Ayasofyanın müzeye çevrilmesi

Ayasofya, hem Müslümanlar, hem de Hıristiyanlar için önemli bir semboldür. Maddi yapısının ötesinde, çok derin manevi manalara sahiptir. Ayasofya Camii, Türkiye için İslam alemi nezdinde bir prestij ve itibar vesilesi idi. Batıya karşıda bir hakimiyet ve üstünlük sembolü idi. Türkiye sahip olduğu bu üstün prestij vasıtası ve bu önemli sembolden niçin vazgeçti? Ayasofya Camii neye karşılık feda edildi? Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi hangi makul ve mantıklı gerekçelere dayanmaktadır. Fethin sembolü olan Ulu Mabet, niçin mahzun ve boynu bükük bir hale getirildi. Ayasofya Camii’nin ibadete kapatılmasında kimler nasıl bir yarar gördü veya kimler ne çıkar sağladı?

Ayasofya Camiinin ibadete kapatılması hususu Cumhuriyet Dönemi’nin en çok tartışılan konularından birisidir. Ayasofya’nın ibadete kapatılması konusunda ilgili Devlet kurumları hiçbir makul, mantıklı ve inandırıcı gerekçe gösterememektedir. Müslüman Türk milletini çok derinden üzmesi ve rencide etmesine rağmen bu hukuka aykırı icraat, milletin arzu ve isteklerine karşın bir dayatma şeklinde sürdürülmektedir. Bir devlet kendi halkının muhalefetine ve rencide olmasına rağmen bir icraatta niçin böylesine ısrar eder? Halkın ibadete açılması yönündeki ısrarlı taleplerine karşın kimler niçin hala Cami’yi ibadete kapalı tutmakta ısrar eder? Yoksa uluslararası arenada siyasal ve ekonomik alanda tam bağımsız olamadığımız… İçeride de hâkimiyet kayıtsız şartsız millete ait olmadığından mı ibadete kapalı tutuluyor Ayasofya?

Ayasofya Camiinin niçin ibadete kapatılarak müzeye çevrildiği konusunda Resmi merciler tarafından makul ve inandırıcı bir gerekçe gösterilememektedir. Merhum Necip Fazıl KISAKÜREK, Büyük Doğu Dergisinin 29. sayısında yayınlanan bir makalesinde; Lozan Antlaşması görüşmeleri sırasında Batılı Devletlerin delegasyonları ile Türk delegasyonu arasında kamuoyundan saklanan bazı gizli görüşmelerin ve gizli anlaşmaların yapıldığını; Türkiye’nin İslami kimliğinin yok edilmesi, halkın İslamdan uzaklaştırılması ve Devlet yönetiminin İslami kurallar dışında seküler bir yapıya sahip olması konularında anlaşmaya varıldığını; bu tavizler karşılığında, Türkiye’nin bağımsızlığının Avrupa Devletleri tarafından tanındığını açıklamaktadır:

İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en mânidar sözünü söyledi. Dedi ki: “Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.”.

Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarasında, “Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap: “İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerin- den öldürmüş bulunuyoruz….”

Prof. Dr. Ahmet AKGÜDÜZ de Dünden Bugüne Tercüman Gazetesi’nde yayınlanan bir röportajında, Ayasofya Camiinin niçin müzeye çevrildiği sorusuna verdiği cevabında; “… birinci önemli sebep, Lozan’da gizli bir madde olduğuna inanıyorum. Ama elimizde bir belge yok. Yani Hıristiyan devletlerin baskısı olabilir…” demektedir.

Bizim kanaatimize göre; Türkiye’nin içinde ve dışında çeşitli kesimler farklı yaklaşım ve beklentilerle Ayasofya Camiinin ibadete kapatılmasını ve müzeye çevrilmesini istemişlerdir. Bunların başlıcasını şu şekilde sayabiliriz:

1- Hıristiyanlık alemi, İstanbul’un fethinden itibaren Ayasofyanın cami yapılmasını kendileri için bir prestij kaybı olarak algıladılar ve eziklik duygusuna kapıldılar. Onun için gönüllerinde hep Ayasofyanın tekrar kiliseye dönüştürülmesi özlemini taşıdılar. Yüzyıllarca gönüllerinde bir özlem olarak kalan kiliseye dönüştürme arzusu, Osmanlı Devletinin gerileme ve çöküş sürecinde atılan somut adımlarla eyleme dönüştürüldü. Hıristiyan devletler kendi kamuoylarını memnun edebilmek için Ayasofya camii’nin ibadete kapatılmasını istiyorlardı.

2- Osmanlı Devleti, yaşlı ve yorgun haline rağmen; İslam Âleminin hamisi, lideri, ağabeyi, hür kalabilen son kalesi ve hilafetin merkezi idi. İslamın cihad ve ila-i Kelimetullah yükünü omuzlamıştı. Bu nedenle İslam âleminde Osmanlı devletine karşı büyük bir sevgi ve teveccüh vardı. Bu sevgi bağı, uluslar arası ilişkilerde Osmanlı için çok önemli bir güç ve dayanak noktası idi. Düveli muazzama denilen Büyük Avrupa Devletleri hem Osmanlının İslam dinine hizmet ve cihad anlayışını, ila-i Kelimetullah aşkını ve fetihçi(fatih) karakterini yoketmek; hem de İslam âlemindeki Osmanlı sevgisini kırarak Osmanlıyı uluslar arası arenada yalnızlığa itmek istiyorlardı.

Onun için İstiklal Harbinden sonra Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığını tanımak için ileri sürdükleri en önemli gerekçe; İslam dininden uzaklaşılması, İslam âleminin lideri ve İslamın sancaktarı kimliğinin terk edilmesi ve cihad aşkına sahip fetihçi karakterinin değiştirilmesi idi. Bu nedenle; Avrupa devletleri Ayasofya Caminin ibadete kapatılması için Ankara Hükümetine sürekli baskı yapıyorlardı. Ayasofya çok önemli idi. Çünkü Ayasofya bir sembol, adeta bir bayrak idi. Eğer Ayasofya Camii ibadete kapatılırsa hem Türkiye İslami kimliğinden uzaklaşmış olacak, hem İslam âleminin sevgi ve teveccühü ortadan kalkacak hemde Hıristiyan Batı kamuoyu memnun edilmiş olacaktı.

3- Ankara’daki Meclis Hükümetinde görev alan yöneticilerin çoğu İttihat ve Terakki Cemiyeti geleneğinden gelen isimlerdi. Bunların çoğu İslamın bizi geri bıraktığına, Avrupanın dinden uzaklaşarak kalkındığına ve bizimde dinden uzaklaşarak seküler bir hayat tarzı yaşarsak çağdaş uygarlık düzeyine ulaşabileceğimize inanıyorlardı. Onun içinde İslami çağrıştıracak motiflerden ve İslamın ferdi ve sosyal hayat üzerindeki tesirlerin den bir an önce uzaklaşmak istiyorlardı. Ayasofya Camiinin ibadete kapatılması onlar için de sembolik bir değer taşıyordu. Çünkü bu şekilde bir devrin kapandığı yeni bir dönemin başlamış olduğu ifade edilmiş olunacaktı.

4- Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bazı yönetici leri, yönlerini tamamen batıya dönmüşlerdi. Batıya Israrla “bizde Avrupalıyız, bizde sizden biri olmak, sizin gibi yaşayıp sizinle birlikte görünmek istiyoruz” mesajını vermeye çalışıyorlardı. Avrupanın sempatisini kazanabilmek için Osmanlı’ya ve İslama ait sembollerin, motiflerin terk edilmesi, İslamın sosyal hayat üzerindeki tesirinin kırılması ve yeni bir anlayışın hâkim olduğu görüntüsünün verilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Onun için Hıristiyanlık âlemi ile aramızı açan, hatta arada bir kara kedi gibi sorun niteliği taşıyan, bizi fetihçi, İslamcı gösteren Ayasofya Camii ibadete kapatılmalı ve bu yükten kurtulunmalı idi.

5- Türkiye’de kendilerini Batıcı olarak tavsif eden bir güruh, Osmanlıyı ve İslamı çağrıştıracak tüm değer ve motiflerin yok edilerek, ferdi, toplumsal ve kamusal hayatta tamamen Avrupai değerler ile donatılmamız ve Avrupaileşmemiz gerektiğini savunuyorlardı. Adeta Çağdaşlaşma namına İslam düşmanlığı yapılıyordu. İşte bu güruhun da yok etmek istediği en önemli sembollerden birisi de Ayasofya Camii idi.

6- İstanbul’da yaşayan ekonomik, sosyal ve hukuki statüleri gayet iyi olan azınlıkların da en büyük arzusu Ayasofya Camiinin ibadete kapatılması idi. Çünkü onlar Justinianus’un ve Konstantinianus’un torunları idi.

Bu listeyi çoğaltmak mümkündür. Ancak burada dikkat çeken husus, Ayasofya Camii’nin ibadet ve kapatılmasını arzu edenlerin buluştuğu ortak nokta, İslamdan uzaklaşma ve dini motifleri, İslami sembolleri yok etme düşüncesidir. Yani Ayasofya Camiinin kapatılması, İslam Dini aleyhtarlığının bir sonucudur.

Ertuğrul KOCADAĞ

“Tıklamama” imtihanı

Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork.
Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a,
bir işarette, bir öpmekte batma.
Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar.”(1)
Dinin asıl hedefi, insanın hususî hayatıdır. İnsanın hususî hayatında dinini yaşamada göstereceği gayret, samimiyet umumî hayatına da tesir edecektir.
Umumî hayatın ziyadesiyle frenleyicileri var. Anlatmak istediğimiz, hususî olarak, kendisi ile yalnız kalan insanın bir hata yapmasına mani olan kesinlikle vicdanı ve dinî inancıdır.

İnancın kuvvetli olması, ferdin hususî hayatındaki huzur ve saadeti ile doğrudan mütenâsibdir. Bu o kadar aşikârdır ki, yaptığımız sohbet, ettiğimiz ibadet esnasında ve sonrasında hissettiğimiz hâlimizle zahirdir, müsbittir. Bu kuvvetli iman ile karşı karşıya bulunduğumuz her nev’î imtihanları İnşâallah aşabiliriz.

Bilgisayar asrının insanını bekleyen en büyük imtihanların başında “tıklama” gelmektedir. Evet, internet müdavimlerinin imtihanı tıklama iledir. İnternet zemini, evvelinde imtihan olmadığımız bir başka nev’î ile bizi imtihana tâbi tutuyor.

Ekran başında kendisinin hangi sitelere girdiğini takip eden bir gizli kameranın olmadığını bilen insan, aslında ciddî ve fevkalâde mühim bir imtihan içerisindedir.(2)

Bu noktadan kendini muhasebeye tâbi tutulmayacağını hisseden insan, tehlikenin çekim alanına girme durumundan kurtulması son derece müşkilleşir.

‘Tıklama’nın çekim alanına yaklaşmakla giren insan ‘tıklamama’yı yapamaz adeta. Testi kırıldıktan sonraki tenbihden ziyade, kırılmadan önceki nasihata ehemmiyet vermek daha akıllıca. Sakınmak, ictinâb etmek bu noktadan fevkalâde mühim.

İmandan sonra en ziyade esas tutulan takva; menhiyâttan ve günahlardan içtinab etmek ile mümkün olmakta. Amel-i salih ise, emir dairesinde hareket etmektir. Bu noktadan günahtan kaçınmak, emir dairesinde hareket etmek; internet karşısında—kimi zaman—tıklamamakla mümkündür.

Uzak durmak, çekinmek yani ictinâb ile bu imtihandan kurtulmamız mümkün. Tıklanmaması gereken noktanın çekim alanına yaklaşmamaya gayret ederken, nefsimizin de oraya, itmemesine dikkat etmemiz gerekir. Tıklanmaması gereken yer, bütün câzibesiyle dâvet ederken; nefis de bütün hîlekâr fetvalarıyla icabete zorlar.

Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..” (3), tıklama ile karşılaşılan ve ehemmiyet verilmeyen günahlardan geçmekte, hâsıl olmakta. Bir günah tek başına kalmayıp sonraki günahlara adeta dâvetkâr olmakta. “Adam sen de, bir tıklama ile birşey olmaz” diyenlerin kulakları çınlasın. Tertemiz suya devamlı damlayan pislikler o suyun temizliğini batırmaktadır.

Bazı siteler tıklanma sayısı ile iftihar ederler. Adeta reklâmlarını böylece yaparlar, kuvvet bulurlar, taraftar toplarlar. Tıklayanlar ise farkına vararak veya varmayarak o siteye destek olup, icraatına bir nev’î ortak olurlar.

İnternet dünyası kurnaz hile ve tuzaklar ile doludur. Gayet masumâne yaptığınız tahkikatın ortasına iradeniz harici çıkıveriyor, dalgınlıkla tıklamanız ile açılıveriyor bütün çirkefliğiyle. Onun için gayet dikkatli olmak ve işimiz bittiğinde de hemen kalemize, esas işimize dönmek gerekiyor. Lüzumsuz ve avâre dolaşmalarla zaman israfı olduğunu, internetten ayrıldığınızda fark ediyorsunuz, üzülüyorsunuz, ama giden zamanı geri getirmiyor maalesef. Şuursuzca dolaşılan internetin arkasından iç dışa bir çevrilsek ne kadar yaralar aldığımızı göreceğiz. İşlenen günahın, kafaya giren şüphenin, sahnenin kalb ve ruhumuza yara açacağı bilinen ve okuduğumuz bir hakikattır.

Tiryakilik asrın hastalığı olmakla beraber, internetin getirdiği bir hastalık olma hassasiyetini de muhafaza etmekte. Mutlaka e-mailine bakmak, haber linklerinin birçoğunda dolaşmak, “en çok tıklanan” tuzaklarına düşmek, tıklama sayaçları, “ilk yorumlayan siz olun”, “flaş”lar zinciri, “ilginç foto-video” ağları vs. hemen akla gelen tıkladıklarımızdır.

Mahrem hânelere girmek, kul hakkına rızalı-rızasız tıklayarak takılmak hep bu tıklamalarla olan hallerdir.

İrade kuvveti ile internetteki tıklamama imtihanını vereceğiz. Ama bunun için de irade kuvvetinden önce kuvvetli irade olmalı. Siper alarak iradeyi takviye eden malzemeye ihtiyaç var o halde.

Kuvveden fiile” tâbiri, iradenin fiilden önceki merhalesinin “kuvve” yani, niyet, fikir, tasavvurun ehemmiyetini hatırlatır. Merkezî nokta fikirdir. Fikrin takviyesi, niyetin samîmiyeti, tasavvurun müsbeti ile müstakîm olan irade fiile hazırdır.

Klâvyenin önünde ne aradığımız hususunda kesin ve kuvvetli fikrimiz, sadece bu iş için interneti kullanacağımızın samimiyeti, müsbet sitelerin tasavvuru ile tahkikâtı yapıp, esas işimize dönerek bu “tıklamama” imtihanını İnşaallah verebiliriz.

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 330.
2- Esasında mü’min, omuz başlarında devamlı şekilde kameraman kirâmen kâtibinin olduğuna inanır ve müdakkiktir.
3- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 21.

Mehmet ÇETİN

Yazının Orjinali için tıklayınız : http://www.saidnursi.de/tr2/index.php/BASiNDAN-SECMELER/-Tiklamama-imtihani.html

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz Harem, Kanuni ve Muhteşem Yüzyılı Değerlendirdi (video)

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz ile Hollanda’da yapılan röportaj.

1-      Osmanlıdaki harem anlayışı nedir?

2-      Hürrem Sultanın Kanuni Sultan Süleyman ile olan durumu nedir?

3-      Padişahların istedikleri cariyelerle beraber olabilmesi diye bir şey var mı?

4-      Haremin Kanuninin hayatındaki yeri ne kadardır?

5-      Muhteşem Yüzyıl filmi hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

6-      Kars’taki heykel hadisesiyle ilgili kısaca görüşünüz nedir?

7-      Türkiye’deki hürriyet anlayışı ne durumdadır? Avrupa’dan Türkiye’ye bakılınca neler görünmektedir?

Ayrıca Samanyolu Haber’ede konuk oldu:

Kaynak: http://www.ahmetakgunduz.com/

Şeytan niye secde etmedi?

Şeytan” dediğimiz varlık, başlangıçta varlık yapısı ateş olan “Cann” idi. Ademin ilahi isimlere ma’kes ve yeryüzüne halife seçildiğini öğrenince, Allah’tan ümidini kesti “İblis” oldu. Adem’e secde etmeyi reddedip de Allah’ın rahmetinden kovulunca “Şeytan” oldu.

Bizim nasıl Allah’ın muradı olduğumuzu anlamak için, Şeytan’ın neden secde etmeyi reddettiğini bilmemiz lazım. Bu aynı zamanda varoluş, anlam ve amaçla ilgili bizim hikâyemizdir.

Kur’an bakış açısından gökler ve yer ve aralarındaki muazzam tabiat insan için ve insanın yararına yaratılmıştır (35/Fatır, 12-13). Dünya varlık âleminde biriciktir (35/Fatır, 27-28). Göklerin ve yerin boşa yaratıldığını ancak hakikati inkar edenler söyleyebilir (38/Sad, 27; 44/Duhan, 38-39.) Bugüne kadar sahip olduğumuz bilgilerden hareketle şöyle bir sonuca varmamız mümkün: Uzayda yer alan sistemler bizim içinde yer aldığımız Samanyolunu, Samanyolu Güneş sistemini ve Güneş sistemi de bizim dünyamızı bu kıvamda tutmak üzere fonksiyon görmektedirler. Uyduyuz, ama değerli bir inci gibi her türlü tehlikeye karşı kenarda-kıyıda saklanmak üzere böyle tutuluyoruz. Bütün bu sistemler Allah’ın mülküdür (39/Zümer, 6.) ve belli bir vakte kadar bizim yararımıza çalışıyorlar (39/Zümer, 5).

Varlık âlemi, eşref-i mahlukat olmaya aday insan için yaratılmıştır. Gözü bu makamda olan Cann bunu anlayınca ümidini kesti. Adem yaratıldı, ona Ruh üflendi, yani ona İlahi öz katıldı, ona isimler öğretildi ve yeryüzünün halifesi olmaya aday gösterildi. Adem (erkek ve kadın) bir su gibi İlahi isimleri aksettirecek, isimlere ayna olacaktır. İlim, kudret, kerem, şefkat, cömertlik, basiret, hikmet, hak, doğruluk, emniyet, izzet, şeref, haya, hayat insanda tecelli edecek ve sanki varlık âlemlerinin tümünün yaratıcısı Zat, kendi isim ve sıfatlarını bu berrak suda-parlak aynada temaşa edecektir. Hikmetinden sual olunmayan Allah bunu böyle murad etti. İşte biz bu muradın varoluşa çıkmış haliyiz.

Allah, insanı, cismani varlığı en yüksek düzeyde sanat ve estetik (Ahsen-i takvim), ruhu İlahi öz (Nefha) ve zihni mahiyeti isimlerin (Esme) bilgisiyle yarattı. Allah, muradını insan üzerinden tahakkuk ettirmeyi diledi. Üstelik muradını ona teyid ettirdi. Yani dağlar ve taşlar, denizler ve ormanlar bu büyük emaneti kabul etmeye yanaşmazken, belki her biri bir veya birkaç ismin tecellisine ma’kes olmayı kendileri için şeref addederken, insan isimlerin tümünün kendi aynasında yansıtmaya talip oldu (33/Ahzab, 72).Emanet” bize dayatılmadı, serbest irademizle kabul ettik; Allah’a ahid verdik.

İşte Şeytan’ın itirazı burada başladı. O dedi ki âlemlerin Rabb’ine: “-Sen yanlış yaptın, eşref-i mahlukat olarak yanlış bir yaratığı aday seçtin, yanlış birine emaneti yükledin. Buna ehil olan benim. İnsan bu planı gerçekleştirmeyecektir. Ve bu yüzden yanlış aday seçtiğin için önünde secde etmeyeceğim.” (Bkz.15/Hicr, 26-33 ve 16/Nahl, 49-50). Melekler de, başlangıçta insanın (Adem)Yeryüzünde kan döküp fesat çıkaracağını (2/Bakara, 30) söyleyerek kaygılarını dile getirmişlerdi. Ama Yüce Allah, onlarınbilmediklerini bildiğini söyleyerek onları teskin etti. Melekler ikna oldu ve Adem’in önünde secde ettiler, yani bu muhteşem potansiyele, harikulade takvime ve eşsiz role şapka çıkardılar. Secde, Allah’ın muradına, insanın saygınlığına ve üstlendiği role şapka çıkarmaktır. Şeytan ise secde etmeyi reddetti ve eğer Allah kendisine mühlet verirse, Allah’ın -haşa- yanlış bir iş yaptığını ispat edebileceğini söyledi. Allah da ona kıyamete kadar mühlet verdi (38/Sad, 71-85.)

Bu yüzden namaz kılmayan Müslüman -ki Müslüman bittabi namaz kılar- Şeytan gibi Allah’ın azametini ve muradını ve insanın saygınlığını, yani aslında kendi asli misyonunu ve şerefli rolünü reddeden kimsedir. Namaz kılmamak Şeytan’ın suçuna iştirak etmek, Allah’ın muradına karşı olmak, onun tezini kanıtlamasına yardımcı olmak suretiyle kendimizi de inkar etmeye kalkışmak demektir.

Ali Bulaç

Hz. Hatice’nin Kıymeti Ve Peygamberimizin Vefası

Bir defasında Allah Rasûlü, Hz. Hatice in kız kardeşi Hâle in, eve girmek için istediğini duymuştu. Sesini ve izin isteme tarzını Hz. Haticeye o kadar çok benzetmişti ki, heyecanla ayağa kalkmış ve,

Aman Allahım! Bu Huveylidin kızı Hâledir!” demişti.

O un bu heyecan ve helacanına şahit olan Âişe validemiz ise, kadın fıtratının gereği olarak kıskanıp araya girmiş ve yıllar önce ölüp aralarından ayrılmış birisi için bu kadar ilginin sebebini sormuştu. Bir yönüyle Allahın kendisine, ondan hayırlılarını verdiğini ifade ediyor ve bu kadar ilgiyi biraz fazla buluyordu. Belki de Hatice in kadrini, bizzat Allah Rasûlü in ağzından âleme ilân etmek için . bir zemin hazırlamaydı bu..!

Allah Rasûlü ise, duyduklarından hoşlanmadığını îmâ edecek ve;

O’nun gibisi var mıydı?” diye başladığı cümlelerini,

Allaha yemin olsun ki Allah, bana ondan daha hayırlısını vermemiştir, insanlar küfrederken o bana inandı. İnsanlar beni yalanlarken o beni tasdik etti. İnsanlar mahrum ederken, malıyla beni o destekledi. Ve Allah, onun vesilesiyle beni evlât olarak rızıklandırdı” şeklinde tamamlayacak ve böyle bir çıkışı tasvip etmediğini ifade edip Hz. Hatice in hatırına toz kondurmayacaktı.

Maksat hâsıl olmuştu ya, feraset ve  basiret insanı Hz. Âişe validemiz de, hemen affını dileyecek ve daha sonra Hz. Hatice hakkında asla olumsuz bir şey söylememe konusunda söz üstüne söz verecekti. (1)

1 : Taberânî, Mucemul-Kebîr, 23/11; Zehebî, Siyeru Alâmi -Nübelâ, 2/112
Kaynak : Kadınlık Âleminin Sultanı, Hazreti Hatice. Bekir Burak, Rehber Yayınları 4. Baskı, . 2006, sayfa 83

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version