Etiket arşivi: Zafer Karlı

Kur’an-ı Kerim Yerine Sadece Meal Okunabilir mi?

— Risale-i Nur Kur’an meali hakkında ne diyor?

“Risâle-i Nur’un cerh edilmez hüccetleri katî ispat etmiş ki, Kur’ân’ın hakîki tercümesi kâbil değil. Ve lisân-ı nahvî olan lisân-ı Arabî yerinde Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisân muhâfaza edemez. Ve herbir harfi on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniyenin mu’cizâne ve cemiyetli tâbirlerinin yerinde beşerin âdi ve cüz’î tercümeleri tutamaz, onun yerinde câmilerde okunmaz.”  (1)

— Risale-i Nur’a göre neden Kur’anın meali Kur’an yerine geçemez?

“Elsine-i âlem (âlemdeki diller) içinde lisan-ı nahvî, Arabîden başka birtek lisan var; o da hiçbir vakit Arap lisanının câmiiyetine yetişemez. Acaba o câmi ve i’câzdârâne olan lisan-ı nahvî ile mucizekârâne bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit içinde zuhur eden kelimât-ı Kur’âniye, sair elsine-i terkibiye ve tasrifiye vasıtasıyla (birbirine eklenen kelimelerle konuşulan diller ve aynı kökten rahatlıkla yeni kelimeler çıkarmaya ve sarf etmeye müsâit lisanlar) , zihni cüz’î, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimât-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes kelimat yerini tutabilir? Hattâ diyebilirim ve belki ispat edebilirim ki, herbir harf-i Kur’ân, bir hakaik hazinesi hükmüne geçer; bazen birtek harf, bir sayfa kadar hakikatleri ders verir.” (2)

– “Önemli olan manadır, anlamaktır. İstifade etmek anlamaya bağlıdır” diyenlere Risale-i Nur nasıl cevap vermektedir?

“Elfaz-ı Kur’aniye (Kur’an lafızları) ve tesbihat-ı Nebeviyenin lafızları camid (cansız) libas (elbise) değil; cesedin hayatdar cildi gibidir, belki mürur-u zamanla cild olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cild değişse, vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise, değiştirilmez. Ve bilhassa o Arabî lâfızlar ile kelâmullah ve tekellüm-i İlâhî olduğunu tahattur etmekle, daimî bir feyze medardır.” (3)

 

— Kur’an lafızlarının Müslümanları ruhen diriltecek canlılığa sahip olduğunu söylüyorsunuz, bu ne demektir?

Kur’ân, müminleri, hayat verecek şeylere, onları canlı, diri ve aktif kılacak ilkelere çağırır. Çünkü, onun isimlerinden biri de “Rûh”tur:

“İşte böylece sana da emrimizle rûhu (Kur’ân’ı) vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık.” (Şûrâ, 42/52)

Müfessirlerin bir kısmı, bu âyette geçen “rûh” kelimesini, Kur’ân diye açıklamışlardır. (bk. Taberî, Râzî, Hazin, Şevkânî, ilgili ayetin tefsiri)

Allah’ın Kur’an’a “Ruh” adını vermesi, cehalet ölümünden diriltici hayatı ihtiva etmesi nedeniyledir. Allah’ın bunu “kendi emri”nden diye kılmış olması, onu dilediği şekilde, dilediği kimse üzerine mucizevi bir anlatım düzeni ile akıllara hayret veren bir söz dizisi halinde indirmiş olması demektir. Nitekim Malik b. Dinar,“Ey Kur’ân ehli! Kur’ân sizin kalbinize neler ekti? Şüphesiz yağmur yeryüzünün baharı olduğu gibi, Kur’ân da kalplerin baharıdır.” demiştir. (Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, ilgili ayetin tefsiri) Büyük âlim İkbal de şöyle der; “Kur’ân-ı Hakim, hayattar bir kitaptır.  Onun hikmet-i ezeliye ve kadimesi içinde hayatın tekvin sırları vardır. İnsanlara hayat verir ve zayıflara kuvvet sağlar.” (bk. İkbal el-Lahurî, Divan-ı İkbâl (Farsça) s.: 82) (4)

— Risale-i Nur’a göre mealciliği meslek haline getirmenin zararı nedir?

“Membaı (kaynağı) daimî olan elfâz-ı İlâhiye (ilahi lafızlar) ve Nebeviye (Peygamberimize ait sözler) kaybolduktan sonra, o daimî letâifin (manevi duyguların) daimî hisseleri de kaybolur. Hem her harfin lâakal on sevabı zayi olması; ve huzur-u daimî bütün namazda herkes için devam etmediğinden, gaflet içinde, tercüme vasıtasıyla insanların tabirâtı ruha zulmet vermesi gibi zararlar olur.” (5)

— Meal okumayalım mı? Mealcilik kişiyi Kur’an’dan uzaklaştırır mı?

Bu sorulara Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi şöyle cevap verir:

“… biz, insanlar Kur’an’ın manasını anlamasın demiyoruz. Biz diyoruz ki, insanların yanında diledikleri zaman başvuracakları ve kısa bir tefsir gibi mütalaa edecekleri bir Kur’an tercümesi bulunsun. Bir şartla ki, bu tercümeyi Kur’an olarak kabul etmesinler; onu namazlarda, mescidlerde, toplantılarda, evlerde Kur’an yerine okumasınlar.” (6)

“Tercümeyi okumayı itiyad haline getirmek ise Arap olmayanları, Kur’an’ın aslını ihlale yöneltecektir ki bu, fukahanın sakındırdığı Kur’an’ın muhafazasının ihlalinin ve Kur’an’ı küçümsemenin ta kendisidir.” (7)

— Meal neden Kur’an gibi umuma hitap edemiyor?

Genelde avam için dil açısından sözün mânâya delaleti, âlimler için akıl ve mantık açısından delaleti, edebiyatçılar ve estetikçiler ve hikmet ehli olanlar için zevk, sezgi ve fıtrata uygunluk açısından delaleti önem taşır. Terceme ile dil değiştiği için birinci ve üçüncü hususlarda kendiliğinden büyük kayıplar olur. Ayrıca bundan akıl ve mantık açısından söz konusu olan delalet de etkilenir. (8)

— Kur’ân-ı Kerimin hakikatlerini anlatan nasıl bir eser okumamızı tavsiye edersiniz?

Risale-i Nur okumanızı tavsiye ederiz. Çünkü Said Nursî, Risâle-i Nur’la Kur’ân-ı Kerimin hakikatlerini bütün âleme ispat ederek açıklamış, bunun için bütün asırların ve bütün kültürlerin, hatta modern kültürün de kabul edeceği bir üslûbu benimsemiştir. Bu asırda taarruza geçen bütün fikrî akımlara karşı, yine düşünce planında çok sağlam bir zemin oluşturmuş, sarsılmaz Kur’ânî temellerden uzaklaşmaksızın İslâm düşüncesinde yenilik ve değişim gerçekleştirilebileceğini beyan etmiştir. (9)

— Said Nursi Hazretlerinin Kur’an Kültürü ve tefsir anlayışı nasıldır?

Şüphesiz Üstad Said Nursî’nin ilmi, Kitâbullahtaki ayetler üzerinde yapılan derin teemmülün bir hülâsâsı, Zikr-i Hakîm’in esrârı üzerinde yapılan geniş tedebbür ve tefekkürün bir nüvesi mahiyetindedir. Bu tedebbür ve teemmül, akıl ile iman arasında irtibat kurar. Bu özellikler, şaşırtıcı bir telif üslûbunu temsil etmekte, daha önceden benzeri görülmemiş bir tefsir yolu olarak kendisini göstermektedir. (10)

 

Sonuç:

“Elhamdülillah” bir cümle-i Kur’âniyedir. Bunun en kısa mânâsı, ilm-i nahiv ve beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur: “Ne kadar hamd ve medih varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda ki, Allah denilir.” İşte, Elhamdülillâh cümlesinin en kısa ve ulema-yı Arabiyece müttefekun aleyh bir mânâ-yı zâhirîsi şöyle olursa, başka bir lisana o i’câz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir? (11)

Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

1-Sözler: Yirmi Beşinci Söz s.425

2-Mektubat: Yirmi Dokuzuncu Mektup s.382

3- age s. 326

4-http://www.sorularlaislamiyet.com/article/14093/kur-an-canli-midir-canli-ise-bundan-maksat-nedir-kur-an-a-ruh-diyebilir-miyiz.html

5-age. Agy

6-Şeyhülislam Mustafa Sabri, Kur’an Tercümesi Meselesi, çev. Süleyman Çelik, İstanbul: Bedir Y., 1993, s. 27

7-a.g.e s. 41.

8-Hak Dini Kur’an Dili, Fatiha Suresi tefsiri

9-Prof. Dr. Abdülaziz Şahbar : Ehl-İ Kitap ve Kur’ân Risâle-i Nur Işığında Bir Yaklaşım

10-age

11-Mektubat : Yirmi Dokuzuncu Mektup : 381

Teşrii ve Tekvini Ayetler!

Allah’ın teşriî ve tekvinî olmak üzere iki çeşit âyetleri vardır. Kur’ân’daki âyetlerine teşriî, kâinattaki âyetlerine de tekvinî âyetler diyoruz. Yaratılmış her mahlûk Allah’ın birliğinden varlığından haber veren birer tekvini ayettir.

Kuran vahyi gibi evrendeki tekvînî ayetler de Allah’a aittir. Risâle-i Nur’da Said Nursi Hazretleri Allah’ın kelam sıfatının bir tecellisi olan Kur’an-ı Kerim ile irade sıfatının tecellisi olan kâinat arasındaki ilişkiyi okuyucuların idrakine sunar. Bu iki kitap arasındaki ilişkinin birbirini tamamlar nitelikte olduğunu anlatır. Bediüzzaman Hazretlerinin “hakikat yolu” olarak nitelendirdiği marifetullah yolunda tekvini ve teşri ayetler arasındaki irtibat ve tefekkür dikkati çekmektedir. Tekvini ayetler ile teşrii ayetler arasındaki bir mülahaza olan bu yazımızda 2/41. ayetteki tehditkarane ikazı farklı bir bakışla değerlendireceğiz. Çünkü bu ayetin çağrıştırdığı diğer bir hususta tekvini ayetlerdir.

Bakara Suresinin 41. ayetindeki söz konusu olan ikaz mealen şöyledir : “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın”. Bu ayetin tefsirine baktığımızda genel olarak “Size indirdiğim apaçık âyetlerimi fani olan dünya malı ile değiştirmeyiniz” (1) şeklinde tefsir edildiğini görürüz. Fakat insanın kâinat kitabının en büyük ayeti (2) olduğunu ve insana ait tüm organların birer tekvini ayetler olduğunu gördüğümüzde karşımıza farklı açılar çıkacaktır. Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insana vücut bir emanet olarak verilmiştir. Emanete ihanetin olmaması ise gereği gibi korunması demektir. İnsan kendisine verilmiş ilahi fıtrat gereği Allah’a iman etmiş ve iman esaslarını yaşamaya uygun olarak yaratılmıştır. En güzel surette yaratılan insan, iman edip imanın gereği olan emredilmiş davranışları sergilediğinde ebedi kurtuluşa erecektir. İmanın yasakladıklarını kendisine verilen tekvini birer ayet olan göz, kalp, akıl, dil vd. gibi organlar ile çiğnediği zaman Allah’ın emanetini zarara uğratmış olmaktadır. İnsan, varlığını emredildiği şekilde kullanmakla mükelleftir. Bu konunun önemini anlayabilmek için şu ayete bakalım:

“Gerçek şu ki, biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk ta onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; insan onu yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir” (3)

Hiç şüphesiz ki ayette kast edilen emanetin boyutlarından biride kişinin kendi varlığıdır.

Emanet olayının farkında olan ve onu dünya hayatında gereği gibi koruyan mü’minler, emanete hıyanet etmedikleri ve onun değerini, ne olduğunu unutmadıkları için ‘zalim ve cahil’ değildirler

Allah’ın emanetini hakkıyla korumak takva ve amel-i salih ile mümkündür. Fiziki varlığımız ve gönül dünyamızı Allah’ın emrettiği şekilde kullandığımızda Allah’ın “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın.” ikazını yerini getirmiş oluruz. “Dünya hayatı bir oyundan bir eğlenceden başka bir şey değildir. Ahiret yurdu takva sahiplerine elbette daha hayırlıdır.” (4) “Orada (cennette) hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer kalbinin hatırından geçirmediği ni­metler hazırlanmıştır.” (5) Bu nimetlere mazhar olmak için geçici dünya menfaatlerinde boğulmayıp, emredildiği gibi istikamet üzeri yaşanmalıdır.

Risale-i Nur’da Tekvini Emirleri Yerine Getirmenin Bir Dersi :    

Risale-i Nur Külliyatı bize imanı canlı, aksiyoner bir şekilde yaşamanın formüllerini vermektedir. Risalelerdeki afaktan enfüse olan tefekkürler varlık ve hadiseleri iyi okuyup, isabetli yorumlayarak, insan, kâinat ve ulûhiyet hakikati arasındaki dengeyi koruyan, ileri görüşlü, derin düşünceli ve basiret sahibi kimselerin yetişmesini netice vermiştir. Nitekim Kur‘an-ı Kerim‘de, Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” (6) buyurulmaktadır. Kâinat kitabını iyi okuma, teşrii hükümlere uymanın yanında tekvini emirleri de tatbik etmekle mümkündür. Allah’ın mevcudata yerleştirdiği maslahatları, diğer taraftan da dinin emirlerindeki / esasındaki amaçları kavramaya çalışmak gibi hususlar kâinata hikmet nazarı ile bakabilmenin bir neticesidir. Bediüzzaman Hazretleri “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek sûretiyle satın almıştır.”(7) ayetin bir tefsirini yaptığı Altıncı Söz’de ayetin emrettiği şekilde hayat süren müminlerin kazançlarını sıralamaktadır. Bu tespitlerden biri şu şekildedir:

“Her âzâ ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar. Meselâ, akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, öyle meş’um ve müz’ic ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinânesini ve gelecek zamanın ahvâl-ı muhavvifânesini senin bu bîçare başına yükletecek yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz’âc ve tâcizinden kurtulmak için gâliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikisine satılsa ve Onun hesâbına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazînelerini ve hikmet defînelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.

Meselâ, göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, geçici, devamsız bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve Onun hesâbına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir mütâlaacısı ve şu âlemdeki mu’cizât-ı san’at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübârek bir arısı derecesine çıkar.

Meselâ, dildeki kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis hesâbına, mide nâmına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazînelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.”

Sonuç:

Her insan, Allah’ın gözetimi altındadır; hiç kimse, başıboş bırakılmamıştır. Bu yüzden, insanın yaptığı her şey kayıt altındadır. Her insan, iradesiyle yaptığı işlerden Allah’a hesap verecektir. Çünkü insan, bu dünyada Allah’ın birinci derecede muhatap aldığı ve yeryüzünün halifesi olan varlıktır. İşte bu insan, yapısına dercedilmiş cihazatı tekvini emirler doğrultusunda kullanmazsa zarar eder. Saadet-i ebediye zararına manasız, lüzumsuz, zararlı kederli, hodfüruşane, sakil, riyakârane bazı hissiyat-ı süfliye ve menafi’-i cüz’iyenin hatırı için (8) haddini aşmış olur. Mesela: Göz, gönül dünyasını doğrudan etkilediği için çok önemlidir. Yüce Rabbimizin nazar ettiği/baktığı merkez gönüldür/kalptir. Bunun için gözün her gördüğü gönülden geçer. Gözü korumak, kalbi kararmaktan kurtarmaktır. Nitekim bu konuya dikkat çeken Efendimiz (asm) şöyle demiştir :Dikkat edin vücudun içinde bir et parçası vardır. O düzelirse bütün vücut düzelir, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin o et parçası kalptir.”(9) Kalbi günahlarla kirlenmiş olan kimse kulluğun tadını alamaz. Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırır.(10) Bunun sonucunda artık insan dünyada kârını-zararını, iyiliğini -kötülüğünü, kurtuluşunu – helâkını ayırt edecek basireti kaybeder. Böylelikle insan, kulluk etmesi için Allah’ın kendisine vermiş olduğu maddi ve manevi organları geçici dünya menfaati için kullanarak çok kıymetli cihazatı az bir menfaat ile değişmiş olur. Bunun sonucu olarak o insana ebedi bir felaket kapısı açılmış olur.

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org

Kaynaklar :

1-(Savfet’üt- Tefasir Ensar Neşriyat 1/88-89)

2-(Asa-yı Musa, s .34)

3-(Ahzab Sûresi: 33/72)

4-( En’am Suresi :6/32)

5-(Müslim; Hadis No 2825)

6-(Bakara Sûresi: 2/269)

7-(Tevbe Sûresi: 9/111.)

8-(Lem’alar – 160) 

9-(Buhari – Müslim)

10-(Lemalar, İkinci Lem´a s.15)

Üstad Said Nursi’yi Nasıl Anlatıyorlar?

Lâdikli Ahmet Ağa :

Reşat Bey arkadaşı ile birlikte mübarek bir zat olan Ladikli Ahmed Ağa’nın yanına gidiyor ve kanaatlerini sunuyorlar. Ahmed Ağa şu şekilde karşılık veriyor:

“Ben size onu nasıl anlatayım ki? O bizim gibi herhangi bir tarikat silsilesine bağlı değildir. O ne Kutbü’l-Aktab’a, ne de herhangi bir kutuba bağlıdır. O doğrudan doğruya Peygamberimizden (a.s.m.) Feyiz alır, ona göre hareket eder. Bir hatıramla onun manevî makamını size anlatmaya çalışayım.

“Birgün Hızır (a.s.) gelerek, ‘Eskişehir’de zelzele olacak. Taş üstünde taş kalmayacak. Gel, Bediüzzaman’a gidelim ve dua etmesini isteyelim ki, bu zelzele hafiflesin’ dedi.

Beraberce gidip, Bediüzzaman’a vaziyetini anlattık. ‘Haberim var,  haberim var’ dedi. Hızır (a.s.), ‘Dağlara gidip dua edelim’ dedi. Bediüzzaman, ‘Ben hastayım, siz dağlara çıkıp dua edin, ben buradan dua edeceğim’ dedi. Eğer onun duası olmasaydı, Eskişehir’de gerçekte taş üstünde taş kalmazdı.’

Bu sözleri dinleyen Yarbay Reşat Beyin arkadaşı ikna olup Bediüzzaman ve eserlerine taraftar bir vaziyete giriyor. (1)

Gavs-ı Hizan Seyyid Sıbğatullah :

“Üstad Bediüzzaman’ın muhterem babası Sofi Mirza Efendi, Nurs köyünden kalkarak Gayda’ya Seyyid Sıbğatullah Hazretlerinin ziyaretine gelirdi.

Bir defasında muhteşem mecliste Seyyid Sıbğatullah ayağa kalkarak, Sofi Mirza’ya meclisin başköşesinde yer göstermişti. Orada bulunan ulema ve hulefâ, bu basit, ümmî Nurs’lu köylüye neden bu kadar alâka ve hürmet göstediğini Seyyid Sıbğatullah’tan sordukları zaman, Gavs-ı Hizan şu cevabı veriyordu:

“Bu Sofi Mirza ileride öyle bir zata baba olacak, bunun sulbünden öyle bir zat gelecek ki, o zata baba olmayı ben on gavslığa tercih ederim. Gavs olmaktansa, o gelecek zata böyle bir baba olmayı tercih ederim!” (2)

Gönenli Mehmed Efendi :

“Denizli Hapishanesinden tahliye olduktan sonra, içimde Üstadla beraber bir namaz kılma arzusu belirdi. Bir müddet sonra Üstad, kalbi arzuma muvafık olarak, ‘Beraber namaz kılalım’ diye beni çağırttı. Otelin önünde de kalabalık bir cemaat, ‘İstanbullu hoca vaaz verecekmiş’ diye bekliyordu. Ben o sırada gerçekten mütereddit kalmıştım. Sonra Üstaddan beni rahatlatan haber geldi: ‘Vazifesini yapsın. Sonra gelsin, namaz kılarız.’

“Tahliyeden sonra Denizli’de bir hafta kadar kalmıştım. Müftü ‘Sen hangi camii istersen orada vaaz ver, hutbe oku’ diyerek bana müsaade vermişti.

“Aradan yıllar geçti. İstanbul’a geldiğini haber aldım. Fatih Camiine davet ettim. ‘Başkalarına haber vermez ve beni halka göstermezse gelirim’ demiş. Derhal Hünkâr mahfilini hazırlattım. Sonra camiye geldi. Hünkâr mahfilinde, imamlığında namaz kıldık. Allah’a şükür, arkasında namaz kılmak da nasip oldu. (3)

Şeyh Muhammed Celalî’nin Oğlu: Şeyh Nizameddin Arvasî

Doğubeyazıt’ta üç ay Bediüzzaman’a ders veren zat, Şeyh Muhammed Celâlî idi. Aslen Arvaslıydı. Uzun müddet Celâlî kabilesi arasında kaldığı için kendisine “Celâlî” denilmekteydi. l85l yılında dünyaya gelmişti. On biri erkek, dokuzu kız olmak üzere yirmi evlâdı vardı. Birinci Cihan Harbinin başlarında, yani l9l4’te Siirt’in Şirvan kazasındayken vefat etmişti.

Oğlu Nizameddin Arvasî, Üstad Bediüzzaman ve babası Şeyh Muhammed Celâlî ile alâkalı olarak bizlere şu bilgileri verdi:

“Babamın doksan civarında talebesi varmış. Talebelerin en küçüğü Bediüzzaman’mış. Ama o zaman kendisine Molla Said denmekteymiş. Talebelerin en küçüğü olmasına rağmen, bütün talebeler tarafından çok hürmet görürmüş. Diğer talebelerin hepsine müderris ve müftü Sadullah Efendi tarafından dersler verilirken, tek başına yalnız Bediüzzaman babamdan ders alırmış. Ders esnasında kimseyi de yanlarına almazlarmış. Bediüzzaman babama, ‘Bu kitaplar okuyup öğrenmekle baş olmaz, bu ilmin hazinesinin anahtarı sizdedir,’ diyerek her ilimden sadece birer ders almış. İlimde ve zekâda bütün talebelerin fevkinde imiş. Gündüzleri babamdan ders alırken, Perşembe geceleri de Ahmed Hanî’nin türbesine gidermiş. Şüphelenen babam, küçük Said’in arkasına Halife Yusuf ve Molla Şerif’i takipçi koymuş, Türbeye varan takipçiler, küçük Said’i göremezler, fakat içeriden; ‘Belî Seydâ, belî Seydâ (evet hocam, tamam hocam)’ diye sesler duymuşlar. Durumu gelip babama bildirmişler. Babam talebelerine ‘Bundan sonra Said’e kesinlikle kimse karışmayacak’ diye emir vererek, yaşça büyük olan Molla Şerif’i de Bediüzzaman’ın hizmetine vermiş. Molla Şerif’in anlattığına göre, ders esnasında bazen babam, bazen de Bediüzzaman sinirlenirmiş. Bediüzzaman sinirlendiği zaman dışarı çıkarak medreseden uzaklaşırmış. Talebeler Bediüzzaman’ın medreseyi terk ettiğini söyleyince, babam, ‘Bırakın Said’i, bırakın Said’i, ona sizler karışmayın, o biraz sonra yine gelir’ diyerek cevap verirmiş. Gerçekten de Üstad sinirleri yatışınca tekrar medreseye dönermiş. (4)

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org

Kaynaklar :

1- Şahidlerin Dilinden 3. Cilt, s. 203

2- Son Şahitler 1 / 22

3-http://www.risale-inur.org/yenisite/moduller/sonsahitler/bolgeindex.php?id=199

4- http://www.risale-inur.org/yenisite/moduller/sonsahitler/bolgeindex.php?id=43

Şeytanın “Yıldırma Stratejileri”nden Alınan Dersler!

Peygamberimiz (asm) bir gün ashabı ile gezerken, çöplükte kokmuş bir köpek  ölüsü görürler. Ashab, “fena kokuyor…” vs. derken Peygamberimiz (asm) “dişlerine bakın, ne güzeldir” buyurmuş. Bu Yüce Peygamberin (asm)  ümmeti olan bizler de her şeye ibret gözüyle bakıp ders çıkarabilmeliyiz.

Bu yazımızda her kötülüğün başı olan “şeytan”ın insanoğlunu yıldırma stratejilerinden üç tanesini ele alıp şeytanın profesyonel oyunlarından ders çıkarmaya çalışacağız.

1-Şeytan asla vazgeçmez:

Şeytan asla ümidini kaybetmez. Büyük bir istikrar  ile insana saldırır, asla vazgeçmez. Şeytan asıl işine çok iyi odaklanmış, karşısına engel çıktığında yöntem değiştirip yoluna devam etmiştir. Şeytan faaliyetleri ile adeta bize şunu söylemektedir : “Benim işim sadece doğru yoldan saptırmak, başka bir şeyle meşgul olmam. Eğer karşıma engel çıkarsa yöntem değiştirip yoluma devam edeceğim, asla durmak yok.”

Biz eğer bu  istikrar ile dua etseydik hayallerimize dahi sığmayacak kazanımlarımız olacaktı. Bu istikrar ile kitap okusaydık bir ömürde bir kütüphane kitabı bitirmiş olacaktık.

2-Metotlarını sürekli günceller:

Şeytan her zaman kişiye, duruma, ortama göre insana yaklaşımını günceller, değiştirir. Bu şekilde her insana hangi şartlar altında olursa olsun ulaşır ve telkinlerini verir.

Başarının olmazsa olmaz şartı kararlılıktır fakat kararlılığı aktif tutabilmek için başka esaslara da uymak gerekir. Bu esaslardan biride hedeflerimizi ve hedefe ulaşırken kullandığımız yöntemleri güncellemek, yenilemektir.

Biz de her an içinde bulunduğumuz şartları en verimli nasıl kullanabiliriz bunun formüllerini bulmalı ve hayata geçirmeliyiz. Böylelikle her anımızı değerlendirip elimize geçen küçümsediğimiz birkaç dakika çalışmanın dahi ısrar sayesinde bize neler kazandırdığını göreceğiz. Günlerdir seyahate hazırlanan çok insan sadece bir dakika ile uçağı, treni vs kaçırmıştır. Aylarca olimpiyatlara hazırlanan sporculardan bazılarının sadece bir saniye ile birinciliği kaybetmiş olduklarını görünce her saniyenin dahi ne kadar önemli olduğunu görmekteyiz. Bu kadar kıymetli olan zamanın en küçük birimini dahi daha verimli kullanmanın arayışı içinde olmak bize çok şey kazandıracaktır.

3-Küçük telkinler vererek, işinizi erteleterek büyük ve gerçek hedefine ulaşır:

Şeytanının oyunlarından biriside “erteletmek”tir. Güzel bir işe niyet ettiğimizde sonra yaparsın der. Dün bitmiştir ama yarınlar hiç bitmez. İşini yarınlara bırakanlar yarınların bitmediğini ama ömrün bittiğini görecektir.

İnsanın fark etmemesi için küçük adımlar ile hedefine yürür. Konu ile alakalı şu misali vermek yerinde olacaktır:

Sıcak su dolu cam kavanoza kurbağayı atmışlar kurbağanın ayakları sıcak suya temas edince kurbağa ani bir sıçrama ile kavanozdan çıkmış, ölümden kurtulmuş. Sonra soğuk su dolu cam kavanoza kurbağayı koymuşlar ve suyu yavaş yavaş ısıtmışlar. Dibe çöken kurbağa ılık suyun etkisi ile iyice gevşemiş. Su ısınmaya devam ederken kaynama noktasına ulaşır. Kaynadığını anlayan kurbağa sıçramaya çalışır ama artık çok geçtir, sıçrayıp çıkacak gücü kaybetmiştir.

İşte şeytanın planı da böyledir. Adım adım hedefine yürür. Öyleyse bizde kendi hedefimizi küçültüp amacımıza ulaşmalıyız. Günde 30 sayfa kitap okumayı planlayan kişinin karşısına hemen şu düşünce çıkar: 30 sayfa okumak bir saatini alır. Bir saat boş vakit bulunca oturup okursun der. Ancak müsait bir saati bulmadığı sürece de asla okuyamaz. Oysaki hedefim bir sayfa okumak dese bir sayfa sadece 1–2 dakikasını alacağı için her 2 dakikalık zamanını dahi okumakla geçirecektir. Zaten zor olan okumaya başlamaktır, başlayınca devamı gelecektir. Bu düşünce ile hedef gözde küçültülmüş, yılgınlığa düşmeden sonuca varılmış olacaktır.

Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Müslümanın Zırhı “Takva” ve “Amel-i Salih”

Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarıdır. (1) Bu sebeple Allah’ın dostları, iman edipte takvaya sarılmış olanlardır. (2) Takvâyı Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah eder: Takva; Menhiyattan (dinen yasak olan şeylerden) ve günahlardan içtinab etmek (çekinmek) ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.(3) Allah katında insan için en önemli şeref ve kıymet kaynağı takvâdır. “Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır.” (4) ayeti bu hakikate işaret eder. Dini yaşamada bu şekilde hassas davranan müslümana da “muttaki” denir (5). Evet, manâ ve muhtevâ itibariyle takvâda öyle bir büyü var ki, ona sığınmadan Kur’ân’ı tam anlamak ve Kur’ân yörüngesinde yürümeden ona ulaşmak mümkün değildir. Başta, Kur’ân, kapısını müttakîlere aralar ve: “huden lil muttekin” (Bakara/3) fısıldar; neticede, Hz. Furkan ekseninde yaşamaya işaret eder ve nazarları “Lealleküm tettekun” (Bakara/21) ufkuna çevirir. (6)

Şu zamanda en mühim vazife, imana hizmettir. İman saadet-i ebediyenin anahtarıdır.(7) Fakat ona iman etmek: Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ders verdiği gibi, o Hâlık’ı sıfatları ile isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.(8) Toplumu “imansızlık” gibi bir felaketten korumak, bütün ömür dakikalarını sırf iman hizmetine vakf ve hasretmek ve ihlasa tam muvaffak olmak için, Bediüzzaman Hazretleri kendini dünyadan tecrid ederek mücerred kalmıştır. Evet, Bediüzzaman iman ve İslâmiyet hizmeti için, her şeyden bu derece fedakârlık yapan, fakat bütün bunlarla beraber; ubudiyet, zühd ve takvada da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedaisi ve Kur’an-ı Hakîm’in muhlis bir hâdimi payesine yükselmiştir.(9) Onun izinden giden Risale-i Nur talebelerinin de bu zamanda tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmaları en mühim vazifeleridir. (10) Üstad Hazretleri  Risale-i Nur’un takvadarane meşrebini (11) ders verir ve şöyle der :  “Ey ehl-i iman! Bu müthiş düşmanlarınıza karşı zırhınız: Kur’an tezgâhında yapılan takvadır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesidir. Ve silâhınız, istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı İlahiyeye ilticadır.” (12)

Takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmünde olan yeryüzünde (13) Allah’ın halifesi olarak yaşayan biz müslümanların onun hoşnutluğunu kazanması takva ve salih amele bağlıdır.. Bu yoldan bizi alıkoymak isteyecek insi ve cinni şeytanlar karşımıza çıkacaktır. Onları razı etmek hedefimiz değildir. Çünkü takva ve amel-i sâlih ile Hâlıkını razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir. (14)

Sonuç:

Hakk’ın, en çok beğendiği iş takvâ, en temiz, en nezih kulları da müttakîlerdir.. takvâ adına müttakîlere en saf, en duru mesajı da Hz. Furkan-ı Bedîu’l-Beyan’dır. (15) Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur  bu manayı talebelerine şu şekilde ders verir: “Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez.” (16)

Zafer KARLI

www.NurNet.Org                                                                                                          

Kaynakça :

1- Kastamonu Lahikası – 148

2- Yunus 10/63 :

3- Kastamonu Lahikası – 148

4- Hucurât/13

5- Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi’l-Kur’an, Mısır, 1961, s. 530

6- F.G., Sızıntı, Haziran 1993, Cilt 15, Sayı 173  

7- Barla Lahikası – 328

8- Emirdağ – 1 – 203

9- Sözler – 758

10- Kastamonu Lahikası – 148

11- Şualar – 503

12- Lem’alar – 72

13-İşarat-ül İ’caz – 203 

14- Mesnevi-i Nuriye – 185

15- F. G., Sızıntı, Haziran 1993, Cilt 15, Sayı 173  

16- Kastamonu Lahikası – 77-78