Etiket arşivi: Zafer Karlı

Risale-i Nur’da Tefsir Anlayışı ve Münacat Risalesi

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (1) ayetinin mealinde açıkça belirtildiği gibi  Kur’ân-ı Kerimin gönderilmesinin amacı insanların ve cinlerin “kulluk bilinci”ne  ulaşmaları ve böylece dünya ve ahiret mutluluğuna erişmelerini sağlamaktır. Bu amaca ulaşabilmek için emir ve yasaklara ihtiyaç vardır. Allah, bu emir ve yasakları  peygamberler aracılığı ile halka tebliğ ve talim etmiştir. Yüce Allah’ın teşrii iradesinin hayata geçmesi insanlardaki iman, bilgi ve şuurun yükselmesi iledir. Bu iman, bilgi ve şuura erişmemiz Kur’ân-ı Kerîm’in ana hedeflerinin bilinmesi, bunların iç âlemimizde ve hayatımızda köklü bir şekilde yerleşmesi ile mümkündür. Bu ana hedefler ise, “Tevhit”, “Nübüvvet”, “Âhiret”, “İbadet ve adaleti” de kapsayarak istikametli bir hayata sahip olmaktır.

Kur’an tefsirinin okunmasından elde edilecek sonuç, akıl ve  kalp dünyamızı Kur’ân-ı Kerim’in bu esasları üzerine göre şekillendirip, imanın gerektirdiği yaşantıyı hayata taşıyabilmek olmalıdır. Kur’ân-ı Kerim Allah’ın ezelî kelâmıdır. Allah kelâmı ise ebedî, ruhâni ve uhrevî âleme ait yüksek hakikatlerden bahseden kavramlar olduğundan anlaşılması içim tefsir gereklidir. Tefsir terim olarak; Kur’ân-ı Kerim’in anlamlarını açıklamak demektir. Genel olarak tefsîr; insan gücünün yettiği kadarıyla Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın muradını araştıran bir ilim olarak ifade edilmiştir. (2)

Tefsir iki kısımdır. Birisi, malûm tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibâresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyân ve izâh ve ispat ederler. İkinci kısım tefsir ise, Kur’ân’ın îmânî olan hakîkatlerini kuvvetli hüccetlerle beyân ve ispat ve izâh etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zâhir, mâlum tefsirler bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar; fakat Risâle-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsâlsiz bir tarzda, muânnid feylesofları susturan bir mânevî tefsirdir. (3)  Kur’an’ın tefsirini, başlıca ikiye ayırma görüşü İmam Gazali,  İbn-i Kayyim ve Muhammed Abduh gibi zatlar tarafından da vurgulanmıştır.  İşte Risale-i Nur, ‘manevî tefsir’ kabilindendir. Manevî tefsir bazılarının zannettiği üzere, ‘işarî tefsir” demek olmayıp, lafızdan çok, manayı esas alan, manaları anlatmaya yönelen tefsir tarzıdır. (4) Manevi bir tefsir olan Risale-i Nur, sadece iddia ile yetinmeyip; akli, mantıki, ilmi, vicdani deliller ile iman hakikatlerini ispat ve izah eder. (5) Risale-i Nurları ciddiyetle ve anlayarak okuyan kişinin imanı taklitten tahkike doğru giderek kökleşir.

Kur’ân-ı Kerim hem ilim, hem marifet, hem zikir, hem fikir, hem dua ve münacat kitabı olduğu gibi bütün insanların bütün ihtiyaçlarına cevap veren bir kitab-ı mukaddestir. Risale-i Nur Kur’ânın manevi tam bir tefsiri olduğu için onu tam olarak aksettirmekte ve metot olarak da “Kur’ân Metodu”nu uygulamaktadır. Bunun en güzel örneklerinden birisi “Münâcât Risalesi”dir.

Münacat sözlükte dua ve yakarış anlamına gelmektedir. Münâcâtların  yazılış gâyesi Allah’a yakarıştır. Fakat Bediüzzaman Hazretlerinin münacatını incelediğimizde bilinen münacat anlayışından farklı olarak “tevhit ve iman esasları” ile örgülenmiş olduğu dikkati çeker.

Bediüzzaman Hazretleri Üçüncü Şuâ olan  Münâcât Risalesi için ‘Bakara Suresi 164. âyetin bir nevi tefsiridir’ der. Tefsîrin ana konusu öncelikle, insan ve insanın hidâyeti olmalıdır. Münacat risalesi de, en yüksek mesele olan tevhit ve imandan etkili ve öz olarak bahseder, bu tarzı takip etmesinin sebebi dua ve zikir makamında olmasındandır.

Münacat risalesi Allah’ın varlığının zaruri oluşu, olmamasının imkânsız olacağı, birliğine ve Allah’ın her an her yerde her şeyle aynı anda ilgilenip bir işin başka bir işe engel olamamasına işaret eder. Ayrıca Cenâb-ı Hakkın; terbiye ve idâre ediciliğinin ihtişâmını, büyüklük ve heybetini; kudretinin yüceliğini ve rahmetinin genişliğini; kâinattaki tüm varlıklara olan hâkimiyetini; ilminin ve işlerindeki hikmetin uçsuz bucaksız kuşatıcılığını gayet veciz ifadeler ile izah eder, gösterir. Haşre işârâtı ve bilhassa âhirdeki şiddetli işârâtı çok kuvvetlidir. “Kâinatın satırlarını dikkatle mütalaa et. Onlar sana Mele-i alâ’dan gönderilmiş mektuplardır” (6) sözünü nakleden Bediüzzaman Hazretlerinin “Münâcât Risalesinde” dikkatimizi çeken husus,  her türlü varlığın tesbihâtını tek tek anıp bu tesbihleri  kapsamlı şekilde Allah’a sunmasıdır. Böylelikle, yeryüzünün halifesi olarak tüm mevcudatın tesbihatını kendi hesabına Allah’a arz etmiş olur.

Kur’ân-ı Kerim bir gerçeği direkt öğüt şeklinde anlatmaktansa, edebî metotlar kullanarak dile getirmeyi tercih etmektedir. Hikâyede saf sanatın kullanıldığı her türlü teşvik ve sergileme tekniklerine başvurulmaktadır. Bu husus iki bakımdan uyulması gereken bir sanat hazinesidir: Birincisi, insana bu İlâhî bakış açısının gerisinden göz atmak. Bu bakış, insan gerçeğini Allah’ın yarattığı biçimde temsil etmektedir. İkincisi ise insanlığı hayra, fazilete, temizliğe yönelten öğütte sanat üslubunun kullanılış şeklidir. İstenen bir öğüt veya arzulanan bir ahlâkî davranış, bir edebî hikâye kalıbı içerisinde anlatılabilir ve böylece istenen maksat en güzel biçimde gerçekleşir. Hikâyede ana unsuru teşkil eden öğüt noktası açıktan belirtilmez. Mücerret emirler ve yasaklarla doğabilecek sıkıcı hal ortadan kaldırılır. Emir ve yasaklara bir nev’i canlılık kisvesi verilirse, etki sahası insan hissinde daha çok genişler ve ruhun derinliklerine daha çok sirayet eder. (7)

Kur’an-ı Kerim’in manevi bir tefsiri olan Risale-i Nur’da edebi metotlar ve tasvirler ile kâinat kitabındaki kudret ayetlerini okumuş ve okutmuştur. Mikro ve makro âlemdeki tevhit delillerini Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellilerine dayanarak sistemli bir şekilde açıklamış; Cenab-ı Hakk’ın birliği, haşir ve iman hakikatlerini esmânın cilvelerinden hareketle delillendirmiştir. Münacat risalesinde de hitap şekilleri ve Esmâ-i Hüsna arasında edebî bir münasebet vardır. Örnek olarak münacatta geçen hitaplardan birkaç tanesini verelim:

Münacat Risalesi “Yâ İlâhî ve yâ Rabbî ! ” hitabı ile başlar. Bu pasajda İlâh ve Rab isimlerine uygun olarak Cenab-ı Hakkın Ulûhiyetine ve Rububiyetine ait tasarruflar dikkatlere sunulmuştur. Risalenin başlangıçta Allah’ın Ulûhiyetini ve Rububiyetini ilk önce öne sürmesi dikkat çekicidir. Zira, kainatı eşi-benzeri olmayan tek ve yekta olan, her mevcutta her an kesintisiz tasarrufu olan Yüce Allah yaratmıştır.

Sonraki hitap ise “Ey Vâcibü’l-Vücûd, Ey Vâhid-i Ehad”dir. Hitaplar arasında bir mantık silsilesi takip eden Bediüzzaman Hazretleri bu hitap ile de Ulûhiyet Hakikatini kâinatın dili ile anlatır.

Bir sonraki hitap ise: “Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl, ey Kâdir-i Mutlak!”tir. Bu hitapla başlayan pasajda Allah’ın yüceliğinin akıllarda ve kalplerde belirginleşmesi için  azamet ve kudretini gösteren faaliyetler okuyucunun tefekkürüne sunulmuştur.

Bu hitaplarla başlayan münacat risalesi bir mantık silsilesi takip ederek mevcudatın tesbihatını komprime bir şekilde özetler. Adeta ilim içinde zikir, zikir içinde bir marifet ile tevhit hakikati iman esaslarına dayalı olarak okuyucuya sunulur.

Bazı okuyucular tarafından risalelerde geçen cümlelerin uzun olduğu söylenmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki kompleks fikirler, ancak kompleks ve uzun cümlelerle anlatılabilir.

Bu yüzden, Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: “Kısa cümlelerle söyleyemiyorum, muğlâkça oluyor. Zira şu hakaik her tarafa derin köklerini attıklarından mesele uzunlaşıyor. Suret-i meseleyi bozmak ve parça parça etmek ve hakikati incitmek istemiyorum. Tâ hakikat mahsur kalıp kaçmasın.” (8)

Sonuç:

         Çağımızın insanı adeta ulvi hakikatlerden uzak kalmış ölü bir ruh taşımaktadır. Canlı, aksiyoner bir inancı yaşamak için imanın kalpte kökleşmesi şarttır. Kalpte kökleşmeyip, sadece iki dudak arasında telaffuz edilen iman ise taklitten öteye geçemez. İnsanoğlunun Allah katındaki değerlendirilme ölçüsü kalbi ve amelidir. Kalp hidayet üzerinde değilse yapılan amelin bir önemi yoktur. Öyleyse en önemli mesele “iman”dır, iman hakikatlerini kendi dünyamıza yerleştirmek, hayatımıza taşımaktır. Kur’anın en önemli mesajı da imana davettir. Hiç şüphesiz Risale-i Nurlar asrımızda; Kur`anın iman hakikatlerinin  delilleri, izahıdır. (9) Tefsir okumaktan elde edilecek sonuç Kur’an’ın mesajını anlamak ve Allah’a yakınlaşmaktır. Risale-i Nurlarda akli, mantıki ve vicdani deliller ile imana dair meseleleri izah ve ispat ederek okuyucusunun kulluk bilincini yükseltir. Bu açıdan baktığımızda ikinci kısım olarak ifade edilen manevi tefsirlerin en kuvvetli ve en kıymetlisidir. (10)

Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Kaynakça:
1-Zariyat-56
2-el-Beyumî, 3/4
3-Şualar; On Dördüncü Şuâ  s. 442
4- Prof. Dr. Suat Yıldırım, Moral Dünyası Dergisi’nin Mart 2008 sayısı
5- Kastamonu Lahikası s. 8
6- 24. Mektup Arabi ifadenin tercümesi
7- Seyit Kutup, 1979: 334
8- Muhakemât: 131
9- Kastamonu Lahikası s. 47
10- Şualar, s. 368

Risale-i Nur’daki Orjinal Tefsir Metodu

Öncelikle şunu belirtmek gereklidir ki; dine ait her mesele “Kur’an ve Sünnet”  perspektifinde değerlendirilir, oradaki ölçülere göre yorum yapılır. Bir Kur’an tefsirinin sınırları ve ölçüleri Kur’an-ı Kerim’de ve Sünnette belirtilmemiştir. Sahabelerden başta dört halife olmak üzere İbni Abbas, İbni Mes’ud, Übeyy b. Ka’b gibi ilimde şöhret bulmuş sahabeler, Peygamberin sünnetiyle, sünnette bulamazlarsa ilmi melekelerinin verdiği içtihatlarla tefsir yapmışlardır. Sahabe döneminde Kur’an’ın tümü tefsir edilmemiş ve tefsir ilmi, daha sonraları hadis ilmi içinde bir bölüm olarak yerini almıştır.(1)

Kısacası ne hadis-i şeriflerde ne de Kur’an’da “şu ölçülere uyan çalışmaya tefsir denir, uymayana denmez” gibi bir yaklaşım söz konusu değildir. Bu sebeple Risale-i Nur’a tefsir değildir denemez… Risale-i Nur’un tefsirdeki yeri ve kıymeti hakkında detaylı bilgi almak isteyenlerin Dr. Niyazi Beki tarafından telif edilmiş “Kur’an’ın Yüksek ve Parlak Bir Tefsiri Risale-i Nur” isimli kitaba müracaat etmelerini tavsiye ederiz.

Risale-i Nur Külliyatından İşârâtü’l- İ’caz’ın dışındaki diğer kitaplar bilinen tefsir kitaplarından farklı bir yol izlemiş; Kur’an’ın tamamını değil sadece imana dair ayetlerini tefsir etmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin niçin îmana ve îmanî meselelere dair bir tefsir te’lif ettiği akla gelebilir. Resulullahın (a.s.m.) hayatını, İslâmiyet’in ilk zuhurunu ve yeryüzüne yayılmasını inceleyen insan bu sorunun cevabını bulacaktır. Yüce Peygamberimizin (a.s.m.) hayatında, îman meselesi esas teşkil eder. Bütün faaliyetleri îmana dayanır ve îman içindir. İslâmiyet’in ilk çıkışı da, insanları îmana davetle başlamış ve bütün dünyaya îmanı neşrederek yayılmıştır. (2)

Öte yandan ahirzamanın dehşetine işaret eden “Kıyamet kopmazdan önce gece karanlığının parçaları gibi fitneler olacak. (O vakit) Kişi mümin olarak sabaha erer de kâfir olarak akşama kavuşur. Mümin olarak akşama erer, kâfir olarak sabaha kavuşur. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık mukabilinde dinlerini satarlar.” hadis-i şerifi ahirzamanda imanı muhafaza etmenin en önemli mesele olduğunu bildirmektedir. (3)

İşte bu sebepten Risale-i Nur Külliyatı Kur’ân-ı Kerim’in imanı işleyen âyetlerini hareket noktası kabul etmiştir, bunu da, idrak araçlarını bir taraftan fıtrî şeriat olan tabiatla irtibatlandırarak yapmaya çalışmıştır. Bunu da fıtratı ön plana çıkararak, imanî şuuru uyandıracak çağrıda bulunarak ve imanî-amelî sorumluluk dairesi arasında tekâmülü sağlama suretiyle mahlûku halıkıyla irtibatlandırarak yerine getirmeye çalışır.(4) Çünkü hakiki iman, bütün mevcudatın gerçek yönlerini gösteren bir dürbün, aynı zamanda hayattar âlemlere açılan bir penceredir.

Risale-i Nur’un diğer tefsirler gibi ayetleri sırası ile tefsir etmeyip farklı bir yöntem izlemesi dikkat çekici bir unsurdur. Bu tarzı anlamakta zorlananlara İslâm düşüncesinin özelliklerinden ve en önemli vasıflarından olan insanın içinde bulunduğu dünya ile kâinatı, şehadet âlemiyle gayb âlemini, madde ile ruhu temiz, berrak ve nezih İslâm akîdesinin şemsiyesi altında bir arada mütâlâa etme yöntemini hatırlatmak isteriz.  (5)

Buna bir misal vermek gerekirse Kur’an’ın en azam meselesi olan tevhid akidesi Risale-i Nur’da “Kâinattan Halıkını Soran Bir Seyyah” üslubuyla işlenmiştir. Böylelikle Risale-i Nur ilimlerin diliyle sâbit olan bu intizam ve nizamın, ittifak ile Kâinat Sultânı’nın saltanatını ve san’atını ilân ettiğini, görmeyen gözlere gösterir. Bu tarz ise Kur’an’a aittir. Evet, Kur’an akaid kitabıdır, fakat kalbi hep inançla meşgul edip, aklı çalıştırmaktan ve bedii (estetik) güzelliği tatmaktan uzaklaştıran ard arda bahislerden ibaret değildir. Aksine, yaratılanı ve ondaki güzelliği incelemek yoluyla Yaratan’ı bulmak işlemi içinden, inancı yerleştiren ayetlerdir. (6) Çünkü Kur’an iman hakikatine insanın, öncelikle objektif ve sübjektif delillerden hareketle ulaşmasını tavsiye etmektedir. Kur’ana göre bütün âlem Allah’ın gerçek ilah oluşunu haykıran delillerle doludur. Yani Allah tabiat aracılığı ile insanla konuşmaktadır. İnsana düşen, Kur’an’ın ayet olarak isimlendirdiği bu işaretleri doğru bir şekilde okumak, inancını söz konusu işaretlerden edindiği ilmi verilerle temellendirmekten ibarettir.(7)Bu sebeple Risale-i Nur Külliyatında imana dair meseleler izah edilirken teşrii ayetler olan Kur’an ayetlerinin perspektifinde tekvini ayetler olan kâinat mütalaa edilmiştir.

Risale-i Nur’daki bu dersleri alan kimsenin Cenab-ı Hakk’ın yaratıklarındaki sırlara vakıf oldukça Allah’ın isimleri hususunda ilim ve irfanda derinleşir. Bu ilahi isimler vesilesiyle insan, her türlü yaşayışında ulûhiyetle arasında bir bağ kurma imkânına kavuşur. İnsan bu isimleri tanıdıkça Allah’a olan şevk ve incizabı artar. (8) Bunun neticesinde mü’min, Risale-i Nurların irşadıyla canlı, aksiyoner bir inanca erişip ibadete yönelir. Marifetten mahrum kalan ise ibadetin tadına varamaz. (9) Risale-i Nur verdiği Kur’ani ders ile muhatabını marifete eriştirip ebedi saadetin kapısını aralar.

Sonuç :

Risâle-i Nur, sadece kelamda değil, Kur’ân’ın maksatlarını ve iman hakikatlerini izahta ve marifet-i Sâni hususunda da, bir tecdit hareketidir ve kökü mazide ve Asr-ı Saâdette olan yeni bir iman mektebidir. Risâle-i Nur yeni bir iman mektebi olarak sadece Kur’ân’ın hakikatlerini asrın idrâkine uygun olarak izah etmekle kalmamakta, kâinat kitabından misaller vererek, ilimlerin ışığında Kur’ân’ı tefsir etmekle, Kur’ân’ın ezelî tercümesi olduğu kâinât kitabının her bir mevcut ilimlerinde de konusu olmakla, İslâmiyet’in hakiki ilimlerin zübdesi ve özü olduğunu da ortaya koymaktadır.

Öte yandan Risale-i Nur, Kur’ân’ın hakikatlerini kâinat kitabından misallerle izah ve tefsir etmekle, kelam sıfatından doğan Kur’ân kitabı ile kudret kaleminden doğan kâinat kitabının kanunları ve kaideleri arasında tam bir mutabakat bulunduğunu ispat eylemektedir. Böylece, bu özelliğiyle İslâmiyet’in, hevâ ve heves içinde dönüp dolaşan, bazen ışık ve bazen zulmet veren ve çabuk değişen diğer din ve doktrinlerden mümtaz ve serfirâz olduğunu akıllara anlatmaktadır.(10)

Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Kaynaklar :

1-http://www.kubacami.com/konular/akademi/alak_tefsir/5_tarihsel_surec.htm

2-İmanın Kuvvetlenmesinde Bediüzzaman Faktörü Makale Yazarı: Prof. Dr. Ahmed Abdurrahim Es-Sâyih (Katar Üniversitesi – KATAR)

3-Tirmizi, Fiten 30, (2196)

4- Nursî’ye Göre Kur’ân Ve Kâinat Kitabı Makale Yazarı: Dr. Sami ‘Afifi Hijazi

5-Nursî’ye Göre Kur’ân Ve Kâinat Kitabı Makale Yazarı: Dr. Sami ‘Afifi Hijazi

6- Prf. Dr. Suat Yıldırım, Kur’an’a Bakışlar 1 s. 17, Işık Akademi Yayınları 2011

7-Prf. Dr. Muhsin Demirci; Kuranın Ana Konuları s:203 İstanbul 2010

8-Prf. Dr. Veli Ulutürk; Kur’an-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, s:96–97 Yeni Akademi Yayınları 2007

9- İbrahim Refik; Vecizeler Kitabı s.43 Ferzan Kitaplığı 2007

10- Yeni Bir Îman Mektebi Olarak Risâle-İ Nur Makale Yazarı: Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ

19. Mektup 16. İşaret 3. Hüccetin Kısmen Şerh ve İzahı

“Yine İncil-i Yuhanna, Onaltıncı Bab ve yedinci âyeti şudur: “Amma ben, size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faidelidir. Zira ben gitmeyince, tesellici size gelmez.” İşte bakınız! Reis-i Âlem ve insanlara hakikî teselli veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm‘dan başka kimdir? Evet, Fahr-i Âlem odur ve fâni insanları idam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur.

Hem İncil-i Yuhanna, Onaltıncı Bab, sekizinci âyeti: “O dahi geldikte; dünyayı günaha dair, salaha dair ve hükme dair ilzam edecektir.” İşte dünyanın fesadını salaha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siyaset ve hâkimiyet-i dünyayı tebdil eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim gelmiş?” (Mektubat, 19. Mektup, 16. İşaret 3. Hüccet)

Şerh ve İzah :

Mevcut İncillerden Matta -7 (15-20)’ye göre Hz. İsa (as) öğrencilerini yalancı peygamberlerden sakınmaları için uyarmış, gerçek ile sahteyi ayırt edebilmeleri için nasihatte bulunmuştur. Eğer kendisi son peygamber olsaydı böyle bir diyaloğa gerek duymaz, kendinden sonra bir peygamber gelmeyeceğini açıkça ifade ederdi. “Ben Âkıb’ım (benden sonra peygamber yoktur).”(1) diyerek kendinden sonra peygamber gelmeyeceğini söyleyen tek peygamber Hz. Muhammed (asm)’dir. Yüce Peygamberimiz (asm) peygamberliğinin kendinden önceki peygamber olan Hz. İsa (as) tarafından haber verildiğini “Ben İsa’nın müjdesiyim” (2) diyerek ifade etmiştir. İlk dönem Hıristiyanlarından kendisini Períklytos ilan eden çok sayıda kişi türemiştir. Örneğin M.S. 177 yılında Methoş isimli bir Hıristiyan “Ben, İsa’nın geleceğini haber verdiği Períklytos’um diyerek peygamberliğini ilan etmiş ve çok sayıda insanı da peşinden sürüklemiştir. Bu kişi hristiyan dünyasınca zındık sayılmıştır. (3) Períklytos gerek etimolojik, gerekse lugat anlamı itibariyle ‘şanı yüce, övülmeye layık olan’ demektir.(4)

Períklytos sözcüğü Yuhanna İncili’nin 14:16, 14:26, 15:26 ve 16:7’inci ayetleri ile Yuhanna’nın Birinci Mektubu’nun 2:1 no’lu ayetinde geçmektedir. Yeni Ahit mensupları, Períklytos kavramının “beklenen ve gelecek olan bir kişiye”  değil, Kutsal Ruh’a işaret olduğunu iddia etmektedirler. Oysaki Yuhanna İncil’de Períklytos için Gerçeğin Ruhu şeklinde tercüme edilen kısımlardaki Gerçeğin Ruhuna işaret eden zamirlerin hepsi erildir. Oysa Ruh eril değildir.

Nitekim Yunancada kullanılan zamirler eril, dişil, cansız ve cinsiyetsizdir. Bu durumda burada işaret edilen Kutsal Ruh olsaydı cinsiyetsiz zamirin kullanılması gerekirdi. Eril zamirin kullanılması O’nun eril bir şahsa işaret etmesi demektir.(5)  Ayrıca Yuhanna İncil’inde geçen Períklytos’un Kutsal Ruh diye açıklanmaya çalışılmasını eleştiren Prof. Dr. Maurice Bucaille, bu anlayışı reddederek Períklytos Hz. İsa’dan sonra gelecek, Hz. İsa gibi bir Peygamber olduğunu Yunan dili etimolojisine dayanarak şöyle açıklar: “Burada öne sürülen insanlara bildirme işi hiçbir surette Kutsal Ruh’un işlerinden olan bir ilhamdan ibaret değildir. Aksine kendisini belirleyen Yunanca kelimedeki yayma kavramı sebebiyle, onun açıkça maddi bir niteliği vardır. Şu halde Yunanca ‘Akouo’ ve ‘Laleo’ fiilleri bir takım maddi işleri ifade ederler ve bu fiiller ancak işitme ve konuşma organlarına sahip bir varlıkla ilgili olabilirler. Dolayısıyla bu fiilleri Kutsal Ruh’a uygulamak mümkün değildir.(6)

Öte yandan Barnaba İncili Hz. İsa’dan sonra bir başka peygamber daha geleceğini ama O’nun son peygamber olacağını şu cümlelerle bildirir: “Bana gelince, ben şimdi, dünyaya selâmet getirecek olan Allah’ın Elçisi’nin yolunu hazırlamak için dünyaya gelmiş bulunuyorum.” (Barnabas, Bölüm 72) “Kâhin karşılık verdi: “Allah’ın Elçisi geldikten sonra, (daha) başka Peygamberler gelecek mi?” İsa cevap verdi: “O’ndan sonra Allah tarafından gönderilen gerçek Peygamberler gelmeyecek ama pek çok yalancı peygamber gelecek.” (Barnabas, Bölüm 97,)

İbn Hişam, İbn İshak’ın Yuhanna İncili’nin 15/26-27. âyetlerini şöyle tercüme ettiğini bildirmiştir : “Babanın size göndereceği Münhamanna, Baba’dan çıkan hakikat ruhu geldiği zaman, benim için şahitlik edecektir. Siz de şahitlik edeceksiniz; çünkü başlangıçtan beri benimle berabersiniz. Bunu size, yanlışa sapmayasınız diye söylüyorum.” Münhamanna, Süryanice’de Muhammed karşılığındadır. Yunanca’sı Períklytos’tur. (7) Hıristiyanlar İncilin asıl nüshasında Períklytos kelimesininin geçmediğini geçen kelimenin Paráklêtos olduğunu iddia ederler. Bu iki kelimenin fonetik olarak birbirlerine yakınlığı karşısında, çevirmenlerin -yahut daha büyük bir ihtimalle sonraki tarihlerdeki yazıcıların- bu iki ifadeyi nasıl karıştırdıklarını anlamak kolaylaşır. (8) Olaya tarih açısından bakacak olursak, Filistinli Hıristiyanların ana dilinin dokuzuncu asra kadar Süryanice olduğunu görürüz. Bu bölge, yedinci yüzyılın ilk yarısında Müslüman topraklarına katılmıştı. İbn İshak 768’de ve İbn Hişam 828 yılında vefat etmişti. Demek ki, her iki yazar ve âlimin zamanında Filistinli Hıristiyanlar Süryanice konuşuyor ve yazıyorlardı. Her ikisi için kendi memleketlerinin Hıristiyan tebaasıyla temas kurmaları hiçte zor değildi. Ayrıca, o devirde Yunanca konuşan yüzbinlerce Hıristiyan, Müslüman topraklarında yaşıyorlardı. Bu nedenle, kendileri, Süryanice’nin hangi sözcüğünün Yunanca’nın hangi sözcüğüne eş anlamda olduğunu gayet iyi bilebiliyorlardı. Şimdi İbn İshak’ın naklettiği tercümede Süryanice kelime, “Munhamanna” geçmişse ve İbn İshak veya İbn Hişam bunun Arapça “Muhammed” kelimesi ya da Yunanca Períklytos sözcüğüne eş anlamda kullanıldığını açıklamışsa, Hz. İsa’nın Hz. Peygamber’in (s.a.) mübarek ismini vererek kendisinden sonra dünyaya geleceğini müjdelemiş olmasında hiçbir şüphe kalmıyor. Burada şu noktaya da dikkat edilmelidir ki, İncil’in dördü de, Hz. İsa’dan sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Helence konuşanlar tarafından kaleme alınmıştı. Bu yazar ve kâtiplere Hz. İsa’nın söz ve hareketleriyle ilgili ifadeler, herhangi bir yazılı metinden değil Süryanice konuşan kişilerin şifahi rivayetleri şeklinde geçmişti. Bu ifade ve rivayetler daha sonra Süryanice’den Helence’ye çevrilmişti. İncillerin hiçbiri Miladi 70’ten önce kaleme alınmamıştı. Bu İncillerin hiçbir Helence nüshası muhafaza edilememiştir. Hâlbuki İncillerin ilki Helence yazılmıştı.

Matbaanın bulunuşundan önce kaleme alınan ve müsveddeler halinde toplanan Helence İncillerin ilk nüshaları 4. asırdan öteye gitmiyor. Bu bakımdan, Hz. İsa’dan (as) sonra aradan geçen 300 senede bu kitaplarda ne gibi değişiklikler yapıldığını tam kestirmek hemen hemen imkânsızdır.(9)

Sonuç :

Yüce Peygamberimize (asm) vahiy geldiğinde peygamberimizin yaşadığı durumu anlamak için Hz. Hatice Varaka bin Nevfel’e götürmüştür. Varaka bin Nevfel Hz. Hatice (r.a.)’ın akrabası, Mekke’nin rahibi ve vaiziydi. Tevrat ve İncil’i biliyordu ve bunları Arapçaya tercüme etmişti. Varaka bin Nevfel durumu dinledikten sonra Hz. Muhammed’e (asm) peygamberlik verildiğini müjdelemiştir.(10) Hıristiyan bir âlim olan Varaka bin Nevfel’in bu şehadeti de Kitab-ı Mukaddeste Hz. İsa’dan sonra bir başka peygamberin geleceğine bir delildir.

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org

Kaynakça:

1-Buhârî, Menâkıb,18

2-Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127; V, 262

3-Davud, Abdülahad, Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, s.291; ayrıca bkz: el-Hindî, Rahmetullah, İzhâru’l-Hakk Tercümesi, s.677; el-Cisr, Hüseyin, Risâle-i Hamîdiyye, s.60.

4-Davud, Abdulahad; Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, s. 276

5-Çanakkale Onsekiz mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012/1, Cilt 1, Sayı 1 (Sayfa 11-25)

6-Tevrat, İnciller Kur’an-ı Kerim ve Bilim – Maurice Bucaille

7-İbn Hişam, es-Sîratü’n-Nebeviyye, I, 187-188, Riyad, 1413/1992

8- Muhammed Esed, Meal-Tefsir, 61/6 dipnot

9-Mevdudi, Tefhimul Kur’an, 61/6

10-İbn-i Hişâm, Sîre: 1/254; İbn-i Kesîr, Sîre: 1/404

Risale-i Nur’da “Cevşen”

“Çok Esmâya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara mübtelâ olan insan, münâcâtında, istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahrı ve elhak en hakiki insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî (aleyhissalâtü vesselâm), Cevşenü’l-Kebîr nâmındaki münâcâtında bin bir ismiyle duâ ediyor, ateşten istiâze ediyor.” Sözler; Yirmi Dördüncü Söz s.302

“Hem meselâ, Kur’ân’ın hakiki ve tam bir nevi münâcâtı ve Kur’ân’dan çıkan bir çeşit hülâsası olan Cevşenü’l-Kebir namındaki münâcât-ı Peygamberîde (aleyhissalâtü vesselâm) yüz defa (Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin. El-aman, el-aman! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden halâs et, kurtar ve bize necat ver.) cümlesinin tekrarında, tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat ve mahlûkatın rububiyete karşı tesbih ve tahmid ve takdis gibi üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli bir vazifesi ve şekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev-i insanın en dehşetli meselesi ve ubudiyet ve acz-i beşerin en lüzumlu neticesi bulunması cihetiyle, binler defa tekrar edilse yine azdır.” Sözler; Yirmi Beşinci Söz s.419

“Hem, binler dua ve münacatlarından Cevşenü’l-Kebir ile öyle bir marifet-i Rabbaniye ile öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur.” Mektubat: 212

“Risale-i Münacatın başında, Cevşenü’l-Kebirin doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen’in dahi misli yoktur diyecek.” Mektubat: 213

“…yüz hâsiyeti ve faydası bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendîyi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü’l-Kebîr’i…” Lemalar: 136

“Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm), Cevşenü’l-Kebîr namındaki münâcât-ı âzamında, marifetullahta gayet yüksek ve gayet câmi derece-i marifetini göstererek…” Lem’alar:332

“Kur’ân’dan ve münâcât-ı Nebeviye olan Cevşenü’l-Kebîrden aldığım bu dersimi, bir ibâdet-i tefekküriye olarak, Rabb-i Rahîmimin dergâhına arz etmekte kusur etmişsem, kusurumun affı için, Kur’ân’ı ve Cevşenü’l-Kebîri şefaatçi ederek, rahmetinden, affımı niyaz ediyorum. “ Lem’alar: 363

“Cenâb-ı Hakka, ilmelyakîn ve hattâ aynelyakîn derecesinde iktisâb-ı mârifet ederek ubûdiyetin (kemâhiye hakkıhâ) iktizâ ettiği acz ve fakr-i tâmını izhar ederek dergâh-ı İlâhiyeye ilticâ ve huzur-u Rahmâna takarrüb gibi mezâyâ-yı insâniyeyi bihakkın tâlim; ve dünya ve mâfihâya mâlik ve kenz-i mahfîye mutasarrıf olan Ekrem-i Enbiya (aleyhi ekmelüttahiyyat) Efendimizin münâcatından ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyânın tesbih ve tahmid ve sena ve duaya münhasır yedi yüz adet âyâtından me’huz nazirsiz şu münâcâtın menba-ı mânevîsi, evvelâ, başta hilkat-i âlem hakkında âyât-ı adîdeden ve âyet-i celileden; saniyen, Cevşenü’l-Kebir’in bin bir esmasından hilkat-i mevcudatla münasebettar birkaç ukdelerinden; salisen, “ilim şehrinin kapısı” tabir-i senaiye-i Nebeviyesine bihakkın mazhar İmam-ı Ali Kerremallahu Vechehu Radıyallahu Anh’ın ecram-ı semaviye ve mevcudat-ı arziye ile vücub-u vücud, Vahid-i Ehadi ispat ettiği muhteşem bir hitabeyi muktedâ-bih ittihaz ederek mevzu ve gâye-i maksadı o kadar ta’mik ve tevzi eder ki, bu hakaika ait takdirat ancak müellifinin lisan ve kalemine menut ve mütevakkıf olup yalnız mükerreren sadır olan emre mutavaat niyet ve kastıyla şuru’ edilen şu fihristte deriz:

Birinci Fıkrada: Semavattaki deveran ve bu kesret içindeki acib sükûnetle kemâl-i faaliyet, Ma’bud-u Bilhak olan Vacibü’l-Vücud, Vahid-i Ehade delâlet ettiğini;

İkinci Fıkrada: Fezanın; bulut, şimşek, yıldırım, rüzgâr, yağmurlarla faaliyet ve icraat-ı hayret-efzası yine mezkûr biküll-i lisan olan Vacibü’l-Vücud, Vahid-i Ehade dâll bulunduğunu;

Üçüncü Fıkrada: Unsurlar sâir müştemilâtıyla ve küre-i arz umum mahlûkatıyla ve teferruâtıyla;

Dördüncü Fıkrada: Edille-i sâbıka gibi, denizler, nehirler, pınarlar, mâruf bikülli ihsân olan Vâcibü’l-Vücud, Vâhid-i Ehade delâlet ettiğini;

Beşinci Fıkrada: Geçen şehâdet gibi, dağlar, zelzele tesirâtından zemînin muhâfaza ve sükûnetine ve içindeki inkılâbat fırtınalarından selâmetine ve denizlerin istilâsından halâsına, hem havanın muzır gazlardan tasfiyesine ve suların iddihârına ve zîhayatlara lâzım maddelerin hazinedarlığına ettiği hizmetler ve hikmetler ile Vâcibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine şehâdet ettiğini;

Altıncı Fıkrada: Geçen deliller gibi, zemindeki ağaçların ve nebâtâtın, yapraklar, çiçekler ve meyvelerin cezbedarâne hareket-i zikriyeleri ve kemâl-i sühûletle giydirilen cihazât ve zînetleri bilbedâhe vücûb-u vücud ve vahdet-i Bârîye delâlet ettiğini;

Yedinci Fıkrada: Kezâ zîrûhun ve husûsan nev-i beşerin cisimlerinde mevcut ve muntazam saatler ve makineler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve hâricî âzâ ve cevârih ve bilhassa havass-ı hamse-i zâhire gibi kemâl-i faâliyetle iş gören duygularıyla Vahdâniyeti ispat ettiğini;

Sekizinci Fıkrada: Kâinatın hülâsası olan insan ve insanın zübdesi olan enbiyâ ve evliyâ ve asfiyânın hülâsalan olan kalblerinin ve akıllarının müşâhedât ve keşfiyât ve ilhâmât ve istihrâcâtıyla, yüzler icmâ’ ve tevâtür kuvvetinde ve katiyetinde vücûb-u vücud ve vahdet-i İlâhiyeye şehâdet ettiklerini kemâl-i vuzuh ile beyân ve tahaccür etmiş kalbleri ıslah, hem Cenâb-ı Kibriyâ’ya münâcât olan şu yektâ ravza-i hakîkat, hâtime-i tazarru ve niyâzını şöyle bağlar ki:

“Ya Rabbî ve yâ Rabbe’s-Semâvâti ve’l-Arâdîn! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı Külli şey!

Gökleri yıldızlarıyla, zemîni müştemilâtıyla ve bütün mahlûkatı bütün keyfiyâtıyla teshir eden kudretinin ve irâdetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle! Ve matlubumu bana musahhar kıl! Kur’an’a ve îmâna hizmet için, insanların kalblerini Risâle-i Nur’a musahhar yap! Ve bana ve ihvânıma, îmân-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver! Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm)’a şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risâle-i Nur’a kalbleri ve akılları musahhar kıl! Ve beni ve Risâle-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azâbından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü’l-Firdevste mes’ud kıl! Âmin, âmin.”

“Bin bir esma-i İlahiyeye sarihan ve işareten bakan ve bir cihette Kur’an’dan çıkan bir harika münacat olan ve marifetullahta terakki eden bütün ariflerin münacatlarının fevkinde bulunan ve bir gazvede “Zırhı çıkar onun yerine bu Cevşeni oku” diye Cebrail vahiy getiren Cevşenü’l-Kebir münacatı içindeki hakikatler ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler, Muhammedin (aleyhissalâtü vesselâm) risaletine ve hakkaniyetine şahadet ettiği gibi, Kur’an dan tereşşuh eden ve bir cihette Cevşenden feyiz alan ve tevellüd eden Resailin-Nuriye, yüz otuz parçasıyla risalet-i Muhammediyeye (aleyhissalâtü vesselâm) birtek hüccet ve risaletinin bütün hakikatlerini aklen ve mantıken ispatıyla, hatta felsefenin nazarında akıldan pek uzak meselelerini göz önünde gibi gayet kolay ve makul bir tarzda ders vermesiyle Muhammedin (aleyhissalâtü vesselâm) sadıkıyetine ve risaletine külli bir surette şahadet eder.” Şualar: 541

“Nur iskelesinin nâzır-ı bînazîri Sabri, basiret-i basîrin hususi mektubunda yazdığı mübarek bir hemşiremin Cevşenü’l-Kebîri ezber etmesi, eskiden beri o hemşire, Risale-i Nur talebeleri içinde bulunduğuna istihkakını gösteriyor.” K. Lahikası: 86

“Hazret-i Hasan (radıyallahu anh)’ın altı aylık hilafetiyle beraber Risale-i Nur’un Cevşenü l-Kebirden ve Celcelutiyeden aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz.” E. Lahikası: 65

“Kardeşlerim, merak etmeyiniz, Cevşen ve Evrad-ı Bahaiye bu defa dahi o dehşetli zehrin tehlikesine galebe etti.” E. Lahikası: 123

“Bir biçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur dua-i Nebevi olan Cevşenü’l Kebir hakkında ve akıl haricindeki sevap ve faziletine dair bir hadisi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş:

“Ravi, Ehl-i Beytin imamlarındandır. Hâlbuki hadsiz bir mübalağa görünüyor. Mesela içinde der: Bu duaya Kur’ân kadar sevap verilir. Hem Göklerdeki büyük melaikeler, o dua sahibini gördükçe kürsilerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler. Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez” diye, Risale-i Nur’dan imdat istedi. Ben de Kur’ân’dan ve Cevşen’den ve Nur’lardan gayet kat i ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmalini beyan ediyorum.” E. Lahikası: 142

“Yeni Said in hususi üstadı olan İmam-ı Rabbani, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazali, Zeynelabidin (radıyallahu anh) hususan Cevşenü’l Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü’l Kebirle daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.” E. Lahikası: 183

“Nazif büyük bir hayır yapmak için Nurcuların ehemmiyetli bir virdi olan Cevşenü’l-Kebir’i makine ile teksir etmiş. Bunun sevabına dair, haşiyesindeki pek harika ve müteşabih hadislerden faziletine dair olan parçayı beraber teksir etmek için bana yazmıştı. Ben de dedim: Otuz beş seneden beri hergün Cevşen’i okuduğum halde o haşiyeyi üç dört defadan ziyade okumadım. Onun için onun aynı münasip olmaz. Tâ muarız ve zındıklar itiraz parmaklarını uzatmasınlar. İnşaallah yakında o mübarek Cevşenü’l-Kebir Nurcuları şevkiyle tenvir edecek.” E. Lahikası: 284

“Hakikaten, o kardeşimizin Cevşenü’l Kebîri ve Hizb-i Nuriyeyi Salâvat ile beraber neşri, Nurculara ve ehl-i imana büyük bir hizmettir.” E. Lahikası: 300

“Ben daha fırtına ve yağmur başlamadan evvel hiss-i kablelvuku ile hazine-i rahmete bir anahtar olacak dehşetli ve heyecanlı bir musibet hissettiğimden, mütemadiyen Cevşen’i ve Şâh-ı Nakşibend’in virdini okuyordum.” E. Lahikası: 415

“Birinci gecede Evrad-ı Bahaiye ve Tesbihat ve Sekîne ve Delâil-i Hayrat ve Cevşenü’l Kebîr gibi ders ve virdlerimize çalıştık.” Sikke-i Tasdik-i Gaybi:150

“Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm)’ın münacat-ı meşhûresi olan “Cevşenü’l Kebîr” namındaki münacatını…” Tarihçe-i Hayat: 149

“Hem, Üstadımız taharet ve nezafet-i şer’iyeye son derece riayet eder; her zaman abdestli olarak bulunur. Asla mübarek vaktini boş geçirmez; ya Risale-i Nur telifiyle veya tashihiyle meşgul veya münacat-ı Cevşeniyeyi kıraat ve secdegah-ı ubûdiyete kaim veya tefekkür-ü ala-i İlahî bahrine müstağrak bulunurdu.” Tarihçe-i Hayat: 286

“Bir siyasî memurun iğfali ve “İmhası için yukarıdan emir aldık” demesine aldanan bir bekçibaşı, Üstadın penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış; ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde; kendisi, “Cevşenü’l-Kebîr gibi evrâd-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ıztırap çok şiddetlidir” derdi.” Tarihçe-i Hayat: 401

“Cevşenü’l-Kebîr ve Risâle-i Nur ve Hizb-i Nûrî dahi kâinatı baştanbaşa nurlandırıyor, zulümât karanlıklarını dağıtıyor, gafletleri, tabiatları parça parça ediyor; ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında envâr-ı tevhîdi gösteriyor.” Hizmet Rehberi: 37

Derleyen: Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Risale-i Nur’dan Çok Geniş Bir Marifet Dersi! (Allah’ı Tanıma Sanatı)

Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak

ve O’na iman edip ibadet etmek…

ALLAH’I BİLMEK…

“…diyorlar ki: ‘Her millet, herkes Allah’ı bilir. Onu, daha yeni ders almaya ihtiyacımız çok yok’ diye mukabele etmek istiyorlar.

Hâlbuki Allah’ı bilmek,

*bütün kâinata ihata eden rububiyetine

*ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek;

*ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur.

Yoksa, ‘Bir Allah var’ deyip,

*bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek

*ve onlara isnat etmek-hâşâ-hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak

*ve her şeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur.

Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.

Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.

Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahitleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez… Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lakayt kalır.

Fakat O’na iman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşânın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir. Her neyse…

Evlâtlarım, ehemmiyetli bir hâdise size bu uzun meseleyi kısaca beyan etmeye sebep oldu…” (RNK-Emirdağ Lâhikası-I)

51/56. Bu âyet-i uzmanın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.

“Fakat nur-u imân gözlüğüyle bakarsa, insanların kâinat sergisinde teşhir edilen garip, acip kudretin mucizelerini görmek ve mütalâa etmek için Sultan-ı Ezeli tarafından gönderilmiş mütalâacı olduklarını anlar. Ve bunlar o mucizenin derece-i kıymet ve azametine ve Sultan-ı Ezelinin azametine derece-i delâletlerine kesb-i vukuf ettikleri nisbetinde derece ve numara aldıktan sonra, yine Sultan-ı Ezelinin memleketine dönüp gideceklerini anlar ve bu anlayış nimetini kendisine îras eden İmân nimetine “Elhamdü lillâh” diyecektir.”

Yirmi Dokuzuncu Lem´adan İkinci Bâb”

 

Kur’ân’ın hakikî tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri…

(Şualar: On İkinci Şuâ s.256)

Kur’ân’ın bir tefsiri ve Kur’ân’dan mülhem bir tercüman-ı hakikîsi ve imanın hüccetleri…

( Sikke-i Tasdik-i Gaybi: Sekizinci Şuâ s.101)

Bu asırda Resâili’n-Nur denilen otuz üç adet Söz ve otuz üç adet Mektup ve otuz bir adet Lem’alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübîndeki âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikinin alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-ı imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir.

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi : Birinci Şuâ s. 85)

“….mânevî İ’câz-ı Kur’âniyenin lem’aları olan Risâle-i Nur’a baktı ve onun yüz otuz risâleleri, âyât-ı Furkâniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. “

(Şualar :Yedinci Şuâ s.123)

Risâle-i Nur’un yüz otuz kitabının herbiri Kur’ân’ın bir meziyetini, bir nüktesini katî bürhanlarla ispat etmesi …”

(Sözler: Yirmi Beşinci Söz s.414)

“Kur’ân’dan tereşşuh eden o Sözler ve risaleler, Kur’ân-ı Hakîmin bir nevi müstakim tefsiri ve hakaik-i imâniyenin istikametli ve kuvvetli delilleri olduğundan, o risaleler ve sözlere gelen şeref ve takdir ve tahsin, Kur’ân’a ve hakaik-i imâna aittir.”

( Lemalar : Sekizinci Lem´a  s. 65)

“Güya nasılki Asr-ı Saadette Kur’ân’daki imân hakikatlerine alâmetler, deliller ve o Kitab-ı Mübînin dâvâlarına bürhanları ve hüccetleri gözlere de göstermek mânâsında tekrarla  fermanlarıyla Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân ilânat yapıyor.

Öyle de, bu dehşetli asırda dahi bir mânâ-yı işârîsiyle o Âyât-ı Furkaniyenin bürhanları ve hakkaniyetinin alâmetleri ve hakikatlerinin hüccetleri ve hak kelâmullah olduğuna delilleri olan Resaili’n-Nur’a mânâ-yı işârîsiyle alâmet ve bürhan ve emare ve delil mânâsıyla âyâtın âyetleri diye tekrarla ferman ederek nazar-ı dikkati Kur’ân hesabına bu asra ve bu asırdaki Resâili’n-Nur’a çeviriyor, itikad ediyorum.”

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi: Birinci Şuâ s.84)

ÂYET-ÜL KÜBRA

[Bu İkinci Makam, bu âyet-i muazzamayı tefsir etmekle beraber, tayyedilen Arabî Birinci Makamın bürhanlarını ve hüccetlerini ve tercümesini ve kısa bir mealini beyan eder.]

Kâinattan hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır.

 “Rahman, Rahîm olan Allah’ın adıyla…”  “Yedi gökle yer ve onların içindekiler O’nu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki O’nu övüp O’nu tesbih etmesin; Şüphesiz ki O Halîmdir, cezâ vermekte acele etmez; Gafûrdur, günahları çokça bağışlar.” İsrâ Sûresi, 17:44.

Ya İlahî ve ya Rabbî !

Ben imanın gözüyle ve Kur’anın talimiyle ve nuruyla

ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle

ve İsm-i Hakîm’in göstermesiyle görüyorum ki:

Semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki; böyle intizamıyla senin mevcudiyetine işaret ve delalet etmesin. Ve hiçbir ecram-ı semaviye yoktur ki; sükûtuyla gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, senin rububiyetine ve vahdetine şehadeti ve işareti olmasın.

Ve hiçbir yıldız yoktur ki; mevzun hilkatıyla, muntazam vaziyetiyle ve nuranî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümaselet ve müşabehet sikkesiyle senin haşmet-i ulûhiyetine ve vahdaniyetine işaret ve şehadette bulunmasın.

Ve oniki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki; hikmetli hareketiyle ve itaatli müsahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle senin vücub-u vücuduna şehadet ve saltanat-ı uluhiyetine işaret etmesin!..

Ey Arz ve Semavatın Hâlık-ı Zülcelali! Senin Kur’an-ı Hakîminin talimiyle ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle iman ettim ve bildim ki:

Nasıl semavat yıldızlarıyla ve cevv-i feza müştemilatıyla senin vücub-u vücuduna ve senin birliğine ve vahdetine şehadet ediyorlar.

Öyle de: Arz bütün mahlûkatıyla ve ahvaliyle senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatı adedince şehadetler ve işaretler ederler.

Evet, zeminde hiçbir tahavvül ve ağaç ve hayvanlarında her senede urbasını değiştirmek gibi hiçbir tebeddül -cüz’î olsun, küllî olsun- yoktur ki; intizamıyla, senin vücuduna ve vahdetine işaret etmesin.

Hem hiçbir hayvan yoktur ki, za’fiyet ve ihtiyacının derecesine göre verilen rahîmane rızkıyla ve yaşamasına lüzumu bulunan cihazatının hakîmane verilmesiyle, senin varlığına ve birliğine şehadeti olmasın.

Hem her baharda gözümüz önünde icad edilen nebatat ve hayvanattan hiçbir tanesi yoktur ki, san’at-ı acibesiyle ve latif zînetleriyle ve tam temeyyüzüyle ve intizamıyla ve mevzuniyetiyle seni bildirmesin.

Ve zemin yüzünü dolduran ve nebatat ve hayvanat denilen kudretinin hârikaları ve mu’cizeleri; mahdud ve maddeleri bir ve müteşabih olan yumurta ve yumurtacıklardan ve katrelerden ve habbe ve habbeciklerden ve çekirdeklerden; yanlışsız, mükemmel, süslü, alâmet-i farikalı olarak yaratılışları, Sâni’-i Hakîmlerinin vücuduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine öyle bir şehadettir ki, ziyanın güneşe şehadetinden daha kuvvetli ve parlaktır.

Hem hava, su, nur, ateş, toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki,

şuursuzluklarıyla beraber, şuurkârane, mükemmel vazifeleri görmesiyle,

basit ve istilâ edici, intizamsız, heryere dağılmakla beraber, gayet muntazam ve mütenevvi meyveleri ve mahsulleri hazine-i gaybdan getirmesiyle,

Sen’in birliğine ve varlığına şehadeti bulunmasın.

BİRİNCİ MAKAM’IN BİRİNCİ BASAMAĞI

—En parlak bir sahife-i tevhid olan semavat…

Şöyle ki: Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur’aniye, bu kâinat Hâlıkını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevk ile mütalâa ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semavatı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır.

Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen herbir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki:

Gayet keremkârane bir ziyafetgâh

ve gayet san’atkârane bir teşhirgâh

ve gayet haşmetkârane bir ordugâh ve talimgâh

ve gayet hayretkârane ve şevk-engizane bir seyrangâh ve temaşagâh

ve gayet manidarane ve hikmet-perverane bir mütalaagâh olan

bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken; en başta göklerin nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür: “Bana bak, aradığını sana bildireceğim!” der. O da bakar görür ki:

Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece sür’atli yüzbinler ecram-ı semaviyeyi direksiz düşürmeden durduran

ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk ve beraber gezdiren,

yağsız söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lâmbaları yandıran

ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden

ve Güneş ve Kamer’in vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlûkları vazifelerle çalıştıran

ve iki kutbun dairesindeki hesab rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, aynı zamanda, aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat ve aynı surette, beraber, noksansız tasarruf eden

ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren

ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden pek parlak ve pek güzel temizlettiren

ve bir muntazam ordu manevrası gibi manevra ile gezdiren

ve arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlûkatına gösteren bir tezahür-ü rububiyet

ve o rububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkeb bir hakikat,

bu azameti ve ihatatı ile o semavat Hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve mevcudiyeti semavatın mevcudiyetinden daha zâhir bulunduğuna bilmüşahede şehadet eder manasıyla Birinci Makam’ın birinci basamağında:

“Allah’tan başka ilâh yoktur.

O Vâcibü’l-Vücud ki, vüs’at ve mükemmeliyeti bilmüşahede görünen

teshir ve tedbir ve tedvir ve tanzim ve tanzif ve tavzif hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle,

semâvât bütün içindekilerle beraber Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.” denilmiştir.

BİRİNCİ MAKAM’IN İKİNCİ MERTEBESİ

 —Cevv-i sema,

—Cevvdeki rüzgâr,

—Yağmur,

—Şimşek ve ra’d.

Cevvde bulutu teshirden, rüzgârı tasriften, yağmuru tenzilden ve hâdisat-ı cevviyeyi tedbirden terekküb eden bir hakikatın yüksek ve aşikâr şehadetini işitmek…

Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i sema denilen ve mahşer-i acaib olan feza gürültü ile konuşarak bağırıyor: “Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin.” der. O misafir, onun ekşi fakat merhametli yüzüne bakar; müthiş fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki:

Zemin ile âsuman ortasında muallâkta durdurulan bulut,

gayet hakîmane ve rahîmane bir tarzda zemin bahçesini sular

ve zemin ahalisine âb-ı hayat getirir ve harareti (yani yaşamak ateşinin şiddetini) ta’dil eder

ve ihtiyaca göre her yerin imdadına yetişir.

Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber, muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi, birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczaları istirahata çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra “Yağmur başına arş!” emrini aldığı anda; bir saat, belki birkaç dakika zarfında toplanıp cevvi doldurur, bir kumandanın emrini bekler gibi durur.

Sonra o yolcu, cevvdeki rüzgâra bakar görür ki: Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakîmane ve kerîmane istihdam olunur ki, güya o camid havanın şuursuz zerrelerinden herbir zerresi; bu kâinat sultanından gelen emirleri dinler, bilir ve hiçbirini geri bırakmayarak, o kumandanın kuvvetiyle yapar ve intizamla yerine getirir bir vaziyetle; zeminin bütün nüfuslarına nefes vermek ve zîhayata lüzumu bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve sesleri nakletmek ve nebatatın telkîhine vasıta olmak gibi çok küllî vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i gaybî tarafından gayet şuurkârane ve alîmane ve hayatperverane istihdam olunuyor.

Sonra yağmura bakıyor, görür ki: O latif ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar rahmanî hediyeler ve vazifeler var ki; güya rahmet tecessüm ederek katreler suretinde hazine-i Rabbaniyeden akıyor manasında olduğundan, yağmura “rahmet” namı verilmiştir.

Sonra şimşeğe bakar ve ra’dı (gök gürültüsü) dinler, görür ki; pek acib ve garib hizmetlerde çalıştırılıyorlar.

Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki: “Atılmış pamuk gibi bu camid, şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez; belki gayet Kadir ve Rahîm bir kumandanın emriyle hareket eder ki, bir iz bırakmadan gizlenir ve def’aten meydana çıkar, iş başına geçer ve gayet fa’al ve müteâl ve gayet cilveli ve haşmetli bir sultanın fermanıyla ve kuvvetiyle vakit be-vakit cevv âlemini doldurup boşaltır ve mütemadiyen hikmetle yazar ve paydos ile bozar tahtasına ve mahv ve isbat levhasına ve haşir ve kıyamet suretine çevirir ve gayet lütufkâr ve ihsanperver ve gayet keremkâr ve rububiyetperver bir hâkim-i müdebbirin tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir.

Güya onlara acıyıp ağlayarak gözyaşlarıyla onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlendirir ve sünger gibi bahçelerine su serper ve zemin yüzünü yıkar, temizler.”

Hem o meraklı yolcu kendi aklına der:

Bu camid, hayatsız, şuursuz, mütemadiyen çalkanan, kararsız, fırtınalı, dağdağalı, sebatsız, hedefsiz şu havanın perdesiyle ve zâhirî suretiyle vücuda gelen yüzbinler hakîmane ve rahîmane ve san’atkârane işler ve ihsanlar ve imdadlar bilbedahe isbat eder ki:

Bu çalışkan rüzgârın ve bu cevval hizmetkârın kendi başına hiçbir hareketi yok, belki gayet Kadîr ve Alîm ve gayet Hakîm ve Kerim bir âmirin emriyle hareket eder. Güya herbir zerresi, herbir işi bilir ve o âmirin herbir emrini anlar ve dinler bir nefer gibi, hava içinde cereyan eden herbir emr-i Rabbanîyi dinler, itaat eder ki; bütün hayvanatın teneffüsüne ve yaşamasına ve nebatatın telkîhine ve büyümesine ve hayatına lüzumlu maddelerin yetiştirilmesine ve bulutların sevk ü idaresine ve ateşsiz sefinelerin seyr ve seyahatına ve bilhassa seslerin ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuşmaların îsaline ve bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden başka, azot ve müvellidülhumuza (oksijen) gibi iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri birbirinin misli iken, zemin yüzünde yüzbinler tarzda bulunan Rabbanî san’atlarda kemal-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafından çalıştırılıyor görüyorum.

Demek (Ve rüzgârları sevk etmesinde ve gökle yer arasında Allah’ın emrine boyun eğmiş bulutlarda…” Bakara Sûresi, 2:164.) âyetinin tasrihiyle, rüzgârın tasrifiyle hadsiz Rabbanî hizmetlerde istimal ve bulutların teshiriyle hadsiz Rahmanî işlerde istihdam ve havayı o surette icad eden, ancak Vâcib-ül Vücud ve Kadir-i Külli Şey ve Âlim-i Külli Şey, bir Rabb-i Zülcelali Vel İkram’dır der, hükmeder.

Sonra yağmura bakar, görür ki: Yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince rahmanî cilveler ve reşhaları mikdarınca hikmetler içinde bulunuyor. Hem o şirin ve latif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki; fırtınalar ile çalkanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların muvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip, zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmane işlerde ve bilhassa zîhayatta çalıştırılan basit ve camid ve şuursuz müvellidülma ve müvellidülhumuza (hidrojen-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküb eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san’atlarda istihdam ediliyor.

Demek bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur, ancak bir Rahman-ı Rahîm’in hazine-i gaybiye-i rahmetinde yapılıyor ve nüzulüyle “İnsanlar ümitsizliğe düştüklerinde yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan da Odur. O, kullarını gözetip koruyan ve her türlü övgüye lâyık olandır.” Şûrâ Sûresi, 42:28. âyetini maddeten tefsir ediyor.

Sonra ra’dı dinler ve berke (şimşeğe) bakar, görür ki: Bu iki hâdise-i acibe-i cevviye tamtamına “Gök gürültüsü Onu hamd ederek, tesbih eder.” Ra’d Sûresi, 13:13.ve “Şimşeğin parıltısı ise neredeyse gözleri alıverir.” Nur Sûresi, 24:43. âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yağmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde ediyorlar.

Evet, hiçten, birden, hârika bir gürültü ile cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvari pamuk-misal ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle başaşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor: “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir zâtın hârika işlerine bak! Sen başıboş olmadığın gibi, bu hâdiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar.” diye ihtar ediyorlar.

  • Kâinatın tanzimâtındaki hikmet-i âmme,
  • tezyinâtındaki inâyet-i tâmme,
  • taltifâtındaki rahmet-i vâsia,
  • terbiyesindeki erzak ve iâşe-i şâmile,
  • Fâtırının şuûnât-ı zâtiyesine mazhariyetiyle acip bir san’at izhar eden hayatı,
  • tahsinâtındaki mehâsin-i kasdiye,
  • mevcudatının zevâliyle beraber onlarda in’ikâs eden tecelliyât-ı cemâliyenin devam etmesi,
  • kâinatın kalbinde, Mâbuduna karşı sadık aşk,
  • cezbelerinde zâhir olan incizap,
  • kâinattaki bütün kâmillerin, onun Fâtırının vahdetine dair ittifakları,
  • eczâsında fayda ve maslahatları gözeten tasarrufat,
  • nebâtâtındaki hakîmâne tedbir,
  • hayvânâtındaki kerîmâne terbiye,
  • erkânının tagayyürâtındaki mükemmel intizam,
  • külliyetinin intizamında gözetilen cesîm gayeler,
  • maddeye ve zamana muhtaç olmayarak ve gayet kemaldeki bir hüsn-ü san’atla def’aten icad edilmesi,
  • sınırsız imkânat içinde mütereddit mevcudatına verilen hakîmâne teşahhusat,
  • gayet kesretli ve mütenevvi hâcetlerinin, ellerinin yetişmediği en küçük matlaplarına kadar, umulmadık tarzda ve hesapsız bir şekilde, lâyık ve münasip vakitte kaza edilmesi,
  • zaafında tecellî eden kuvvet-i mutlaka,
  • aczinde tecellî eden kudret-i mutlaka,
  • cumudunda tezahür eden hayat; cehline rağmen herşeyi her şe’niyle ihata eden küllî şuur,
  • tagayyürden münezzeh bir tağyir edicinin vücudunu istilzam eden tagayyüratındaki intizam-ı mükemmel,
  • bir merkez etrafındaki mütedahil daireler gibi müttefik tesbihatları,
  • istidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla edilen üç nevi duaların makbuliyeti.
  • mevcudatın münacatları ve ibadetleriyle mazhar oldukları şuhudat ve füyuzatları,
  • mukadderatındaki intizam,
  • Fâtırını zikretmekle mutmain oluşları,
  • mevcudatın mebde ile müntehâlarını birleştiren hayt-ı vuslatın ibadet oluşu ve ibadet vasıtasıyla kemâlâtlarının zuhur edişi ve Sâniinin o mevcudu halk etmekteki makasıdının tahakkuk etmesi,
  • Ve hâkezâ, kâinatın sair şuûnat ve ahval ve keyfiyâtı şehadet eder ki, bütün bunlar birtek Müdebbir-i Hakîmin tedbirinde ve Ehad-i Samed olan bir Mürebbî-i Kerîmin terbiyesi altındadır. Ve bunların hepsi, birtek Seyyidin hizmetinde ve birtek Mutasarrıfın tasarrufundadırlar. Ve hepsinin de masdarı öyle bir Vâhidin kudretidir ki, mektubatından herbir mektup üzerinde ve sahâif-i mevcudatından herbir sayfa üzerinde vahdet hâtemleri kesretle tezahür etmiştir.

İşte bu meraklı yolcu, bu cevvde

bulutu teshirden,

rüzgârı tasriften,

yağmuru tenzilden

ve hâdisat-ı cevviyeyi tedbirden terekküb eden bir hakikatın yüksek ve aşikâr şehadetini işitir, “Âmentü billâh” der.

Birinci Makam’ın ikinci mertebesinde:

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, vüs’at ve mükemmeliyeti bilmüşahede görünen teshir ve tasrif ve tenzil ve tedbir hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, cevv-i semâ bütün içindekilerle beraber Onun vücub-u vücuduna delâlet eder.”

fıkrası, bu yolcunun cevve dair mezkûr müşahedatını ifade eder.

BİRİNCİ MAKAM’IN ÜÇÜNCÜ MERTEBESİ

—Küre-i arz,

—Zîhayatın bahar faslında icad ve idaresi.

Sonra o seyahat-ı fikriyeye alışan o mütefekkir misafire, küre-i arz lisan-ı haliyle diyor ki: “Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku!” O da bakar görür ki: Arz meczub bir mevlevî gibi iki hareketiyle; günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, haşr-i âzamın meydanı etrafında çiziyor. Ve zîhayatın yüzbin enva’ını bütün erzak ve levazımatlarıyla içine alıp feza denizinde kemal-i muvazene ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbaniyedir.

Sonra sahifelerine bakar, görür ki: Bablarındaki her bir sahifesi, binler âyâtıyla arzın Rabbini tanıttırıyor. Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız birtek sahife olan zîhayatın bahar faslında icad ve idaresine bakar, müşahede eder ki:

Yüzbin enva’ın hadsiz efradlarının suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açılıyor

ve gayet rahîmane terbiye ediliyor

ve gayet mu’cizane bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor

ve gayet müdebbirane idare olunuyor

ve gayet müşfikane iaşe ve it’am ediliyor

ve gayet rahîmane ve rezzakane hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor.

Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüzbin nev’i et’ime ve levazımat, kemal-i intizam ile yüklenip zîhayata gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe bir Rahman-ı Rahîm’in gayet müşfikane ve mürebbiyane bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu isbat eder.

Kudretine nisbeten zerreler ve yıldızlar, az ve çok, küçük ve büyük, mütenâhi ve gayr-ı mütenâhi, herşey müsâvidir. O Sâni-i Hakîmin mucizâtı olan mâzinin bütün vukuat ve garâibi şehadet eder ki, o Sâni, Hallâk-ı Alîm ve Azîz-i Hakîm olduğundan, istikbalin bütün imkânât ve acâibine kadirdir.

Her türlü noksandan ve kusurdan münezzehtir o Zat ki,

  • ilminin mucizeleri, san’atının harikaları, cûd ve sehâsının hediyeleri ve lûtfunun burhanları olan
  • müzeyyen hayvânâtı, münakkaş kuşları, meyveli ağaçları ve çiçekli nebâtâtı ile,
  • yeryüzü bahçesini san’atının meşheri, mahlûkatının mahşeri, kudretinin mazharı, hikmetinin medarı, rahmetinin çiçekliği, Cennetinin tarlası, mahlûkatının resmi geçit meydanı, mevcudatının seyelângâhı, masnuatının ölçeği yapmıştır.

Bu yeryüzü bahçelerinde

  • meyvelerin ziynetiyle gülen çiçeklerin tebessümü, seher yeliyle şakıyan kuşların sec’aları, çiçeklerin yaprakçıklarındaki damlaların şıpıltısı ve validelerin küçük yavrulara olan terahhumu

Cin ve insana ve hayvânat ve ruhaniyat ve melâikeye bir Vedûd’un kendisini tanıttırması, bir Rahmân’ın kendini sevdirmesi, bir Hannân’ın terahhumu, bir Mennân’ın en lâtif rahmet cilvelerini izhar etmesidir.

Elhasıl       : Bu sahife-i hayatiye-i bahariye, haşr-i âzamın yüzbin nümunelerini ve misallerini göstermekle “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kàdirdir.” Rûm Sûresi, 30:50. âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiği gibi; bu âyet dahi, bu sahifenin manalarını mu’cizane ifade eder. Ve arzın, bütün sahifeleriyle, büyüklüğü nisbetinde ve kuvvetinde لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ dediğini anladı.

Sen her kusurdan ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzehsin. Sen öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki,

  • semâ, yıldızlarının ve güneşlerinin ve aylarının kelimeleriyle ve bütün bunlardaki hikmet remizleriyle,
  • dünya semâsı, bulutlarının ve gök gürültüsünün ve şimşeklerin ve yağmurların kelimeleriyle ve bütün bunlardaki faydaların işaretiyle,
  • yeryüzü, madenlerinin ve nebatlarının ve ağaçlarının ve hayvanatının kelimeleriyle ve bütün bunlardaki intizamatın delâletiyle,
  • nebat ve ağaçlar ise, yapraklar ve çiçekler ve meyveler kelimatıyla ve bütün bunların muhtaç zevilhayata menfaatlerinin tasrihatıyla,
  • çiçekler ve meyveler ise, tohumlarının ve kanatçıklarının ve çekirdeklerinin ve onlardaki acaib-i san’atın kelimatıyla,
  • çekirdekler ve tohumlar ise, bilmüşahede sümbüllerinin lisanıyla ve habbeciklerinin kelimeleriyle,

her bir nebat ise

-tomurcuklarının inkişafı sırasında, müzeyyen çiçeklerinin ve muntazam sümbüllerinin ağzıyla yavrularının tebessümü hengâmında gayet vazıh ve zahir bir surette görüldüğü gibi-

ölçülü tohumlarının ve intizamlı habbeciklerinin kelimeleriyle,

şekillerinin ve o şekiller içindeki renklerinin

ve o renkler içindeki tadlarının

ve o tatmaklar içindeki güzel kokularının

ve o güzel kokular ( On iki perde perde üstünde, burhan burhan içinde, delil delil içinde, bir çiçekten muhtelif nağamat ve mütenevvi lemeatla Nakkaş-ı Ezelîyi kalbe gösteriyor, aklın gözünü baktırıyor.)  içindeki nakışlarının

ve o nakış içindeki ziynetinin

ve o ziynet içindeki boyasının

ve o boya içindeki san’atın

ve o san’at içindeki tevzinin

ve o tevzin içindeki tanzimin

ve o tanzim içindeki mizanın

ve o mizan içindeki nizamın lisanıyla, Seni hamdinle tesbih ederler.

O nebatlardan her biri, çiçeklerinin zarif gözlerinden

ve sümbüllerinin tazecik dişlerinden takattur eden ve Senin kendini kullarına tanıtıp sevdiren taarrüf ve teveddüdünün cilvelerindeki lemeattan tereşşuh eden bir tarifle, Senin tecelliyât-ı sıfâtını tavsif, cilve-i esmânı tarif ve teveddüdünü tefsir eder.

  İşte, küre-i arzın yirmiden ziyade büyük sahifelerinden birtek sahifenin yirmi vechinden birtek vechinin muhtasar şehadeti ile o yolcunun sair vecihlerin sahifelerindeki müşahedatı manasında olarak ve o müşahedatları ifade için, Birinci Makam’ın üçüncü mertebesinde böyle denilmiş:

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki,

umumiyet ve şümul ve mükemmeliyeti bilmüşahede görünen,

bütün zevilhayatın iaşesi için tohumların teshir ve tedbir ve terbiye ve feth ve tevzi ve muhafaza ve idaresi ve Rahmâniyet ve Rahîmiyet hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle,

 arz, bütün içindekiler ve üzerindekilerle Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.”

BİRİNCİ MAKAM’IN DÖRDÜNCÜ MERTEBESİ

—Denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârane cûş u huruşla zikirleri…

Sonra o mütefekkir yolcu her sahifeyi okudukça saadet anahtarı olan îmanı kuvvetlenip ve manevî terakkiyatın miftahı olan marifeti ziyadeleşip ve bütün kemalâtın esası ve madeni olan îman-ı billah hakikatı bir derece daha inkişaf edip manevî çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; sema, cevv ve arzın mükemmel ve kat’î derslerini dinlediği halde “Hel min mezîd” deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârane cûş u huruşla zikirlerini ve hazîn ve leziz seslerini işitir. Lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile: “Bize de bak, bizi de oku!” derler. O da bakar, görür ki:

Hayatdarane mütemadiyen çalkanan ve dağılmak ve dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler, arzı kuşatıp, arz ile beraber gayet sür’atli bir surette bir senede yirmibeş bin senelik bir dairede koşturulduğu halde; ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir zâtın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.

Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki:

Gayet güzel ve zînetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevellüdat ve vefiyatları o kadar muntazamdır; basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tayinatları o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadîr-i Zülcelal’in, bir Rahîm-i Zülcemal’in idare ve iaşesiyle olduğunu isbat eder.

Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki:

Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat ve sarfiyatları o kadar hakîmane ve rahîmanedir; bilbedahe isbat eder ki, bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar, büyük nehirler, bir Rahman-ı Zülcelali Vel İkram’ın hazine-i rahmetinden çıkıyorlar ve akıyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar ve sarf ediliyorlar ki, “Dört nehir Cennet’ten geliyorlar.” diye rivayet edilmiş. Yani; zâhirî esbabın pek fevkinde olduklarından, manevî bir cennetin hazinesinden ve yalnız gaybî ve tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir. Meselâ: Mısır’ın kumistanını bir cennete çeviren Nil-i Mübarek; cenub tarafından, “Cebel-i Kamer” denilen bir dağdan mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olur. Hâlbuki o dağdan ona ayrılan yer ve mahzen, altı kısmından bir kısım olmaz. Varidatı ise; o mıntıka-i harrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene az giden yağmur, elbette o muvazene-i vasiayı muhafaza edemediğinden, o Nil-i Mübarek âdet-i arziye fevkinde bir gaybî cennetten çıkıyor diye rivayeti, gayet manidar ve güzel bir hakikatı ifade ediyor. İşte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlarının ve şehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu bil’icma’ denizlerin büyüklüğü nisbetinde bir kuvvetle لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ der ve bu şehadete denizler mahlûkatı adedince şahidler gösterir diye anladı. Ve denizlerin ve nehirlerin umum şehadetlerini irade ederek ifade etmek manasında, Birinci Makam’ın dördüncü mertebesinde: “Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, vüs’at ve intizamı bilmüşahede görünen teshir ve muhafaza ve iddihar ve idare hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, denizler ve nehirler bütün içindekilerle beraber Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.”  denilmiş.

BİRİNCİ MAKAM’IN BEŞİNCİ MERTEBESİ

—Dağlar ve sahralar…

Sonra dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar, “Sahifelerimizi de oku!” diyorlar. O da bakar, görür ki:

Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır.

Meselâ  : Dağların zeminden emr-i Rabbanî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılabat-ı dâhiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek; zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlarını bozmuyor. Demek nasılki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de dağlar, zemin sefinesine bu manada hazineli direkler olduklarını, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan  “Dağları direk (yapmadık mı?)” Nebe Sûresi, 78:7.”Yeryüzünde sâbit dağlar diktik.” Hicr Sûresi, 15:19. “Dağları sapa sağlam dikti.” Nâziât Sûresi, 79:32. gibi çok âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ, dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi menba’lar, sular, mâdenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmane ve müdebbirane ve kerîmane ve ihtiyatkârane iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki; bilbedahe kudreti nihayetsiz bir Kadîr’in ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîm’in hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını isbat ederler, diye anlar.

Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahraların umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri  لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ   tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “Âmentü Billah” der.

  İşte bu manayı ifade için Birinci Makam’ın beşinci mertebesinde:

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, Rabbânî ihtiyat maddelerinin bilmüşahede vâsi ve âmm ve muntazam ve mükemmel iddihar ve idare ve muhafaza ve tedbiri ve tohumların neşri hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle,

bütün dağlar ve sahrâlar bütün içindekiler ve üzerindekilerle beraber Onun vücub-u vücuduna delâlet eder.” denilmiş.

BİRİNCİ MAKAM’IN ALTINCI MERTEBESİ

—Eşcar ve nebatat âleminin kapısı…

  Sonra, o yolcu dağda ve sahrada fikriyle gezerken, eşcar ve nebatat âleminin kapısı fikrine açıldı. Onu içeriye çağırdılar. “Gel dairemizde de gez, yazılarımızı da oku!” dediler. O da girdi, gördü ki: Gayet muhteşem ve müzeyyen bir meclis-i tehlil ve tevhid ve bir halka-i zikir ve şükür teşkil etmişler. Bütün eşcar ve nebatatın enva’ları bil’icma’ beraber  اِلهَ اِلاَّ  هُوَ  لاَ  diyorlar gibi lisan-ı hallerinden anladı. Çünkü bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; mizanlı ve fesahatlı yapraklarının dilleriyle ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belâgatlı meyvelerinin kelimeleriyle beraber, müsebbihane şehadet getirdiklerine ve لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ   dediklerine delalet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikatı gördü:

Birincisi      : Pek zâhir bir surette kasdî bir in’am ve ikram ve ihtiyarî bir ihsan ve imtinan manası ve hakikatı her birisinde hissedildiği gibi; mecmuunda ise, güneşin zuhurundaki ziyası gibi görünüyor.

İkincisi      : Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan kasdî ve hakîmane bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmane bir tezyin ve tasvir manası ve hakikatı, o hadsiz enva’ ve efradda gündüz gibi aşikâre görünüyor ve bir Sâni’-i Hakîm’in eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.

Üçüncüsü    : O hadsiz masnuatın yüzbin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlı, zînetli olarak, mâhdud ve madud ve birbirinin misli ve basit ve camid ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o ikiyüzbin nevilerin farikalı ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli, hayatdar, hikmetli, yanlışsız, hatasız bir vaziyette umum efradının suretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattır ki; güneşten daha parlaktır ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı sayısınca o hakikatı isbat eden şahidler var diye, bildi. “Elhamdû lillâhi alâ nimeti’l-îman” dedi.

İşte bu mezkûr hakikatları ve şehadetleri ifade manasıyla, Birinci Makam’ın altıncı mertebesinde :

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, mizanlı ve fesahatli yapraklarının ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin ve intizamlı ve belâgatli meyvelerinin kelimeleriyle konuşan ve tesbih eden bütün ağaç ve nebat nevilerinin icmâı, birbirinin misli ve benzeri olan mahdut çekirdek ve habbeciklerden süslü ve birbirinden farklı ve mütenevvi, gayr-ı mahdut suretlerinin hepsinin birden fethi hakikatinin kat’î delâletiyle beraber, kasdî ve rahmetli in’âm ve ikram ve ihsan hakikatinin ve iradeli ve hikmetli temyiz ve tezyin ve tasvir hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, icmâ ile Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. “ denilmiş.

BİRİNCİ MAKAM’IN YEDİNCİ MERTEBESİ

—Hayvanat ve tuyur âleminin kapısı…

Sonra, seyahat-ı fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve îman alıp gelirken; hayvanat ve tuyur âleminin kapısı hakikat-bîn olan aklına ve marifet-aşina olan fikrine açıldı. Yüzbin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar, “Buyurun” dediler. O da girdi ve gördü ki: Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bil’ittifak lisan-ı kal ve lisan-ı halleriyleلاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ   deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; herbiri bizzât birer kaside-i Rabbanî, birer kelime-i Sübhanî ve manidar birer harf-i Rahmanî hükmünde sâni’lerini tavsif edip hamd ü sena ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanların ve kuşların duyguları ve kuvaları ve cihazları ve a’zaları ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallak ve Rezzaklarına şükür ve vahdaniyetine şehadet getirdiklerine kat’î delalet eden üç muazzam ve muhit hakikatları müşahede etti.

Birincisi        : Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan hiçten hakîmane icad ve san’at-perverane ibda’ ve ihtiyarkârane ve alîmane halk ve inşa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihya etmek hakikatıdır ki; zîruhlar adedince şahidleri bulunan bir bürhan-ı bâhir olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.

İkincisi         : O hadsiz masnu’larda birbirinden sîmaca farikalı ve şekilce zînetli ve miktarca mizanlı ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki: Kadir-i Külli Şey ve Âlim-i Külli Şey’den başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle hârikaları ve hikmetleri gösteren ihatalı fiile sahib olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.

Üçüncüsü      : Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüzbinler çeşit tarzlarda ve birer mu’cize-i hikmet mahiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatasız bir heyette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki; hayvanlar adedince senedler, deliller o hakikatı tenvir eder.

İşte bu üç hakikatın ittifakıyla, hayvanların bütün enva’ı, beraber öyle bir لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ   deyip şehadet getiriyorlar ki; güya zemin büyük bir insan gibi, büyüklüğü nisbetinde  لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ   diyerek semavat ehline işittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldı. Birinci Makam’ın yedinci mertebesinde bu mezkûr hakikatları ifade manasıyla :

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, mevzun ve muntazam ve fasih hasselerinin ve kuvvelerinin ve hissiyat ve lâtifelerinin kelimeleriyle ve mükemmel ve beliğ cihazat ve cevarih ve âlât ve âzâlarının kelimeleriyle hamd ve şehadet eden bütün hayvanat ve tuyur nevilerinin ittifakı, birbirinin misli ve benzeri, mahsur ve mahdut sayıda yumurta ve katrelerden muntazam, muhtelif, mütenevvi ve gayr-ı mahsur suretlerinin fethi hakikatinin kat’î delâletiyle beraber, iradeli icad ve sun’ ve ibdâ’ hakikatinin ve kasdî temyiz ve tezyin hakikatinin ve hikmetli takdir ve tasvir hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.” denilmiştir.

BİRİNCİ MAKAM’IN SEKİZİNCİ MERTEBESİ

—İnsanlar âlemi ve beşer dünyası;

—Nev’-i beşerin en nurani ve en mükemmeli olan umum peygamberler…

Sonra o mütefekkir yolcu, marifet-i İlahiyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvakında ve envarında daha ileri gitmek için, insanlar âlemine ve beşer dünyasına girmek isterken, başta enbiyalar olarak onu içeriye davet ettiler; o da girdi. En evvel geçmiş zamanın menziline baktı, gördü ki: Nev’-i beşerin en nurani ve en mükemmeli olan umum peygamberler (Aleyhimüsselâm) bil’icma’ beraber لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ   deyip zikrediyorlar ve parlak ve musaddak olan hadsiz mu’cizatlarının kuvvetiyle, tevhidi iddia ediyorlar ve beşeri, hayvaniyet mertebesinden melekiyet derecesine çıkarmak için, onları îman-ı billaha davet ile ders veriyorlar gördü. O da, o nurani medresede diz çöküp derse oturdu.

Gördü ki: Meşahir-i insaniyenin en yüksekleri ve namdarları olan o üstadların herbirisinin elinde Hâlık-ı Kâinat tarafından verilmiş nişane-i tasdik olarak mu’cizeler bulunduğundan, herbirinin ihbarı ile beşerden bir taife-i azîme ve bir ümmet tasdik edip îmana geldiklerinden, o yüzbin ciddî ve doğru zâtların icma’ ve ittifakla hüküm ve tasdik ettikleri bir hakikat ne kadar kuvvetli ve kat’î olduğunu kıyas edebildi. Ve bu kuvvette, bu kadar muhbir-i sadıkların hadsiz mu’cizeleriyle imza ve isbat ettikleri bir hakikatı inkâr eden ehl-i dalalet ne derece hadsiz bir hata, bir cinayet ettiklerini ve ne kadar hadsiz bir azaba müstehak olduklarını anladı ve onları tasdik edip îman getirenler ne kadar haklı ve hakikatlı olduklarını bildi; îman kudsiyetinin büyük bir mertebesi daha ona göründü.

Evet, enbiyayı (Aleyhimüsselâm), Cenab-ı Hak tarafından fiilen tasdik hükmünde olan

hadsiz mu’cizatlarından

ve hakkaniyetlerini gösteren muarızlarına gelen semavî pek çok tokatlarından

ve hak olduklarına delalet eden şahsî kemalâtlarından

ve hakikatlı talimatlarından

ve doğru olduklarına şehadet eden kuvvet-i îmanlarından

ve tam ciddiyetlerinden ve fedakârlıklarından

ve ellerinde bulunan kudsî kitab ve suhuflarından

ve onların yolları doğru ve hak olduğuna şehadet eden ittiba’larıyla hakikate, kemalâta, nura vâsıl olan hadsiz tilmizlerinden başka,

onların ve o pek ciddî muhbirlerin müsbet mes’elelerde icmâı ve ittifakı ve tevatürü ve isbatta tevafuku ve tesanüdü ve tetabuku öyle bir hüccettir ve öyle bir kuvvettir ki; dünyada hiçbir kuvvet karşısına çıkamaz ve hiçbir şübhe ve tereddüdü bırakmaz.

Ve îmanın erkânında umum enbiyayı (Aleyhimüsselâm) tasdik dahi dâhil olması, o tasdik büyük bir kuvvet menbaı olduğunu anladı. Onların derslerinden çok feyz-i îmanî aldı.

İşte, bu yolcunun mezkûr dersini ifade manasında Birinci Makam’ın sekizinci mertebesinde:

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah ki, bütün enbiyanın, tasdik edici ve tasdike mazhar mucizât-ı bâhirelerinin kuvvetiyle ittifakları, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.” denilmiş.

BİRİNCİ MAKAM’IN DOKUZUNCU MERTEBESİ

—Enbiyaların (Aleyhimüsselâm) davalarını isbat eden ve asfiya ve sıddıkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler…

Sonra îmanın kuvvetinden ulvî bir zevk-i hakikat alan o seyyah-ı tâlib, Enbiya Aleyhimüsselâm’ın meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakîn suretinde kat’î ve kuvvetli delillerle, Enbiyaların (Aleyhimüsselâm) davalarını isbat eden ve asfiya ve sıddıkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler, onu dershanelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki:

Binlerle dâhî ve yüzbinlerce müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik kıl kadar bir şübhe bırakmayan tedkikat-ı amikalarıyla, başta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesail-i îmaniyeyi isbat ediyorlar.

Evet, istidadları ve meslekleri muhtelif olduğu halde usûl ve erkân-ı îmaniyede onların müttefikan ittifakları ve herbirisinin kuvvetli ve yakînî bürhanlarına istinadları öyle bir hüccettir ki; onların mecmuu kadar bir zekâvet ve dirayet sahibi olmak ve bürhanlarının umumu kadar bir bürhan bulmak mümkün ise, karşılarına ancak öyle çıkılabilir.

Yoksa o münkirler, yalnız cehalet ve echeliyet ve inkâr ve isbat olunmayan menfî mes’elelerde inad ve göz kapamak suretiyle karşılarına çıkabilirler.

-Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.- Bu seyyah; bu muhteşem ve geniş dershanede, bu muhterem ve mütebahhir üstadların neşrettikleri nurlar, zeminin yarısını bin seneden ziyade ışıklandırdığını bildi. Ve öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldu ki, bütün ehl-i inkâr toplansa onu kıl kadar şaşırtmaz ve sarsmaz.

İşte bu yolcunun bu dershaneden aldığı derse bir kısa işaret olarak, Birinci Makam’ın dokuzuncu mertebesinde:

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah ki, bütün asfiyanın, muhakkak ve müttefik ve parlak burhanlarının kuvvetiyle ittifakları, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.” denilmiş.

BİRİNCİ MAKAM’IN ONUNCU MERTEBESİ

—Cadde-i kübra-yı Muhammedînin (a.s.m.) ve mi’rac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde hakikate çalışan ve hakka erişen ve aynelyakîne yetişen binlerle ve milyonlarla kudsî mürşidler…

Sonra, îmanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında ve ilmelyakîn derecesinden aynelyakîn mertebesine terakkisindeki envarı ve ezvakı görmeye çok müştak olan o mütefekkir yolcu, medreseden gelirken, hadsiz küçük tekyelerin ve zaviyelerin telahukuyle tevessü’ eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra genişliğinde bir tekye, bir hangâh, bir zikirhane, bir irşadgâhta ve cadde-i kübra-yı Muhammedînin (a.s.m.) ve mi’rac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde hakikate çalışan ve hakka erişen ve aynelyakîne yetişen binlerle ve milyonlarla kudsî mürşidler onu dergâha çağırdılar.

O da girdi, gördü ki:

O ehl-i keşf ve keramet mürşidler; keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve kerametlerine istinaden bil’icma’ müttefikan  لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ   diyerek, vücub-u vücud ve vahdet-i Rabbaniyeyi kâinata ilân ediyorlar.

Güneşin ziyasındaki yedi renk ile güneşi tanımak gibi, yetmiş renk ile belki esma-i hüsna adedince, Şems-i Ezelî’nin ziyasından tecelli eden ayrı ayrı nurlu renkler

ve çeşit çeşit ziyalı levnler

ve başka başka hakikatlı tarîkatlar

ve muhtelif doğru meslekler

ve mütenevvi haklı meşreblerde bulunan o kudsî dâhîlerin ve nurani âriflerin icma’ ve ittifakla imza ettikleri bir hakikat, ne derece zâhir ve bâhir olduğunu aynelyakîn müşahede etti ve enbiyanın (Aleyhimüsselâm) icmaı ve asfiyanın ittifakı ve evliyanın tevafuku ve bu üç icmaın birden ittifakı, güneşi gösteren gündüzün ziyasından daha parlak gördü.

İşte bu misafirin tekyeden aldığı feyze kısa bir işaret olarak, Birinci Makam’ın onuncu mertebesinde:

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, bütün evliyanın, muhakkak ve musaddak ve zahir keşif ve kerametlerinin icmâı, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.” denilmiş.

BİRİNCİ MAKAM’IN ONBİRİNCİ MERTEBESİ

—Bu muhteşem ve müzeyyen olan semavatın dahi kendisine münasib ahalisi ve sekenesi, zîhayat ve zîruh ve zîşuurları…

Sonra kemalât-ı insaniyenin en mühimmi ve en büyüğü, belki bilcümle kemalât-ı insaniyenin menbaı ve esası, îman-ı billahtan ve marifetullahtan neş’et eden muhabbetullah olduğunu bilen o dünya seyyahı, bütün kuvvetiyle ve letaifiyle, îmanın kuvvetinde ve marifetin inkişafında daha ziyade terakki etmesini istemek fikriyle başını kaldırdı ve semavata baktı. Kendi aklına dedi ki:

“Madem kâinatta en kıymettar şey hayattır

ve kâinatın mevcudatı hayata musahhardır

ve madem zîhayatın en kıymettarı zîruhtur

ve zîruhun en kıymetdarı zîşuurdur

ve madem bu kıymetdarlık için küre-i zemin, zîhayatı mütemadiyen çoğaltmak için her asır, her sene dolar boşalır.

Elbette ve her halde, bu muhteşem ve müzeyyen olan semavatın dahi kendisine münasib ahalisi ve sekenesi, zîhayat ve zîruh ve zîşuurlardan vardır ki; huzur-u Muhammedîde (a.s.m.) sahabelere görünen Hazret-i Cebrail’in (a.s.) temessülü gibi melaikeleri görmek ve onlarla konuşmak hâdiseleri, tevatür suretinde eskiden beri nakl ve rivayet ediliyor.

Öyle ise keşke ben semavat ehli ile dahi görüşseydim; onlar ne fikirde olduklarını bilseydim; Çünkü “Hâlık-ı Kâinat hakkında en mühim söz onlarındır” diye düşünürken, birden semavî şöyle bir sesi işitti: “Madem bizim ile görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin.. bil ki: Başta Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesail-i îmaniyeye en evvel biz îman etmişiz. Hem insanlara temessül edip görünen ve bizlerden olan bütün ervah-ı tayyibe, bilâ-istisna ve bil’ittifak, bu kâinat hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve sıfât-ı kudsiyesine şehadet edip birbirine muvafık ve mutabık olarak ihbar etmişler. Bu hadsiz ihbaratın tevafuku ve tetabuku, güneş gibi sana bir rehberdir.” dediklerini bildi ve onun nur-u îmanı parladı, zeminden göklere çıktı.

İşte bu yolcunun melaikeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makam’ın on birinci mertebesinde:

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah ki, insanların nazarına temessül eden ve beşerin havâs kısmıyla konuşan melâikenin ittifakı, birbirine tetabuk ve tevafuk eden ihbaratıyla, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.” denilmiştir.

BİRİNCİ MAKAM’IN ONÜÇÜNCÜ MERTEBESİ

—Müstakim ve münevver akılların, selim ve nurani kalblerin kapısı…

Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet ve cismanî ve maddî cihetinde ve mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalaa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğü ile beraber manen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nurani kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki; onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden; kendi akıl ve kalbine dedi ki: “Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki îman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalaamız ile istifade etmeliyiz, dedi, mütalaaya başladı. Gördü ki:

İstidadları gayet muhtelif ve mezhebleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli ve nurlu akılların îman ve tevhiddeki ittisafkârane ve râsihane itikadları tevafuk ve sebatkârane ve mutmainane kanaat ve yakînleri tetabuk ediyor.

Demek tebeddül etmeyen bir hakikata dayanıp bağlanmışlar ve kökleri metin bir hakikata girmiş, kopmuyor.

Öyle ise bunların nokta-i îmaniyede ve vücub ve tevhidde icma’ları, hiç kopmaz bir zincir-i nuranidir ve hakikata açılan ışıklı bir penceredir.

  Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrebleri birbirine mübayin olan o umum selim ve nurani kalblerin erkân-ı îmaniyedeki müttefikane ve itminankârane ve müncezibane keşfiyat ve müşahedatları birbirine tevafuk ve tevhidde birbirine mutabık çıkıyor. Demek, hakikata mukabil ve vâsıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbaniye ve bu câmi’ birer âyine-i Samedaniye olan nurani kalbler, şems-i hakikata karşı açılan pencerelerdir ve umumu birden güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi, bir âyine-i âzamdır. Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icma’ları, hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir.

Çünkü hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki, hakikattan başka bir vehim ve hakikatsız bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrane ve râsihane, bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsın, galat-ı hisse uğratsın. Buna ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak Sofestaîler dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber “Âmentü Billah” dediler.

İşte bu yolcunun müstakim akıllardan ve münevver kalblerden istifade ettiği marifet-i îmaniyeye kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın onüçüncü mertebesinde     :

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, istidat ve mezheplerinin farklılığıyla beraber bütün münevver ve müstakim akıl sahiplerinin birbirine tetabuk eden kanaat ve yakînleri, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. Kezâ, birbirine mütebayin meslek ve meşreplerine rağmen bütün selim ve nuranî kalb sahiplerinin birbirine tetabuk eden keşifleri ve birbirine tevafuk eden müşahedeleri de, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.” denilmiş.

Celâli yüce olan Allah, ilmi ve kudretiyle herşeyden nihayet derecede büyüktür. Zira O öyle bir Hallâk, Fettah, Faal, Allâm, Vehhab ve Feyyazdır ve öyle bir Şems-i Ezelîdir ki, şu kâinat, bütün envâ ve mevcudatıyla beraber, Onun envârının gölgeleri, Onun ef’âlinin eserleri, Onun esmâsının çeşit çeşit tecelliyâtının renk renk nakışları, Onun kaza ve kader kaleminin hatları, Onun sıfâtının ve cemal ve celâl ve kemâlinin tecelliyâtının aynalarıdır.

  • Bütün kütüb ve suhufuyla ve tekvinî ve Kur’ânî âyetleriyle Şâhid-i Ezelînin icmâı,
  • zâtında ve zerrâtındaki iftikar ve ihtiyacatıyla beraber üzerinde tezahür eden gınâ-yı mutlak ve servet-i mutlaka ile arz ve âlemin icmâı,
  • zevil’ervahtan ervâh-ı neyyire ve kulûb-u münevvere ve ukul-ü nuraniye sahibi olan bütün ehl-i şuhud enbiya ve evliya ve asfiyanın, bütün tahkikat ve keşfiyat ve füyuzat ve münacatlarının icmâı ile,
  • arzdan ecrâm-ı ulviye ve süfliyeye kadar bütün bunlar, had ve hesaba gelmez kat’î şehadetleri ve yakîne dayanan tasdikleriyle, tekvinî ve Kur’ânî âyetlerin şehadetlerini ve Vâcibü’l-Vücudun bizzat şehadeti demek olan suhuf ve kütüb-ü semâviyenin şehadetlerini kabul ile ittifak etmişlerdir ki, bu mevcudat Onun kudretinin âsârı ve kaderinin mektubatı esmâsının aynaları ve envârının temessülâtıdır.

Onun celâli herşeyden yücedir ve Ondan başka ilâh yoktur.

BİRİNCİ MAKAM’IN

ONDÖRDÜNCÜ VE ONBEŞİNCİ MERTEBELERİ

—Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâm-ül Guyub’dan vahiy ve ilham hakikatlarıyla geliyor…

Sonra, âlem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, acaba âlem-i gayb ne diyor diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikir ile çaldı. Yani, madem bu cismanî âlem-i şehadette, bu kadar zînetli ve san’atlı hadsiz masnu’larıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu’cizeli ve meharetli hesabsız eserleriyle gizli kemalâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir zât, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde onu onun tezahüratından bilmeliyiz dedi; kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:

Gayet kuvvetli bir tezahüratla vahiylerin hakikatı, âlem-i gaybın her tarafında her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâm-ül Guyub’dan vahiy ve ilham hakikatlarıyla geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnu’larının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir ve kelâmının manası onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi, O’nu sıfâtıyla bildiriyor.

Evet, yüz bin Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) tevatürleriyle ve ihbaratlarının vahy-i İlahîye mazhariyet noktasında ittifaklarıyla ve nev’-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdikgerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semaviyenin delail ve mu’cizatlarıyla, hakikat-ı vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine geldiğini bildi ve vahyin hakikatı beş hakikat-ı kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı:

Birincisi      : اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü İlahîdir. Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır.

İkincisi      : Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştanbaşa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.

Üçüncüsü    : Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nazenini ve en müştakı olan hakikî insanların münacatlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe’nidir.

Dördüncüsü  : İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur.

Beşincisi     : En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve mâlikini bulmağa en müştak; hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir zât, elbette kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş’ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır.

İşte, tenezzül-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî ve mukabele-i Rahmanî ve mükâleme-i Sübhanî ve iş’ar-ı Samedanî hakikatlarını tazammun eden, umumî semavî vahiylerin icma’ ile Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine delaletleri öyle bir hüccettir ki; gündüzdeki güneşin şuaatının güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı.

Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki: Sadık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbaniyedir, fakat iki fark vardır:

Birincisi      : İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır.

Meselâ:

Nasıl ki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.

Birisi   : Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini bir valiye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazan vasıta ile beraber bir içtima yapar. Sonra ferman tebliğ edilir.

İkincisi : Sultanlık ünvanı ile ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsı ile hususî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonu ile hususî konuşmasıdır.

Öyle de Padişah-ı Ezelî’nin umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanı ile vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi, her bir ferdin ve her bir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle hususî bir surette fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark  : Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pekçok enva’larıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.

De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.” Kehf Sûresi, 18:109. âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.

Sonra; ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküb ediyor.

Birincisi      : Teveddüd-ü İlahî denilen, kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuran ve sohbeten dahi sevdirmek, vedudiyetin ve rahmaniyetin muktezasıdır.

İkincisi      : İbadının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir.

Üçüncüsü    : Ağır beliyyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdadlarına ve feryadlarına ve tazarruatlarına fiilen imdad ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhamî kaviller ile de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.

Dördüncüsü  : Çok âciz ve çok zaîf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi mâlikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hâfızını bulmağa pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbaniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte, onun kabiliyetine göre onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rububiyetin zarurî ve vâcib bir muktezasıdır diye anladı.

Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasılki güneşin -faraza- şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde ziyasındaki yedi rengi yedi sıfatı olsaydı, o cihette ışığında bulunan şuaları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması ve her âyine ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hattâ şeffaf zerreler ile herbirinin kabiliyetine göre konuşması ve onların hacatına cevab vermesi ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi ve hiçbir iş, bir işe mani olmaması ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahamet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi…

aynen öyle de: Ezel ve ebedin zülcelal sultanı ve bütün mevcudatın zülcemal hâlık-ı zîşanı olan Şems-i Sermedî’nin mükâlemesi dahi, onun ilmi ve kudreti gibi küllî ve muhit olarak herşeyin kabiliyetine göre tecelli etmesi; hiçbir sual bir suale, bir iş bir işe, bir hitab bir hitaba mani olmaması ve karıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bil’ittifak o Şems-i Ezelî’nin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine delalet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne yakın bir ilmelyakîn ile bildi.

İşte, bu meraklı misafirin âlem-i gaybdan aldığı ders-i marifetine kısa bir işaret olarak, Birinci Makam’ın ondördüncü ve onbeşinci mertebelerinde:

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad ki, tenezzülât-ı İlâhiyeyi ve mükâlemât-ı Sübhâniyeyi ve taarrüfât-ı Rabbâniyeyi ve kullarının münâcâtına mukabelât-ı Rahmâniyeyi ve mahlûkatına vücudunu ihsas eden iş’ârât-ı Samedâniyeyi mutazammın bütün hak vahiylerin icmâı, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. Kezâ, teveddüd-ü İlâhiyeyi ve mahlûkatının duâlarına icâbât-ı Rahmâniyeyi ve kullarının istiğaselerine imdadat-ı Rabbâniyeyi ve masnuatına vücudunu bildiren ihsasat-ı Sübhâniyeyi mutazammın sadık ilhamların ittifakı, O’nun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.” denilmiştir.

BİRİNCİ MAKAM’IN ONALTINCI MERTEBESİ

—Bu mevcudatın en meşhuru ve a’dasının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar hâkimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve ondört asrı faziletiyle ve Kur’anıyla ışıklandıran Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm…

Sonra o dünya seyyahı, kendi aklına dedi ki: Madem bu kâinatın mevcudatıyla mâlikimi ve hâlıkımı arıyorum.

Elbette her şeyden evvel bu mevcudatın en meşhuru ve a’dasının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar hâkimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve ondört asrı faziletiyle ve Kur’anıyla ışıklandıran Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete beraber gitmeliyiz diyerek, aklıyla beraber o asra girdi. Gördü ki: O asır, hakikaten o zât (a.s.m.) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünkü en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiş.

Hem kendi aklına dedi: Biz, en evvel bu fevkalâde zâtın (a.s.m.) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratının doğruluğunu bilmeliyiz, sonra hâlıkımızı ondan sormalıyız diyerek taharriye başladı. Bulduğu hadsiz kat’î delillerden, burada, yalnız dokuz külliyetine birer kısa işaret edilecek.

Birincisi       : Bu zâtta (a.s.m.) -hattâ düşmanlarının tasdikiyle dahi- bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması ve  “Ay yarıldı.” Kamer Sûresi, 54:1. “Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı.” Enfâl Sûresi, 8:17. âyetlerinin sarahatıyla: bir parmağının işaretiyle Kamer iki parça olması; ve bir avucu ile, a’dasının ordusuna attığı az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi; nakl-i kat’î ile ve bir kısmı tevatür ile yüzer mu’cizatın onun elinde zâhir olmasıdır. Bu mu’cizattan üçyüzden ziyade bir kısmı, Ondokuzuncu Mektub olan Mu’cizat-ı Ahmediye (a.s.m.) namındaki hârika ve kerametli bir risalede kat’î delilleriyle beraber beyan edildiğinden onları ona havale ederek dedi ki: Bu kadar ahlâk-ı hasene ve kemalâtla beraber, bu kadar mu’cizat-ı bahiresi bulunan bir zât (a.s.m.) elbette en doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kabil değil.

İkincisi       : Elinde bu kâinat sahibinin bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın yedi vecihle hârika olmasıdır. Ve bu Kur’anın kırk vecihle mu’cize olduğu ve kâinat hâlıkının sözü bulunduğu kuvvetli delilleriyle beraber, “Yirmi beşinci Söz  ve  Mu’cizat-ı Kur’aniye” namlarındaki  Risâle-i Nur’un bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden; onu, ona havale ederek dedi: Böyle ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zâtta (a.s.m.) fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz!..

Üçüncüsü    : O zât (a.s.m.), öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir îman ile meydana çıkmış ki, onların ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü ümmî bir zâtta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat; ondört asrı ve nev’-i beşerin humsunu, âdilane, hakkaniyet üzere ve müdakkikane, hadsiz kanunlarıyla idare etmesi emsal kabul etmez.

Hem ümmî bir zâtın (a.s.m.) ef’al ve akval ve ahvalinden çıkan İslâmiyet; her asırda üçyüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffisi ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve mâden-i terakkiyatı olması cihetiyle misli olamaz ve olamamış.

Hem dininde bulunan bütün ibadatın bütün enva’ında en ileri olması ve herkesten ziyade takvada bulunması ve Allah’tan korkması ve fevkalâde daimî mücahedat ve dağdağalar içinde, tam tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklid etmeyerek ve tam manasıyla ve mübtediyane fakat en mükemmel olarak, hem ibtida ve intihayı birleştirerek yapması; elbette misli görülmez ve görülmemiş.

Hem binler dua ve münâcâtlarından Cevşen-ül Kebir ile öyle bir marifet-i Rabbaniye ile öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur. Risâle-i Münâcât’ın başında, Cevşen-ül Kebir’in doksandokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen’in dahi misli yoktur diyecek.

Hem tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki; büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amucası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüd, bir telaş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi isbat eder ki; tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.

Hem îmanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve hârika bir yakîn ve mu’cizane bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvî itikad taşımış ki; o zamanın hükümranı olan bütün efkârı ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde; onun ne yakînine, ne itikadına, ne itimadına, ne itminanına hiçbir şüphe, hiçbir tereddüd, hiçbir za’f, hiçbir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i îmaniyede terakki eden başta sahabeler ve bütün ehl-i velayet, onun her vakit mertebe-i îmanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları, bilbedahe gösterir ki; îmanı dahi emsalsizdir.

İşte böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve hârika bir ubudiyet ve fevkalâde bir dua ve cihan pesendane bir davet ve mu’cizane bir îman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.

Dördüncüsü  : Enbiyaların (Aleyhimüsselâm) icma’ı, nasılki vücud ve vahdaniyet-i İlahiyyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu zâtın (a.s.m.) doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünkü Enbiya Aleyhimüsselâm’ın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsî sıfatlar ve mu’cizeler ve vazifeler varsa; o zâtta (a.s.m.) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek onlar, nasılki lisan-ı kal ile; Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu zâtın (a.s.m.) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki, kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zâhir bir kısmı, Ondokuzuncu Mektub’da güzelce beyan ve isbat edilmiş. Öyle de, lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu’cizeleriyle; kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâtı tasdik edip, davasını imza ediyorlar. Ve lisan-ı kal ve icma’ ile vahdaniyete delalet ettikleri gibi, lisan-ı hal ile ve ittifak ile de bu zâtın sadıkıyetine şehadet ediyorlar diye anladı.

Beşincisi     : Bu zâtın düsturlarıyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasından gitmeleriyle hakka, hakikata, kemalâta, keramata, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya vahdaniyete delalet ettikleri gibi; üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine ve risaletine, icma’ ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velayetle müşahede etmeleri ve umumunu nur-u îman ile ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri; üstadları olan bu zâtın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.

Altıncısı     : Bu zâtın ümmiliğiyle beraber getirdiği hakaik-i kudsiye ve ihtira ettiği ulûm-u âliye ve keşfettiği marifet-i İlahiyyenin dersiyle ve talimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve sıddıkîn-i muhakkikîn ve dâhî hükema-i mü’minîn, bu zâtın üss-ül esas davası olan vahdaniyeti, kuvvetli bürhanlarıyla bil’ittifak isbat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ı azamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifak ile şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Meselâ: Risâle-i Nur, yüz parçasıyla, bu zâtın sadakatının bir tek bürhanıdır.

Yedincisi     : Âl ve ashab namında ve nev’-i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemalâtla en meşhuru ve en muhterem ve namdarı ve en dindar ve en keskin nazarlı taife-i azîmesi; kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle, bu Zâtın bütün gizli ve aşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiş ve tedkik etmeleri neticesinde; bu zâtın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatlı olduğuna ittifak ile ve icma’ ile ve sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli îmanları, güneşin ziyasına delalet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladı.

Sekizincisi   : Bu kâinat, nasılki kendini icad ve idare ve tertib eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitab gibi, bir sergi gibi, bir temaşagâh gibi tasarruf eden sâniine ve kâtibine ve nakkaşına delalet eder. Öylede; kâinatın hilkatindeki makasıd-ı İlahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbanî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemalâtını ilân edecek ve o kitab-ı kebirin manalarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delalet ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zâtın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.

Dokuzuncusu : Madem bu san’atlı ve hikmetli masnuatıyla kendi hünerlerini ve san’atkârlığının kemalâtını teşhir etmek ve bu süslü, zînetli nihayetsiz mahlûkatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bu lezzetli ve kıymetli hesabsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamd ettirmek ve bu şefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaşe ile hattâ ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nev’ini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbanî it’amlar ve ziyafetlerle, kendi rububiyetine karşı minnetdarane ve müteşekkirane ve perestişkârane ibadet ettirmek ve mevsimlerin tebdili ve gece ve gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi, azametli ve haşmetli tasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallakıyet ile kendi ulûhiyetini izhar ederek, o ulûhiyetine karşı îman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semavî tokatlar ile zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî zâtın yanında en sevgili mahlûku ve en doğru abdi ve onun mezkûr maksadlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden ve daima o Hâlıkının namına hareket eden ve ondan istimdaT eden ve muvaffakıyet isteyen ve onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olan ve Muhammed-i Kureyşî denilen bu Zât olacak. (a.s.m.)

Hem aklına dedi: Madem bu mezkûr dokuz hakikatlar bu zâtın sıdkına şehadet ederler; elbette bu âdem, benî-âdem’in medar-ı şerefi ve bu âlemin medar-ı iftiharıdır. Ve O’na “Fahr-i Âlem” ve “Şeref-i Benî-Âdem” denilmesi pek lâyıktır ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahman olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın haşmet-i saltanat-ı maneviyesinin nısf-ı arzı istilası ve şahsî kemalâtı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki; bu âlemde en mühim zât budur, Hâlıkımız hakkında en mühim söz onundur.

İşte gel bak! Bu hârika Zât’ın yüzer zâhir ve bâhir kat’î mu’cizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler âlî ve esaslı hakikatlarına istinaden, bütün davalarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına delalet ve şehadet ve o Vâcib-ül Vücud’u isbat ve ilân ve i’lam etmektir.

Demek bu kâinatın manevî güneşi ve Hâlıkımızın en parlak bir bürhanı bu Habibullah denilen zâttır ki; onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma’ var:

Birincisi: “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam-ı Ali (Radıyallahü Anh) ve yerde iken arş-ı azamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı Azam (k.s.) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi’ ve Âl-i Muhammed namıyla şöhretşiar-ı âlem olan cemaat-ı nuraniyenin icma’ ile tasdikleridir.

İkincisi      : Bedevî bir kavim ve ümmî bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkâr-ı siyasiyeden hâlî ve kitabsız ve fetret asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak, şarktan garba kadar cihanpesendane idare eden ve “Sahabe” namıyla dünyada namdar olan cemaat-ı meşhurenin ittifakla can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli îmanla tasdikleridir.

Üçüncüsü    : Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaat-ı uzmasının tevafukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir. Demek bu zâtın vahdaniyete şehadeti şahsî ve cüz’î değil, belki umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiçbir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye hükmetti. İşte Asr-ı Saadete aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun, o medrese-i nuraniyeden aldığı derse bir kısa işaret olarak, Birinci Makam’ın onaltıncı mertebesinde böyle:

 “Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad ki, Kur’ân’ının azamet-i saltanatı ve dininin haşmet-i vüs’ati ve kemâlâtının kesreti ve hattâ düsmanlarının tasdikiyle dahi ahlâkının ulviyetiyle, fahr-i âlem ve şeref-i nev-i benî Âdem olan Zât (a.s.m.), O’nun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. Kezâ, o Zât (a.s.m.), zâhir ve bâhir ve musaddık ve musaddak yüzlerce mucizâtının kuvvetiyle ve dininin sâti’ ve kàti’ binlerce hakaik-i diniyesinin kuvvetiyle ve Ehl-i Beytinin icmâıyla ve basar sahibi Ashabının ittifakıyla ve ümmetinden burhan ve nuranî basiret sahibi muhakkiklerin tevafukuyla, O’nun vahdet içindeki vücub-u vücuduna şehadet ve onu ispat eder.” denilmiştir.

Yine yukarıda geçenlerin hepsini şahit tutarak ve onların hepsiyle beraber şehadet ederiz ki,

Muhammed Senin kulun, peygamberin, âlemlerde seçkin kıldığın kulun, halilin, mülkünün cemâli, san’atının melîki, inayetinin pınarı, hidayetinin güneşi, muhabbetinin lisanı, rahmetinin misali, mahlûkatının nuru, mevcudatının şerefi, kâinatının tılsımının keşşafı, saltanat-ı rububiyetinin dellâlı, isimlerinin hazinelerinin tarif edicisi, kullarına Senin emirlerini talim edici, kitab-ı kâinatının âyâtının müfessiri, mahlûkatındaki tecelliyatını görmek ve zîşuur kullarına göstermek için medar yaptığın zat, kendi cemâline ve esmâna olan muhabbetinin ve san’atına ve masnuatına mahlûkatının mehasinine olan muhabbetinin mir’âtı; âlemlere rahmet olarak ve bu âlem sarayının nakışlarındaki renk ve san’atların hikmetleriyle saltanat-ı rububiyetinin kemâlâtındaki güzellikleri beyan etmek ve âlem kitabının kelimelerindeki, âyetlerindeki ve satırlarındaki hikmetlerin işaretiyle Senin isimlerinin hazinelerini tarif etmek ve marziyatını bildirmek üzere gönderdiğin habibin ve resulündür, ey Göklerin ve Yerlerin Rabbi!

O’na ve âline ve ashabına ve ihvanına, her anda ve her zamanda milyonlar salât ve selâm olsun.

Ey Hafîz, ey Hâfız, ey Hayru’l-Hâfızîn olan Allahım,

Bize ihsan ettiğin bu şehadetleri Senin hıfz ve himayene ve Senin rahmetine tevdi ediyoruz. Haşir ve mizan gününe kadar onları hıfzeyle. Âmin. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.

Ezelden ebede her türlü hamd, Allah’a mahsustur. Onun vücub-u vücuduna öyle bir zat delâlet eder, insanlara Onun evsaf-ı celâl ve cemal ve kemalini öyle bir zat ilân eder ve Onun Vâhid ve Ferd ve Samed olduğuna öyle bir zat şahitlik eder ki, o

  • bütün kâinatın ve bütün enbiya ve evliyanın tasdikiyle musaddak şahid-i sadık ve bütün ehl-i tahkikin tahkikatıyla müeyyed burhan-ı nâtık,
  • bütün enbiya ve mürselînin icmâ ve tasdik ve mucizelerinin sırrına mazhar olan efendisi,
  • bütün evliya ve sıddıkînin ittifak ve tahkikat ve kerametlerini hâvi olan imamı,
  • harika irhasat ve bâhir mucizat ve kat’î ve vazıh burhanlar sahibi,
  • zâtında güzel hasletlerin en nihayet merâtibini, vazifesinde ahlâk-ı ulviyeyi, şeriatinde en yüksek seciyeleri câmi,
  • Kur’ân’ı indiren Zât-ı Zülcelâlin tevfiki ve Kur’ân’ın i’câzı ve kendisine Kur’ân inen zâtın ona kuvvet-i imanı ve Kur’ân’ın muhatabı olan ümmetinin keşif ve tahkikatının icmâıyla, vahy-i Rabbânînin mazharı,
  • âlem-i gayb ve âlem-i melekûtu seyir ve temâşâ eden,
  • ervâhı müşahede ve melâikeye refakat eden ve cin ve insin mürşidi olan,
  • şecere-i hilkatin en münevver meyvesi,
  • hakkın sirâcı, hakikatin burhanı, muhabbetin lisanı, rahmetin timsali, kâinat tılsımının keşşâfı, muammâ-yı hilkatin halledicisi, saltanat-ı Rububiyetin dellâlı,
  • Hâlık-ı Kâinatın, bu mevcudatın hilkatindeki makasıdının medar-ı zuhuru,
  • kâinatın kemâlâtının vasıta-i tezahürü,
  • şahsiyet-i mâneviyesinin remz-i ulviyetiyle, Fâtır-ı Âlemin bu kâinatı onu nazara alarak halk ettiği anlaşılan (öyle ki, Sâni-i Âlem ona bakmış, onun ve emsâlinin hürmetine bu âlemi yaratmış),
  • düsturlarıyla, saadet-i dâreynin desatirine bir enmuzec olan din ve şeriat ve İslâmiyetin sahibidir. Öyle ki, o din, âdetâ kitab-ı kâinattan süzülmüş bir fihriste, Kur’ân ise bu kâinat âyâtını okumak için ona inmiş gibidir. Onun getirdiği din-i hak şu vaziyetiyle, Kâinat Nâzımının nizamı olduğuna işaret eder. Çünkü şu nizam-ı etem ve ekmel olan kâinatın nâzımı kim ise, bu nizam-ı ahsen ve ecmel olan dinin nâzımı da O’dur.

BİRİNCİ MAKAM’IN ONYEDİNCİ MERTEBESİ

—Bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan…

  Sonra, bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı îman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki: “Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor, bilelim. Fakat en evvel, bu kitab bizim hâlıkımızın kitabı olduğunu isbat etmek lâzımdır, diye taharriye başladı.

  Bu seyyah bu zamanda bulunduğu münasebetiyle en evvel manevî i’caz-ı Kur’aniyenin lem’aları olan Risâle-i Nur’a baktı ve onun yüzotuz risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risâle-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakaik-i Kur’aniyeyi mücahidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından isbat eder ki; onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kur’an semavîdir, beşer kelâmı değildir. Hattâ Risâle-i Nur’un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kur’aniyesi olan Yirmibeşinci Söz ile Ondokuzuncu Mektub’un âhiri, Kur’anın kırk vecihle mu’cize olduğunu öyle isbat etmiş ki; kim görmüşse değil tenkid ve itiraz etmek, belki isbatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş. Kur’anın vech-i i’cazını ve hak Kelâmullah olduğunu isbat etmek cihetini Risâle-i Nur’a havale ederek yalnız bir kısa işaretle büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.

  Birinci Nokta             : Nasılki Kur’an bütün mu’cizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikıyla, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir mu’cizesidir. Öyle de Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mu’cizatıyla ve delail-i nübüvvetiyle ve kemalât-ı ilmiyesiyle Kur’anın bir mu’cizesidir ve Kur’an kelâmullah olduğuna bir hüccet-i katıasıdır.

  İkinci Nokta       : Kur’an, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakikatlı bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde, hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılab yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki; ondört asır müddetinde, her dakikada, altıbin altıyüz altmışaltı âyetleri, kemal-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor. Ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.

  Üçüncü Nokta      : Kur’an, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki, Kâ’be’nin duvarında altın ile yazılan en meşhur ediblerin “Muallakat-ı Seb’a” namıyla şöhretşiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâ’be’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”

  Hem bedevî bir edib: “Artık emrolunduğun şeyi açıkla.” Hicr Sûresi, 15:94. âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen müslüman mı oldun?” O demiş: “Hayır, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.”

  Hem ilm-i belâgatın dâhîlerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler icma’ ve ittifakla karar vermişler ki: “Kur’an’ın belâgatı, takat-ı beşerin fevkindedir, yetişilmez.”

  Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-ı muarazaya davet edip, mağrur ve enaniyetli ediblerin ve belîğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya bir tek surenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz.” diye ilân ettiği halde o asrın muannid belîğleri birtek surenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri isbat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.

Hem Kur’ân’ın dostları, Kur’ân’a benzemek ve taklid etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur’ân’a mukabele ve tenkid etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telahuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitablar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hattâ en adî adam dahi dinlese, elbette diyecek: “Bu Kur’ân, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil.” Ya onların altında veya umumunun fevkinde olacak. Umumunun altında olduğunu dünyada hiçbir ferd, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâğatı umumun fevkindedir. Hattâ bir adam  “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’i tesbih eder.” Hadîd Sûresi, 57:1. âyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin hârika telakki edilen belâgatını göremiyorum.” Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.” O da, kendini Kur’ân’dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki; Mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak; hâlî, hadsiz, hududsuz bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunuyorlar.

Birden, Kur’ân’ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki; bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlûkatı hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş u huruşla mes’udane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede et.

Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevkederek, sair âyetleri buna kıyasla, Kur’ân’ın zemzeme-i belâğatı arzın nısfını ve nev’-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemal-i ihtiramla ondört asır bilâfasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.

  Dördüncü Nokta: Kur’ân, öyle hakikatlı bir halâvet göstermiş ki, en tatlı birşeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’ân’ı tilavet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilaveti halâvetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş. Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebabet ve garabet göstermiş ki, ondört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nâzil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitab ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye O’ndan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslûb-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, o üslûbundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza ediyor.

Beşincisi     : Kur’ân’ın bir cenahı mazide, bir cenahı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski Peygamberlerin ittifaklı hakikatları olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi, öyle de: Evliya ve asfiya gibi O’ndan hayat alan semereleri ve hayatdar tekemmülleriyle, şecere-i mübarekelerinin hayatdar, feyizdar ve hakikat-medar olduğuna delalet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velayetin bütün hak tarîkatları ve İslâmiyetin bütün hakikatlı ilimleri, Kur’ân’ın ayn-ı hak ve mecma-i hakaik ve câmiiyette misilsiz bir hârika olduğuna şehadet eder.

  Altıncısı     : Kur’ân’ın altı ciheti nuranidir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir. Evet, altında hüccet ve bürhan direkleri, üstünde sikke-i i’caz lem’aları, önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, arkasında nokta-i istinadı vahy-i semavî hakikatları, sağında hadsiz ukûl-ü müstakimenin delillerle tasdikleri, solunda selim kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itmi’nanları ve samimî incizabları ve teslimleri; Kur’ân’ın fevkalâde, hârika, metin, hücum edilmez bir kal’a-i semaviye-i arziye olduğunu isbat ettikleri gibi, altı makamdan dahi O’nun ayn-ı hak ve sadık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına, hem yanlış olmadığına imza eden, başta bu kâinatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın mutasarrıfı, o Kur’ân’a âlemde en makbul, en yüksek, en hâkîmane bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakıyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi, İslâmiyetin menbaı ve Kur’ân’ın tercümanı olan zâtın (Aleyhissalâtü Vesselâm) herkesten ziyade ona itikad ve ihtiramı ve nüzulü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i naîmanede bulunması ve sair kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakikî hâdisat-ı kevniyeyi, gaybiyane Kur’an ile tereddüdsüz ve itmi’nan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercümanın, bütün kuvvetiyle Kur’ân’ın herbir hükmüne îman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey O’nu sarsmaması; Kur’ân semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîminin mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.

  Hem nev’-i insanın humsu, belki kısm-ı azamı, göz önünde ona müncezibane ve dindarane irtibatı ve hakikatperestane ve müştakane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîlerin dahi, tilaveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafında toplanması, Kur’ân’ın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.

  Hem nev’-i beşerin umum tabakaları, en gabi ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi, Kur’ân’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatları fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u islâmiyenin ve bilhassa Şeriat-ı Kübra’nın büyük müçtehidleri ve usûl-üd din ve İlm-i Kelâm’ın dâhî muhakkikleri gibi, her taife kendi ilimlerine ait bütün hacatını ve cevablarını Kur’ân’dan istihraç etmeleri, Kur’ân’ın menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.

  Hem edebiyatça en ileri bulunan Arab edibleri, -İslâmiyete girmeyenler- şimdiye kadar muarazaya pekçok muhtaç oldukları halde Kur’ân’ın i’cazından yedi büyük vechi varken, yalnız birtek vechi olan belâgatının, (tek bir surenin) mislini getirmekten istinkâfları ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur belîğlerin ve dâhî âlimlerin onun hiçbir vech-i i’cazına karşı çıkamamaları ve âcizane sükût etmeleri; Kur’ân mu’cize ve takat-ı beşerin fevkinde olduğuna bir imzadır.

  Evet, bir kelâm “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belâgatı tezahür etmesi noktasından, Kur’ân’ın misli olamaz ve O’na yetişilemez. Çünkü Kur’an, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlıkının hitabı ve konuşması ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek bir emare bulunmayan bir mükâlemesi ve bütün insanların belki bütün mahlûkatın namına meb’us ve nev’-i beşerin en meşhur ve namdar muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i îmanı, koca İslâmiyeti tereşşuh edip sahibini Kab-ı Kavseyn makamına çıkararak muhatab-ı Samedaniyeye mazhariyetle nüzul eden ve saadet-i dâreyne dair ve hilkat-ı kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbanî maksadlara ait mesaili ve o muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan îmanını beyan ve izah eden ve koca kâinatın bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip çevirip, onları yapan san’atkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i’cazına yetişilmez.

  Hem, Kur’anı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk hattâ yetmiş cilt olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik binlerle mütefennin ülemanın, senedleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’andaki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sırları ve âlî manaları ve umûr-u gaybiyenin her nev’inden kesretli gaybî ihbarları izhar ve isbat etmeleri ve bilhassa Risâle-i Nur’un yüzotuz kitabının herbiri Kur’anın bir meziyetini, bir nüktesini kat’î bürhanlarla isbat etmesi ve bilhassa Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi; şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarından çok şeyleri Kur’andan istihrac eden Yirminci Söz’ün İkinci Makamı ve Risâle-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işaratını bildiren İşarat-ı Kur’aniye namındaki Birinci Şua ve huruf-u Kur’aniye ne kadar muntazam, esrarlı ve manalı olduğunu gösteren Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risaleler ve Sûre-i Feth’in âhirki âyeti beş vecihle ihbar-ı gaybî cihetinde mu’cizeliğini isbat eden küçük bir risale gibi Risâle-i Nur’un herbir cüz’ü, Kur’anın bir hakikatını, bir nurunu izhar etmesi; Kur’anın misli olmadığına ve mu’cize ve hârika olduğuna ve bu âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve bir Allâm-ül Guyub’un kelâmı bulunduğuna bir imzadır.

  İşte altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen, Kur’anın mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki; haşmetli hâkimiyet-i nuraniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, asırların yüzlerini ışıklandırarak zemin yüzünü dahi bin üçyüz sene tenvir ederek kemal-i ihtiram ile devam etmesi, hem o hâsiyetleri içindir ki, Kur’anın herbir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on hasenesi olması ve on meyve-i bâki vermesi, hattâ bir kısım âyâtın ve sûrelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî imtiyazları kazanmış, diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi: İşte böyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’an; sûrelerinin icmaıyla ve âyâtının ittifakıyla ve esrar u envarının tevafukuyla ve semerat ve âsârının tetabukuyla birtek Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfât ve esmasına deliller ile isbat suretinde öyle şehadet etmiş ki, bütün ehl-i îmanın hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh etmişler.

  İşte bu yolcunun Kur’andan aldığı ders-i tevhid ve îmana kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın onyedinci mertebesinde böyle:

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad ki, melek ve ins ve cin ecnâsının makbulü ve mergubu olan, her dakikada bütün âyetleri nev-i insandan yüz milyonların lisanında kemâl-i ihtiramla okunan, saltanat-ı kudsiyesi arzın ve âlemlerin aktarında ve zamanın ve asırların yüzlerinde devam eden, nuranî hâkimiyet-i mâneviyesi arzın yarısında ve beşerin beşte birinde on dört asırdır kemâl-i ihtişamla cârî olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, O’nun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.

Kezâ, Kur’ân, müşahede ve ayân ile kudsî ve semâvî sûrelerinin icmâı ve nurânî ve İlâhî âyetlerinin ittifakı ve esrar ve envârının tevafuku ve hakaik ve semerât ve âsârının tetabukuyla Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna şehadet ve onu ispat eder.” denilmiştir.

BİRİNCİ MAKAM’IN ONSEKİZİNCİ MERTEBESİ

—Kâinatın heyet-i mecmuası…

  Sonra, bir fakir insana değil fâni ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi, belki koca kâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandıran ve bir fâni adama ebedî bir hayatın levazımatını bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir bîçareyi idam-ı ebedîden kurtaran ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kıymetdar sermaye-i insaniyenin îman olduğunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki: “Haydi, ileri! İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın heyet-i mecmuasına müracaat edip, o da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz.” diye, Kur’andan aldığı geniş ve ihatalı bir dürbün ile baktı, gördü:

  Bu kâinat, o kadar manidar ve muntazamdır ki;

mücessem bir kitab-ı Sübhanî

ve cismanî bir Kur’an-ı Rabbanî

ve müzeyyen bir saray-ı Samedanî

ve muntazam bir şehr-i Rahmanî suretinde görünüyor.

O kitabın bütün sûreleri, âyetleri ve kelimatları, hattâ harfleri ve babları ve fasılları ve sayfaları ve satırları…

umumunun, her vakit manidarane mahv u isbatları ve hakîmane tağyir ve tahvilleri; icma’ ile, bir Alîm-i Külli Şey’in ve bir Kadîr-i Külli Şey’in ve bir musannıfın, herşeyde herşeyi gören ve herşeyin her şeyi ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaş-ı Zülcelal’in ve bir Kâtib-i Zülkemal’in vücudunu ve mevcudiyetini bilbedahe ifade ettikleri gibi,

bütün erkân ve enva’ıyla ve ecza ve cüz’iyatıyla ve sekeneleri ve müştemilâtıyla ve varidat ve masarifatıyla ve onlarda maslahatkârane tebdilleriyle ve hikmetperverane tecdidleriyle, bil’ittifak hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören âlî bir ustanın ve misilsiz bir Sâniin mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar.

Ve kâinatın azametine münasib iki büyük ve geniş hakikatın şehadetleri, kâinatın bu büyük şehadetini isbat ediyorlar.

  Birinci Hakikat: Usûlü’d-din ve ilm-i Kelâm’ın dâhî ulemasının ve hükema-i İslâmiyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlarla isbat ettikleri “hudûs” ve “imkân” hakikatlarıdır.

Onlar demişler ki: “Madem âlemde ve herşeyde tegayyür ve tebeddül var; elbette fânidir, hâdistir, kadim olamaz. Madem hâdistir, elbette onu ihdas eden bir Sâni’ var. Ve madem herşeyin zâtında vücudu ve ademi, bir sebeb bulunmazsa müsavidir; elbette vâcib ve ezelî olamaz. Ve madem muhal ve bâtıl olan devir ve teselsül ile birbirini icad etmek mümkin olmadığı kat’î bürhanlarla isbat edilmiş; elbette öyle bir Vâcib-ül Vücud’un mevcudiyeti lâzımdır ki, nazîri mümteni’, misli muhal ve bütün maadası mümkün ve masivası mahlûku olacak.”

Evet, hudûs hakikatı kâinatı istilâ etmiş. Çoğunu göz görüyor, diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki; herbirisinin hadsiz efradı bulunan ve herbiri zîhayat bir kâinat hükmünde olan yüzbin nevi nebatat ve küçücük hayvanat, o âlem ile beraber vefat ederler.

Fakat o kadar intizam ile bir vefattır ki; haşir ve neşirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mu’cizeleri, kudret ve ilmin hârikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp, defter-i a’mallerini ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek, Hafîz-i Zülcelal’in himayesi altında, hikmetine emanet eder; sonra vefat ederler.

Ve bahar mevsiminde, haşr-i azamın yüzbin misali ve nümune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar.

Ve bir kısmının dahi, kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icad ve ihya olunuyor.

Ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neşredip, “Amel defterleri açıldığında,” Tekvir Sûresi, 81:10. âyetinin bir misalini gösteriyorlar.

  Hem heyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir.

Ve o vefat ve hudûs, o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudûsları oluyor ki; güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.

İşte, bu dünyada böyle hayatdar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve icad edip Rabbanî maksadlarda ve İlahî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde kadîrane istimal ve rahîmane istihdam eden bir Zât-ı Zülcelal’in vücub-u vücudu ve hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe güneş gibi, akıllara görünüyor. “Hudûs” mesailini Risâle-i Nur’a ve muhakkikîn-i Kelâmiyenin kitablarına havale ile o bahsi kapıyoruz.

  Amma “imkân” ciheti ise; o da kâinatı istilâ ve ihata etmiş. Çünkü görüyoruz ki; herşey, küllî ve cüz’î bulunsun, büyük ve küçük olsun arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcud; mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlar ile dünyaya gönderiliyor.

Halbuki o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek…

hem suretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve farikalı ve münasib o muayyen sureti giydirmek…

hem hemcinsinden olan eşhasın mikdarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek…

hem sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddid bulunan o masnua, o has ve muvafık, maslahatlı sıfatları yerleştirmek…

hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkin olması noktasında hadsiz imkânat

ve ihtimalat içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahluka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak

ve teçhiz etmek; elbette küllî ve cüz’î bütün mümkinat adedince ve her mümkinin mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânatı adedince tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcib-ül Vücud’un vücub-u vücuduna

ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiç bir şe’n ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey ona ağır gelmediğine ve en büyük bir şey en küçük bir şey gibi ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar sühuletle icad edebildiğine işaretler ve delaletler ve şehadetler, imkân hakikatından çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler.

Kâinatın şehadetini, her iki kanadı ve iki hakikatıyla Risâle-i Nur eczaları ve bilhassa Yirmiikinci ve Otuzikinci Sözler ve Yirminci ve Otuzüçüncü Mektublar tamamıyla isbat ve izah ettiklerinden onlara havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kestik.

  Kâinatın heyet-i mecmuasından gelen büyük ve küllî şehadetin ikinci kanadını isbat eden:

İkinci Hakikat      : Bu mütemadiyen çalkanan inkılablar ve tahavvülâtlar içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat ise hayatını muhafazaya ve vazifesini yerine getirmeye çalışan mahlûkatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavün hakikatı görünüyor.

Meselâ: Unsurları zîhayatın imdadına, hususan bulutları nebatatın mededine

ve nebatatı dahi hayvanatın yardımına

ve hayvanat ise insanların muavenetine

ve memelerin kevser gibi sütleri, yavruların beslenmelerine

ve zîhayatların iktidarları haricindeki pek çok hacetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi,

hattâ zerrat-ı taamiye dahi hüceyrat-ı bedeniyenin tamirine koşmaları gibi teshir-i Rabbanî ile ve istihdam-ı Rahmanî ile hakikat-ı teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabb-ül Âlemîn’in umumî ve rahîmane rububiyetini gösteriyorlar.

  Evet, camid ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şefkatkârane, şuurdarane vaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-i Zülcelal’in kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyorlar.

         İşte kâinatta câri olan teavün-ü umumî, seyyarattan ta zîhayatın a’za ve cihazat ve zerrat-ı bedeniyesine kadar kemal-i intizamla cereyan eden muvazene-i âmme ve muhafaza-i şamile ve semavatın yaldızlı yüzünden ve zeminin zînetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin ve Kehkeşan’dan ve manzume-i şemsiyeden tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim ve Güneş ve Kamer’den ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arılarına kadar memuriyet veren tavzif gibi pek büyük hakikatların büyüklükleri nisbetindeki şehadetleri, kâinatın şehadetinin ikinci kanadını isbat ve teşkil ederler. Madem Risâle-i Nur bu büyük şehadeti isbat ve izah etmiş, biz burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.

İşte dünya seyyahının kâinattan aldığı ders-i îmanîye kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın onsekizinci mertebesinde böyle:

 “Allah’tan başka ilâh yoktur.

Nazîri mümteni ve Ondan başka herşey mümkin ve Vâhid-i Ehad olan o Vâcibü’l-Vücud ki, mücessem bir kitab-i kebîr, muazzam bir kur’ân-i cismânî, muazzam ve müzeyyen bir kasr ve muntazam ve muhteşem bir memleket olan bu kâinat, sûrelerinin ve âyetlerinin ve kelimelerinin ve harflerinin ve bablarının ve fasıllarının ve sayfalarının ve satırlarının icmâıyla ve erkânının ve envâının ve eczasının ve cüz’iyatının ve sekene ve müştemilâtının ve varidat ve masarifinin ittifakıyla, bütün ulema-i ilm-i kelâmın icmâına müstenit hudus ve tagayyür ve imkân hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle ve suret ve müştemilâtının hikmet ve intizamla tebdili ve huruf ve kelimatının nizam ve mizanla tecdidi hakikatinin şehadetiyle ve mevcudatında müşahede ve ayân ile görünen teâvün ve tecavüb ve tesanüd ve tedahül ve muvazene ve muhafaza hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. “ denilmiştir.

BİRİNCİ MAKAM’IN ONDOKUZUNCU MERTEBESİ

—Hâlıkımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kudsiyesiyle onu kabiliyetimizin

  nisbetinde tanımaya çalışabiliriz…

  Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın yaratanını arayan ve onsekiz aded mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mi’rac-ı îmanî ile gaibane marifetten hazırane ve muhatabane bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki: Fatiha-i Şerife’de başından tâ اِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh ü sena ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi, biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp, aradığımızı aradığımızdan sormalıyız; herşeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir.

Evet, herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir. Öyle ise şemsin şuaatı ile onu görmek ve tanımak gibi, Hâlıkımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kudsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.

  Bu maksadın hadsiz yollarından iki yolu ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi ve o iki mertebenin pek çok hakikatlarından ve pek çok uzun tafsilâtından yalnız iki hakikatı icmal ve ihtisar ile bu risalede beyan edeceğiz.

Birinci Hakikat     : Bilmüşahede gözümüzle görünen ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdid eden ve kâinatı kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikatı görünmesi ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatının içinde tezahür-ü rububiyet hakikatının bilbedahe hissedilmesi ve o her cihetle rahmet-feşan tezahür-ü rububiyet hakikatının içinde, tebarüz-ü ulûhiyet hakikatı bizzarure bilinmiş olmasıdır.

İşte bu hâkîmane ve hakîmane faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasında bir Fâil-i Kadîr ve Alîm’in ef’ali, görünür gibi hissedilir. Ve bu mürebbiyane ve müdebbirane Ef’al-i Rabbaniyeden ve perdesinin arkasından, herşeyde cilveleri bulunan Esma-i İlahiye, hissedilir derecesinde bedahetle bilinir. Ve bu celaldarane ve cemalperverane cilvelenen esma-i hüsnadan ve perdesinin arkasında sıfât-ı seb’a-i kudsiyenin ilmelyakîn, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde vücudları ve tahakkukları anlaşılır.

Ve bu yedi kudsî sıfatın dahi, bütün masnuatın şehadetiyle hem hayatdarane, hem kadîrane, hem alîmane, hem semîane, hem basîrane, hem mürîdane, hem mütekellîmane nihayetsiz bir surette tecellileri ile bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakîn bir Mevsuf-u Vâcib-ül Vücud’un ve bir Müsemma-i Vâhid-i Ehad’in ve bir Fâil-i Ferd-i Samed’in mevcudiyeti, güneşten daha zâhir, daha parlak bir tarzda kalbdeki îman gözüne görünür gibi kat’î bilinir. Çünkü güzel ve manidar bir kitab ve muntazam bir hane, bedahetle yazmak ve yapmak fiillerini ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi bedahetle yazıcı ve dülger namlarını, yazıcı ve dülger ünvanları ise bedahetle kitabet ve dülgerlik san’atlarını ve sıfatlarını ve bu san’at ve sıfatlar bedahetle herhalde bir zâtı istilzam eder ki, mevsuf ve sâni’ ve müsemma ve fâil olsun. Fâilsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi; mevsufsuz bir sıfat, san’atkârsız bir san’at dahi mümkün değildir.

  İşte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat bütün mevcudatıyla beraber kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış manidar hadsiz kitablar, mektublar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde -herbiri binler vecihle ve beraber hadsiz vücuh ile- Rabbanî ve Rahmanî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin menşe’leri olan binbir esma-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle ve o güzel isimlerin menbaı olan yedi sıfât-ı Sübhaniyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsî sıfatların madeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zât-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller, kıymetler, kemaller dahi, ef’al-i Rabbaniyenin ve esma-i İlahiyenin ve sıfât-ı Samedaniyenin ve şuunat-ı Sübhaniyenin kendilerine lâyık ve muvafık kudsî cemallerine ve kemallerine ve hepsi birden Zât-ı Akdes’in kudsî cemaline ve kemaline bedahetle şehadet ederler.

  İşte faaliyet hakikati içinde tezahür eden rububiyet hakikati; ilim ve hikmetle halk ve icad ve sun’ ve ibda’, nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, kasd ve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil, şefkat ve rahmetle it’am ve in’am ve ikram ve ihsan gibi şuunatıyla ve tasarrufatıyla kendini gösterir ve tanıttırır.

Ve tezahür-ü rububiyet hakikatı içinde bedahetle hissedilen ve bulunan ulûhiyetin tebarüz hakikatı dahi; esma-i hüsnanın rahîmane ve kerîmane cilveleriyle ve yedi sıfât-ı sübutiye olan Hayat, İlim, Kudret, İrade, Sem’, Basar ve Kelâm sıfatlarının celalli ve cemalli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.

  Evet, nasılki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlar ile Zât-ı Akdes’i tanıttırır, öyle de; kudret sıfatı dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san’atlı eserleriyle o Zât-ı Akdes’i bildirir ve kâinatı baştanbaşa bir Furkan-ı Cismanî mahiyetinde gösterip, bir Kadîr-i Zülcelal’i tavsif ve tarif eder.

Ve ilim sıfatı dahi; hikmetli, intizamlı, mizanlı olan bütün masnuat mikdarınca ve ilim ile idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlûkat adedince, mevsufları olan birtek Zât-ı Akdes’i bildirir.

Ve hayat sıfatı ise; kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlı ve hikmetli ve mizanlı ve zînetli suretler, haller ve sair sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna delalet ettikleri gibi; hayat dahi, bütün o delilleriyle, âyineleri olan bütün zîhayatları şahid göstererek Zât-ı Hayy-ı Kayyum’u bildirir.

Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları göstermek için daima değişen ve tazelenen ve hadsiz âyinelerden terekküb eden bir âyine-i ekber suretine çevirir.

Ve bu kıyasla görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi; herbiri birer kâinat kadar Zât-ı Akdes’i bildirir, tanıttırır.

  Hem o sıfatlar, Zât-ı Zülcelal’in vücuduna delalet ettikleri gibi, hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o zâtın hayatdar ve diri olduğuna dahi bedahetle delalet ederler. Çünkü bilmek hayatın alâmeti, işitmek dirilik emaresi, görmek dirilere mahsus, irade hayat ile olabilir, ihtiyarî iktidar zîhayatlarda bulunur, tekellüm ise bilen dirilerin işidir.

  İşte bu noktalardan anlaşılır ki; hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki, bütün sıfatların esası ve menbaı ve ism-i azamın masdarı ve medarı olmuştur. Risâle-i Nur, bu birinci hakikatı kuvvetli bürhanlar ile isbat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden bu mezkûr katre ile şimdilik iktifa ediyoruz.

İkinci Hakikat : Sıfat-ı kelâmdan gelen tekellüm-ü İlahîdir. “De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.” Kehf Sûresi, 18:109. âyetinin sırrıyla:

Kelâm-ı İlahî, nihayetsizdir. Bir zâtın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır.

Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelî’nin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet eder.

Bu hakikatın iki kuvvetli şehadeti, bu risalenin ondördüncü ve onbeşinci mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle ve geniş bir şehadeti dahi, onuncu mertebesinde işaret edilen kütüb-ü mukaddese-i semaviye cihetiyle ve çok parlak ve câmi’ bir diğer şehadeti dahi, onyedinci mertebesinde Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan cihetiyle geldiğinden, bu hakikatın beyan ve şehadetini o mertebelere havale edip o hakikatı mu’cizane ilân eden ve şehadetini sair hakikatların şehadetleriyle beraber ifade eden “Bütün kâinatı adâletle tedbir ve idare etmekte olan Allah, Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh bulunmadığını apaçık delillerle bildirdi.

Buna melekler ve ilim sahipleri de şâhitlik ettiler. Ondan başka ilâh yoktur; Onun kudreti herşeye galiptir ve O’nun her işi hikmet iledir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:18 âyet-i muazzamanın envarı ve esrarı, bizim bu yolcuya kâfi ve vâfi gelmiş ki, daha ileri gidememiş.

İşte bu yolcunun, bu makam-ı kudsîden aldığı dersin kısa bir mealine bir işaret olarak, Birinci Makam’ın ondokuzuncu mertebesinde:

 “Allah’tan başka ilâh yoktur. O öyle bir Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehaddir ki, bütün güzel isimler, bütün yüce sıfatlar ve en yüce vasıflar Ona aittir.

İrade ve kudretle icad ve halk ve sun’ ve ibdâ’ fiillerini, ihtiyar ve hikmetle takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir fiillerini, kasd ve rahmetle ve kemâl-i intizam ve muvazene ile tasrif ve tanzim ve muhafaza ve idare ve iaşe fiillerini tazammun eden faaliyet-i müstevliyenin devamı içinde görünen tezahür-ü rububiyet ve onun içinde görünen tebarüz-ü ulûhiyet hakikatinin azametinin şehadetiyle;

ve “Bütün kâinatı adaletle tedbir ve idare etmekte olan Allah, Ondan başka ilâh bulunmadığını ap açık delillerle bildirdi. Buna melekler ve ilim sahipleri de şahitlik ettiler. Ondan başka ilâh yoktur; Onun kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:18.) meâlindeki âyet-i kerimenin hakikat-i esrarının azamet-i ihatasının şehadetiyle;

bütün kudsî ve muhît sıfatlarının ve kâinatta tecellî eden bütün Esmâ-i Hüsnâsının icmâı ve kâinatta tasarruf eden bütün şuunat ve ef’âlinin ittifakı, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.” denilmiştir.

Derleyen: Zafer Karlı

www.NurNet.Org