Balkanlar’dan Nurlu Hizmetler

Esselamu Aleyküm ve Rahmetullah,

Mehmet Şaylan ağabeyimizin tavsiyesi ile Balkanlardaki hizmetlerden biraz bahsedeceğim:

Hizmetleri anlatmadan önce siz abilerimize bu davada nasıl bir istihdam var diye kendimi tanıtayım,  adım Abdülkadir Haktanır, 1937 de Sırbistan’ın Osmanlı kasabacığı olan Bilaç’ ta doğdum. 1953-1958 arası türklerin Türkiye’ye gelebilmeleri için Adnan Menderes ile oranın lideri Tito’nun anlaşması ile, Boşnak, Pomak, Arnavut nüfus dairesinde rüşvetle kendini Türk yapıp Türkiye’ye 2 milyon nüfus göç etmesine rağmen, evladı Fatihan’dan olduğum halde, Türkiye’de dine karşı yapılan reformlar sebebi ile oranın mütebahhir âlimleri müslümanların Türkiye’ye gitmelerine müsaade etmedikleri için, biz gitmedik. Allah’ın rahmet eli olan Risale-i Nurlar 1959’da bizlere gelince fetva mesabesinde hoca efendiler: “Biz fetvamızı geri alıyoruz, kim isterse gidebilir, çünkü Türkiye’de maneviyata ait her şey ayaklar altına alındığı halde, ayakta dim dik duran bir Bediüzzaman varmış” dediler.

İşte ondan sonra bizim kararımız değişti. Ağır şartlarla  ancak 1965’de Nur Talebelerini görmek için Türkiye’ye geldim, Bursa’da akrabalarımız olduğu için oraya gittim ve orada Nur Talebelerinden ilk olarak,  rahmetli Sami Pala ağabeyi gördüm. Ondan sonra ona “İstanbul’a gideceğim orada dershane var mı ve nasıl bulurum?” diye sorunca, “Süleymaniye müezzinlerinden Ahmed Şahin hocayı bulup o seni Kirazlı mescit sokağında 46 numaradaki Nur dershanesine götürür” dedi ve öyle yaptık.

1968’de tekrar misafir olarak geldikten sonra, 1970’de çok az parayla, 8 nüfuslu ailemi (Ailemde sadece ben çalışıyordum), ufak tefek eşya ile bir minibüse atarak Türkiye’ye geldim. Hatta Sırp sınırında gümrükçü “bunları nereye, denize mi götürüyorsun?” dedi, bende Allah’ıma teslim olduğumu ona söyleyecek değilim ya,  “evet” diyerek yoluma devam ettim.

Evet, böyle bir gayretle hicret eden birine tabii ki Nur talebeleri sahip çıkacaktır. O zaman Türkiye’de yeterli hoca olmadığı için kardeşlerden olan Bakırköy müftüsü Ali Aktürk hoca efendi, beni imam veya müezzin olarak Diyanet’e almak istedi,  kabul etmedim ve ona “Hocam benim nüfusum kalabalık, muhtaç olurum, hatim okuyup Kur’an’ı parayla satmak zorunda kalırım, ben bunu yapamam” dedim ve Allah rahmet eylesin bir müslüman kardeşim bana 1000 lira verdi ve o parayla dükkan açtım ve birkaç meslekte çalıştım.

Allah beni kimseye muhtaç etmeden yaşattı ve Allah’a şükür beş katlı ev yaptık. İşte, 15 senedir evimizin bir katı Nur dershanesidir. 1995’de Bağkurdan emekli oldum ve aynı yıl Celal Tetiker bana “iki gönüllü kardeşle beraber Makedonya’ya hizmete gidermisin?” dedi, bende “evet giderim” dedim. Nasıl kabul etmeyeyim ki bugün, Allah’a karşı benim kadar şükürle mükellef kul göremiyorum. Evet Allah’tan dileğim, sonuna kadar bizi devam ettirsin. Ailemde 29 nüfus var ve hamdolsun ki firesiz hepsi Nur Talebesi .

İşte Celal Ağabeyin teklifinden sonra, ilk olarak Makedonya’nın Gostivar şehrine gidip orada iki ay kaldıktan sonra, baktım ki;

Makedonya, Kosova, Arnavutluk ve Sırbistan’da kalan Müslümanların % 90’ı Arnavutça konuşuyor. Ondan sonra Allah beni istihdam etti, onlar da kendi dillerinde Risale-i Nur eserlerinden istifade etsin diye, bilgisayarın başına oturup tercüme etmeye başladım, Allah’ıma binler şükür, derlenmiş 400 sahifelik bir Tarihçe-i Hayat, İman Küfür Muvazeneleri, Haşir ve Meyve Risaleleri dahil, küçük Risalelerden 16 adet Risaleyi tercüme ettik.

Risaleler dışında biraz Kırkıncı hocamızın ve Hekimoğlu Ağabeyin kitaplarından derleyip çoğunu kendim yazdıklarımdan “Kalpten Dökülen İnciler (şiir)”, “Materyalist Felsefecilere cevap”, “Kadın ve erkeğin hayati meseleleri”, “İnsan nedir”, “Vecizeler” ve ”Avrupa’nın 50 tane meşhur profesörlerinden 34 tanesi ne için Allaha inanıyoruz, 16 tanesi islamiyeti nasıl methediyor” kitabını tercüme ile tam 22 kitap bastık. Risalelerin çok az bir kısmını Sözler Yayınevi bastı, sattırdı, ötekilerini Gelenek yayınevi ve Envar Yayınevinde biz bastırdık ve bütün bunları o halka hediye ettik.

İşte 15 senedir, yılda iki sefer, 1- 1,5 aylığına, bazen tek, bazen hanımla gidip oralarda kalıp, ev kiralayıp davamıza hizmet etmeye çalıyoruz. Böylece benim tercüme ettiğim ve yazdığım kitaplardan şimdiye kadar 70.000 adedi Arnavutların yaşadığı Balkan devletlerinde dağıtıldı, elhamdülillah.

Şimdi davamızdaki şahs-ı maneviden çıkan makbul duaların makbuliyeti neticesinde: 30 Ekim 2010 ile 28 Aralık 2010 tarihleri arasında,  oralarda dört ülkeye yapılan geziler neticesinde hizmetlerin nasıl geçtiğini kısaca sizlere arz edeceğim:

İlk önce Arnavutluğa gittik, Arnavutluk’ta dershane yok. Ama oralarda Türkiye’de okurken misafir ettiğimiz birçok kardeşimiz var. “El-insanu abidul ihsan” kaidesince vefalı kardeşlerimizi oralarda da bulduk. Bizim evde program yaptıkları için ve çoğu bizim kitaplardan istifade ettiği için orada bizi yalnız bırakmadılar. Her akşam birkaç kişi bizi davet ediyor. Mesela, kitaplarımızdan istifade edip imanını kurtaran bir genç kadın, “hoca gelirse muhakkak benim evime, çayımı içmeye gelsin” demiş,  gittik çok güzel bir ders okuduk.

Arnavutluk, Kosova ve Makedonya’ya daha gitmeden kargoyla 10- 12 şer paket kitap gönderdik. Onlar bize hizmet için çok iyi bir fırsat verdi.

Şimdi buradan giderken ilk olarak Arnavutluğun başkenti Tiran’a gittik. Tiran’da zamanımız, talebelerle görüşmeler, toplantılar, kitap vermelerle geçti. Diyanet binasındaki memurla bir araya gelip onlarla bir ders yaptık. Dinler arası diyalog sempozyumuna da katılmak sureti ile 5 gün orada geçirdik.

Sonra Arnavutluğun ikinci büyük şehri ve daha önce başkent olan İşkodra’dan bizi almaya geldiler. Orada daha önceden tanıştığım İbrahim isimli birinin evinde konaklarken, bir akşam, ev sahibi, “bugün akşam ile yatsı arasında Tophane camisinde müftü vaaz edecek, dinlemeye gidelim mi?” dedi. “Gidelim” dedim ve gittik. Müftü beni görünce namaz kıldırmamı teklif etti, istemedim ama ısrar ettikten sonra çıktım namaz kıldırdım.  Namazdan sonra zorla beni vaaz etmeye çıkardı, onu da yaptık. Bir dua da yaptırdıktan sonra müftü bana, “Cumartesi öğrenciler, memurlar ve profesörler evde oldukları için Otel Avrupa’da bir salon kiralayacağım, orada da konuşma yapacaksın” dedi. Peki deyince,  “nasıl bir mevzudan bahsedeceksin?” diye sordu.  “İman” dedim. “Tamam” dedi ve öyle oldu. Tam bir saat deliller getirerek Allaha iman ve haşirden bahsettik.

Ondan sonra Kosova’nın Priştine kentine gittim. Priştine’de ve Prizren’de Nur Dershanemiz var. Prizren’de Ferit abi vakıflık yapıyor, Priştine’de vakıf yok, talebeler kalıyor. Orada  beş gün kaldım.

Ondan sonra, Sırbistan’da, kız kardeşime gittim, Kurban Bayramını orada geçirdim. Her ne kadar Sırplarla aramızda vize daha kalkmamışsa da, sınırdan değil, Kosova’yla oranın aralarında dağdan geçit var. Pasaporta mühür vurmadan sadece kontrol edip geçirdikleri yerde, kız kardeşimin damadı orada polis olduğu için bana “geç dayı” diyor ve geçiyorum. Orada 8 gün kaldım ve ölüm, düğün, ziyaret toplantılarında durmadan konuşuyordum ve gençlere kitap veriyordum.

Ondan sonra tekrar 2 günlüğüne Priştine’ye gittim ve oradan Makedonya’nın başkenti Üsküp’e gittim. Üsküp’te iki katlı dershane var.  Ankara’dan gelen Yusuf kardeş, dershanede  birkaç sene kalarak çok güzel bir metotla çocuklara Kuran-ı Kerim öğretti ve Risale-i Nur dersleriyle halkın muhabbetini topladı. Şimdi Kosova’da Erdoğan isminde bir vakıf kardeş var.

Gostivar’da da dershane var ama orada vakıf yok. Makedonya’nın Üsküp şehrinde hizmetler çok iyi, pırıl pırıl tahsilli gençler geliyor, her zaman ders var sayılır. Gençlerle bir gün umumi, bir gün hususi ders oluyor.

Risale-i Nurlarda nasıl bir istihdam olduğu malumunuz olsun diye biraz uzattım.

Abdülkadir Haktanır

www.albnur.com


Edirne Okuma Programının Ardından

Daha öncede duyurduğumuz üzere 25-26 Aralık tarihleri arasında Edirne’de Okuma Programındaydık. Büyük bir iştirakin gözlendiği programa Yunanistan’dan 20, Bulgaristan’dan 15 kişi olmak üzere Edirne, Kırklareli, Tekirdağ merkez ve ilçelerinden ve İstanbul’dan gelenlerin de katılımıyla gerçekleştirildi.

Programa Cuma akşamından gelip katılanlar olduğu gibi, sadece Cumartesi ya da sadece Pazar günü iştirak edenler de oldu. Toplamda ise yüzden fazla kişi programa iştirak etti.

Program içeriğini dafa önce sayfamızın duyurular kısmında vermiştik. Ayrıca Yunanistanın Gümülcine ilçesinden gelen ve Üstad Bediüzzaman Hz.lerini hayatında görme şerefine nail olmuş Müezzin Hasan ağabey hem Üstad’ı ne zaman ve ne şekilde gördüğünü anlattı  hem de o zamandan bu zamana cereyan eden Risale-i Nur Hizmetlerinden bahsetti. Yine Yunanistan’da bulunan ve Risale-i Nur’ları Yunancaya çevirme gayretinde bulunan Uhuvvet Kültür Eğitim Derneğinden Muharrem bey Yunanistan’daki hizmetlerden bahsetti.

Bulgaristan’dan gelenler yakın zamanda yapılan kitap fuarını ve Bulgaristan Cumhurbaşkanına kitap hediye ettikleri anları anlattılar ve kısaca Bulgaristan’daki İslamiyet’in ve Müslümanların eski halinden ve şimdiki halinden bahsetiler. Camilerdeki cemaatlerin yeni dönemde daha çok gençlerden oluştuğunu ve bu gençlerin nasıl bu şekilde camilere ilgi gösterdiğini anlattılar.

Risale-i Nur’ları Arnavutçaya çeviren ve yıllarca oralarda hizmet etmiş olan Abdulkadir Haktanır hoca’da hizmet ettiği dönemlerden ve metotlardan bahsetti.

Ayrıca Selimiye Camii, Üç Şerefeli Camii ve Edirne Eski Camii’leri namaz vakitlerinde ziyaret edildi.

Şu an sadece fotoğrafları ekliyoruz, videolarda ileride müstakil olarak eklenecektir.

Vakit, Bediüzzaman’ı anlama ve helalleşme vaktidir!

“Hür Adam” filminden dolayı zaman zaman televizyonlarda tartışma konularına rastlıyoruz. Lehte-aleyhte konuşmalar yapılıyor. Lehteki konuşmaların bir çoğu yetersiz. Alayhte yapılan konuşmaların hepsi yanlış. Aleyhte konuşanların bir kısmı Bediüzzaman’ın cahili. Bediüzzaman’ı tanımıyorlar. Bir kısmı dünyevî menfaatlerini aşıp gerçeğe yanaşamıyorlar; korkuyorlar. Bir kısmı da düşman; kin kusuyorlar. Allah, Bediüzzaman’ın cahili olanlara, Bediüzaman’ın âlimi olmayı, üç kuruşluk dünya menfaatleri ellerinden gider diye korkanlara cesur ve samimi olmayı, kasıtlı olanlara da hidayete ermeyi nasip eylesin.

Bediüzzaman bu ülkenin bir gerçeği, aynı zamanda Müslüman camianın vazgeçilmez bir değeridir. Bediüzzaman, nuruyla asrını aydınlatan, başlattığı olumlu iman hareketiyle de çağını çalkalayan bir insandır. O, tam bir Kur’an hizmetkârı ve tam bir Hz. Muhammed (s.a.v) sevdalısıdır.

Onun tek derdi vardı. “Milletinin imanını selamette görmek.” Bunun için değil idam sehpaları, takipler, sürgünler, zindanlar, zehirler, hapisler, tecrid-i mutlaklar; kendi ifadesiyle cehennemin alevleri içinde yanmaya bile razıydı.

O öyle bir Kur’an sevdalısı idi ki: “Kurân’ımız yer yüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem!” diyordu. O öyle bir Hz. Muhammed (s.a.v) sevdalısı idi ki, Onu “kâinatın ruhu”, Kur’an-ı Münezzeli de “dünyanın aklı” görüyordu. Kur’an, dünyadan gitse, dünyanın delirip çıldıracağına, Peygamber ve ahlakı kâinattan çekilse kâinatın vefat edeceğine inanıyordu.

ONUN DAVASI

Onun davası, kendisine çelme atan dar düşüncelerle uğraşacak kadar basit ve küçük değildi. O, kâinat çapında büyük bir davanın, İslam ve Kur’an davasının dellalı idi. Ki bu dava Allah’ın davası idi. Bu dava son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v) davası idi. Kendisi de son Peygamber’in varisi, vekili ve son asrın mebûsuydu. Bunun dışındaki görevler ona dar gelirdi. Onun içindir ki kendisine sus payı olarak teklif edilen milletvekilliği görevini, şark genel vaizliği görevini ve benzeri yüksek maaşlı görevleri kabul etmedi. Tanelerini “cumhuriyetçi” dediği karıncalara verdiği çorbasıyla yetindi, kimsenin minnetini çekmedi. Dine hizmetin karşılığında ne halktan ve ne de devletten bir şey almadı. Daru’l-Hikmet’in üyesi iken aldığı birkaç maaşı da yine millete harcadı.

Dinim beni, Müslüman olmayan birine saygı göstermekten men ediyor diyerek esirken Rus baş kumandanına ayağa kalkmaması, Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse, yoluna gitse halifedir; biz de onun emirlerine itaat ederiz. Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler padişah da olsa haydutturlar!demesi, davasına sadakatinden ve görevinin büyüklüğünden kaynaklanıyordu.

O, İKTİDARI ELE GEÇİRME MÜCADELESİ VERMEDİ.

O, koltuk kapma ve iktidarı ele geçirme mücadelesi vermedi. Çünkü o biliyordu ki, dünyevî makamlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.O, insanları imansızlık ve dinsizlik azabından kurtarma mücadelesi verdi. O, bütün mesaisini imanları kurtarmaya hasretti.

İman insanı insan eder, belki de sultan eder.” “İman hem nurdur, hem kuvvettir; hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.” “Dinsiz dünyada hayır yoktur.diyordu. Onun hedefinde dünyaya dini anlatmak ve imanın güzelliklerini sunmak vardı. Bunun için “ikna ve irşad” yolunu, “müsbet hareket” tarzını seçti. Silaha ve şiddete davet edenlere karşı çıktı. Kalemi eline aldı, düşündüklerini kitaplaştırdı. 6000 sayfalık Nur Külliyatını miras bıraktı.

Kimse onun ölmekle işinin bittiğini sanmasın. O hayatta iken bile “Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur, konuşan yalnız hakikattır.” diyor, kitaplarındaki ölmez hakikatı ve o hakikatın kaynağı olan Kur’an’ı hedef gösteriyordu. Kur’an var olduğu ve Onun tefsiri Risal-i Nur okunduğu müddetçe Bediüzzaman hep etkili olmaya ve olumlu inkılaplar yapmaya, dünyanın çehresini güzelleştirmeye devam edecektir.

Onun miras bıraktığı kitaplarda öyle bir cezbe ve cazibe var ki, onları okuyanlar ve anlayanlar hayran oluyor, bir daha da bırakamıyorlar.

Diyordu ki: Hayatınızın lezzetini ve zevkini istiyorsanız, hayatınızı imanla hayatlandırınız, Allah’ın emirleri olan farzlarla süsleyiniz, günahlardan uzak durmakla da koruyunuz.

Makam ve mevkide gözü yoktu. İktidar, makam ve mevkiler kimin olursa olsun, yeter ki iktidarda olanlar, bu milletin değerlerini incitmesin, iman esaslarını sarsmasın, ahlakını dejenere etmesin, yüzünü kıbleden çevirip Batı’ya ve Kuzeye dönmesin, diyordu.

SKOLASTİK BATAKLIĞINA SAPLANMIŞ BİR MEDRESE HOCASI DEĞİLDİ

Bediüzzaman,beni skolastik bataklığına saplanmış bir medrese hocası mı zannediyorlar? Ben modern çağın fen ve felsefesini tahsil ettim”, “eski hal, muhal, ya yeni hal, ya da izmihlal!diyor, her türlü gelişmeye, bilim ve teknolojiye açık bir şahsiyet olduğunu ilan ediyordu. Bediüzzaman da yenilenmeden yanaydı ama mukaddes değerlerden uzaklaşarak yenilenmeyi kabul etmiyordu.

O, medeniyet fenlerini aklın nuru, din ilimlerini de kalbin ışığı görüyordu. İkisinin harmanlanmasından hakikat tecelli eder, öğrencinin gayreti harekete geçer. Bunları birbirinden ayırırsanız, din ilimleriyle meşgul olanlarda taassup, fen ilimleriyle meşgul olanlarda da hile ve şüphe görülür.” diyordu. Bunu demekle kalmadı, etkili ve yetkililerden bu iki tür ilmin beraber okutulacağı okulların açılmasını istedi. Çünkü bir insan ancak, akıl-kalb, din-fen beraberliği ile kâmil insan olabilirdi.

O, dindar bir cumhuriyetten, dindar bir medeniyetten, dindar bir bilim zihniyetinden, dindar bir ahlaktan, dindar bir hayattan yanaydı. Bu haliyle o, kökü mazide olan bir ati idi. Bir ayağı dine bağlı, diğer ayağıyla dünyayı dolaşan bir seyyah, hür ve dindar bir cumhuriyetçi idi.

BEDİÜZZAMAN, SIRA DIŞI BİR İNSANDI.

Onu sıradan biri olarak görenler hep yanıldılar, yanılırlar. O sıra dışıdır. Giyimiyle, kuşamıyla, mücadelesiyle, duası, namazı, evrad u ezkârı, ilmi, orijinal fikirleri ve bıraktığı eserleri, mertliği ve yiğitliği ile sıra dışıdır.

Bir ara siyasete sıcak bakmasıyla, sonra da siyasetin şeytanı melek, meleği şeytan gösteren dejenerasyonunu görerek siyasetten çekilmesiyle sıra dışıdır.

Kurtuluş Savaş’ından önce Kuvay-ı Milliyeyi desteklemesiyle, Kurtuluş Savaş’ından sonra yanlışlar yapmaya hazırlanır gördüğü Ankara’yı, meclis reisini ve o devrin milletvekillerini uyarmasıyla sıra dışıdır.

Hayatının 30 yılını sürgünde, hapiste, zindanda ve tecrid-i mutlakta geçirmesine, defalarca öldürücü zehirle zehirlenmesine ve en ağır muamelelere maruz kalmasına rağmen şiddete  tenezzül etmemesiyle, hattâ şiddete çağıranlara: “Bin yıl İslamiyete hizmet etmiş bir milletin evlatlarına kılıç çekilmez, o yol yanlıştır.” diyerek şiddet yanlılarını uyarmasıyla sıra dışıdır. Kendisine en ağır ve haksız muameleleri reva görenlere hakkını helal etmesiyle sıra dışıdır.

Bir taraftan at üstünde Ruslara karşı vatan savunması yaparken, bir taraftan da tefsircilere örnek olacak İşârâtü’l-İ’caz adındaki tefsirini savaş hengamesinde kaleme almasıyla sıra dışıdır. Savaş sırasında Ermeni gibi gayr-i müslim çocukların öldürülmesine karşı çıkmasıyla sıra dışıdır.

“Düşüncelerini mutlaka İslam’ın temel eserlerine dayandırmasıyla, köklerine bağlı bir alim portresi çizmesiyle, yaşadığı dönemde modern bilimi dışlayan medrese eğitimini şiddetle eleştirmesiyle, dini ve modern bilimleri birlikte ele alan üniversite projesini dönemin sultanlarına taşımasıyla” sıra dışıdır.

Her Müslüman’ın her sıfat (ve eylemi) Müslüman olmadığı gibi; her kâfirin de her sıfat ve sanatı kâfir olmaz. Binaenaleyh, Müslüman bir sıfat ve sanat (kâfirin elinde de olsa) güzel bulup almak neden caiz olmasın? diyerek kâfirin elinden alınabilecek güzel şeyler olabileceği gibi; nefse ve şeytana uyan bir Müslüman’ın elinden de çirkin işler çıkacağına dikkat çekmesiyle sıra dışıdır.

Namüsait şartlar altında kitaplar kaleme alan, okuyucusunun kafasındaki bütün tereddüt ve şüpheleri gideren, tekrar tekrar okunmasına rağmen usandırmayan 6000 sayfalık  bir eser külliyatı ortaya koymasıyla sıra dışıdır.

Halk tabakalarının her kesiminden müntesiplerinin olmasıyla, Kur’an’ın etrafında en kalabalık cemaat oluşturmasıyla, en çok okunan ve dünya dillerine çevrilen kitaplar yazmasıyla, sıradan insanları aydın yapması ve alimleştirmesi, alimleri kendine hayran bırakmasıyla sıra dışıdır.

Asrımıza düşmüş bir sahabi tavrı ve duruşuyla, medenilere karşı seçmiş olduğu mücadele tarzı olarak “ikna” usulünü ve üslubunu seçmesiyle, Peygamberimizin ahlakına, çilesine, affına, gönülleri fethedişine ve başarısına benzer ahlakı, çilesi, affı, gönülleri feth edişi ve başarısıyla sıra dışıdır.

Böyle bir insan çok nadir yetişir. Böyle bir insanın bizim ülkemizden çıkması Allah’ın bir lutfu, belki de mazide İslamiyet’e hizmet etmiş bir milletin torunlarına Allah’ın bir mükâfatıdır. Bu nimet ve mükâfat küfre ve küfrana değil, şükre ve şükrana layıktır.

VAKİT, BEDİÜZZAMAN’LA HELALLEŞME VAKTİDİR

Efendiler! Kavga zamanı geçti. Şimdi Bediüzzaman’ı anlama, bu mazlum ve mağdur insandan özür dileme, onunla helalleşme dönemindeyiz. Allah’a şükür ve ona teşekkür borcumuz vardır.

Şimdi, onun eserlerini okuyarak imanı ve imanları kurtarma zamanıdır.

Şimdi, Peygamberi öldürmeye giden, gittiği yolda Kur’an’dan duyduğu ayetlerle kendisinin gezen bir ölü olduğunu anlayan, kılıcı kınına sokup Peygamber’in huzuruna çıkan, geçmişinden utanan, mazisine ağlayan, Efendiler Efendisi’nden özür dileyen ve Onun huzurunda dirilen, Ömer gibi olma zamanıdır. Yevmülfasl ve yevmülhak gelmeden, ölüm sekeratı uyandırmadan önce uyanma ve Bediüzzman’la helalleşme vaktidir.

Ölüm haberi gelmeden / Azrail hamle kılmadan

Can bedenden ayrılmadan /Gel gidelim Dost’a gönül.

“Hür Adam”da buluşma dileklerimle!…

Vehbi Karakaş
Kaynak: Risale Haber

Osmanlı’da Harem’in Gerçek Yüzü

Tarih deyince her zaman revaçta olan konulardan bir tanesi de Osmanlı ve haremidir. Bunu içoğlanları takip eder. Ardından valide sultanlar, kadınlar saltanatı, devşirmeler vs. böyle gider.

İlim ahlakına sahip bir tarihçinin Osmanlı haremi konusunda söyleyeceği şeyler çok azdır. Çünkü elinde bu konuyla ilgili yeterli belge, döküman vs. yoktur.

Kalın duvarlarla çevrili harem binası, etrafındaki harem ağalarına ait binalar ve diğer ocakların daireleriyle adeta ulaşılması imkansız bir kale gibidir. İçinde değil, etrafındaki kendilerine ait binalarda yaşayan, zorunlu hallerde Haremin içine girmeleri gerektiğinde salavat-ı şerife getirerek dolaştıkları bir ortamdır. Her odanın kapısının girişinde, duvarlarında ayetler, hadisler, dualar bulunan bir mekandır Harem.

Zorunlu hallerde ancak harem ağalarına ve tabiplere açılan bu mekana yabancı seyyahların, tarihçilerin nasıl girip, orada adeta gezmiş dolaşmıs gibi haremi anlatışlarına şaşmamak elde değil. Kaldı ki bizimkilerin en çok esas aldıkları, kullandıkları kaynaklarda, ilmi otoritelerce yüzlerce kez tenkid edilmis, çürütülmüş bu batı tarihçilerinin
kitaplarıdır.

I. Ahmed döneminde saraya gizlice girdiğini iddia eden Venedik elçisi Ottavinano, ancak Revan Kasrı’nın önündeki havuza kadar olan yerleri görebildiğini söyledikten sonra padişahın odasındaki cariyesiyle nasıl ilişki kurduğunu detaylarıyla anlatmakta ve insanlar da bu anlatıma değer vererek kaynak gösterirken yapılan ilmi ahlaksızlığa çanak tutmaktalar.

18. yüzyılda bile ancak yazlık sarayların boş haremlerini gezebilen batılı birkaç yazar, nedense göremedikleri kısmı hayalleriyle doldurmayı denemişlerdi. Havuzu gördüler ama havuz sefalarını kendileri uydurdular sonra da uydurduklarının resmini çizdiler. Hata yaptıklarını belki de hiç bir zaman düşünmediler çünkü kendi krallarının kadınları ile yaşantıları öyleydi. Birlikte oldukları düzinelerce kadının yarı çıplak resim ve heykelleri ile saraylarının duvarlarını süsleyen bir zihniyetin Osmanlı hükümdarlarındaki edep kavramını anlayabilmelerini zaten beklemiyoruz.

Ama anlayamadığımız, bizim bize bunu nasıl yapabildiğimiz. Yıllarca Topkapı sarayını gezdiren rehberlerin turistlere Harem’in duvarlarında yazılı Arapça metinleri göstererek bunların padişahların cariyeleri için yazdıkları aşk şiirleri olduğunu söylemelerini, ellerindeki broşürlerde de böyle yazmasını hangi düşünceyle izah etmek gerek bilemiyoruz. Zira bu Arapça metinlerin tamamı Kur’an ayetlerinden ve dualardan başka bir şey değil.

Hükümdarların çıplak cariyelerin danslarını seyrettiği idda edilen Hünkar Sofası Daire’sinin duvarlarında Bakara Suresi 257. ayetinden itibaren yedi ayet yazılıdır ki bir ayetin meali aynen şöyledir: “Allah kendisine hükümranlık verdi diye (şımarıp azarak) Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi?” Sanki adeta Osmanlı hükümdarı bu ayetle gerçek hükümdarın kim olduğunu, hükümdarım diye şımarıp azdığı taktirde Nemrutlaşabileceği ihtimalini, hergün bilinç altına kazıyor, iman edenlerin karlı bir konumda, Nemrut gibi imansızların ise ne derece zararda olduğunu görüyor ve okuyordu.

Doğru! Bu sofada padişah eşleri, çocukları, kızları, validesi ile birlikte oturur ve helal dairesinde (yani kimseyi huzurunda yarı çıplak oynatmadan) sazlar çalınıp ilahiler söylenip eğlenilirdi. Ancak bugünkü insanların eğlence kavramından anladıkları şey otomatikman Osmanlı padişahının da öyle eğlenmiş olması gerektiğini düşündürtüyordu onlara.

Onlar bunları yaptıklarına dair (yani hamam havuz sefaları, yarı çıplak cariyelerin dans etmesi gibi) belge bırakmayınca bizimkiler hayallerini belge-vesika-kaynak haline getirdiler. Öyle ya; bir erkeğin elinin altında 300-500 cariye olur da nasıl bunlarla gününü gün etmez ki. Hele hele 36 Osmanlı padişahının içinden 15 tanesinin sadece bir veya iki kadınla birlikte olduğu diğerlerinin de en fazla yedi sekiz kadınla aile hayatı yaşadığı belgelerle gözlerine soksanız bu sefer de pişkin pişkin sırıtıp Osmanlı padişahlarının erkekliklerini sorgulamaya kalkacaklar.

Hemen şunu da belirtelim; şu an tek eşli (ama çok metresli) evlilik sisteminin içindeki insanlar olarak, Osmanlı padişahının birlikte olduğu 7-8 kadın bile bize çok abartılı gelecektir. Ancak unutmamak gerekir ki Osmanlı’nın yaşadığı dönemde tıpkı dünyanın her yerinde olduğu gibi bir kralın güzel kölesini istediği gibi kulllanması ve bunların sayısının yirmiye otuza çıkması normaldi. O kadar normaldi ki krallar bu kadınlarının heykellerini yaptırıp saraylarının yüksek duvarları üzerine herkesin görebileceği şekilde koydurabiliyorlar ya da yüzlerce genç ve güzel kadınla hamam sefası yapabiliyorlardı. Bizim haremi sorguladığımız gibi Avrupalılar kendi krallarının bu hallerini asla sorgulamadılar. Tarihlerinin yaşanmış bir gerçekliği olarak tarihlerinde bıraktılar.

Oysa biz, asla yaşanmamış sahneleri alıp, doğru gibi kabul edip, kendi kendimize duyduğumuz saygıyı ve özgüveni aramızdan kaldırdık. 1909 yılına kadar Harem Dairesi’ne padişahtan başka, ancak mecburiyet halinde Harem Ağaları ve doktorlar girebiliyorlardı. Son onüç yıllık dönem ise Haremi görenlerin hatıratlarında oldukça net bir biçimde anlatılıyor. Yazık ki (!) orada bile havuz – hamam sefaları yok.

Bu Harem nasıl bir yer?

Peki o zaman “Bu Harem nasıl bir yer?” denilebilir. Kısa ve net bir cevap verelim: Tek idarecisinin Valide Sultan olduğu (yani padişahın annesi) kendisine ait, padişahın bile bozamadığı çok kesin ve katı kuralları bulunan yüzlerce genç kızın, dönemin ilim anlayışına göre en iyi eğitimi aldığı, nihayetinde de devletin önemli kademesindeki görevlilerle evlendirilerek teliyle-duvağıyle-çeyizi ile gönderildiği bir bayanlar mektebidir.

Evet, tam anlamıyla böyledir. Çünkü saraya çeşitli yollarla (esir alınarak veya satın alınarak) alınan kadın köleler yani cariyeler “Acemi”  statüsü ile saraya girerler. Bunların padişahla görüşebilmesi mümkün değildir. Öncelikle padişahla karşılaşabilecek, konuşabilecek bir eğitime tabi tutulmaları gerekmektedir. Eğer bunların içinden gerek zekası, gerek  güzelliği ve kabiliyetleri ile dikkati çeken birisi olursa bunlar daha özel bir eğitime tâbi tutulurlar ki saraydaki 500-600 cariyenin ancak %10’u bu guruba girebilir. Bu %10’un içinden onları yetiştiren kalfalar ve Valide sultanın dikkatini çekebilenler ancak, has odalık olabilir ki bunlar padişahın özel hizmetlisi konumundadır.

Eğer Has Odalık olarak ayrılan cariyeler padişahın dikkatini çekmeyi başarabilirlerse, yani padişahla karı-koca hayatı yaşarsa ikbal mertebesine yükselir. Genellikle de ikballer padişahın çocuğunu doğurduğunda Kadın Efendi olurlardı. Bunun bir üst mertebesi Kadın Efendinin Valide sultan olmasıdır ki o da ancak doğurduğu çocuk tahta çıkarsa mümkündür .Özetle bütün kıyamet 600 cariyenin içinden aynı anda sayıları dördü beşi geçmeyen Kadın Efendi ve İkballer yüzünden kopmakta.

Şunu da belirtelim ki, Osmanlı padişahı dileseydi o dönemde dünyanın her yerinde olduğu gibi bu 500-600 cariyeyi önünde resmi geçit yaptırıp içlerinden dilediğini de seçebilirdi. Bunu yapabilecek siyasal otoriteye de, cariye köle konumunda olduğu için dinsel özgürlüğe sahipti. Oysa o hareme girerken içeriye haber verilir ve onun geçeceği yol üzerindeki bütün dairelerin kapıları kapatılır, kazara bir cariye padişahla karşılaşacak olursa yaptığı edepsizlik sayılır ve o cariye cezalandırılırdı.

Öyle ki kitaplar, bu “kazara” karşılaşmalara tahammül edemeyen padişahların yüksek ökçeli takunyalar yaptırıp Harem’in içinde iken bunlarla dolaştığını yazdı. Geldiği anlaşılsın ve yolunun üzerinden çekilsinler diye. Cariyeleri bırakın, çıktığı seferde nikahlı karısını bulunduğu şehre getirtmeyi unuttuğu için karısının sitem dolu mektuplarını alan padişahları yazdı arşiv vesikaları.

Koca Sultan’ın sitem dolu mektuba cevabı ise;

“Varın söyleyin Hafsa Sultan’a: Biz gaza kılıcını kuşanmışız.
Gayrısından başkasını gözümüz görmez”
olacakdı.

* * *

Binyediyüzlü yılların başında İstanbul’a gelen İngiltere Büyükelçisi’nin eşi Lady Montague’nin hatıraları batılıların pek hoşuna gitmedi. Hareme girebilen Lady’nin yazdıkları daha önceki ve sonraki batılıların yazdıklarına ters düştüğü için, gerek o dönemde, gerekse daha sonra Lady Montague’yi yalancılıkla itham eden pek çok yazar çıkacaktı. O’nun ülkesi olan İngiltere’de üstelik de 1800’lü yıllarda, evli bir erkek çok rahatlıkla karısını gazeteye “ihtiyaçtan satılık ev kadını” ilanı vererek satabildiği için, Osmanlının saraya giren kadın köleye maaş bağlamasını, eğitim vermesini, sonra da değerli çeyiz ve mücevherleri ile saraydan âzâd etmesini elbette anlamakta zorlanacak ve inkâr yolunu tercih edeceklerdi.

Aşağıda, onun mektuplarından yaptığımız alıntı, ne demek istediğimizi daha da iyi izah edecektir:“Bu milletin din ve töreleri hakkında eksik bilgimiz var. Dünyanın bu tarafına seyrek geliniyor. Gelenler de ticaretten başka bir şey düşünmeyen tüccarlar. Türkler ise, bunlarla yüz-göz olmayacak kadar ağırbaşlılar. Bu sebeple tüccarların getirdikleri bilgiler yalan yanlış oluyor.

Belki de dünyanın bütün kadınlarından daha hür….. Hayatı hiç aksatmadan, zevkle süren, kaygılardan uzak yaşayan, boş vaktini komşu ziyaretleriyle, hamamlarda yıkanmakla, ya da bol para harcayıp yeni yeni modalar çıkarmakla geçiren yeryüzündeki tek kadın. Avrupa’da hiç bir saray düşünemem ki, orada yabancı bir kadına karşı bu kadar namusluca davranılsın.

Hamamda ikiyüz kadar kadın vardı. Hiç birinde bizdeki gibi alaycı gülüşmeler ve fısıldaşmalara rastlamadım. Üstelik benim için “güzel, çok güzel” dediklerini işittim. Bir kadının, bir başka kadın için “güzel” diyebilmesi hâyâl bile edilemez.

Konakların hepsinde bir harem dairesi ve cariyeler var. Ancak bu cariyeler evin hanımına âit hizmetçiler. Evin erkeği ömrü boyunca bunları yolda görse tanımaz. Ne kadar garip değil mi?

Kış geceleri toplanıyorlar, geç vakitlere kadar öyle güzel ve saf eğleniyorlar ki zamanın nasıl geçtiği hissedilmiyor. Her evde misafir odaları var. İkram ve misafirperverlik Türklerin yaşama kudreti gibi bir şey…….”

Çok zor ve ağır bir konu olan Harem’i böyle bir kaç satırda özetlemek elbetteki mümkün değil. Ancak kendimizle, geçmişimizle barışma çabasının içinde küçük bir damla olmaktı niyetimiz.

Yazımıza bir soru ile son vermek istiyoruz: Biz, zamanın hiç bir diliminde ve dünyanın hiç bir coğrafyasında sarayına aldığı bir köleden “valide sultan” dediğimiz zamanının “first lady”sini çıkaran bir başka medeniyet bilmiyoruz.

Siz biliyor musunuz?

Oya Kayıcıoğlu

İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et

Said Nursî, altmış beş sene evvel Van’da Vali Tahir Paşanın yanında iken okuduğu bir gazetede, İngiliz Müstemlekât Nazırının İngiliz Meclis-i Meb’usanında elinde Kur’ân’ı göstererek, “Bu Kur’ân Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız, veya onları Kur’ân’dan soğutmalıyız” sözü üzerine, ruhunda bir feveran ve nihayetsiz bir gayret uyanır.

Kur’ân’ın bir mucize olduğunu ispat ederek her tarafa neşretmek ve kâfirleri tam susturmak ister, buna kat’î karar verir. Van’da bulunduğu on beş sene müddet içerisinde hıfzına aldığı seksenden ziyade kitabı ezbere devrettiği gibi, âlem-i İslâmın hal-i hazırda durumu hakkında da gerekli her türlü malûmatı elde eder.

Nazirsiz bir allâme olan Bediüzzaman, daha genç yaşında görünen müstesna zekâ ve ilminden de anlaşıldığı gibi, sair emsalleri fevkinde, kendisine ayrıca hikmet-i Kur’âniye talim edilmişti. Kendisi, asr-ı hâzırın ihtiyacını karşılayacak, zamanın ilmî ve edebî seviyesinin fevkinde bütün dünyaya Kur’ân’ın mucize olduğunu ispat ve herkesi ikna edebilecek bir kabiliyet, metanet, emel ve fedakârlık taşıyordu.

Bir buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi bir ağacın zuhuru, kudret-i İlâhiyeyi açıkça gösterdiği gibi; maddî hiçbir kuvvete sahip olmayan, bilâkis mazlum ve bir nevi elleri, kolları bağlı bir vaziyette Bediüzzaman’ın çekirdek-misal hayatı ve hizmetiyle tarihin en dehşetli bir devrinde hem Anadolu, hem âlem-i İslâm, hem dünyanın ekserîsine de maddeten tesir edecek ve zihniyetlerini değiştirecek mânevî, küllî ve cihanşümûl bir inkişafın zuhuru, aynen bir kudret-i mutlaka ve istihdam-ı İlâhî ve sevk-i Rabbanî ile olduğu akla ve kalbe görünmektedir.

Filhakika, bir eserinde tahdis-i nimet suretinde hizmet-i imaniyeye ait inayet-i İlâhiyeden bahsederken şöyle der:

Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir.

Birden, o halette iken, baktım ki, mühim bir zat bana âmirâne diyor ki: “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et.

Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.

Mektûbat

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version