Etiket arşivi: abdullah yeğin

Nûr Kahramanları – 2

ABDULLAH YEĞİN

Üstad Hazretlerini, ortaokul talebesi iken tanıyıp ona soru sorma şansına ve yakın talebelerinden olma şerefine sahip olan bir büyük ağabeyimiz Abdullah Yeğin’ dir.

80 yaşını geçmiş ve halen hayatta olan bu değerli insanı, İstanbul’da talebelik yıllarımda (1970’li yıllar) tanımak ve derslerini dinlemek bahtiyarlığına nail oldum.

Fakülte mezunu olmasına rağmen Kastamonu tarzı konuşmasını yansıtırdı. Derslerde Üstadımızdan hatıralar anlatır, açıklamalar yapardı. O zaman sakalsız idi. Bulunduğu ortama ciddiyet ve vakar havası yayılır, bakışlarında bir derinlik sezilirdi ve “ağabey içimizi okuyor” hissine kapılırdık… Daima tefekkür ve nefsiyle murakabe hali onun karakteriydi. Olgunağırbaşlı ve vakur bir ağabey olarak, Hz. Bediüzzaman’ ın hizmet tarzına ömür boyu bağlı kalmış ve ‘ağabeylik’ konusunda hüsn-ü misal olmuştur.

MEHMED NURİ GÜLEÇ (FIRINCI AĞABEY)

22 yaş gibi delikanlılık çağında Üstad Bediüzzaman Hazretlerine bağlanıp hayatını kudsî iman ve Kur’an hizmetine adayan çok değerli İslam mücahidi Fırıncı Ağabey, halen hayatta olan bir Nur kahramanıdır. Bugün 83 yaşına rağmen bir genç gibi yılmadan yorulmadan değil Türkiye, dış ülkelerdeki programlara bile katılarak yüksek bir performans sergilemektedir. Maşallah, bin bârekâllah!

Fırıncı Ağabey, “Üstadın her elini öpüşümde başımdan öperdi” diyor. Bunda bir hikmet aranabilir. Çünkü onun zekâsı, hazırcevaplığı ve nüktedanlığı tahsil seviyesiyle kabil-i telif değildir…

Hz. Bediüzzaman, ihlâs ve kabiliyetini keşfettiği kimselere iltifat etmiş ve hizmette istihdam etmesini bilmiştir. Hem de bu zatlar, dua ve manevi himmetlerine mazhar olduklarından nadir şahsiyetler olmuşlardır.

Mehmet Fırıncı’ nın coşkulu ve muhabbet dolu dersleri, dinleyen cemaate ayrı bir lezzet bahşettiği gibi, hazır cevaplılığı ve nükteli sözleri ise zihinlerden silinmemektedir. Pek çok esprili ve nükteli sözünden iki örnek verelim. Bir tarihte bir kardeşimiz ona soruyor:

-Fırıncı Ağabey Risale-i Nûr nasıl bir tefsirdir?

Cevabına bakınız:

Kardeşim, Risale-i Nûr tefsir değil, iksirdir iksir!..

Elbette tefsirdir ama ondan da öte asrımızın manevi hastalıklarına “ilaç” olduğunu kafiyeli bir şekilde vurgulamış oluyor.

Dinleyenleri fazlasıyla güldüren bir diğer hazırcevabı da şöyle:

Kardeşlerle birlikte kızarmış tavuk ziyafeti yenilmekte. Tabii bu sırada Gavs-ı Azam Geylani’nin “kum bi iznillah!” fıkrası hatıra geliyor ve bir ağabey :

-Fırıncı Ağabey, haydi siz de bir “kum biiznillah” kerametini gösterin bakalım, deyince:

Ah kardeşim nerede o eski tavuklar! demez mi?

Üstadın himmeti olmasa herhalde bu nükteli buluşları dillendirmek zordur…

Fırıncı Ağabey’in sesi de güzeldir. Üniversite yıllarımda zaman zaman bizim ilahi ve marşlarımıza iştirak eder, birlikte söylerdik. Yine bir gün kendisine şu soruyu yöneltmiştim:

-Üstad Hazretleri Kur’an’ ı veya Cevşen dualarını nasıl okurlardı? Yani makam, ses-seda cihetiyle.

Mübarek ağabeyin cevabı şöyle olmuştu:

-Kardeşim bunu ifade etmek çok zor; nasıl anlatsam, kalbinden, ruhunun derinliklerinden kopup gelen bir inleme, bir feryat sesi gibiydi âdetâ.

MEHMED EMİN BİRİNCİ

Said Nursi Hazretleri’ nin pek yakınında olmasa da, İstanbul hizmetlerinde ve neşriyat hizmetinde O’nun bazı talimatlarını yerine getirme ve elini öpüp duasına mazhar olma şerefini kazanmış bir ağabeyimiz de “Birinci Ağabey“imizdir.

Fırıncı-Birinci diye kafiyelenip sözü edilen bu ağabeyleri, hem derslerdeki etkinlikleriyle, vakıf ve vâkıf oluşlarıyla, hazır asker gibi hizmette koşturmalarıyla tanıdım. Özellikle 1968-73 arası Av. Bekir Berk‘in, fırtına gibi mahkemeden mahkemeye yetiştiği yıllarda bu ağabeylerimiz, Bekir Ağabey’in Kiğılı Pasajı’ndaki yazıhanesinde ona yardımcı olup hizmetinde bulunurlardı. Pijama giymeyi unutmuş, rahat döşeği ara sıra bularak,  geceyi gündüze karıştırarak yazıhanenin deriden ve derin koltuğunda elbiseleriyle, bir-iki saat kadar -oturarak- uyuduklarını biliyorum. Böylesine yorgunluk nedir bilmeden, büyük fedakârlıkları üstlenmiş müstesna şahsiyetler az bulunur…

Rizeli olan merhum Birinci Ağabey, Lâzlığın izlerini hal, tavır ve konuşmalarında yansıtır, Hizmet-i Nuriye’ de düstur ve disiplini öne çıkarıp hassasiyetle uygulardı. Son birkaç sene Manisa’ya sık geldiği zamanlarda namazlarımızı zamanında ve tadil-i erkân üzere kılmamızı önemle ve ısrarla öğütlerdi. O da Fırıncı Ağabey gibi tevazu sahibiydi. Allah rahmet eylesin!

HEKİMOĞLU İSMAİL

Emekli Hava Astsubayı olan bu yazar ve mütefekkir ağabeyimizin asıl adı, Ömer Okçu‘ dur.. Erzincan’lı olup genç yaşında Üstad’ın elini öpüp duasını almış ve Nur Risalelerini Amerika’ya götürüp büyük hizmete vesile olmuştur.

Kendisindeki yazı kabiliyetini keşfeden merhum gazeteci, Mustafa Polat Ağabey‘in teşvikleriyle “Minyeli Abdullah” ve “Maznun” romanlarını kaleme almış ve giderek yazarlık kabiliyeti fevkalade inkişaf etmiş ve ortaya pek çok eser çıkarmıştır.

Yine, hitabet kabiliyeti sayesinde Anadolu’nun birçok il ve ilçelerinde O’nun konferans hizmetleri fütuhat ve inkişaflara vesile olmuştur…

Yeni Asya Gazetesi’nde yazmayı bıraktıktan sonra, Türdav Yayınevi’nin Müdürlüğünü sürdürüyordu. İşte bu sıralarda Cağaloğlu’ndaki yazıhanesine ziyaretine gitmiştim.

-Yazılarınızı özledik, niçin gazetemizde yazmıyorsunuz Ağabey? diye üzüntümü ifade ettiğimde:

Usul ve düsturlara uygun yazmıyormuşuz, diye sitemkâr bir ifade kullandı.. Ben de gayet sâfiyane:

-O zaman siz de düsturlara uygun yazarsınız Ömer Ağabey! deyiverdim. O ise bu sözüme hiç kırılmadan:

-İnşaallah o seviyeye gelince yazarız, şeklinde tevâzukâr bir söz sarf etmişti…

Hiç unutamam; ayrılırken beni kapıya kadar uğurladı ve son sözü şu oldu:

-Mehmet Kardeş, Fuzulî der ki: “Düşman bile ağlar halimize.”

Belli ki, anlatamadığı bazı hususları, yüreği parçalanarak bu sözle özetlemişti…

Ufak-tefek sürtüşmeler ve münakaşalar, mâbeynimizde büyük yaralar açabiliyordu. Öyleyse “Muhabbet fedaileri” olmalıydık…

Aradan çok zaman geçti ki, Zaman Gazetesi yayın hayatına başlayınca, orada köşe yazılarına yeniden başlamıştı. Hâlen yazmaya devam ediyor.

Allah kendisine uzun ve bereketli ömürler versin!

SAİD ÖZDEMİR

Üstadımızın halen hayatta olan ve çok yakın hizmetinde ve varislerinden, Üstadımızın “Tillolu Said” dediği bu muhterem ve aziz ağabeyimizin derslerinde çok az bulunabildim. Çünkü o Ankara’da ikamet ve hizmet ediyordu. Hiç konuşmasa dahi hal dersi alınabilen bir büyük ağabey.. Ondan da hatıralar dinlemek nasip oldu.

Hz. Bediüzzaman’ın elini öpüp duasını alan ve fakat dersinde az bulunan birçok ağabeyin bazıları vefat etmişse de birçoğu halen hayattadır.

Merhum Muzaffer Arslan, Merhum Mustafa TürkmenoğluMehmed Kırkıncı Hoca, Abdülkadir Badıllı, Ahmet Gümüş, Hamdi Sağlamer, Teyp Tahir, Musa Yukarı (Ayrancılarlı) gibi değerli Ağabeylerin feyizli derslerinden de zaman zaman istifade ettik elhamdülillah! Allah hepsinden râzı olsun!

Mehmed Gürler

Said Nursi’nin Rusya Macerası

Editörün Notu: Bu sayfada Üstad ile ilgili ilk defa ortaya çıkan fotoğrafı diye bir haber vardı ki biz Üstad olduğuna kani değiliz demiştik, okuyucularımızdan gelen istekler üzerine haber metnini kaldırdık sadece hatıra kısmının kalmasını arzu ederek yazımızı devam ettiriyoruz.

Bediüzzaman Said Nursi 1. Dünya Savaşı yıllarında doğu cephesinde gönüllü alay komutanı olarak hizmet eder. Savaş esnasında yaralanıp 2,5 yıl Rusya’da esir kalır. Kosturma’daki esaret günlerinde bir gün Rus Orduları Başkumandanı Nikola Nikoloviç kampa gelir. Bediüzzaman ayağa kalmaz. Bunun üzerine idam cezasına çarptırılır. Bediüzzaman son arzu olarak namaz kılmak ister. Rus komutan ve askerlerin şaşkın bakışları arasında namaz kılar.

BEDİÜZZAMAN’IN TARİHÇE-İ HAYAT KİTABINDA ŞU ŞEKİLDE GEÇMEKTEDİR:

Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasiyle der:

– Beni herhalde tanımadılar?

Bediüzzaman:

– Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.

Kumandan:

– Şu halde Rus ordusuna, dolayısiyle Rus Çarına hakaret ediyorlar.

Bediüzzaman:

– Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakkı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem, der.

Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahîm neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.

Fakat Bediüzzaman:

– Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir, deyip kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez.

Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini ifadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek, Bediüzzaman’dan özür dileyip:

– O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz Diyerek verilen idam hükmünü geri aldırır. (Tarihçe-i Hayat sayfa 114)

BEDİÜZZAMAN’LA BERABER ESİR KAMPINDA BULUNAN ALİŞAN SOYLU HADİSEYİ OĞLU GÜLCEMAL SOYLU’YA ŞU ŞEKİLDE ANLATMIŞTIR:

Babam Alişan Ağa, Bediüzzaman’ın, Kosturma esir kampını teftişe gelen Rus Başkumandanı Nikola’ya ayağa kalkmama hadisesinde oradaymış, her şeyi bizzat görmüş. Bize ağlayarak şunları anlatırdı:
“Çok esir vardı kampta. Bir gün bir komutan geldi… Ama biz kim olduğunu bilmiyoruz… “Dikkat!” diye bir komut verildi; herkes, hepimiz ayağa kalktık… Bir tek kişi hariç… Bediüzzaman… Sonradan kim olduğunu öğrendiğimiz Rus Başkumandan Nikola bunu gördü. Hemen bir tercüman çağırtıp, ‘niçin ayağa kalkmadığını’ sordu. Bediüzzaman, “Tazim Allah’a olur” diye cevap verince; Nikola, kurşuna dizilmesini emretti. O’na ölüm emri verdiği zaman biz çok korktuk. Ölüm mangası da hemen hazırlandı. Sonra namaz için izin istedi Bediüzzaman. Namazını kıldı ve hemen çabuk çabuk geldi. Komutan: “İdam olunacağı zaman ağırdan alınır, sen çabuk geliyorsun?” diye sordu tercümanla. Bediüzzaman umursamaz bir tavırla: “Rabbime kavuşmak için çabuk geliyorum” dedi. Bu ihlas, komutanı çok etkiledi ve insafa getirdi… İdamı kaldırdı ve özür diledi.”
Babam, Kosturma esir kampında 2,5 sene Üstadla beraber kalıyor. (Ömer Özcan Ağabeyler Anlatıyor-3 sayfa 95)

Hür Adam’la ilgili eleştirilerin kiritiği (1)

Hür Adam’la ilgili eleştirilerin kiritiği (1)

Hür Adam filmi ile ilgili fikirlerini beyan ederek, Bediüzzaman’a ve davasına büyük hizmet eden aşağıya yazılarının bir eleştirel kritiğini koyduğumuz şahısları ve gazetelerini tebrik ediyoruz.

Bu tebrik hepimiz adınadır. Mehmet Fırıncı, Mehmet Kırkıncı, Abdullah Yeğin, Mustafa Sungur, Sait Özdemir adınadır. Hepsinden önemlisi Bediüzzaman hesabınadır. Tebrik ediyoruz sağ olsunlar, kalemlerine sağlık diyoruz.

AKBIYIK NE DİYOR?
Hür Adam, gösterime girmeden ve girdikten sonra Türk basınında ve televizyonlarında film ve Bediüzzaman ile ilgili muhtelif yazılar yazıldı.

Akbıyık, Bediüzzaman ile Atatürk arasındaki ilişkiyi irdeler. “Atatürk’ün ona saygı duyduğu Bediüzzaman’ın da zamanında onu desteklediği bilinir. Sonra bu ülkenin şekillenmesinde yapılan devrimler ilişkiyi çatallaştırmıştır” Mehmet Tanrısever’in oğlu Tarık Tanrısever’in Bediüzzaman’ın en yakın kâtibi olan Şamlı Hafız Tevfik’i canlandırmasını çarpıcı buluyor Akbıyık. Yazar, eleştiri adabına uygun olarak Tanrısever’in filminin gerçekliğini falanını eleştirmeye kalkmaz, bu tür yapımların çoğalmasını ister. Mürşit Ağa Bağ’ı takdir ederken onun “Bediüzzaman karakterini inanılmaz bir özümsemeyle perdeye taşımasını” beğenir.

TARİHÇİ MUSTAFA ARMAĞAN NE DİYOR?

Zaman gazetesinde Mustafa Armağan, filmin odağındaki Atatürk Bediüzzaman karşılamasını yorumlar.

O Hem Bediüzzaman, hem de Atatürk’ün biyografilerinin tam olarak ele alınmadığını, eğer alınsa bu tür yanlış yorumlar olmayacağını söyler. Armağan Bediüzzaman’ın meclise geldiğini, dua ettiğini ve beş ay kadar Ankara’da kalıp sonra oradan ayrıldığını belgeli olarak ortaya koyar. Ama benim gördüğüm bizzat Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya çağrılan bir insanın onunla bir defacık görüşmesi çağırmanın beyhudeliğini ortaya koyar, resmi belgelere yansımamış veya açılmamış çok görüşmeler olmuştur. Çünkü Bediüzzaman bu konuşmalardan sonra “benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi” diyerek ayrılış gerekçesini en hafif şekilde ortaya koyar. Bu onun tekniğidir, ihtilafları büyütmemek. Çünkü gerek Atatürkçüler, gerekse Bediüzzaman’ın talebeleri iki ağaç gibi devam edip gideceklerdi, bu yüzden iki grubun gelecekteki ilişkilerini bozacak cümleler kullanmaz, o büyük bir stratejisttir. Bugün talebeleri onun sustuğu noktalarda o kadar konuşuyor ki, sanki ondan haberleri ve tekniğinden bilgileri yok gibi. Bugün elem verici olan yan Bediüzzaman’ın stratejisine, sosyal ve siyasi mimari anlayışına uygun düşünmemektir.

Armağan Bediüzzaman’ın biyografisine göre Ankara’ya çağrılma hadisesini anlatır.

Bediüzzaman namaz konusunda bir risalecik yayınlar, bunu Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’e okur. Zannımca o risalecik bir namaz bahsi değil, Bediüzzaman kafasında yeni Cumhuriyetin nasıl olması lazım geldiğini, dinin direği olan namazın, sistemin de Cumhuriyetin de direği olduğu yollu fikrini gerçekleştirmek için namazın penceresinden sisteme ve milletvekillerine girer. Orada büyük bir sosyolojik vesika yayınlar, batı ile bizim devlet anlayışlarımızın farkını anlatır, felsefe ve İslam dininin farklı bakış açılarını, bize yakışanın kendi dinimize göre bir yapılanma olduğunu söyler. Metinin dört başı mamur tahlili hala yapılmamıştır. Çünkü o metnin tahlili birçok sosyal bilimle misafireten yapılabilir

Atatürk’ün karşısında Cumhuriyet tarihinde kimse oturup da sistemin nasıl olması lazım geldiğini konuşan bir babayiğit yok.

Bediüzzaman görünmediği bir makama göre gelip Mustafa Kemal ile görüşmüştür. Basının kralcı tavrı tarihsel realiteyi görmek istememesindendir, İstanbul’da İngilizleri yazdığı eseri ile hizaya getiren adam, Mustafa Kemal nezdinde dikkat edilmesi lazım gelen bir insandır. Bu yüzden çağrılmıştır, iki şahsın birbirine denk olup olmadığına değil, çağıran tarafın onun fikirlerinden istifade için çağırmasıdır. Böylece Cumhuriyet tarihinin iki büyük aktörü bir araya gelmiştir.

Armağan, görüşmenin ayrıntısının olmadığını teessüfle ifade eder. Ama Kazım Karabekir’in Ankara’ya hâkim havanın İslamın terakkiye mani olduğu fikrini öne sürmesi Bediüzzaman’ın neden onlarla yollarının ayrıldığının bir gerekçesidir.

Kaderin hissesine gelince Bediüzzaman’ın ayrılması daha isabetli olmuş, çünkü o kurulan cumhuriyetin din açısından boşluğunu görmüş, onu doldurmak için Ankara’dan ayrılmıştır. Eğer verilen makamları kabul etseydi ne bir Bediüzzaman vardı, ne de eserleri.

GEL BERABER ÇALIŞALIM

Sibel Oral ile yaptığı konuşmada Tanrısever, yirmi yıl önce film yapmak istediğini ama olmadığını anlatır.

Filminin bir siyaset filmi değil, dindar cumhuriyetçi bir mücadele adamının hayatı olduğunu söylüyor.

Tanrısever, “sistemi birlikte kuralım” anlamına gelen “gel beraber çalışalım” dediği şahsın ayak ayaküstüne atmasını, basının karşılaşmanın yorumunu yapamamasından ileri geldiğini belirtiyor.

Tanrısever yaptığı işin tamamen kendi imkânları ile olduğunu söylüyor. “Arkasında birileri var gibi yazıldı ama hiç kimseden destek almadım. Said Nursi’nin ölüsünden bile korktular.”

Tanrısever, yüz yıldır Bediüzzaman’ın arkasından gidenlerin yapamadığı bu işi yaptığı için hayatından ve işinden memnundur. “Ben bu filmi yapmakla şeref duyuyorum. Bunu ister kabul etsinler, ister etmesinler. Gerçekleri yansıttığım kadar, eleştirilere de açık bir insanım. Daha iyisini yapabilen varsa yapsın. Ben paramı, yüreğimi koydum bu işe, eleştirilere kızmam, iltifatlara da sevinmem.”

Tanrısever acı bir söz söyler: “Ona inanan insanlar da korkuyor. Ne korkuyorsunuz? Türkan Saylan vardı, o da bir kahraman değil mi? Geçtiğimiz yıllarda vefat etti, hemen dizi filimi yapıldı.”

Haber Türk Bediüzzaman’ın Atatürk’e gönderdiği mektuba ulaşır.

Güntay Şimşek mektubu Cumhurbaşkanlığı arşivinden çıkarmıştır.

Mektup İslam Âlemi kahramanı Paşa Hazretleri diye başlar. Bediüzzaman Mustafa Kemal’e sunduğu fikirleri önemser, hayatı boyunca kendini hiç önemsememiş, her zaman savunduğu fikirleri önemsemiştir.

Yeni Türkiye Cumhuriyetinin oluşturulma safhasında gerekli olduğu için mektuptaki fikirleri ona ulaştırmıştır.

Belgeye göre 9 Kasım 1922’de ziyaret ettiği Mecliste Bitlis Mebusu Arif Bey ve arkadaşlarının Meclis Başkanlığına yaptıkları başvuruyla kürsüye davet edilir. Tebrik eder, dua eder, gelişmeler zabıt ceridesinde yayınlanır.

Daha sonra Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde haber olur.

ALLAH’IN VERDİĞİ OLAĞANÜSTÜ BAŞARILAR

Mektupta milli mücadelecilerin başarısını Bediüzzaman “Allah’ın verdiği olağanüstü başarılar” olarak yorumlar.

Ancak verene en iyi teşekkürün namaz olduğu vurgulanır. Bediüzzaman eserlerinde de bütün akaidi ve amali hükümlerin namaz üzerinde durduğunu, namazın onların direği olduğunu vurgular ve vurgular. Öldükten sonra dirilmeye inanmak namazsız olmaz, kelime-i şahadet namazsız olmaz, meleklere iman namazsız olmaz, Allah’ın varlığı namazsız olmaz, Allah’a hamd etmek namazsız olmaz yani bütün hükümler ancak namaz olduğu sürece bir anlam ifade eder. İnsan hayatının ve dininin direği namaz ise o kişinin inşa ettiği sistemin de direği namazdır. Bu zorunluluk çok ciddi bir zorunluluktur.

YIKILMAYAN İSLAM MEDENİYETİ

Toplumun namaza bakışını anlatır, namazsız insanlara iyi bakmayan Müslümanları anlatır.

Peygamberlerin doğudan, filozofların batıdan çıkmasından hareketle yeni sistemin filozoflara göre değil, batı felsefesine göre değil, dine ve Peygamberlere göre kurulmasını salık verir.

Daha sonra Hasan Ali Yücel’in çıkardığı klasikler külliyatında batı felsefesine ağırlık verilmesi bunu gösterir.

Düşmanlarımız dini tahrib ederken, Müslümanların özellikle yönetici olan milletvekillerinin onu koruması ve yaşaması gerektiğini anlatır.

Küfür her şeyi ile İslam medeniyetini yıkamamışken laubalilikle onlara yardım etmek iyi olmaz.

Avrupa medeniyeti Bediüzzaman’a göre tıkanmıştır, bu daha sonra net olarak ortaya çıkmıştır, böyle bir zamanda İslamı geriye itmenin yersizliğini anlatır.

Daha sonra Garody’in batı medeniyetinin nerede olduğu konusundaki fikirleri bunları teyid eder.

Napolyon’u değil, Selahattin Eyyübi’yi örnek almak gerektiğini söylerken de ne dediğini ben henüz anlamadım.

Bediüzzaman hem İslam medeniyeti, hem de batının nerede olduğunu o gün hiç kimsenin bilmediği kadar biliyordu.

Namaz kılarak hem Allah’ın, hem de Müslümanların gönül rızasını alacağını söyler.

Gaflet ve tembellik saikasıyla namazı terk etmenin, kurtuluş savaşını kazanmış kişilerin ahiretini kurtarmayacağını, safsata ve nefsin vesvesesi ile dinin ve ulemanın teyid ettiği bir emri terk etmenin yersizliğini anlatır. Dinde gösterilen tembelliğin milliyeti geliştirmeyeceğini söyler.

İLK CİDDİ ELEŞTİRİ

Bu mektup yayımlandıktan sonra ilk ciddi eleştirisini Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemil Koçak yapar.

Bediüzzaman dehaca öngörüsü ile Meclisteki gelenek tarafları ile modern tarafları arasındaki çekişmeyi hissetmiş, Cemil Koçak buna vurgu yapar. “Anlaşılıyor ki Ankara’ya geldiği zaman tam o dönemde yeni sürecin başlangıcı ve o yeni süreç öncesindeki tartışmalar ve çatışmalar olduğu noktayı hemen fark etmiş olmalı. Birinci Mecliste biliyorsunuz ki iki farklı grup var ve bu iki grubun birbiriyle olan siyasi ve ideolojik mücadelesi söz konusu.- Ve bu iki grup arasındaki önemli farklardan bir tanesi, yeni Türkiye’nin nasıl formüle edilmesi gerektiği konusu.- Modernizasyon projesi yeni Türkiye’de uygulanacak ama ne kadar ve nasıl uygulanacak?”

Koçak, Bediüzzaman’ın Atatürk çevresindeki grubun ağır basabileceğini hissettiğinden bu mektupta Atatürk’ü etkilemek istemiş, ona tavsiyelerde bulunmuştur.

Koçak zamanın Said Nursi’yi haklı çıkardığını söyler. “Said Nursi ve bütün muhaliflerin söyledikleri bir anlamda doğru çıkıyor. Bu şekilde yapılan bir devrimden toplumun alacakları kalıcı olmayabilir. Bu görülüyor.”

Koçak, “Meclis’in açılışının Cuma günü yapıldığını, dua ile açıldığını ve bu yönü ile Osmanlı meclislerinden daha fazla dini karakterliği olduğunu söylüyor.

Türk milliyetçiliği üzerine kurulursa arkasından gelenlerin çok sınırlı olacağını belirtir. Mücadele daha başlamadan biter.

Mücadeleyi buraya kadar getiren isimler daha sonra yoktur.

Nakşibendî Şeyhi Fevzi Efendi,

Halvetiye Şeyhleri Abdullah Sabri Aytaç, Yahya Galip Kargı Bey,

Nakşi Özbekler Tekkesi Şeyhi Mehmet Ata Efendi,

bir Kadiriye dergahı olan Hatuniye Tekkesi şeyhi Sadrettin Ceylan Efendi,

Nakşi Şeyhi Şerafettin Dağistani,

Hacı Bektaşi Veli Dergahının Nakşi Şeyhi Hacı Hasan Efendi.

Savaşa katılanların hepsi bir din savaşına katıldığını, gâvurlara karşı bir İslam mücadelesine katıldığını bilerek katılıyorlar.”

Cemil Koçak, Mete Tunçay’ın alıntılarını nakleder ve Mustafa Kemal’in yeni yüzünü ortaya koyar.

“Rıdvan Memi, bu durumun 9 Eylül’e kadar devam ettiğini söylüyor, şu anekdotu aktarıyor.

“İzmir’in kurtuluşundan sonra maiyeti Mustafa Kemal’e Hacı Bayram’a gidelim ve şükür duası edelim” diyorlar. Atatürk, “Benim böyle bir borcum yok” diyor. O nokta itibariyle Atatürk’ün İslam tutkalına ihtiyacı kalmadı mı?

Cemil Koçak, Evet yavaş yavaş o süreçten ayrılık başlıyor. Said-i Nursi’nin on maddelik mektubunda yapılmasını istediği şeyler ve tavsiyeleri okunduğu zaman Atatürk muhtemelen Said-i Nursi ile hiçbir şekilde politik olarak bir ilerleme sağlayamayacağını anlamıştır, muhtemelen bunu da okuduğu zaman.”

Cemil Koçak değişimi başkalarının da fark ettiğini söylüyor.

Tarihin ve edebiyat tarihinin gösterdiği nedenler bu konuda belirsiz. “Atatürk’ün dine genel yaklaşımını ortaya koyan pek çok cümlesi var, fakat esas itibariyle olan şey bu. Atatürk’ün gideceği yolu, yazdığı mektup dolayısıyla sadece Said Nursi değil, silah arkadaşları da fark ediyorlar, muhalefete geçmelerinin esas nedeni de bu sezgileri ve anlayışlarıdır.

Karabekir paşa, Cebesoy Paşa, Refet Bele Paşa, Halide Edip ve Eşi, Milli Mücadele’nin önde gelen isimleri bu duruma karşı çıkıyorlar” Tarihin gerçekleri ne kadar ters yüz edilmiş, bunları okuyunca ne kadar içimize yutturulmuş, doğru olmayan malumatın doldurulmuş olduğunu görüyoruz.

Cemil Koçak Bediüzzaman’ın mektubunu devrinin siyasi ve fikri cereyanları içine yerleştirerek büyük ve önemli bir eleştiri ortaya çıkarmıştır. Hür adam münasebetiyle gördüklerimizin arka yüzü ile karşılaşmış oluyoruz. Mektup da ilahi bir tasarımla tam zamanında ve yerinde ortaya çıkmıştır. Kim ne derse desin Bediüzzaman mânen işinin başında ve denetleme görevi ile çalışıyor.

Tarihçi Mustafa Armağan,

Atatürk’le Said Nursi’nin 25 Kasım 1922’de görüştüklerini söylüyor, görüşme Meclisteki Başkanlık odasında olmuştur. Birinci ve İkinci Meclis üyelerinden Ali Süruri Bey’in hatıralarından alıntılarla konuşur. Hatıraların Osmanlıca bir bendini de verir. Ali Süruri Bey adı geçen tarihte Atatürk ile Bediüzzaman’ın tartıştıklarını, kapının açık olan aralığından duyduğunu söyler. Buradaki konuşmalar meclise sunulan ve Atatürk’e gönderilen mektubun muhtevası doğrultusundadır.

Samet Altıntaş’ın Bediüzzaman’ın yaşayan talebelerinden nakillerle verdiği haberde onların da

Atatürk’le Bediüzzaman’ın görüştüğünü ancak ayak ayaküstüne atma olayının “olayın senaryolaştırmasıyla ilgili olduğu” belirtilir. Mehmet Fırıncı, Abdullah Yeğin, olayı doğrularlar ama ayak ayaküstüne atma hadisesi konusunda bir şey söylemezler. Abdülkadir Badıllı ise Üstadın parmaklarının dilini kullandığını, bunun dışında bir şey olmadığını söyler. Necmettin Şahiner de Milletvekili Hüseyin Aksu’dan aldıkları ile anlatır. Onun nakilleri de öncekiler doğrultusundadır.

Konuyla ilgili bir başka haber de yine o dönem milletvekillerinden Abdülgani Ensari’nin oğlu Nezihi Ensari’nin naklettikleridir.

Atatürk Bediüzzaman ile Abdülgani Ensari vasıtasıyla görüşmüş, Abdülgani Ensari ve Bediüzzaman Hacı Bayram’dan yürüyerek Meclise giderler, Atatürk Bediüzzaman’ı kapıda, “Hocam neredesiniz? Bizi tamamen bıraktınız. Biz neden görüşemiyoruz?” sözleriyle karşılar. Daha önce dediğim gibi bizzat Mustafa Kemal tarafından çağrılan Bediüzzaman’ın farklı kaynaklardan görüşmesi doğaldır. Çünkü Bediüzzaman hem İstanbul’da, hem Anadolu’da, hem Bitlis savunmasında, hem aşiretler içindeki Üstatlığı ve Seyda tutumu ile doğu ve güneydoğunun milletvekilleri arasında büyük nüfuza sahipti.- Üstelik diyalog adamı idi. Görüşmelerinin birçok olması mümkün.-Nezihi Ensari’nin naklettikleri mektuptakilerin başka bir ifade ile tekrarıdır. Atatürk Bediüzzaman’a bazı makamlar teklif etmişse de Bediüzzaman bunlara yanaşmamıştır. Atatürk, Bediüzzaman’ın din konusundaki yorum ve bakış açısının farkını görmüş, çünkü Bediüzzaman dönemin önce ve sonrasındaki bütün olaylarda hep ön saftadır.- Onu tanımaması imkânsız.- Ama birçok noktada birlikte oldukları halde batı ve İslam dini konusundaki sentezleri uzlaşması imkânsızdır. Asıl ayrılık nedeni budur.

Bediüzzaman’ın Meclise gelişi ve dinleyici locasında görüşmeleri dinlemesi konusunda Meclis zabıt ceridelerinden alınan bilgiler ile teyid edilir.

Bu haber de 07.01.2011 tarihli Sabah gazetesinde yer alır. Riyaset makamı Bediüzzaman’a resmi olarak “hoş geldin – hoş amedi” eder.

Yeni Şafak gazetesi Mustafa Armağan’ın naklettiği Ali Süruri Bey’in hatıralarındaki bilgileri tekrar eder. Metni İlhan Toprak kaleme almıştır.

Mehmet Tanrısever, bir televizyon programında konuşur.

Atatürk ile Bediüzzaman arasında cereyan eden sahne için harika bir cümle kullanır. “Sadece iki dehanın karşı karşıya gelmesi” olarak niteler. “Siyasi bir deha Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Üstadımız da bir dini dehadır. Üstad değişimin Kur’an ahlakı boyutunda olmasını istiyor, ben de Hür Adam da yansıttım. İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır. Tabularımızdan kurtulmalıyız.”

EN ZOR OLAY
Filmin gösterimi sırasında pankart açan kadın için ağlamıştır. Tanrısever olayı demokratik olarak yorumlar. “Ne kadar güzel bir iş yapmışım ki, yaptığımız iş bu kadar gündeme geldi. Çünkü insanlar cesurca tepkilerini de ortaya koyabilme fırsatı buldular. Keşke o hanımefendi filmi seyrettikten sonra tepki gösterseydi”

Tanrısever, filminin dünya tarihinde ilk elliye gireceğini söyler. Devam eder: “Sürükleyici bir anlatımı var Hür Adam’ın. Bir insanın hayatını, çilesini anlatıyorsunuz bu konuyu bir kere film yapmak zor. Bırakın film yapmayı anlatmak zor.”

Doğru, Tanrısever’in dediği sinema tarihinin en zor olayı, fikri sahneye yansıtmaktır.

Devam edecek….

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer
www.risaleakademi.com

Hür Adam filmini Abdullah Yeğin ağabeyle izledik

Hür Adam filmini Abdullah Yeğin ağabeyle birlikte izledik

“Hür Adam Bediüzzaman Said Nursi” filminin senaryo yazarlarından biri de Ahmet Çetin beyefendidir. Ahmet Çetin kardeşimiz ile muarefemiz 80’li yıllar öncesine dayanır. İstikametini korumuş, hizmet anlayışından taviz vermeyen ve fakat kendini yenileyebilen, yani yeniliklere açık bir güzel kardeşim, dostumdur. Dört gün önce aradı ve “ağabey film bitti seni şu anda stüdyodan arıyorum. Mehmet bey de (yapımcı-yönetmen) seninle görüşmek istiyor buraya gelirsen hem Mehmet Bey ile görüşürsün hem de belki sana malzeme çıkar” dedi. “Tamam yarın seni alayım beraber gidelim” dedim. Kadıköy–Hadımköy arası yaklaşık 80-90 km’dir.

Ertesi gün Ahmet bey kardeşimi de alarak Hadımköy’e Mert Çelik fabrikasına doğru yöneldik. Saat 10.00 gibi Mert Çelik fabrikasına vardık. Daha önce de Mert Çelik fabrikası ile ilgili bilgi vermiştim. Yönetim bölümü, çok büyük bir alana kurulmuş devasa fabrika binanın hemen yanında. Fabrika bahçesine girdiğinizde adeta bir sarayın bahçesine girmiş gibi bir hisse kapılıyorsunuz, o kadar yeşil ve modern. Binaya girdiğinizde ise 7 yıldızlı bir otelin lobisinden daha temiz ve güzel bir lobinin içindesiniz. Mehmet Bey bizi kapıda karşılıyor. 4. Kattaki odasına birlikte çıkıyoruz.

Odasına girmemiz ile birlikte yoğun bir trafik başlıyor; reklam ajansları, gazetelerin reklam ve ilan müdürleri, yöneticiler ve departman müdürleri… Öğle namazını odasına serdiği kilimlerin üzerinde cemaatle kılıyoruz. Misafirlerle birlikte yenen öğle yemeğinden sonra trafik kaldığı yerden devam ediyor. Nasıl geçtiğini bilmiyorum ama ikindi namazı vaktinin girdiğini fark ediyoruz. İkindi namazından sonra bana Lem’alar’ı uzatıyorlar, misafirlerle birlikte bir ders yapıyoruz. Ve nihayet ben kazan kaldırma noktasına geliyorum. Aslında bir-iki saatlik bir zaman ayırmıştım fakat tam 5 saat dolmuştu. Ayağa kalkıyorum ve “evet Mehmet Bey bana müsaade” diyorum.
-Ya hocam otur yahu her gelene anlatıyorsunuz daha ne istiyorsunuz bundan daha iyi bir hizmet alanı mı var?
-Allah razı olsun da başka işlerim vardı ve bugünüm tamamen heba oldu.
-Bu nasıl heba yani bu kadar insana risaleler anlatılıyor bunu hizmet saymıyor musun hocam? Tamam, otur işimize bakalım.

Oturuyorum fakat değişen bir şey olmuyor. Nihayet tekrar “kalkacağım” deyince, sekreterine telefon bağlamamasını ve misafir almamasını söylüyor. Biz de sohbete başlıyoruz. Bu sohbet ayrıca yayınlanacak ve Risale Haber’in aziz okuyucularının takdirine sunulacaktır. Film henüz stüdyo aşamasında yani ham olduğu için izleyemiyorum fakat iki gün sonra izleme sözünü alarak saat 6 gibi ayrılıyorum.

Cumartesi günleri Abdullah Yeğin ağabeyin yanında umumi ders yapılıyor, dönüşümüzü yine Ahmet Çetin bey kardeşimle yaptığımız için, “bu akşam dersi Abdullah ağabeyin yanında dinleyelim” diye birlikte Vatan Caddesine doğru yöneliyoruz. Medreseye ulaştığımızda yatsı namazı kılınıyordu biz de iktida ettik. Namazdan sonra Abdullah ağabey bizim hal hatırımızı sordu. Sohbet esnasında filmden bahsettik ve salı günü filmi izleyeceğimi söyleyince Abdullah ağabey “ben de o filmi izlemek istiyorum bakalım bir kusuru var mı görmek istiyorum” dedi. Sohbetten sonra müsaade isteyip ayrıldık. Pazartesi günü Mehmet Beyi arayıp filmi izlemeye yalnız gelmeyeceğimi, Abdullah Yeğin Ağabeyle birlikte geleceğimi söyledim o da bu habere memnun olduğunu söyledi. Akşam Muhammed Nur Sungur’u aradım o da sevindi. Salı günü Said Özadalı Beyi de alarak, üç kişi Abdullah Yeğin Ağabeye gittik.

Öğle namazından hemen sonra da Hadımköy’e Mert Çelik fabrikasına doğru yola çıktık. Mert Çelik fabrikasına vardığımızda kapıda Abdullah Yeğin ağabeyin geleceğini haber alıp oraya gelen değerli dostlar tarafından karşılandık. Moral Fm Genel koordinatörü değerli dost Haluk İmamoğlu, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı onursal başkanı hem bilgi hem kültürüne meftun olduğum çok değerli Harun Tokak ve şimdiki başkanı beyefendi insan Mustafa Yeşil, Said Taktak, Ahmet Çetin ve bir haberci ekibi. Abdullah Ağabeye yapılan hoşemediden sonra fabrika içindeki cep sinemasına alındık en değme yerlerde bile bu kadar iyi döşenmiş iyi hazırlanmış bir sinemaya rastlamamıştım. Her neyse herkes yerini aldı ve filmin gösterimini beklemeye başladık. Başta söylemiştim ya henüz film ham, yapılacak çok şey vardı daha zor oldu ama 15-20 dakika sonra film başladı.

Bediüzzaman’ın henüz çocuk iken üzerinde taşıdığı hasletler harika konu edilmiş. İlme merakı, izzetli duruşu, vakur bakışları, kendinden emin ses tonu ile çok güzel işlenmiş. Kopan fırtınalarda ve gök gürültülerinden korkan annesine “korkma anne Said seninle beraberdir” sözü mükemmel bir atmosferin doğal neticesi gibi adeta izleyene kabul ettirilmiş. “Keçe Külahlılar”ın önünde şark cephesindeki cihada kalkması başta Abdullah Ağabey olmak üzere herkesi hıçkırıklara boğdu. Ruslara esir düşüşü, Nikola Nikoloviç ile aralarında geçen muhavere bizi adeta sinema perdesinin içine çekti. Rusya’dan Almanya üzeri dönüşü, Ankara’ya uğraması oradan Van’a geçişi kuvvetli bir anlatım ile gerçekleştirilmiş. Van’da kaldığı sürede Molla Said-i Meşhur’un Seyda’ya, yani eski Said’in yeni Said’e inkılabı, isyancılara karşı duruşu ve onları isyandan vazgeçirmesi, Türklerin ve Kürtlerin hakikatta kardeş oldukları ifadesi kuvvetli bir görsel şölen ile anlatılmış. Ankara’ya davet ve mecliste 1. Cumhurbaşkanı ile konuşması tarafsız bir nazarla işlenmeye çalışıldığı gerçeğini gösteriyor. Barla, Denizli, Emirdağ, Afyon tekrar Emirdağ sürgünleri. Yapılan zulüm ve işkenceler, buraya kadar ki anlatımlarımızdan filmin sadece sosyal meseleleri anlattığını kimse düşünmesin. Risale-i Nur’un telifinin ilk gününden son gününe kadar yani cephede Keçe Külahlılar’ın önünde savaşırken “Molla Habib yaz kardaşım” ile ilk başladığı günden risalelerin yayılması ve okunması ve hayatının son gününe kadar mükemmel.

Ben sinema eleştirmeni değilim, aslında sinemadan da pek anlamam ama Üstadımın hayatını birazcık biliyorum.
Film bitip de ışıklar yanınca Abdullah Yeğin ağabey o yaşlı gözleri ile gülmeye başladı herkes ona bakıyordu “maşallah çok güzel becermişsiniz, bu kadar güzel nasıl yaptınız?” dedi. Evet, herkes çok duyguluydu ve herkes çok memnundu, fakat Abdullah Yeğin ağabeyin bu kanaati herkes için çok önemliydi.

Bediüzzaman’ın filmi bugüne kalmamalıydı. Sorsanız onun için ölmeyi kabul eden onlarca milyoner var Türkiye’de ama hiç kimse filmini yapmaya cesaret etmedi, edemedi. Bu bir ilk, “bir deli adam” büyük bir cesaret, büyük bir asalet, büyük bir fedakârlık ve büyük bir vefakârlıkla söylediği “Üstadım”, “seviyorum”, “davam” gibi sözlerin arkasında durmuş hiçbir şeyden ve hiçbir kimseden korkmadan ve en önemlisi harcadığı parayı geri alamamaktan da korkmadan milyonlarca doları bu işe yatırmış. Sıfır hata mı? Elbette hayır. Ama bu bir ilk; bundan sonra yapacakların önünde bir örnek var, daha iyisini yapsınlar.

Bu filmi ilk olarak Risale Haber yazdı, gündeme Risale Haber getirdi. Şimdi Türkiye konuşuyor. Bu arada Risale Haber’in de etkisini okuyucuların takdirine sunuyorum.

Ben Mehmet Tanrısever’i can-ı gönülden tebrik ediyorum, dua ediyorum ve okuyucularımdan da ona dua etmesini diliyorum. Ayrıca Mehmet Tanrısever’den bir söz aldım; biliyorsunuz ki Mehmet beyin Feza Radyo ismiyle ticari bir amacı olmayan ve 24 saat Kur’an-ı Kerim meali okuyan bir radyosu var. Mehmet bey bana şu sözü verdi. “Eğer bu filmi beş milyon kişi izlerse 24 saat durmaksızın sadece Risale-i Nur okuyan bir radyo kurmaya söz veriyorum.” Ben Mehmet beyin sözünde durduğunu gördüm zaten bir örneğimiz de mevcut. Hiç reklam almadan 24 saat sadece Kur’an okuyan bir radyo var… Ha gayret inşallah 24 saat fasılasız Risale-i Nur okuyan radyo yakındır. Sağlık ve mutlulukla kalınız.

Abdurrahman IRAZ

www.risalehaber.com

Samanyolunda çıkan haber: