Kategori arşivi: Biyografi

Nerede O Eski Ramazanlar

Yoğun bir siyasi gündemden sonra mübarek Ramazan ayı geldi.Ramazan ayı mağfiret ve rahmet ayıdır.Özellikle Urfa‘mızda elli dereceleri bulan hava sıcaklığında oruç tutmak bir başka oluyor.97706_tr

Zaman zaman yaşlı insanlardan duyarız.” Ah nerede o eski Ramazanlar” diyerek geçmiş günlere özlem duyarlar.

Bu özlem acaba geçmiş Ramazanlara mı ? Yoksa geçmişte Ramazan vesilesi ile yaşanan güzel günlere mi ? Bence bu geçmişe duyulan özlem, aslında Ramazan vesilesi ile geçmişte yaşanan güzel günlere duyulan özlemdir.

Kimi geçmişte gençliğinde geçirmiş olduğu oruçlu günleri hatırlar.Ve o günlere özlem duyarak içinden nerede o eski Ramazanlar sözleri dökülür.

Kimisi de eski Ramazanlarda ,yaşadığı çocukluğunu gördüğü için eski Ramazanlara bir özlem duyar.

Evet, benim oruçla tanışmam yaklaşık otuz yıl önce yine bu günler deki gibi yaz mevsimine rastlar.O zaman 7-8 yaşlarındaydım. Çocukken anne babamızın teşvikleri ile tekne orucu dediğimiz öğleye kadar oruç tutuğumu hatırlarım.

O dönemde köyümüze elektrik gelmemişti.Elektrik olmadığı için genelde babam şehre indiğinde gelirken bir kalıp buz getirirdi.Özellikle o zaman babamın şehirden köye gelişini sabırsızlıkla beklerdik.Babam orucun etkisi ile yorgun ve bitkin bir halde gelirdi.Susuzluğunun hafiflemesi için ayaklarına ve başına bol miktarda su dökerdi.Biz de çocuk aklımızla babamız ne yapıyor diye gülerdik.

O zamanlar soğuk su için buzdolabı yoktu fakat bizlerin ” Den ” diye adlandırdığımız. Pişmiş topraktan yapılmış su küpleri vardı.Bu su küplerindeki su, buzdolabı kadar olmasa da idare edecek kadar serin olurdu.Bu su küpleri de özel bir oda da tutulurdu. Biz çocuklar susadığımızda gidip o su küpünden su içerdik.

Bir de o dönemlerde Ramazan ayı Mercimek,Arpa ve buğday biçim dönemlerine denk gelirdi.Özellikle büyüklerimiz oruçlu halleri ile gün boyu 50 dereceyi bulan sıcakta çalışırlardı.Şimdi düşünüyorum.Ben şimdi onların yaptığını yapabilir miyim bilemiyorum.

Şimdi bana sorarsanız peki o günleri arıyor musun ? Vereceğim cevap tabi ki evet .

Peki neden evet ? Çünkü eski günlerde yaşadığım çocukluğumu buluyorum.Çamurdan oyuncak yapmayı,kırlarda koşmayı,telden oyuncak araba yapmayı özlüyorum.Belki yokluk vardı.Bugünkü imkanlar yoktu.Fakat fıtri doğal bir hayat vardı.Yapmacık suni dünyalar yoktu.Gerçekçi bir çocukluk vardı.Biz o zaman çocukluğumuzu hakkı ile yaşadık.

O dönem de ne kadar elektrik,televizyon, bilgisayar,internet olmasa da,bunların yerini alan köy deki hala zihnimde silinmeyen samimi sohbet ortamları vardı.Belki kolası,meyve suyu olmasa da halis muhlis doğal ayranımız vardı.Kısaca yaşantımız halis muhlis şimdilerin klasik söyleyişi ile organikti,katıksızdı.

Hasılı kelam bu yazımız belki Ramazanla ilgili dini içerikli bir yazı olmadı.Fakat sizleri geçmişe götürmek babında biraz farklı bir yazı olsun dedik.Çünkü bu mübarek ayda dini yazıları yazan çok hocamız oluyor.O yazıları da otorite olan hocalarımıza havale edelim.

Vesselam…

Hamit Derman

Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî Hazretlerinin İlmi Kişiliği (1813-1893)

Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (a.s.m.)’ın Cevşen’ül Kebir duası sünni kaynaklardan Hakim’in Müstedrek’inde ve Kenzul Ummal’da kısmen geçse de tamamı sadece Mecmuat’ül Ahzab isimli Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi Hazretlerinin tertiplediği münacat kitabında geçmektedir. Cevşen’ül Kebir duasını nakleden Zat’ın ilmi kişiliği nedir, hangi alanlarda yoğunlaşmıştır, eserleri nelerdir sorularına kısaca cevap vermeye çalışacağız.

Fatih Külliyesinin vakfiyesinde müderrislerin vasıfları yazılırken “başlangıç ve giriş bilimlerinde, aklî ve naklî bilimlerde benzeri az bulunan, tedris makamının ehliyetine sahip, ömrünü faydalı bilimleri tahsil etmeye vermiş” gibi ifadeler kullanılmaktadır.(1) Bu sebeple Gümüşhânevî Hazretleri zâhiri ilimlerin tahsiline önem vermiş, halifelerinde her şeyden önce ilmî yeterliliğin bulunmasını şart koşmuştur. (2) Ayrıca kendisi de mezheben Hanefi, tarikaten Nakşibendi, marifeten Ekberi ve meşreben Şazeli olarak şeriatın dört kapısındaki hâkim yolları şahsında toplamıştır.(3)

Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi Hazretleri, Osmanlı devletinin son dönemlerine olduğu kadar yetiştirdiği talebeleriyle Türkiye Cumhuriyeti’ne de damgasını vurmuş, hem ilim hem de tasavvuf büyüklerimizden biridir. Eserlerinin büyük bir kısmının hadis ilmine dair olması, onun manevi yolunda hadis ve sünnetin önemli bir yere sahip olduğunu gösterir. O, aynı zamanda tasnif etmiş olduğu Ramuzu’l-ehadis isimli meşhur eseri ile Gümüşhanevi Tekkesi’nde ciddi bir geleneğin başlamasına da önayak olmuş ve önemli bir sünnet-i hasene başlatmıştır. Onun bu gayretinde, bir sohbet kitabı yazıp okutulması yerine müridlerini doğrudan hadislerle muhatap ederek Resulullah (s.a.v.) ile buluşturma ve onları Peygamber (s.a.v.)’in ahlakıyla terbiye etme gayreti sezilir. Bu da ondaki sünnete bağlılığın bir göstergesidir ve tekkesinde günümüze kadar hadis okumaları bir esas olarak kabul edilmiştir. (4) Hâtimetü’l muhaddisin ünvanı ile anılan Gümüşhanevî’nin gayretleri ile dergâhı adeta bir Dârulhadis hüviyetine bürünmüştür. Bu çalışmalar pek çok hadis âliminin yetişmesine, birçoğunun huzur dersleri muhatap ve mukarrirligine, bazılarının da Dâru’l-hilâfeti’l-âliyye Medresesi hadis ve hilafiyet dersleri müderrisliğine kadar yükselmesine sebep olmuştur. 1874-1976 yılları arasındaki hadis ile ilgili telif, tercüme ve tekrar nesir olarak hadis alanında verilen eserlerin çoğunun Gümüşhaneli Dergâhı çıkışlı ulema tarafından kaleme alınmış ve aynı hadis okuma şerh ve neşretme geleneğinin devamı da onun tesirlerinin günümüzde devam ettiğini göstermektedir.(5)

Gümüşhanevî Hazretleri 13 Mayıs 1893 yılında vefat etmiştir. O gün İstanbul adeta bir matemgâh olmuştur. Süleymâniye Câmi-i şerîfi avlusunda Kânûnî Sultan Süleymân Han Türbesinin kıble duvarına bitişik demir parmaklıklarla çevrili kabrinin ayakucu kitâbesinde; “Muhaddisîn-i kirâmdan, fahr-ül-meşâyih Gümüşhâneli el-Hac Ahmed Ziyâeddîn Efendi hazretlerinin rûh-ı mukaddislerine el-Fâtiha” yazılıdır. (6)

Eserleri :

Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî Hazretlerinin Arapça kaleme aldığı 52 eseri vardır.

Eserlerinin bazıları şunlardır :

Hadis : Râmûzu’l-ehâdîs, Levâmiu’l-Ukûl (I-V), Garâibu’l-Ehâdîs, Letâifü’l-Hikem, Hadîs-i Erbaîn.

Fıkıh ve Akaid : Câmiu’l-Menâsik alâ Ahseni’l-Mesâlik, Câmiu’l-Mütûn, el-Âbir fi’l-Ensâr ve’l-Muhâcir, Matlabu’l-Mücahidîn.

Tasavvuf : Câmiu’l-Usûl, Ruhu’l-Ârifîn, Mecmûatü’l-Ahzâb, Kitâbu’l-Ârifîn fî Esrâri Esmâi’l-Erbaîn.

Ahlâk : Necâtü’l-Gâfilîn, Devâü’l-Müslimîn, Necâtü’l-İhlâs (7)

Sonuç :

Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi Hazretleri hayatı boyunca sünnet-i seniyyeye sımsıkı sarılmış, âlim, müttaki ve ehl-i irfan bir büyüğümüzdür. Yüce Peygamberimize (asm) ait olduğundan şüphe ettiği bir sözü yayma çabası içinde olması beklenemez. En doğrusunu Allah bilir…

Kaynaklar :

1-A.K.Ü. Anadolu Dil-Tarih ve Kültür Araştırmaları Dergisi, Afyon 1996; Ders Programları ve Ders Kitapları Tarihi -1 Medreselerde Okutulan Dersler Programları ve Ders Kitapları Tarihi – I Medreselerde Okutulan Dersler ve Ders Kitapları, 1.2. Vakfiyeler ve Kanunnâmeler

2- Semerkand Dergisi; İlim ve İrşadla Geçen Bir Ömür: Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî k.s. Abdullah Gökmen ; Mart 2012

3- Bir Müceddid Olarak Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi  Prf. Dr. Bedri Gencer – Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü Başkanı, 1- 2 Haziran Uluslararası Gümüşhanevi Sempozyumu Bildiri Özetleri; sayfa 16

4- Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi (k.s.)’de Sünnete Bağlılık ve Bunun Tekke Geleneğine Yansıması; Yrd. Doc. Dr. Abdullah Hikmet Atan – İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi- 1-2 Haziran Uluslararası Gümühanevi Sempozyumu Bildiri Özetleri Kitapçığı, sayfa 86

5-19. YY. Osmanlı Toplumunda Taavvuf-Hadis İlişkisi Rukiye Aydogdu Ankara-2008 Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Hadis Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, sayfa 111-112

6-http://www.biriz.biz/evliyalar/ea1502.htm

7- Semerkand Dergisi; İlim ve İrşadla Geçen Bir Ömür : Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî  k.s. Abdullah Gökmen ; Mart 2012

Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Bedîüzzaman Saîd Nursî’nin İlmi ve Manevi Şahsiyeti (1878 – 1960)

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri’nin âlimliği, Osmanlı Devletinin son döneminde dini ilimler alanında en yetkin merci olan Daru’l-Hikmeti’l-İslamiyye’ye (İslam İlimleri Akademisi) üye seçilmesi ile sabittir. (1) Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’an ilimlerine ve i’cazına, Arap Dili, belagati ve edebiyatına, vukufunun pek yüksek seviyede olduğunun bir delili olan İşaratu’l-i’caz tefsirini inceleyen Ezher Üniversitesi Usulü’d-din Fakültesi Tefsir öğretim üyesi Prof. Dr. Abdülğafur Ca’fer, “Medarisu tefsiriyye fi Türkiya ve Şibhi’l-kareti’l-Hindiyye” (Kahire, 1997) kitabının s.5 ila 104 bölümünü “İman, bürhan ve i’caz ekolü” başlığı altında Bediüzzaman’ın tefsir metodunu anlatmaya tahsis etmiştir. (2)

Said Nursi Hazretleri “Bediüzzaman” ünvanı ile meşhur olmuştur. Said Nursi Hazretleri’nin Bediüzzaman = Zamanının eşsiz âlimi ünvanını almasına sebep, eski medreselerde okutulan 26 ilme ait 90 kitabı ezberleyerek bütün bu ilimlere vukuf peyda etmesidir. Üç ayda bir evrad gibi tekrarladığı bu 90 kitap 50 aded Kur’an-ı Kerim kadar sayfa yani 30.000 sayfayı bulmaktadır. Hıfz edilen bu 90 kitap içinde, âlet ilimleri denilen 12 ilim, şer’î ilimler denen hadis, tefsir ve fıkıh gibi ilimler ve nihayet müsbet ilimler olarak tabir edebileceğimiz, matematik, geometri ve astronomi gibi ilimler de vardır.(3)Bu 90 kitap Bediüzzaman Hazretlerinin okuduğu değil ezberlediği kitaplardır; okuduklarının sayısını ve isimlerini bilemiyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri iki ayrı Hoca ve iki ayrı âlimler silsilesinden iki İcazetname almıştır. Bu İcâzetnâmelerin âlimler silsilesini kısa da olsa kendisinin kardeşi Abdülmecid’e verdiği İcâzetnâme’den anlıyoruz. Birinci İcâzetnâme, Muhammed Celali, Seyyid Fehim Arvasi, Şeyh Ubeydullah Şemdinani ve Şeyh Tahay-ı Nehrî şeklinde devam etmektedir. Bu ilim silsilesi ise, büyük Âlimler ve faziletli kimseler şeklinde ta İmâm Gazali’ye, İmâm Cafer-i Sadık’a ve nihayet İmâm Ali bin Ebi Talib’e kadar uzanmaktadır. Bu İcâzetnâme silsilesini aynı Hocadan ders alan İcâzetnâmelerle tamamladık. İkinci İcâzetnâme ise Şeyh Fethullah Es-Siirdi, Ömer es-Siirdi ve Şarkın dâhilerinden olan Molla Halil Siirdi silsilesini takip etmektedir. Molla Halil’in icazet silsilesi Sadeddîn-i Taftezani’ye, Fahreddîn-i Razi’ye ve nihayet İmâm Ali bin Ebu Talib’e kadar gidiyor.(4)

Manevi Şahsiyeti :

Risale-i Nur’da Bediüzzaman Hazretleri geçmiş dönemin birçok mücedditinden ders aldığını söyler. Bunlardan birisi de İmam Gazali’dir. (5) İmam Gazalî’nin yaşadığı dönemin müceddidi olduğu pek çok İslam âlimi tarafından ifade edilmiştir. Nitekim İmam Suyuti de yazdığı bir şiirde beşinci müceddid olarak İmam Gazali’ye işaret etmektedir. (6) Müceddidin belirlenmesi, onunla çağdaş ulemanın zann-ı galibi; talebelerinin ve yazılarının sağladığı fayda ile anlaşılır.(7) İslam Âlemi’nde ümmete büyük faydası dokunan zatlardan bahseden Ortadoğu’daki meşhur hadis profesörü Faruk Hammade şunları söyler: “Tarihe sayfa sayfa bakarken, beşeriyetin, bilhassa İslam Âlemi’nin seyrine yön veren ve bu yolda onları irşad eden önder ve rehber bir taife ile karşılaşırız. O günün ve bu günün insanları, bu taifedeki her bir önder ve rehberin makamını, Fakihlerin makamından yüksek, hacmini âlimlerin hacminden daha büyük ve dairelerini evliyaların dairelerinden daha geniş görüyorlar. Bu sebeple ümmet, bu zatlara, makamlarına layık ve onları tarif ve tavsif edecek hususi isim ve sıfatlar vermiştir. Mesela; Ebu Hanife için ‘İmam-ı Azam’, İmam-ı Şafii için ‘Fakih-i Sünnet’, İmam-ı Hanbel ve İmam-ı Eşarî için ‘İmam-ı Ehl-i Sünnet’, İmam-ı Bakillanî için ‘Lisan-ül Ümmet’, İmam-ı Gazali için ‘Hüccet-ül İslam’ vb. sıfatlarla bu zatlar yad edilegelmiştir. Ümmet, her zaman bu zatların etrafında olmuş ve onlardan nur alarak istifade etmişlerdir.

Bu asrın başına geldiğimizde ise, İslam ümmetinin çok zor bir devrinde, büyük bir İmamı görürüz. İmam Bediüzzaman-ı Nursî… “O, (r.h.) muhakkak Lisan-ı ümmetti.. Halk kitlesinin fakihi idi.. Neslin muslihi idi.. Asrın ve İnsaniyetin davetçisi idi. Cenab-ı Hakk, ona çok hususiyetler vermişti.” Bunlardan birkaç tanesini arz ediyorum:

  1. ‘Abkariyet’ dediğimiz, ilimde ve derste mükemmeliyet ve kusursuzluk..
  2. ‘Mütemeyyiz bir Sülûk’. Yani, diğer akranından sıyrılmış farklı bir meslek sahibi oluşu..
  3. ‘İrade ve Salabet’. Acib bir irade ve Salabet..

İmam Nursi’nin salabetini anlatırken, şöyle tarif ediyordu: “Ne bir anlaşma ve teklif onu sarsabilmiş, ne dünyevî bir meta’ onu aldatabilmiş, ne bir mansıb ve makam onu şaşırtabilmiştir. Bütün bu acib cereyanlar, Onu başladığı noktadaki hedefinden asla ayıramamıştır.

  1. ‘İnsan-ı Mürhef’ dediğimiz çok hassas ve çok şefkatli insan. Yani, bir karıncayı ezmekten incinen, yaprağın kopup düşmesinden müteessir olan bir insan.. kafire bakıp ona adavet etmeyip, imanı için acıyan ve şefkat eden bir insan..”(8)

Öte yandan bir dönem Huzur Dersleri Mukarrirliği de yapmış olan Fetva Emini Muğlalı Ali Rıza Efendi, Bediüzzaman Hazretleri’nin müceddid olduğunu ifade etmiş ve şunları söylemiştir: “Bediüzzaman, şu zamanda Dîn-i İslâm’a en büyük bir hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu ve böyle bir zamanda ve mahrumiyet içinde tam bir feragat-ı nefs ettiğini ve onun Risale-i Nuru, müceddid-i din olduğunu kat’iyyen tasdik ederim. Cenab-ı Hak, onu muvaffak eylesin.(9)

Sultan Abdulhamid’in sarayında imamlık yapmış olan Hacı Hafız Hasan Sarıkaya, Bir dönem Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere ve Dini Eserleri İnceleme Kurulu’nda da görev alan İsmail Hakkı Zeyrek, Bağdat Üniversitesi profesörlerinden Muhsin Abdulhamid, Hacı Salih Bilgin Efendi ve Şeyh Seyda el-Cezerî gibi pek çok din âlimi de Bediüzzaman Hazretleri’ni müceddid olarak tavsif etmişlerdir.(10)

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri hayattayken manevi ve ilmi yönünden etkilenen Mısır Basını “Asrı etkileyen adam” anlamında; “Fatînü’l-Asr” diye nitelendirilerek hakkında makaleler yayınlamıştır. (11) Mısır basını tarafından verilen bu unvan boşuna değildir. Zira bu gün 40 değişik dile çevrilmiş Risale-i Nur’lar te’lif edildiği günden bu güne kadar milyonlarca kişinin İslam dairesine girmesine sebep olmuştur.

Yüce Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hadis-i şeriflerinde : “İnnallâhe yeb’asü li-hazihi’l-ümmeti alâ re’si külli mietisenetin men yüceddidü leha dîneha.” “Muhakkak ki Allah, bu ümmet için, her yüz senenin başında, kendisine dini tecdid edecek kimse(ler) gönderecektir.” (12) demiştir. Kur’an’da peygamberlerin görevlendirilmesi ile ilgili “Yeb’asü” ifadesinin hadis-i şerifte mücedditler için kullanılması cay-ı dikkattir.(13)Bunun sebebi ise o zatların vesile olup yaydıkları “hidayet” unsurudur.

Mücedditlerin genellikle Şafi’î mezhebine mensup olup Tâceddin Abdülvahhab İbn-i es-Sübkî’nin (v.728/1326) Şafi’i olanları sayması dikkat çekicidir.(14) Zira Bediüzzaman Hazretleri de Şafi mezhebindendir. 

Son olarak:

Risale-i Nur’u dikkatlice okumayıp, tevil gereken yerlerin yüzeysel manalarını göz önünde bulundurup, Bediüzzaman Hazretlerinin risaleleri te’lif ederken kullandığı söz sanatlarına vakıf olmayanlar Bediüzzaman Hazretlerinin seyyid olmadığına hükmedip müceddit de olamayacağını ileri sürerler. Oysaki birçok âlim müceddit olma şartı olarak “ehl-i beytten” olma konusunu eleştirmiştir. Çünkü âlimlerin ittifakla birinci asrın müceddidi olarak kabul ettikleri Ömer b. Abdulaziz al-i beytten değildir. Keza, İbn Hacer’in de aralarında bulunduğu bazı âlimlere göre, tecdid görevini –bir ferdin yapması caiz olduğu gibi- bir cemaatin yapması da mümkündür.(15)

Cenab-ı Hak, ömrünü Kur’an-ı Azimüşşan’a hizmetle geçirmiş, Yüce Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) varisi olan(16), allame ve evliya-yı azime Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin şefaatine ve talebeliğine nail etsin. Âmin. Âmin. Âmin.

Zafer KARLI

www.NurNet.Org                                                                                     

Kaynaklar :

1- Prof. Dr. Suat Yıldırım; Bediüzzaman’ın Tecdidine Toplu Bir Bakış, Şanlıurfa, 10 Mayıs 2013; Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.35, s.566

2- a.g.e.

3- Prof. Dr. Ahmed Akgündüz; Bediüzzaman Said Nursi’nin İlmi Şahsiyeti, Osmanlı Araştırmaları Vakfı; sayfa 3

4- a.g.e.,agy

5- Emirdağ Lahikası, s.183

6- Avnulmabud Şerhi Ebu Davud: C: 11. S: 385 Vd.- Keşfül Hafa: S: 243 –Makasidül Hasene: 203

7- Suyuti, Tahaddüs bi-Nimetilllah, 1:225–226

8-(http://www.saidnur.com/yemen/fas.htm) 15.07.2013

9- Prof. Dr. Şakir Gözütok; Miladi İkibin Yılın Başını ve Sonunu Tutan Mücedditler: Gazali ve Bediüzzaman; Tarihçe-i Hayat, s. 307, 308; Okur, Ulemanın Gözüyle Bediüzzaman, s. 101, 103.)

10- age; Okur, Ulemanın Gözüyle Bediüzzaman, s. 237,261,262,320,3865,402

11- Mufassal Tarihçe-i Hayat, Risale-i Nur ve Dış Ülkeler

12- Ebû Dâvud, Sünen, Melâhim, 1

13- Kur’an, Âl-i İmran, 3:164; Â’raf, 7:103, Yunus, 10:74; İsra, 17:15; Kasas, 28:59; Mü’min, 40:34, 62:2

14- Suyuti, Tahaddüs bi-Ni’metillah, 1:218

15- Niyazi Beki; Kur’an Ayetlerinin asrın İdrakine Sunulmasında Bir Tecdit Örneği: Bediüzzaman Said Nursi Ve Risale-i Nur

16“Âlimler Peygamberlerin vârisidir.” [Ebu Davud, İ.Mace, Tirmizi]

Nasreddin Hoca Kimdir?

1208 yılında Sivrihisar’ın Hortu yöresinde doğdu. Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka Hatun’dur. Nasreddin Hoca, iyi bir eğitim almış, imamlık, müftülük, öğretmenlik ve kadılık yapmıştır. Önce Sivrihisar’da medrese öğrenimi gördü.

Babasının ölümü üzerine Hortu’ya dönerek köy imamı oldu. 1237′de Akşehir’e yerleşerek, Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim’in derslerini dinledi. İslam diniyle ilgili çalışmalarını sürdürdü. Bir söylentiye göre medresede ders okuttu, kadılık görevinde bulundu. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş, sonradan bu ad Nasreddin Hoca biçimini almıştır.

Nasreddin Hoca kadar millî kültürümüze mal olmuş çok önemli bir şahsiyettir.dünya edebiyat tarihinin önemli bir figürü olup 1996-1997 yılları UNESCO tarafından Uluslararası Nasretti Hoca yılı ilan edilmiştir. O, 250 milyonluk Türk dünyasında, İslâm aleminde bilinir, sevilir. Azerbaycanda Molla Nasreddin, Kazakistanda Koja Nasreddin, Özbekistanda Nasreddin Efendi’dir.

Nasreddin Hoca, efsaneleşmiş bir halk filozofudur. Fıkralarının tamamında sağlam bir dünya görüşü vardır. Herhangi bir aşırılığa onun zıddı ile karşılık verir. Yıkıcı değil yapıcıdır. İnsanı önce güldürür, sonra düşündürür. Her sözünde bir hikmet vardır. Günlük hayatın her safhası onun fıkralarında yer alır.

Nasreddin Hoca, Türk milletinin mizah anlayışının ve zekasının sembolüdür. Bu sebeple de, her çağda yeniden ortaya çıkmakta, kendisine ait olmayan fıkralar bile onun adı ile nakledilmektedir. Nasreddin Hoca hakkında yazılan ilk kitapta (Hikâyat-i Kitab-ı Nasreddin) 43 fıkra var iken, 1676da yazılan kitapta 112, 1822de 160, 1958de ise 445 Nasreddin Hoca fıkrası kayıt edilmiştir. Bugünlerde fıkra sayısının 500’ün üzerinde olduğunu söylemek mümkündür.

Genellikle eşeğin üzerine ters binmiş şekilde karikatürize edilir.

İnsanlar tarafından çok sevilen Nasreddin Hoca, İslam inancına bağlı biridir. Hazırcevap olma yönü ile herkesi hem şaşırtmayı hem de güldürmeyi başarmıştır. Toplumsal hayatta karşılaşılan sosyal problemlere mizahi bir üslup ile yaklaşan Nasreddin Hoca, fıkralarında, Anadolu insanlarının yapısını, düşüncesini ve olaylara bakışını anlatmıştır. Fıkralarının özünde insanları iyiye ve doğruya yöneltme, kusurları ve hataları espriler ile birleştirerek gözler önüne serme anlayışı hakimdir.

Bireyleri ve toplumları her yönü ile çok iyi tanıyan Nasreddin Hoca, aile, komşuluk, dostluk ve iş ilişkilerinde gördüğü aksaklıkları kendine has tarzı ile dile getirip insanlara ders verecek şekilde latifelerle birleştirmiştir.

Nasreddin Hoca fıkraları Türk sözlü edebiyatının kısa, açık ve sade olma özelliklerini taşır. Dolaylı anlatımlara başvurmadan, açıksözlü ve net ifadeler kullanılır. Fıkralarda anlatılan olayların sonunda ise her zaman bir ders verilir. En büyük amacı insanları düşündürmeye sevk etmek olan fıkraları sayesinde, hem Türk toplumunda hem de diğer ülkelerde tanınmakta ve günümüz dünyasında bile adından bahsettirmektedir. Nasrettin Hoca fıkraları Batı dillerine de çevrilmiştir.

Onun yaşamıyla ilgili bilgiler, halkın kendisine olan aşırı sevgisi yüzünden, söylentilerle karışmış, yer yer olağanüstü nitelikler kazanmıştır. Bu söylentiler arasında, onun Selçuklu sultanlarıyla tanıştığı, Mevlânâ Celâleddin ile yakınlık kurduğu, kendisinden en az yetmiş yıl sonra yaşayan Timur’la konuştuğu, birkaç yerde birden göründüğü bile vardır.

Nasreddin Hoca’nın değeri, yaşadığı olaylarla değil, gerek kendisinin, gerek halkın onun ağzından söylediği gülmecelerdeki anlam, yergi ve alay öğelerinin inceliğiyle ölçülür. Onun olduğu ileri sürülen gülmecelerin incelenmesinden, bunlarda geçen sözcüklerin açıklanışından anlaşıldığına göre o, belli bir dönemin değil Anadolu halkının yaşama biçimini, güldürü öğesini, alay ve eğlenme türünü, övgü ve yergi becerisini dile getirmiştir.

İtalya’da Sicilya adasında halk arasındaki ufak fıkralarda devamlı ismi geçen “Giufà” da Nasreddin Hoca hikayelerinden alınmış olduğu bilinmektedir.

1284 yılında vefat etmiştir,t ürbesi Akşehir’dedir

Evliya çelebi hatıratlarında şöyle der; Akşehir’de büyük din adamı ve değerli zat “El-Mevla Hazret Şeyh Hoca Nasreddin”‘in kabri vardır. Kendisi Akşehirlidir. Gazi Hüdavendigar’a yetişip, Yıldırım Han zamanında şöhret bulmuştur. Fazilet sahibi olup, hazırcevap, keramet sahibi, filozof, din ve dünya işlerini birlikte ve eksiksiz yürüten büyük bir zat idi.

Timurlenk ile bir toplantıda bulunmuştur. Timur Han, O’nun şerefli sohbetlerinden hoşlanırdı. Bu sebeple, o büyük bilginin hatırı için Akşehir’i yağma ettirmemiştir. Büyük hocanın sözleri ve latifeleri, bütün lisanlarda atasözü olarak söylenir. Yıldırım Han’ın vefatından sonra, Çelebi Sultan Mehmed zamanında dünyadan göç etmiştir. Akşehir dışındaki kubbeli türbesine defnolunmuştur. Dört tarafı parmaklıkla çevrilidir. Allah rahmet eylesin.”

Risale-i Nur’da Nasreddin Hoca’ya kendisine ait olmayanların da ona mal edildiği ima edilerek, bu durum karşısında Nasreddin Hoca’nın, “…Onların zekâtını da bana verseler razıyım ve kâfidir” diye cevap vereceği ifade edilmektedir.

Lemaat’ta kendisine mal edilen latifelerin onda birinin, yani zekatının asıl malı olduğuna dikkat çekilmektedir. Ayrıca, şöhretin, insanın malı olmayanı da kendisine mal ettiği izah edilirken Nasreddin Hoca ile İranlıların medarı iftiharı olan Rüstem-i Zal örnek olarak verilmektedir. İnsanoğlunun karakterinde mevcut olan özelliklerinden bir tanesi; asil ve kıymetli göstermek istediği şeyleri, tanınan ve meşhur bir zata dayandırarak, reddedilmesini önlemek ve kıymet görmesini sağlamak ister. Bundan dolayıdır ki, kendilerine olağan üstü şeyler isnat edilen adeta efsanevi şahsiyetler ortaya çıkar. Dilden dile dolaşan sözler zamanla büyür. Bir bakıma gerçek olmayan yalan olan şeyler birbirini takip ederek adeta basamak olurlar.

Bediüzzaman, Nasreddin Hoca’nın ismini zikrederken onun latifelerine uygun bir yaklaşımla konuya açıklık getirir. Meşhur Molla Nasreddin Efendiye; “Bu garip sözler umumen senin midir?” şeklinde sorulduğu takdirde, bunların hepsini sahiplenmeyeceğini, sadece zekatına bile razı olacağını şu latif sözlerle aktarır:

“Şu sözler ciltleri dolduruyor. Epeyce ömür ister. Zira bütün sözlerim nevadirden değildir. Ben hocayım. Onların zekâtını da bana verseler razıyım ve kâfidir. Fazlasını istemem. Zira zarafetimi tabiîlikten çıkarıp tasannua kalb eder”. Kendisine mal edilenlerin tamamını kabul ettiği takdirde, kendi mahiyetini tabilikten çıkaracağını, gereğinden fazla süslü gösterileceğini, olduğundan daha fazla değer verilmesini ise istemediğini ima etmektedir.

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar;

  • Risaleinur
  • Nasreddinhoca

Hz. Osman (R.A.) Kimdir?

Hazreti Osman (ra) 580 yılında Taif’de doğdu. Kureyş’in zengin Ümeyye oğulları ailesindendir. Babasının adı Affan’dır. Peygamberimiz (sav)’den 9 yaş küçüktür.

Hazreti Osman (ra)’ın feraset sahibi bir teyzesi vardı, kendisine “Sen bir peygamber kızıyla evleneceksin, ona vahiy gelmeye başladı” dediğinde boş konuşmayan teyzesinin anlattıklarını arkadaşı olan Hazreti Ebu Bekir(ra)’e anlattı. Hazreti Ebubekir (ra) “Teyzen doğru söylemiş, Yâ Osman, sen akıllı adamsın, ben kendisinin peygamber olduğuna inandım, îmân ettim. Gel seni de huzûruna götüreyim, sen de îmân et” deyip beraberce Resûlullah(sav)’ın huzûruna vardılar. Allah Resulu (sav) Hazreti Osman’a;

-Yâ Osman, Hak teâlâ seni Cennete misâfirliğe davet eder. Sen de bu daveti kabûl et! Ben bütün insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim.

Hazreti Muhammed(sav)’in yaptığı bu davet üzerine, büyük bir şevkle kelime-i şehâdet getirip, Müslüman olmuştur.

Başarılı bir tüccar, giyimi kuşamı seven bir gençti. İlk Müslümanlar’ın genellikle önemsiz kimseler olması yanında, Hazreti Osman(ra) gibi her yönüyle önemli bir kişinin Müslüman olması büyük yankı ve tepki uyandırdı.

Ailesinden, teyzesi ve üvey kız kardeşinden başka kimse müslüman oluşunu desteklememiştir.

Peygamber (sav) gelen vahiy üzerine kızı Rukiye’yi Hazreti Osman(ra)’a nikâhladı. Rukiyye, Bedir savaşından sonra vefât edince (Peygamberimiz (sav) kızının cenazesine yetişememiştir), Peygamberimiz(sav) diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü de Hazreti Osman(ra)’a nikâhladı. Bu bakımdan ona, Peygamberimiz(sav)’in iki kızıyla evlenme nimetine kavuşmuş olduğu için, iki nûr sahibi manâsına “Zinnûreyn” denilmiştir.

Hazreti Osman (ra), Hazreti Rukiyye hasta olduğu için katılamadığı Bedir savaşı hariç tüm savaşlara katılmıştır.

622 yılında Habeşistan’a göç etmiş, tüm varlığını orada bırakıp Mekke’ye geri gelmiş daha sonrada Medine’ye hicret etmiştir. Medine’de Ebu Talha(ra)’nın yanında kalan Hazreti Osman(ra), Ensardan hiç yardım kabul etmemiştir, kısa sürede kendi evini alan Osman (ra) tüccarlıktaki maharetini göstermiş, daha önce çiftçilik yapan Medine’lilere tüccarlığı öğretmiş, musevilerin elinde olan ticaret müslümanların eline geçmiştir.

644 yılında halife olan Hazreti Osman (ra) 12 yıl gibi uzun bir zaman halifelik yaptı. Dört Büyük Halife’den en uzun süre halifelik yapan Hazreti Osman(ra)’dır.

Halifelik döneminde İslam devleti genişlemiş, Horasan, Hindistan, Mâverâünnehir, Kafkasya, Kıbrıs adası ve Kuzey Afrika’nın birçok yerleri onun zamanında feth edilmiştir. Donanma kurmuş, ekonomik reformlar gerçekleştirmiştir. İlk islam parasını basmış, bütün masraflarını karşılayarak Kabe ve Mescidi Nebeviyi genişletmiştir.

Hazreti Ebubekir(ra) zamanında toplatılıp kitap haline geirilen Kur-an’ı Kerim Mushaflarını çoğaltıp önemli merkezlere göndermiştir.

Peygamberimi(sav) kendisine 40 gün komşuluk yapan Hazreti Osman(ra)’ın su şıpırtısını bile duymadığını buyurmuştur.

Hazreti Muhammed sav) kendisinden halifeliği terk etmesini isteyeceklerini fakat halifeliği bırakmamasını tembihlemiş, yrıca kendisini Cennette arşın nurundan yaratılmış bir huinin beklediğini müjdelemiştir.

Hazreti Osman(ra) çok sıkılgan birisidir. Peygamberimiz(sav) evinde yatağında uzanmış vaziyette iken, sırasıyla Hazreti Ebu Bekir (ra) ve Hazreti Ömer (ra) içeri girip müşküllerini halledip çıkmışlardı. Bir müddet sonra Hazreti Osman(ra) kapıyı çalıp içeriye girmek için izin istediğinde Allah Resulu (sav) yatağından kalmış, üzerini toplamış Hazreti Aişe validemiz’e de üzerini toparlamasını emretmişlerdir. Hazreti Osman(ra) müşkülünü halledip çıkınca Hazreti Aişe validemiz Hazreti Osman(ra)’a neden böyle davrandığını sorduğunda Allah Resulu(sav) “Osman(ra) çok utangaçtır, beni öyle gördüğünde müşkilatını söylemeden gideceğinden çekindim” buyurmuşlardır.

Peygamberimiz(sav)kızı Rukiye’ye Ey benim kızım! Osman’dan gökteki melekler hayâ ederler. Ey canım kızım, Osman’a çok saygı göster. Çünkü, Eshâbım arasında, ahlâkı bana en çok benzeyen odur buyurmuştur.

Bir defasında Medîne’de kıtlık vardı. O sırada Hazreti Osman(ra)’ın Şam’dan yüz deve yükü buğday kervanı gelmişti. Eshâb-ı kirâm satın almak için yanına gittiler. Hazreti Osman(ra) dedi ki:

– Sizden daha iyi alıcım var ve sizden daha fazla veren var, ona vereceğim.

Eshâb-ı kirâm durumu Hazreti Ebû Bekir(ra)’e bildirip dediler ki:

– Kıtlık zamanında böyle yapması uygun olur mu?

Hazreti Ebû Bekir(ra) buyurdu ki:

– Hazreti Osman(ra) Resûlullah(sav)ın damadı olmakla şeref kazanmıştır ve Cennette onun arkadaşıdır. Siz onun sözünü yanlış anladınız, beraber gidelim.

Hazreti Ebû Bekir(ra), Hazreti Osman(ra)’ın yanına gidip durumu anlatarak buyurdu ki:

– Yâ Osman, Eshâb-ı kirâm senin bir sözüne üzülmüşler.

Hazreti Osman(ra) şu cevabı verdi:

– Evet ey Resûlullah(sav)ın halifesi, onlardan iyi alıcı olan, bire yediyüz veriyor. Onlar bire yedi veriyor. Biz bu buğdayı bire yediyüz verip alana verdik.

Bundan sonra yüz deve yükü buğdayı Medine’de bulunan fakirlere, Eshâb-ı kirama bedava dağıttı. Yüz deveyi de kesip fakirlere yedirdi. Hazreti Ebû Bekir(ra) bu işe çok sevinip, Hazreti Osman(ra)’ın alnından öptü.

Hazreti Osman(ra) muhtaç olanlara bol bol yemek yedirirdi. Fakat kendisi evde sirke ve zeytinyağı yerdi. Yola giderken, devesinin arkasına kölesini de alırdı.

Müslümanlar, Medîne’ye hicret ettikleri zaman, su sıkıntısı vardı. Rûme kuyusundan başka içilecek su yoktu. Bu kuyu da bir Yahûdîye âit idi.

Yahûdî, Müslümanları zor durumda bırakmak için, kuyudan her zaman su vermiyordu.

Verdiği günlerde de çok yüksek fiyatla sattığı için herkes alamıyor, fakir Müslümanlar çok sıkıntı çekiyorlardı.

Peygamber efendimiz, bu durumu gördükçe üzülüyordu. Kuyuyu satın alıp, Müslümanlara sebil edecek kimsenin, Cennette karşılığını kat kat alacağını müjdeliyor, açıkça Cenneti va’dediyorlardı. Bu müjdeyi işiten Hazreti Osman(ra), hemen Yahûdînin yanına varıp, pazarlığa başladı.

Yahûdî, Müslümanların mecbûren bu kuyuyu satın alacaklarını bildiği için, ödenmesi mümkün olmayan bir fiyat istedi. Bu duruma Hazreti Osman(ra) çok üzüldü. Fakat ne yapıp yapıp bu kuyuyu satın alarak Resûlullah(sav)ı memnun etmek istiyordu. Yahûdîye dedi ki:

– Senin dediğin fiyatla bu kuyuyu ben satın alamam. Sana bir teklîfim var. Gel seninle beraber ortaklaşa bu kuyuyu işletelim. Böylece kuyu elinden çıkmamış olur. Kuyunun yarı hissesini bana sat. Birgün sen, birgün ben kuyuyu işletelim.

Yahûdî, işin neticesinin nereye varacağını anlayamadı. Teklîf çok hoşuna gitti. On iki bin dirheme kuyunun yarı hissesini verdi. Kuyunun başında bir gün Yahûdî, diğer gün Hazreti Osman(ra) durup, su veriyorlardı. Yahûdî yine yüksek fiyatla suyu satıyor, Hazreti Osman(ra) ise bedava olarak veriyordu. Müslümanlar, sıra Hazreti Osman(ra)’a geldiği vakit, o günün ihtiyaçlarını aldıkları gibi, ertesi günün ihtiyaçlarını da doldurup gidiyorlardı.

Dolayısıyla ertesi gün Yahûdîye gelen olmuyordu. Yahûdî oyuna geldiğini anladı. Fakat iş işten geçmiş oldu. Sonra gelip, kuyunun diğer yarısını da aynı fiyatla Hazreti Osman(ra)’a satmak istedi. Fakat Hazreti Osman(ra) kabûl etmedi. Bir müddet sonra tekrar gelip, daha aşağı bir fiyat teklîf etti. Hazreti(ra) Osman yine kabûl etmedi. Biliyordu ki, Yahûdî mecbûren bu kuyuyu satacaktı. Çünkü başka çâresi yoktu. Daha sonra Yahûdinin ısrârına dayanamıyarak, ucuz bir fiyatla diğer yarısını da satın aldı. Böylece kuyunun tamamı Müslümanların ihtiyaçları için sebil edildi. Peygamber efendimiz(sav), bu habere çok sevinip Hazreti Osman(ra)’a hayır duâ ettiler.

Fethedilen yerlerdeki halk seve seve Müslüman oluyordu. Böylece Müslümanların sayısı milyonları buldu. Müslümanların bu kadar çoğalması, her milletten insanın bulunması sebebiyle, karışıklıklar da baş göstermeye başladı. Münâfıklar, Müslümanların arasına fitne tohumları ekmeye başladılar.

Yemenli bir Yahûdî olan, Abdullah bin Sebe Onüç bin kişilik bu çapulcu takımı ile Medîne’ye kadar yürüyüp Hazreti Osman(ra)’ın evini kuşattılar âsîler duvarı atlayarak içeri girdiler. Hazreti Osman(ra) Kur’ân-ı kerîm okuyordu, Muhammet bin Ebubekir, Hazreti Osman(ra)’ın sakalından tutarak: “Şimdi seni elimden hiç kimse alamaz!..” diye bağırdı.

Hazreti Osman(ra), Muhammet bin Ebubekir’in yüzüne bakarak yavaş bir sesle: “Baban bu halini görse, ne kadar utanır, ne kadar üzülürdü…” deyince, Hazreti Ebubekir(ra)’in oğlu utancından kaçtı. Diğer üç suikastçıdan biri kılıcını Hazret Osman(ra)’a sallayarak şehîd etti. Hazreti Osman(ra)’ın kanı, okumakta olduğu Kur’an’ın üzerine sıçradı. Hazreti Osman(ra) Son nefesini verirken şöyle duâ etti:

– Yâ Rabbî, Ümmet-i Muhammedi, tefrikadan, fitneden koru! Bunu üç defa tekrarladı.

İsyancılar iki gün Medine’ye egemen oldular. Korkusundan kimse sokağa çıkamıyordu. Hazreti Osman’(ra)ın cesedi iki gün olduğu yerde kaldı. iki gün sonra 12 sahebe gece karanlığında Hazreti Osman (ra)’nın yanına gidebildiler, elbisesi kan içersindeydi beyaz elbisesi beyaz saçı beyaz sakalı kana bulanmıştı o çoktan iftara gitmişti Allah Resulu (sav)in yanındaydı çok özlediği dostların yanındaydı çile bitmişti . Onu yıkamadılar şehitti çünkü elbisesini çıkarmadılar kanla gidecekti hesaba. Medine mahzundu. 83 yaşındaki rahmet bereket insanı tek başına Tebük’ü satın alan adam Allah Resulu(sav)nun Uhud dur bakalım üstünde şehit var dediği adam, garip bir şekilde toprağa verildi. Allah nasip ederde birgün Medine’ye gittiğinizde Hazreti Osman(ra)’ı ziyaret edin, dua edin duasını alın.

Allah bizleri Hazret Osman (ra)’ın şefaatine nail etsin amin…

Çetin Kılıç / Lüleburgaz

www.NurNet.Org

KAYNAKLAR:

1. Kütübü sitte

2. Sevgi Kutupları

3. enfal.de

4. turk.ch

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız