvî hüzünler, ulvî sevgilerin mahfazasıdır. Pırlanta yüzüğün, kadife kutusu gibi… Geliniz, Ayasofya’mızın sevgisini, kadifeden yumuşak şu ılık gözyaşlarımızda saklayalım. Onu zincirlerinden kurtaracak olan, mü’min sineleri ıslatan o rahmet katreleri olacaktır… Asıl güç, budur… Sevginin gücünü bilmeyenler, sevgiyle hiç güçlenmemiş olanlardır!… Evet, önce sevgi, önce aşk!..

Madde manivelâsı, sonradan elde edilecek basit bir âlet… Sebepleri, asıl Rahmet Sahibi halkediverir!… Seven de, sevgisinin hatırına yaratılan bu sebeplere yine sevgisiyle sarılır, tutunur… Böylece şartlar tamam olur, her zorluk yenilir zafere erişilir!.. Unutmayınız ki, Fatih’in en karşı konulmaz “şâhi”si, yüreğindeki İstanbul karasevdası idi. Hem, sevmeyen nasıl kavuşsun?… Yeterince seven ise, dağları da deler, surları da!..

Ve nihayet… İstanbul, maddî ve manevî ölçülerde bir elmaslar, inciler, altınlar beldesidir. Onun bu iki yönlü değerini bilenlerin elinde “İstanbul’dur.” Yoksa yine hemen Kostantiniyye’ye dönüşüverir. Ve İstanbul’u İstanbul etmek, dün olduğu gibi, bugün de zaferlerin en büyüğüdür. Bu zafer ise, kalp santralımızın “asıl sevilmeye lâyık olan”dan başlayarak diğer doğru hedeflerine odaklaştığı gün, zaten kazanılmış demektir… O zaman zorlar kolay; karalar, deniz olur!.. Belki çok dik, çok ince ama en kısa “Altın Yol”, bu!

İbrahim Erdinç Şumnu / Zafer Dergisi

Ömür Tek Sermayemiz

Her birimiz ayrı bir dünya yaşadık; yaşıyoruz ve yaşayacağız. Ya uzun sürdü bu ömür; ya da çocukluğumuzda bir hastalık ciğerimizi çürüttü. Belki herhangi bir insan gibi bir araba kemiklerimizi ezdi, bir bombaya kurban gittik, kalbimiz habersiz bir krizin baskınıyla dinlenmeye çekiliverdi. Tüm yaşantımızmış gibi algıladığımız dünyadaki ömür, aslında ahirette yaşayacağımız sonsuzluğa nisbeten birkaç saniyeden ibaret. Dünyadaki ömrün sonsuzluğa oranla miktarı ne kadar küçükse, aynı sonsuzluğa oranla değeri o kadar büyüktür. Çünkü sonsuzluğa değin sürecek hayatın nerede ve nasıl geçeceğini, ömür denilen birkaç saniye boyunca neler hissettiğimiz, istediğimiz ve yaptığımız belirleyecek. Dünyadaki saniyeler boyunca kazanabileceklerimizi, ahiretteki asırlar boyunca elde edemeyeceğiz. Demek ki, sonsuzluğu kazanmakta kullanabileceğimiz tek sermayenin adına ömür demişiz. Belki de bu yüzden yarışıyor karıncalar; kuşların dünyayı şenlendirmek için güneşi bekleyememelerinin sırrı da buradadır.

Niçin yaşadık? Ev, araba, ünvan ve zenginlik için çırpınışımızın, televizyon seyretmemizin, dedikodularla bütün sermayemizi yok etmemizin; kısacası ömrümüzün saniyelerini paslanmış bağ bıçağıyla milim milim parçalayışımızın sebebi nedir? Nice insan, evreni kuşatacak bir sayfayı kendi adıyla açıp doldurarak gitme fırsatı eline verildiği halde, tembellik yüzünden elleri bomboş olarak dünyadan kovulmuştur. Eğer her gece uykuya dalacakken, sermayemizle hangi ticareti yaptığımızı sorgulamıyorsak; yolumuzu biz tayin etmiyoruz demektir.

Zaman nehrinde akıp gidenlerin yolculuğu iki şekilde çizilir: Ya onlar birer saman çöpü gibidirler, rüzgârla savrulurlar; kum ve toprak parçacıklarıdırlar, sellerle yuvarlanıp giderler. Ya da onlar, kendilerini bir vadiden diğerine taşıyan arı gibidirler. İşte, büyük bir ruhu çalışmaya feda ettiren olağanüstü sözler:

”Karşımda büyük bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor.” Sonra da şöyle uyandırır bizi Bediüzzaman: ”Biz gidiyoruz; aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar. Sevkiyat var.” Sonra da bizler… Kendimize kahredişimiz; haksızlık ve zulme ilgisiz kalmaktan veya sadece bunların dedikodusunu yapmaktan başka bir yolu tercih etmeyen insanlar… Elimizdeki her değerin emanet olduğunu ve pek yakında çekilip alınacaklarını biliyoruz: eşimiz, işimiz, mülkümüz ve hayatımızı paylaştığımız herşey. Herşeyin sahibi olduğunu sanan, ama ‘ömür sermayesinin saniyelerinden başka’ hiçbir şeyi olmayan insanlarız. Vücudumuz bile bize ait değil ve biz buradan ayrıldığımızda vücudumuz dahi bizimle gelmeyecek. Bizimle birlikte gelecek olan, kalbimizi güneşleştiren dualar, dilekler ve eylemlerimizle manevî hafızalarda bıraktığımız tertemiz izler olacak.

İslâm Peygamberi(a.s.m.) ”İnsanlar uykudadırlar; öldükleri zaman uyanırlar” der ve uğrunda ağlaşıp çekişip durduğumuz dünyaya dünya hesabına saplanmanın anlamsızlığını hissettirir: ”Ahirete nazaran dünyanın değeri, ancak sizden birisinin parmağını denize daldırmasına benzer.”

Hatırlıyorum, 1989 yılında Akdeniz bölgesinden geçerken, Mersin iline uğramıştık, şehrin sahilinde deniz kenarına vardık ve ”Akdeniz’in suyuna dokundum” diyebilmek için elimi deniz suyuyla ıslattım. Orada geçen tüm zaman beş dakikaydı. Şimdi düşünüyorum; beş asır olsa da, fani olunca aynı şey değil midir?

Benjamin Franklin, ”Hayatı seviyorsan, zamanını boşa harcama; çünkü zaman hayatın ta kendisidir” der. Bu gerçeği ruhunun derinlerinde hisseden büyük insanların lüzumsuz meşguliyetlerle öldürülecek bir saniyeden bile kaçtıklarını görürsünüz. Pek çok insan, değil dakikalarını, saatlerini harcıyor ve bu saatleri, değil lüzumsuz işlerle meşgul ederek, hiçbir şey yapmayarak, âdeta heykel gibi donup kalarak öldürüyor. Gereksiz uykularla ve faydasız televizyon seyretmelerle yaptığımız bundan başkası mıdır?

Epiktetos, tarihin derinliklerinden şöyle fısıldar: ”Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsan, niye bugünden başlamıyorsun?” Biraz daha dikkat edince, Tolstoy’un ”Herkes insanlığı değiştirmeyi hayal eder; ama kimse kendini değiştirmeyi düşünmez” dediğini duyacaksınız.

Ömür sermayesiyle sonsuzluğu kazanmanın zamanı bugündür ve yolu, işe kendimizi değiştirmekten başlamaktır. İnsan, sermayesi zannettiği malını, makamını korumak uğrunda bütün enerjisini, bazen canını, hatta şerefini feda eder. Gerçek ve tek sermaye olan ‘ömür’ün hızla tükendiğinin yeterince bilincinde miyiz? Yoksa en acımasızca, israfla harcadığımız tek sermayemiz ömrümüz müdür?

Ben otuzdört yaşındayım. Beş yaşında, on yaşında çocukların dünyadan ayrılışlarını duydukça, Hz. Âdem’i(a.s.) ve Hz. Havva’yı(r.a.) Cennette sonsuzlukla kandıran şeytanın, aynı yalana onun çocuklarından olan beni de dünya hayatında inandırmaya çalıştığını fark ediyorum. O anda eğer tembellik tuzağına düşmüşsem; kulaklarım vicdanımın haykırışlarını yakalayıveriyor ve beni tehdit ettiğini duyuyorum: ”Sen öldün dostum; sen öldün.”

İnsanlar mallarını korurlar; krizler geldiğinde paralarının eriyip gitmemesi için herşeyi düşünürler. Mevki ve makamlarını rakipleri kapmasın diye, ne yapılacaksa yaparlar. Peki, ya bir saniye bile duraksamadan akıp giden günlerinin israf olmaması için; ömürlerinin ellerinden çalınmaması, krizlerle eriyip gitmemesi için ne yaparlar? Paramızı düşündüğümüz kadar ömrümüzü düşünüyor muyuz? Yoksa iki simit satamayınca ipe götürecek kadar değersiz bir can mı taşıyoruz göğsümüzde? Sonsuzluğun bedeli bu denli basit olamaz. Eğer son nefesimizi vermek üzere değilsek, henüz herşey bitmemiştir. Bizim için ‘herşeyi’ hazırlayan Yaratıcımızdan istemeye vaktimiz var demektir. Bulduğumuz her boş saniyeyi dualarımızla doldurmaya; yürürken, konuşurken, hatta uyurken kalbimizin ellerini sınırsız rahmetine uzatmaya; benliğimizi O’nun varlığının ve şefkatinin idraki ile doldurmaya fırsatımız var demektir.

Herkesin uyuduğu sessiz gecelerde tembellik beni ruhumdan yakaladığında ve dizlerime hâkim olamadığımda, Azrail’in(a.s.) pencereden ziyaretime geleceği ânı hayal etmeye çalışırdım. Üşenen kalbim ürpertiyle canlanır; ama bu yalancı hayalin etkisi yeterince uzun sürmezdi. Bir sabah henüz uyanamadan bir dakika önce, silüeti yanıma geldi ve artık sonsuzluk yolculuğuna başlamam gerektiğini haber verdi. Öylesine acıdım ki hâlime. Günlerdir beni üzen herşey birkaç saniyeye sığdı bilincimde; kalan projelerimi tek tek hatırladım. Uğrunda üzüldüklerim, sinek kanadı kadar değersizleşti ve yeterince önemsemediğim işlerimin her biri birer dağ gibi karşıma dikildi. Kazası gereken ibadetler, yazılmayı bekleyen kitaplar; helalleşmem gereken insanlar, hazırlamam gereken vasiyetname…

Ben çaresizim; çözülmesi gereken yığınlarca asıl iş var orada ve ben onların teki için bile artık harcayacak bir saniyeye sahip değilim. Rüya biraz daha uzasaydı da yalancı dünyaya geri gelmeseydim; oradaki birkaç dakika tüm saçlarımı ağartmaya yetecek kadar ağır gelecekti. Şimdi bizi çok seven sevgili Peygamberin(a.s.m.) ”Rabbinize yalvara yakara dua ediniz” sözü ruhumuzun bir parçası olabilir. Ya da, ”Eğer Allah katında sizler için neler hazırlandığını bilseydiniz, çok muhtaç olmayı dilerdiniz” sözünden ders alabilir; fırtınalı çölde annesini kaybeden çocuk gibi, dünyanın eziciliğinden kurtulup Evrenin Sahibine kavuşabilme arzusu ile ruhumuzu doldurabiliriz. Önemli olan dünyada neler elde ettiğimiz değildir. Neleri ne kadar büyük ölçekte kazandığımızın sonsuzluğumuz açısından hiçbir değeri yoktur. Zira bizim elimizle gerçekleştirilenlerin yaratıcısı değiliz ki onlara sahiplik iddia edelim. Bizim defterimize yazılacak olanlar, asıl bizden olanlar, yani bize ait olanlardır ki, onlar da sadece kalbimizden ve ellerimizden çıkanlardır.

İnsan başarabildikleri kadar değerli değildir; insan sadece başarmak uğrunda dile getirebildiği duası kadar ve başarabilmek için sergileyebildiği çırpınışı kadar büyüktür. İnsanın hak edeceği sonsuzluğun değerini ve büyüklüğünü belirleyen iki faktör vardır: Bedenimizin içinde yaşadığı evrende hangi eylemleri, çırpınışları bıraktık. Başarıp başarmadığımız sonsuzluğumuz açısından önemli değil; başarabilmek için üzerimize düşeni yeterince yaptık mı? Meşhur olmayabiliriz; adımızı kimse duymayabilir dünyada. Ancak şurası kesin ki, peygamberlerin yaptıkları gibi yapmaya adananları, burada kimse tanımasa da semada tanımayan melek yoktur.

Diğer faktör de kalbimizdir. Bedenimizin parçası olduğu madde evreninde, hangi izleri ve eylemleri bıraktığımız kadar; kalbimizin içinde yaşadığı ruh evreninde de hangi duaları, duyguları ve niyetleri bıraktığımız önemlidir. Öyle insanlar vardır ki, melekut evreninde, kalpleri ve duaları adına âdeta gezegenler inşa edilmiştir. Sonsuzluğu kendileriyle paylaşacağın meleklerin seni sevip sevmediğini merak ediyorsan; senin melekleri sevip sevmediğine bak. Seninle ne kadar ilgilendiklerini anlamak istersen, senin onlarla ne kadar ilgilendiğini sorgula. Yaratıcının sevgisine kavuşup kavuşmadığını anlamak istersen; şimdi kalbine sor: ”Onu seviyor muyum?” Peki seni ne kadar seviyor? Sor kendine: ”Onu ne kadar seviyorum?” Hatırlayınca hıçkırıklara boğulabilecek kadar var mı? Eğer öyleyse, sen köyde kağnıyla yük taşıyan, dağların ötesinden habersiz fakir delikanlı/veya genç kız da olsan; senin adın semanın öteki ucunda bile meşhurdur.

Hayat geçiyor, zaman uçuyor; hazineler gaybdan akıp gidiyor. Uyuyamayız, heykeller gibi donuklaşamayız. Yaratıcımızın görevi olan sonuçları yetersiz sanıp kaderimize küsemeyiz; alacağımız asıl karşılık, sonsuzluk evreninde verilecek karşılıktır. Hiçbir akıllı insan da, tüm çabalarının karşılığını dünyada alıp, sonsuzluğa eli boş gitmek istemez. Bize düşen, karıncalar gibi durmadan ve üstelik koşarak çalışmaktır; Yaratıcımız eylemlerimizden ne yaratır; sadece ahiret mi, yoksa biraz dünya ve biraz ahiret mi?

Şu kadarını iyi biliyoruz: Her zerre eylemin ve duygunun sonsuzluk evreninde mutlaka çok büyük karşılıkları vardır. Başarı yolculuğunda attığımız her meşru adım, Cennet sarayına dikilen bir ağaçtır. Eylemlerimizin bu evrendeki karşılıklarının yanısıra; eş-zamanlı olarak, sonsuz hayattaki karşılıkları da yaratılıyor. Ruhumuzu tatmin edebilecek tek karşılık, şeytanın ütüleyip boyaladığı maddede kokuşmak değil; sonsuzluğun sahibiyle kurulacak dostluk ışığında sonsuzlaşmaktır. Sevgili Yunus bunu anladı ve şu en güzel cümleyi bize bıraktı: ”Bana Seni gerek Seni…”

Muhammed Bozdağ / Zafer Dergisi

Ölümün Dua Olur

Çiğ, çıplak ve arsız bir aydınlığın içinde… Bir kandil yakıyorum, içimi ısıtacak… İçinde eski bir mum; hatıralardan fitili… Bu aydınlığın içinde… Karanlığım…

Yazılsa hikayesi, “Bir serdengeçtinin ölümü” olur başlığı ihtimal… Ama yazacak bir akıncı yok; üzgünüm…

Gerçekti; yaşadık… Sonra hikaye ettik… Şimdi masal gibi; anlatanı da, dinleyeni de olmayan… Lügatın sözlük olduğu zamanlarda öldü heyecanımız… Çiğ, çıplak ve arsız bir aydınlığa gömüldü ışığımız…

Adımız vardı aynaya baktığımızda… Sabah ezanları gibi uzundu, derindi, çağıldardı aşkımız… “Bir lokma ve bir hırka”ya razıydık saraylarımızda… Ölümün tezgâhında dokunmuş şiirdik; sonsuzluğa müjdeli…

Yazılsa hikayesi, “Bir serdengeçtinin ölümü” olur başlığı ihtimal… Ama yazacak bir akıncı yok…

Çiğ, çıplak ve arsız bir aydınlığın içinde… Bir kandil yakıyorum, içimi ısıtacak… İçinde sarı-eski bir mum; hatıralardan fitili…

Şimdi kıyamet hüzünlü bir akşam ezanı okunur üstümüze… Bir İstanbul ararız, kırılgan hissedişlerimizi onaracak… İşgal yorgunluğunda, Fatih’ini sayıklar yedi tepesi… En fazla bir kubbedir artık: Serdengeçtinin kayıp türbesinde…

Fakat… Bir duadır sonsuzluğa, bu garip kandil… Gün gelir, gelir binlerce ebabil…

Murat Başaran / Zafer Dergisi

Çay kimi çağırır?

Vakti vardır…

Ve can çeker. Ama berrak ve demli bir çaydan daha iyi olan şey, o çaya sohbet katan, lezzet katan dostlardır. Çay da, dost da, teselli makamında bir talihtir. Yalnızlığa hüzün taşır çay…

Sohbete muhabbet…

….. Hayatın neresinde, ne şekil ve görüntüde olursak olalım; mesele şudur: Bir bardak demli çayın yanında ne kıymetimiz var? Hangi dostun bir bardak demli çayı için ”hasretin adı” ve ”katma değer”iyiz? …..

Vakti vardır..

Ve can çeker. Can, çayı bahane edip dost ister. Profesör istemez, genel müdür hiç istemez…

Makam ve mevki…

Ve dahi şan ve şöhret…

Ve dahi mal ve mülk sahibi istemez. Aradığı insandır. ”İnsan” sıfatının yanında, som altına şekil katmak için sokuşturulmuş bakır kadar ehemmiyeti olmayan unvanları hesaba katmaz…

Ve can, insan çeker. Bir bardak demli çayın her yudumunu, ab-ı hayata dönüştüren insan! …..

Bir daha mesele şudur: Canımız kimi çeker ve kimin canı bizi çeker? Ve neden? …..

Hayattan aldığımız ve hayata kattığımız can sıkıntılarının çoğunun sebebi, maalesef değersiz şeylerden ibarettir. Ne bu dünyadan çekip giderken bizimle birlikte gelirler. Ne sonrası için işe yararlar. Üstelik, bir bardak demli çayın yanında bile, sahibini ”beş kuruş” sahiplenmezler …..

Su kaynar…

Aşk ateşinde…

Bir tutam çay yaprağıyla karışmak, vuslattır. Bu sıcaklığa…

Bu buhara ram olur ve yayılır duygular. Sonra aşkın rengidir ve demidir görünen. Ve aşkın rayihası. …..

Söyleyin şimdi: Can kimi çeker? Kimin canı bizi çeker? Bu şiire kim bir mısra katar gönlünden? Sohbeti kim demler?

Murat Başaran / Zafer Dergisi