Etiket arşivi: cemaat

Avamın, Siyasi Mes’elelere Merakla Meşgul Olmasındaki Zararlar

image

Siyâsî memurların vazifesi olan siyasî mes’eleleri, bilhassa neşir vasıtasıyla efkar-ı ammeye arzederek merakları tahrik ile halkın meşgul edilmesinin, esas vazifelere ve manevi hayata verdiği zararlar…

Sual: Bize verdiğiniz cevabda diyorsunuz: “Siyasî geniş daireleri MERAK İLE TAKİB eden, küçük daireler içindeki VAZİFELERİNDE ZARAR EDER.” Bunun izahını istiyoruz?

Elcevab Üstadımız diyor ki:
Evet bu zamanda MERAK İLE, RADYO vasıtasıyla, ciddî alâkadarane küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır manevî bir divane olur, ya kalbini dağıtır manevî bir dinsiz olur, ya fikrini dağıtır manevî bir ecnebi olur. Evet ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir MERAK İLE, mütedeyyin iken âmî bir adam -beride ilme mensubiyeti varken- eskiden beri İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlubiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve Âl-i Beytten Seyyidler Cemaatinin bir kâfire karşı mağlubiyetinden mesruriyetini gördüm. Böyle âmî bir adamın, alâkasız bir geniş daire-i siyaset hatırı için, böyle kâfir bir düşmanı mücahid bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acib bir misali değil midir?

Evet haricî siyaset memurları ve erkân-ı harbler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan SİYASETİN GENİŞ DAİRELERİNE ait mesaili; basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu VAZİFESİNİ GERİ BIRAKTIRMAKLA, onları MERAKLANDIRIP RUHLARINI SERSERİ, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen öldürmek ile dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merak ile onlara göre malayani ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki; ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.

Evet herbir adam vatanıyla, milletiyle, hükûmetiyle alâkadardır. Fakat bu alâkadarlık, muvakkat cereyanlara kapılıp millet ve vatanını ve hükûmetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tâbi’ etmek, belki aynını telakki etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi kalb ve ruhundan, idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye ve hâkeza çok dairelerde hakikî vazifedar olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi belki yüz’dür. Bu ciddî ve lüzumlu bu kadar çok alâkaların zararına olarak, o bir tek lüzumsuz ve ona göre malayani olan siyaset cereyanlarına feda etmek, divanelik değil de nedir?
(Kastamonu Lâhikası)

(Çok ehemmiyetlidir)

Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bugünlerde gayet sadık ve dikkatli bir kardeşimizin ihtiyatsızlığından küçük bir tokat yemesi münasebetiyle, hem bu dört ay müddetçe, binler adam kadar alâkadar olduğum halde; ahval-i âlemden, SİYASET ve HARPTEN KAT’İYYEN BİR HABER ALMAYIP ve istemeyip ve MERAK ETMEZ bir tarzda bulunmamdan, Feyzi ve Emin gibi has kardeşlerimin hayretleri ve istifsarları sebebiyle bir hakikattan, çok defa beyan ettiğim gibi yine bir parça ondan bahsetmek lüzum oldu. Şöyle ki:

Hakaik-i imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve RİSALE-İ NUR’la onlara HİZMET ETMEK en birinci vazife ve MEDAR-I MERAK ve maksud-u bizzât olmak lâzım iken; şimdiki hal-i âlem hayat-ı dünyeviyeyi hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhâssa hayat-ı siyasiyeyi ve bilhâssa medeniyetin sefahet ve dalaletine ceza olarak gelen gazab-ı İlahînin bir cilvesi olan harb-i umumînin tarafgirane, damarları ve a’sabları tehyic edip bâtın-ı kalbe kadar, hattâ hakaik-i imaniyenin elmasları derecesine o zararlı, fâni arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki; RİSALE-İ NUR DAİRESİ HARİCİNDE BULUNAN ÜLEMALAR, belki de veliler; o siyasî ve içtimaî hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-i imaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cereyanların hükmüne tâbi’ olarak hemfikri olan münafıkları sever, kendine muhalif olan ehl-i hakikatı belki ehl-i velayeti TENKİD ve ADAVET EDER, hattâ HİSSİYAT-I DİNİYEYİ O CEREYANLARA TÂBİ’ yaparlar.

İşte bu asrın bu acib tehlikesine karşı, RİSALE-İ NUR’UN HİZMET ve MEŞGALESİ, şimdiki siyaseti ve cereyanlarını o derece nazarımdan ıskat etmiş ki; bu harb-i umumîyi bu dört ayda MERAK ETMEDİM, sormadım.

Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin vazifesi içinde iken, zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla VAZİFE-İ KUDSİYELERİNE FÜTUR VERMEMEK ve fikirlerini onlar ile bulaştırmamak gerektir.

Cenab-ı Hak bize nur ve nuranî vazifeyi vermiş; onlara da, zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmağa tenezzül etmek hatadır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envâr-ı imaniye kâfi ve vâfidir.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve bayramlarını tebrik ederiz.
El-Bâkî Hüv’el-Bâkî
Said Nursî
(Kastamonu Lâhikası)

Aziz, sıddık kardeşlerim!
[Bir suale mecburî cevabın tetimmesidir.]

Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve şuhur-u selâsenin çok sevablı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atalet, bir fütur ve tevakkuf başlar.

Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları VAZİFE, RÛY-İ ZEMİNDEKİ BÜTÜN MUAZZAM MESAİLDEN DAHA BÜYÜKTÜR. Onun için dünyevî MERAK-AVER MES’ELELERE bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. MEYVE’NİN DÖRDÜNCÜ MES’ELESİNİ çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.

Evet ehl-i dünyanın bütün muazzam mes’eleleri, fâni hayatta zalimane olan düstur-u cidal dairesinde gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle; kader-i İlahî onların o cinayetleri içinde, onlara bir manevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şakirdlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları; fâni hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel celladının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imanın saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î isbat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikatı göstermişiz.

Elhasıl: Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’an ile cidaldeyiz. Onların en büyük mes’elesi -muvakkat olduğu için-, bizim mes’elemizin en küçüğüne -bekaya baktığı için- mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam mes’elelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî VAZİFEMİZİN ZARARINA onların küçük mes’elelerini MERAKLA TAKİB ediyoruz. Bu âyet
ﻻ‌َ ﻳَﻀُﺮُّﻛُﻢْ ﻣَﻦْ ﺿَﻞَّ ﺍِﺫَﺍ ﺍﻫْﺘَﺪَﻳْﺘُﻢْ
ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan
ﺍَﻟﺮَّﺍﺿِﻰ ﺑِﺎﻟﻀَّﺮَﺭِ ﻻ‌َ ﻳُﻨْﻈَﺮُ ﻟَﻪُ
Yani: “Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız.” Düsturun manası: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz, ona şefkat edip acınmaz.” Madem bu âyet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men’ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve MERAKIMIZLA, VAKTİMİZİ KUDSÎ VAZİFEYE hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi’ etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; TOPUZ YOKTUR. Biz TECAVÜZ EDEMEYİZ. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır.

Bu tetimmenin yazılmasının sebeblerinden birisi:
Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki SİYASETE KARŞI NE FİKİRDEDİR diye boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir-iki şey sordum. Baktım, alâkadarane ve bilerek cevab verdi. Kalben “yazık” dedim. Bu VAZİFE-İ NURİYEDE ZARARI OLACAK. Sonra şiddetle ikaz ettim. “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatını selbediyor. CENNET ADAMLAR İSTEDİĞİ GİBİ, CEHENNEM DE ADAM İSTER.
Emirdağ Lâhikası -1)

Meyve Risalesinden Dördüncü Mes’ele

Yine Gençlik Rehberi’nde izahı var. Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: “Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli harb-i umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) {(*): Parantez içindeki not, 1946 senesine aittir.} hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve câmii bırakıp radyo dinlemeğe koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.

Cevaben dedim ki:
Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev’-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.

Birinci noktaya cevab ise: Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhâssa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâ-tereddüd sarfedecek. İŞTE O DAVA ise, yüzbin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev’-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler va’d u ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen hârika bir dava vekilini o işde çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malayaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzımdır diye kanaatımız var.

Ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim! Sizler, benim ile beraber gelen eski kardeşlerim gibi Risale-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şakirdleri şahid göstererek derim ve isbat ederim ve isbat etmişim ki: O büyük davayı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o davanın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’an-ı Hakîm’in mu’cize-i maneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dava vekili bulunan Risale-i Nur’dur. Bu onsekiz senedir benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet gaddarane desiselerle hükûmetin bazı erkânlarını iğfal ederek bizi imha için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları halde, Risale-i Nur’un çelik kal’asında yüzotuz parça cihazatından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter. Hem korkmayınız, RİSALE-İ NUR yasak olmaz; Hükûmet-i Cumhuriyenin meb’usları ve erkânlarının ellerinde mühim risaleleri iki-üçü müstesna olarak serbest geziyorlardı. İnşâallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları, mahpuslara, ekmek ve ilâç gibi tevzi edecekler.
(Şualar – Onbirinci Şua/Dördüncü Mes’ele)

Aziz, sıddık kardeşlerim!
Meyve’nin Dördüncü Mes’elesindeki bir hakikatın izahını Eski Said’in âfâka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin Ramazan başlarında bayram alâmetini şarkta bir hâdisenin tesiriyle heyecanla demesi ve bu Ramazan-ı Şerif’teki kıymetdar vakitleri RADYONUN MALAYANİYATIYLA zayi’ etmemesi için manen kalbime kaç defa ihtar edildi ki; o geniş ve karışık fırtınalı hakikatın kısaca zararlarını beyan eyle. Ben de gayet muhtasar bazı işaretler nev’inde, Risale-i Nur şakirdlerinin meraklarını ta’dil etmek niyetiyle beyan ediyorum. Fakat hem mes’ele çok geniş, vaktim de dar, hâlim de perişan olmasından, anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekâvetinize güveniyorum.

Meyve’nin o Dördüncü Mes’elesinde denilmiş ki: “DÜNYA SİYASETİNE KARIŞMADIĞIMIN SEBEBİ: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle MERAKLILARI KENDİYLE MEŞGUL eder; hakikî ve büyük VAZİFELERİNİ ONLARA UNUTTURUR veya noksan bıraktırır; hem her halde bir TARAFGİRLİK meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur” mealinde orada denilmiştir.

Şimdi ben de derim ki: MERAK YÜZÜNDEN ve âfâkî hâdisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan bîçareler! Eğer insanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin farz ve lâzım VAZİFENİZ ZARARINA, o hâdise o geniş boğuşmalara sevkediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevîdir, fıtrîdir derseniz ben de derim:

Kat’iyyen biliniz ki: İNSANIN çok mu’cizatlı hilkatine MERAK ETMEYİP, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemal-i merakla temaşasına daldığı gibi, aynen bu asırda nev’-i beşerin muvakkat ve fâni, tahribçi geniş hâdiseleri ve zemin yüzünde yüzbin millet ve insan nev’i gibi çok hâdisat-ı acibeye mazhar o milletlerden her baharda yalnız bir tek arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev’-i beşerdeki hâdisatın yüz defa daha mûcib-i merak ve ruhanî, manevî zevklere medar hâdiseler var. Bu hakikî zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar MERAK ve ZEVK İLE BAĞLANMAK; dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler daimî olmak ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet verenlerin hakikî fâil ve mûcid olmak şartıyla olabilir. Halbuki havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz’î. Ondaki zarar ve menfaati o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhit’ten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin onun tasarrufunda ve senin cismin onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdes’in rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek, ne derece divanelik olduğu tarif edilmez!

Hem iman ve hakikat noktasında bu çeşit MERAKLARIN BÜYÜK ZARARLARI var. Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî VAZİFE-İ İNSANİYETİ ve ÂHİRETİ UNUTTURACAK olan en geniş daire ise, SİYASET DAİRESİDİR. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.

Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmağa çalışıyorlar, tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarfetmek lâzım gelen MERAKI, ZEVKİ, ŞEVKİ, LÜZUMSUZ FÂNİ ŞEYLERDE TELEF OLMASIN.

Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i sâlihînden başka SİYASETÇİ, EKSERCE TAM MÜTTAKİ DİNDAR OLAMAZ. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar SİYASETÇİ olmazlar. Yani maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda, din ikinci derecede kalır, tebaî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise; ” Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye siyasete AŞK-I MERAK İLE DEĞİL; ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak âdi şişelere ÂLET YAPAR.
(Emirdağ Lâhikası -1)

İslam’da, Cemaat ve Ümmet Vardır

Dünyamız, siyasî rejim adı altında, fakat gerçekte ferdin manevi yapısı ve yaşayışına dayalı telakki tarzlarından örülü ayrı kutuplara bölünmüş durumdadır… Bir tarafta emperyalizm-kapitalizm, bir tarafta sosyalizm-komünizm…

Emperyalizm de, kapitalizm de, sosyalizm de, komünizmde de – taşıdıkları isimler ne olursa olsun-muhteva olarak müşabih bütün bu hareketler, aslında sınıfçılık şuuru ile beslenmiş sınıf hareketleridir.

İslâm’da ise, cemaat vardır, ümmet vardır, MUHAMMED (A.S.M.) ÜMMETi’ni teşkil eden ve onların müşterek tefekkürü, hayat nizamı temelinde kucaklamış MİLLETLER CEMAATİ vardır. Esas tefekkürde birleşmiş olan Müslüman milletler, kendi milli hususiyetlerine, yaşadıkları coğrafyanın şartlarına ve örflerine uygun tarzı,  iradeleriyle tercih ederler. Bütün bunlar, talî ve mahallî tedbirlerdir.

Mârûf ile emir ve münkerden nehy, kat’î nasslar olduğuna göre islâm âlemi için, bu nasslann esası içinde değişen zamanın hak hududunu isabetle tesbit edecek Ulü’l-emr‘e, yani idare edenlere sahip iseler, sınıf şuuru ve sınıf hâkimiyetini ifade eden, tegallüb ve tahakümü temsil eden siyasî ve içtimaî tarzlara rağbet etmek mümkün değildir.

İnsanları, mektûb, yani yazılmış ve mer’ileşmiş kanunlar ve nizamlar olduğu kadar, gayr-ı mektûb, yani yazılmamış, fakat ferdin hayatına yerlemiş âdetler, örfler, an’aneler, tercihler, redler, muhabbetler, nefretler idare eder.

Bir gün Ubeydullah Efendi, çok yakından tanıdığı ve hayat-ı hususiyelerine vakıf olduğu ingilizlerden bahsederken, «Kayda şayân tarafları, ferd, aile, cemiyet, hattâ devlet olarak an’aneleriyle idare edilmekte olmalandır. Zannediyorum o bizim iki vilâyetimiz kadar toprağa sahip ADA’larından dünyayı idare etmelerinin mümeyyiz sebebi budur. Ama bu hakikati ne kendileri itiraf ederler, ne de başkalarının dikkatini celbeder..» demişti.

İslâmiyet esasında, muayyen ve hiç bir cephesi meçhul olmayan akîde ve ahlâk kaidelerinin terkibidir. Müslüman o kimsedir ki, siyasî olduğu kadar, içtimaî, iktisadî, bütün hak ve vazifeleri hürriyet, adalet, uhuvvet gibi faal hayatın içindeki tatbikatta ilham ve kararını münhasıran islâmî esaslardan almış olacak… İslâmiyet’in zuhuru, bu terkible mümkün olduğuna göre, geride kalan, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere zamanın tegayyürü üzerinde isabetli kararlar alabilecek ulü’I-emirler, yani idareciler seçmek gibi, islâm’ın temel kaidesi maddî-manevî kıymetleriyle yaşanılan zamanın ferdini yetiştirmiş olmak himmetinin esirgenmemesi ile, yine İslâm’ın devlet tarzı olan müşavere ederek karar verecek kıymette meclislere sahip olmakla tecelli ediyor..
Bu, mevzuun resmi ve zahirî kısmıdır.

Asıl olan, ferdin, ahlâkî ve manevî terkibinin kifâyetidir. Bunu da, dini irşad olarak kabul eden İslâmiyet’te yerine getirmemiş olmanın sebeplerini araştırmak lâzımdır.

Tarih ortadadır: Dört Halife devrinde, Emevî ve Abbasîlerin bir kısım saltanatlarında, fakat bilhassa Selçuklu ve Osmanlı Devletleri gibi yekûnu bin seneye erişebilmiş uzun devre içinde devletin kudretli, cemiyetin bahtiyar, ailenin mes’ud, ferdin huzurlu olduğu zaman içinde kanunların sayısı ve devletin kadrosu bugünkünden fazla mı idi?

İslâm’da sınıfsızlık devlet nizamının neticesidir.
İslâm’daki sınıfsızlığı, devletin zor kullanarak vücuda getirmiş olduğunu zannetmek hatadır. İslâmiyet, ferdî farkları kabul eder. Kişiye sa’yi, gayreti, şahsî kıymetinin ve emeklerinin muhassalası refahı meşru ve makbul görür, hattâ bunu teşvik eder. Bu faal hayatın neticesinde teşekkül etmiş servete hayır-hasenat yollarını gösterir ve maddî refahın yanında manevî huzurun da yolunu açar. Böylelikle umumî hayatta keşmekeşlerin temeli menbaı yaşama seviyelerinin farkından doğan ihtiraslara ve mücadelelere imkân vermez.

Her biri ayrı bir müessese ve içtimaî muavenet menbaı olan infâk (muhtaçları besleme, geçindirme), iktâr, (yoksulluktan kurtarma, geçimini sağlama) ikta‘ (sahipsiz toprakların bundan mahrum olanlara, imar etmek, istihsalde bulunmak üzere verilmesi) gibi tedbirlerle ifrat servet terakümlerine mani olur. Fakat bu tanzimi, sosyalist ve komünist tercihlerde olduğu gibi, hâkim bir zümrenin eline bırakmaz. Çünkü temeldeki tatbikatla böyle bir zümrenin tegallübüne ve teşekkülüne imkân vermez.

Hakikî Müslüman, islâmî terbiye ve ahlâka hakikî mana ve mefhumu ile sahip ferd, beşerî uhuvvete, içtimaî tesanüde, yoksul dindaşına yardıma, sen tokken kardeşin açsa bizden değilsin diyen bir dinin, hakikî mensubu ise ve bu kardeşliği, istisnasız bütün Muhammed ümmetinin hepsi için kalbinde kabul edecek kadar beşrî fazilete sahip ise, Ubeydullah Efendi’nin, dünyaya hâkimiyetlerini, nahvet, gurur, zulüm, tahakküm vesilesi yapmalarına rağmen, bu gayelerine vusul için (gayr-ı mektub) yazılmamış kaidelere merbut ingilizlerin hususiyetine, fakat beşerî hizmet ve himmetler yolunda sahip Müslümanların teşkil edecekleri cemiyetin saadetini tasavvur edebilmek güç değildir.

Gerçi, Asr-ı Saadet İslâmî fazilet terkibi, zamanla o kadar tahribe uğradı ki, nasıl Peygamberimiz (S.A.V.) zamanında ve dört Halife devrinde tedbirler ulü’l-emirden, yani idare edenlerden gelerek tesis edilmiş ise, Bugün de benzer himmete elbette lüzum vardır. Fakat Asr-ı Saadet’te şirk ve küfrün, dalâletin hâkim olduğu bir tarz yıkılmış, yani bâtıl izale, hak tesis edilmiş idi. Bizde böyle midir? Bu necib milletin irsiyyetinde, o fazilet ve ahlâk kaidelerine istinad etmiş muazzam ve muhteşem devlet ve cemiyetlerin irsiyyeti vardır.

Fidan, tahmin edildiğinden kısa zamanda meyvesini verir ve dünyaya yine emsal olur…

Bediüzzaman‘ın tarzı da daima ümitlerle meşbu olmaktır. Rüya hitabesindeki şu müjde, gönüllerde nurlu kandilleri ışıldatmaktadır.

«Evet, ümitvâr olunuz. Şu istikbâl inkılâbı içinde en yüksek gür seda, İslâm’ın sedası olacaktır.»

Cemal Kutay

Hükümet ile Bir Cemaat Arasında Yaşanan Olaylar ve Bediüzzaman’ın Mesleği

Umum kardeşlerimize malum olduğu üzere,  hükümet ile bir cemaat arasında yaşanan olaylar, ortaya çıkan sıkıntı ve sancılar nedeniyle, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin “meslek ve meşrebi”nin çok açık bir biçimde zikredilip, efkar-ı ammede duyurulmasına çok ciddi bir zaruret vardır. Çünkü, bir kısım insanlar, Hz. Üstad’ın hayatından itibaren devam eden kadim Risale-i Nur hizmetini, hükümetle niza eden bir cemaatla iltibas etmekte, yalnışlara düşmektedirler. Ve bir kısım insanlar da kasıtlı olarak, Nur hizmetini söz konusu cemaatle aynı çizgide göstermeye çalışmaktadırlar. Bu sebeblerden dolayı Risale-i Nur hizmeti ile ilgili Hz. Üstad’ın belirlemiş olduğu mehenk taşı hükmündeki esas ve ölçülerin efkar-ı ammede bilinmesine ve duyurulmasına ihtiyaç vardır.

Bu zarurete mebni, Risale-i Nur’da üzerinde hassasiyetle durulan bu ölçüleri şöyle özetleyebiliriz:

i.  Risale-i Nur’un mesleğinin esası ihlastır. Risale-i Nur dünyevi, siyasi, maddi ve manevi işlere asla alet edilemez. Onlara tabi olmaz, onların yörüngesine girmez.

ii.  Risale-i Nur hizmetinin esası “Müsbet harekettir.” Nur talebelerinin vazifeleri, müsbet hareket etmektir, menfi hareket değildir. Rıza-yı İlahiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Asayışi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde, her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellef olduğumuzu bilmektir. Hz. Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son dersi budur.  Bu hakikate binaen, Risale-i Nur, menfi hareketlerde istimal edilmez; anarşi, terör ve her türlü sokak hareketlerine tamamen karşıdır. Risale-i Nur, menfi hareketleri asla tasvib etmez ve menfi hareketlere katiyyen bulaşmaz. Kalb-i külli ve vicdan-ı umuminin sükunet ve itidalini, uhuvvet ve  dayanışmasını esas alır. Nur talebeleri, cemiyetin sulh ve sükun içinde sürekli istikrarına fiilen  kuvvet verir ve hasbi, liveclillah çalışırlar, hizmet ederler, hiçbir karşılık beklemezler.

 iii. Risale-i Nur hizmeti, şahıs eksenli, bir merkeze, bir şahsa ve bir beldeye münhasır bir hizmet değildir. Risale-i Nur hizmetinde “şahs-i manevi” esastır. Şahs-i manevinin müzahareti içinde hizmetler yürütülür. Hizmetlerde  “meşveret” esastır.

 iv. Risale-i Nur hizmetinde hizmetler, “emir-komut” zinciri içinde yukarıdan aşağıya inme tarzında yürütülmez. Risale-i Nur hizmetinde asla merciyet yoktur.  Nur talebeleri bir şahsa bağlanmaz, şahısların arkasından gitmezler. Şahs-ı maneviyeyi esas alırlar. Bu nedenle, Risale-i Nur hizmetinde “şeyh-mürid”, manasında bir şahsiyetçilik, bir merciiyet ve bir makam yoktur. Matlub ve maksud, Allah rızası için dine, halisane ve istikametle hizmet etmektir. Bu sırra mebni, Nur talebeleri hizmetkarlığı makamata tercih eder, maddi ve manevi makamlara göz dikmezler, merciiyet makamında oturmazlar.

 v.  Risale-i Nur hizmeti, “kitap eksenli” bir hizmettir. Okuyarak aklı ikna, kalbi işba etmeyi esas alır. Binlerce mekanda Risale-i Nur Külliyatı okunur, dinlenir, sohbetler yapılır. Kur’an hakikatleri, iman dersleri tahkiki bir biçimde açıklanır.

 vi. Risale-i Nur talebeleri, siyasetle bizzat meşgul olmazlar. Nur Hizmeti, siyasi bir cemiyet değildir. Onların görevi, tebliğdir, iman hakikatlarını tamimdir. Onların görevleri, imanları kurtarmak, müslümanların imanlarına kuvvet vermek, insanları bu zulmetlı, dehşetli asırda, küfür ve dalaletin, fısk ve sefahatın ateşinden muhafazaya çalışmaktır.

 vii. Risale-i Nur hizmetinde “kemiyeten” ziyade “keyfiyet” esastır. Hakiki ve hakikattar, halis ve hasbi Kur’an talebesi olmak matlub ve maksuddur.

 viii. Risale-i Nur hizmetinde, ecir ve mükafat Allah’dan istenir. Nur talebeleri, hizmetlerinin karşılığında maddi, manevi, dünyevi, siyasi bir mülahazayı  esas almazlar; hizmetlerini maddi makamlar, siyasi  menfaatler üzerine inşa etmezler.

 ix. Risale-i Nur hizmetinde takva esastır. Nur talebeleri, azimetle amel etmeye çalışır, hizmet perdesi altında çeşitli tevillerle takiyye yapmazlar. Hizmetteki istikamet çizgisini tevillere kurban etmez, hizmeti bulandırmazlar.

 x. Risale-i Nur talebelerinin – velev alleme ve müçtehit de olsalar- vazifeleri şerh ve izahtır. Nur talebeleri, Risale-i Nur’u sadeleştirme gibi yanlışın içine düşmezler, böyle azim bir hatada ısrar etmezler.

 xi. Risale-i Nur hizmetinde iktisad ve istiğna esastır. Risale-i Nur talebeleri, maddeye dayalı ve maddi mülahazalar üzerine inşa edilmiş bir yapılanmaya gitmezler.

 xii. Risale-i Nur talebeleri, inhisar fikriyle “hak yalnız benim mesleğimdir.” tarzında bir anlayışla hareket etmezler. Kendileri dışındaki diğer islamî cematlari dışlama ve hizmet sahalarını daraltma gibi faaliyetlere girişmezler.  Çünkü, Risale-i Nur, mal-i umumidir. Herkese kapısını açar, herkesi kuçaklar. Malum cemaat mensubları, taraftar toplama niyetiyle değil, istifade niyetiyle geldiklerinde onlara kucak açılır ve gelmeleri de arzu edilir.

   İşte yukarıda sıralanan bu ölçüler, Risale-i Nur hizmetinin temel değerleridir. Bu değerler ışığında Nur talebeleri hizmetlerini ifa etmektedirler. Bu ölçülerin dışında, farklı kulvarlada, farklı şekillerde faaliyetler sergileyenler hakiki ve hakikattar Nur talebeleri olarak vasfedilemezler. Bu hususların bilinmesine ve efkar-ı ammeye duyurulmasında zaruret vardır.

 

15 Kasım 2014 / İstanbul

Ağabeyler Meşvereti Notlarından

www.NurNet.org

Cemaat – Telattuf – Takiyye

Cemaat oluşumunda ve gelişiminde en çok uygulanan taktiklerden birisi de hiç kuşkusuz “telattuf” taktiğidir. Telattuf, hissettirmeden varlığını sürdürmek, ağyarı uyarmadan mesafe kat etmek gibi anlamlarda kullanılır. Kavram, dayanağını Kehf Suresinin 19. Ayetindeki “felyetelattaf” sözcüğünden alır. Ayetin bu kısmında ve bir sonraki hükme gerekçe gösterilen ayette mealen şöyle buyrulur:

“.. Şimdi siz birinizi, bu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise ondan size azık getirsin. Hem çok dikkatli davransın/telattuf etsin ve sizi kimseye sezdirmesin. Çünkü şehir halkı sizi ellerine geçirirse muhakkak sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman siz dünyada da ahrette de asla kurtuluşa eremezsiniz.”(Kehf, 19-20)

Ayette anlatılan telattuf, tedbir anlamınadır. Bu şekliyle söz konusu ayet, tedbiri, kafir bir toplumda yaşayan azınlık Müslümanlara, dinlerini yaşama uğruna uzleti tercih edenlere, neler yapmaları gerektiğini, mağaraya çekilmiş gençlerden birinin dilini kullanarak öğretir. Mekke döneminin ilk yıllarına tekabül eden çile sürecinin bütün zamana yayılmış izdüşümlerinde geçerli bu öğreti, hiçbir yılgınlığa, hiçbir geri dönüşe meydan vermemek adına uygulanması gereken taktiklerin sunumu mahiyetindedir, maksat dini tavizsiz yaşamaktır.

Ayette, böylesi bir taktiğin uygulanma gerekçesi üç şarta bağlanır. Birincisi: Kafir bir toplumun galip güç olarak tahakkümünü sürdürmesidir. Böylesi bir toplumda iman sahipleri hem güçsüz hem de azınlıktadır. Toplum bünyesi iman ehlini ret etmekte, onları zararlı bir virüs gibi algılamaktadır. İkincisi: Bilindiklerinde, deşifre olduklarında öldürülme tehlikesidir. Üçüncüsü: İman ehlinin dinlerinden döndürülmeye zorlanmalarıdır. Bu üç şart söz konusu değilse, talattuf hem geçersiz, hem de anlamsızdır.

Ayette dillendirilen önemli hususlardan biri de, çarşıya gönderilen gencin eline verilen gümüş para ve bu paranın veriliş gayesi ile ilgili anlatılanlardır. Gümüş para, ekonomik güçtür. Bu ekonomik güçten maksat da temiz ve helal bir geçimin teminidir. Bu bağlamda tavsiye edilen telattuf, takva üzere yaşamayı garanti etmek anlamındadır.

Söz konusu şartlar oluştuğunda, yine söz konusu gaye ve maksatlar uğruna, kişinin ya da azınlık bir iman topluluğunun kendini açığa vurmama, varlığını ayrıca hissettirmeme gibi bir uygulamaya hakkı vardır; nitekim ilk dönemlerdeki sahabe uygulamalarında da böylesi bir tedbir kısmen uygulanmıştır. Fakat bu uygulama, asla, müşrik bir toplumda müşrikler gibi davranma, onların halleriyle hallenme noktasına varan bir uygulama değildir; olamaz da. Verilen ruhsat, kimliğini doğrudan ilan etmeme, açığa vurmama çerçevesiyle sınırlıdır, tatbik de hep böyle olmuştur.

Ölümle, dininden dönme noktasında yapılan dayanılmaz baskıya (ikrah) karşı verilen cevaz, bir emir değil sadece bir ruhsattır. Yani insan böylesi bir durumda, kalben değil, diliyle dininden döndüğünü söyleyebilir. Ne ki bu noktadaki azimet, ölümü tercihten tarafa meyletme şeklindedir. Ruhsatı kullananlar için de bir kınama söz konusu değildir.

Tedbir ile takiyye hiçbir noktada birbiriyle örtüşmez. Tedbir, kendini açığa vurmamak iken takiyye bir gizleme ameliyesidir. Telattuf ya da tedbir, kafir toplumlara karşı uygulanırken, takiyye kendi mezhep ya da cemaatinden olmayan herkese karşı uygulanır. Telattuf, dini tavizsiz yaşama, azimete yüklenmiş dini hayatla dinini ihya etme uğruna yaşanırken, takiyye ruhsat ve tavizlerle kendini örtme, kendini başka gösterme hatta başkalaşma uğruna gerçekleşmektedir. Telattufun hedefinde sadece rızay-ı ilahiyi talep bulunurken, takiyyenin hedefinde insanların rızası ve her türlü dünyevi beklentiler bulunmaktadır.

Ashab-ı Kehfin uyanış ve diriliş döneminde ihtiyaç söz konusu olmadığı gibi, Türkiye özelinde ve İslam dünyası genelinde, günümüz açısından bir değerlendirme yapılacak olursa, dini hayatı yaşama adına eskiye ait pek çok problemin çözüme kavuşmuş bulunması sebebiyle telattufu gerektirecek bir durum artık söz konusu değildir. Henüz çözülememiş problemlerin çözüme kavuşmasının yolu ise telattuftan çok, toplumun çok yönlü hassasiyetlerini nazara alarak, herkesin anlayacağı ortak bir dille, gaye ve hikmeti öne çeken anlatım üslubuyla irşat ve tebliğde bulunmaktır; cemaat yapılanmalarının, özelliği olsa da gizliliği olmayan şeffaf yapıya kavuşturulmasını tesis ile güven sarsıcı her türlü niyet ve pratikten uzak tutulmasını temindir. Allah’ın rızasını tahsil dışında, her hangi bir gaye ve maksada yönelmeme konusunda azami sebat göstermek ve bunu hal diliyle, tecrübi yaşantıyla ispat etmektir.

Aziz dostlar,

Gezi olaylarından bu yana, Cemaate ve Hocaefendiye, yanlış uygulamaları nedeniyle açık eleştiri yapıyor ve doğru bildiğim doğrultuda bazı uyarılarda bulunuyorum. Kimileri de benim Hocaefendi ve Cemaatle ilgili daha önceki olumlu kanaat ve değerlendirmelerimle yaptığım bu eleştiriler arasında bir çelişki keşfiyle uğraşıyor. Zahmet etmesinler. Ben açıklayayım. İyi bir vasıtayla, güzel bir yolda, güzel yerlere giderken, ya vasıta arızalanıyor, ya kaptan vasıtayı bir yere çarpıyor ve tanınmaz hale sokuyor ya da kaptan rotayı değiştirerek bizleri istenilmeyen yerlere götürmeye çalışıyor.. Olumlu ya da olumsuz bu iki hal ve keyfiyetle ilgili yorumlarımız, tepkilerimiz hep aynı olmak zorunda mıdır? Soru retorik, cevabı içinde.

Latif Erdoğan

Sorularla Risale Heyetinin Gündem İle İlgili Görüşleri

Takdim

Memleketimizin gündemini işgal eden son hadiseler hakkında internet sitelerimize gelen yoğun sorular üzerine ilmi heyetimizce kaleme alınan bu eseri, azim istifadeye vesile olacağı ümidiyle takdim eder, Hak Tealâ’nın aziz milletimiz hakkında hayırlı neticeler yaratmasını niyaz ederiz. 

Hem ülkemizin gündemini meşgul eden, hem de başta İslam âlemi olmak üzere pek çok dünya ülkesinin yakından takip ettiği son hadiseler, şüphesiz hizmetimiz ve dinimiz açısından da gayet ehemmiyetlidir; bu vesileyle aşağıdaki açıklamayı yapmayı vazife telakki ettik.

Bu gibi hadiselerde tarafgirlik damarıyla hareket etmek, hata ve yanlışlara ortak olmak riskini doğurmakta, manevî mesuliyet altına girmeye sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla, durum değerlendirilmesi yapılırken azami hassasiyet gereklidir. Ayrıca ülkesini seven, milletini düşünen ve bu istikamette dava-i Kur’âniye’ye gönül veren arkadaşlarımızın, istikbale dair ümitlerini desteklemek gayesini taşımaktayız.  Bu çalışmamızdaki bir başka boyut da, dinimiz ve vatanımızın düşmanlarına cevap verme ihtiyacıdır. Bu hikmetlere istinaden Muazzez Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Risale-i Nur külliyatında nazarımıza verdiği bazı önemli düsturları özet olarak istifadeye sunmaya karar verdik, faydalı olacağını ümit ediyoruz.

Ele alacağımız kriterler ve değerlendirmeler; sadece gündemi meşgul eden meselelere has olmayıp, tarih sahnesinde cereyan etmiş ve istikbal aynasına yansıması muhtemel benzeri bütün hadiseler ve olaylar için de genel bir bakış açısı hükmünde, ibretli ve fikretli bir yol haritasıdır. Bu anlamda bir değerlendirme, bütün hadisat ve olaylara tomografik bir bakış ve kader perspektifinden bir nazar imkânı temin ettiğinden; bu yaklaşımı, ne zaman, ne mekân ve ne de istikbal tekzip etmez; bilâkis teyit ve takviye eder.

Muazzez Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin bu gibi hadise ve olaylara bakış açısını teşkil eden, insana doğru düşünme imkân ve melekesi kazandıran esaslar aşağıda özetleyeceğimiz beş madde üzerinde odaklanmaktadır. Bu tür meselelere, bu beş maddenin penceresinden bakabilir ve bu istikamette sağlıklı bir değerlendirme yapabilirsek hadiselerin tazyikinden kurtulmak, maddi ve manevi mesuliyetten arınmak, murad-ı İlâhîyi idrak etmek gibi mazhariyetlere ulaşmanın yanında, fikir ve kanaatlerimizin zamanla hadisatın lisanı ile doğrulandığına da şahit olabiliriz.

Ana başlıklarıyla, Mü’minlere doğru bir bakış açısı temin eden esaslar şunlardır:

Birincisi: Söz konusu meseleyle ilgili İlâhî bir hüküm varsa, Anayasa hükmünde en mühim ve birinci esastır.

İkincisi: Hadiseler hakkında Peygamber Efendimizin (asm) Sünnet-i Seniyyesi ve Hadis-i Şeriflerinden gelecek bir teyit ve tasdik de bizim için o mesele hakkında  esas teşkil eder.

Üçüncüsü: “Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse itiraz olunmaz” kaidesi gereği, zaman açısından da meselelere bakmak, düşünce ve fikirlerimizi kuvvetlendirecek bir esastır.

Dördüncüsü: Fıtrat, Sünnetullah ve Adetullah kanunları da fikir ve kanaatlerimizi ve olaylara bakışımızı teyit ve tasdik etmelidir; zira fıtratla çatışarak muvaffak olunamaz.

Beşincisi: Asrın sahibi ve müceddidi olarak vazifelendirilen Zat-ı muhteremin fikir ve düşüncelerine de müracaat ederek, teyit ve tasdikini almak doğru düşünme melekesini, güçlü ve kıvamlı hâle getirecektir.

Bu beş ana prensip nazara alındıktan sonra, fena ve fani insanların yorumlarına fazla bir ihtiyaç kalmayacağı müşahede edilecektir.

İşte; Muhterem Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin fikir ve düşüncelerinin ciddiyeti, doğruluğu ve her mevzuda hadisat ve olayların O’nu tasdik etmesinin altında yatan gerçek, zikrettiğimiz bu beş esas olup, bu esasların kıymetlerini takdir ederek, vazgeçilmez bir yol haritası olarak görmesidir.

Muazzez Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin prensipleri ve tespitleri muvacehesinde, ülkemizin gündemindeki malum mesele ve hadiselere bakmak ve doğru düşünme melekesini kazanmak için, daha net bir şekilde değerlendirmeye tabi tutacağımız konulara girmeden önce, şu hassasiyetimizin nazar-ı itibara alınması gerekir:

Evet, bilinmelidir ki burada ifade edeceklerimiz; cemaat veya hükümet ayrımı yapmaksızın, hangi hükümet ve hangi cemaat veya sivil toplum örgütü olursa olsun, toplumun her kesimini yakinen ilgilendiren mevzulardır. Bu hakikatlerin icabını yerine getirenler huzur, sükûn ve saadetle faaliyetlerini ve hizmetlerini geliştirdikleri gibi;  muhalefet edenler de, o nispette bedeller ödemişler ve tarihi müeyyidelerle yüzleşmekten kaçamamışlardır.

Şimdi; yukarıda ifade ettiğimiz küllî kaideler çerçevesinde, son hadiseleri değerlendirmeye çalışacağız:

1-      Herkes vazifesini yapmalı vazife-i İlahiye’ye karışmamalıdır. Çünkü; Allah insanlara taşıyamayacağı bir yük ve kaldıramayacağı bir vazife vermez. Allah (cc) insanlara takatleri nispetinde vazife yükler ve onun hesabını sorar. Bu kaideye itibar etmeyenler hırslarının talibi ve kurbanı olurlar. Hırs ise; sahibini kontrolden çıkarır. Hedef ve maksadı için, her şeyi mübah görme sevdasına götürür. İşte bu andan itibaren dengeler bozulur. Helal ve haram birbirine karışır. Bu mesuliyet, Gayretullah’a dokunur. Allah (cc) hadisatın dili ile ceza verir.

2-      Büyük işlerde yalnız kusurları görmek cerbezeliktir. O insanlar aldanır ve toplumu da aldatırlar. Allah (cc) mizanda muadelet sistemini uygulayacaktır. Yani; “Bir kişinin günahı ile başkası mesul olamaz” kaidesince, bir kişinin veya bir toplumun yanlış sıfat, hal ve harekâtları için, diğer güzel sıfatları halleri ve fiilleri yok sayılamaz. Demek ki; kurumları veya toplumları teraziye korken hayırlarının ve şerlerinin, hem sayıca hem de kalite ve keyfiyet itibariyle üstünlük cihetine bakılmalıdır. Yoksa günahsız bir toplum, insan fıtratı ve hayatın realitesi açısından mümkün değildir. Muazzez Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu zihniyette olan insanlara karıştırıcı ve anarşist nazarı ile bakmaktadır.

3-      Düşmanlarımızın ve hasımlarımızın maddi ve mânevî anlamda tecavüzlerinin azami derecede ayyuka çıktığı bir zamanda, dâhili kusur ve hataları unutmak ve dondurmak, ehli imanın dikkat edeceği bir husustur. Zira; burada dâhili mücadeleye devam, din düşmanlarının işine yarayacaktır. Böylesi büyük bir zarara kapı açanlar, cezalandırılmaları için de kadere fetva verdirmiş olurlar.

4-      Peygamber Efendimizin (asm) Medine-i Münevvere’ye hicretinden sonra ilk yaptığı iş ve faaliyet; Medine’deki bütün kabile ve taifeleri dinine, ırkına ve mesleğine bakmaksızın ittifak ettirmesidir. Efendimizin (asm) bu uygulaması gösteriyor ki, en öncelikli vazifemiz aramızdaki niza ve kavgaları kaldırıp, kardeşlik ve muhabbeti tesis etmek, ihtilafa değil ittihada taraftar olmaktır.

5-      “Bir şey bütün elde edilmezse, bütün bütün de terkedilmez” kaidesince, ya hep veya hiç anlamında adaletsiz düşüncenin bir başka benzeri olan toptancılık da, dinimizde ve hukukumuzda yoktur. Yaşla kuruyu birbirinden ayırmak, eğri ile doğruyu aynı torbaya koymamak ve bu noktada azami hassasiyet göstermek adaletin ve insafın gereğidir.

6-      Bu Anadolu, Cebel-i Cudi gibi, Allah’ın (cc) avn, hıfz ve himayesi altındadır. Bu sebeple memleketimiz daima İlâhî imdada, yardım ve korunmaya mazhar olmuştur. Ehl-i dalalet asırlardan beri bu topraklar üzerinde ne kadar menfi ve menhus planlar uygulamışsa, hep kader canibinden tokat yemişlerdir. Zayıflık ve acizliğin doruğa ulaştığı zamanları fırsat bilen bedbahtlarca, tatbik sahasına konulan kirli oyunlar; fevkalade olaylar ve mucizevi hadiselerle bozulmuştur. Rahmet-i İlahiyye hususi bir icraat ve tasarrufla bu memleketi ve Anadolu’yu inayeti altına alarak, muhafaza etmiştir.

Cihan harbinden sonra, garptan Yunanlıların ve şarktan Rusların bir avuç Anadolu’yu istila etme emellerine mukabil, Allah (cc) mucizevi bir tarzda bu Anadolu’yu özel bir himaye ile kurtarmıştır. Rusya komünist ihtilali ile tarumar olurken, Yunanistan bir maymunun eliyle perişan edilmiştir. Hatta Muazzez Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Alexander’ı ısıran ve Venizelos’u perişan eden o maymun hakkında bir mersiye yazmış, “Cennet ile müjdeli hayvanların isrine gittin, Cennette saidsin, çünkü hem gazi hem şehitsin”[1] ifadeleri ile o mübarek hayvanı tavsif ederek mersiyeyi tamamlamıştır. Tarihin maddi ve manevi en büyük depremi Anadolu’da olmuş, ifsat faaliyetlerinin en büyüğü burada çıkmış ve bu millet kendi devletinin eli ile yapılmak istenen dinsizlik tahribatından ve o müthiş rejimden büyük bedeller ödeyerek ve dersler alarak çıkmıştır. İnşallah bu mevcut arızalardan da sühuletle çıkılacaktır.

7-      Allah’ın kanunları ve adetullah düsturlarının keyfiyeti maddi iklimler gibidir. Hiç kimse, kendisini bizzat iş yapıyor ve muvaffak oluyor zannetmemelidir. Bütün hizmetlerin ve faaliyetlerin sevk ve idaresi Allah (cc) tarafından yapılıyor. Sebepler arkasında kudret-i İlâhiye iş görüyor. Zira Müessir-i Hakiki ve Müsebbibü’l-Esbab olan, sadece Allah’tır. İnsanları ve kendimizi, İlahi programı ifa ve icra etmek için yaratılmış birer zavallı sebep ve vesileler olarak kabul etmeliyiz. Bizi muvaffak eden hikmet, manevi iklimin lehimize değişmesi ve farklılaşmasıdır.

İlahi murada tevafuk eden kim olursa olsun mutlaka kazanır. Ters düşen ise, ne kadar kuvvetli ve kudretli olursa olsun, kaybetmeye mahkûmdur. Zira “takdir-i hüda kuvve-i bâzu ile dönmez. Bir Şem’a ki Mevla yaka üflemekle sönmez” bir itikat kaidesidir. Murad-ı İlahi istikametinde hareket eden bir sivrisinek, Nemrudu gebertir, karıncalar Firavun‘un sarayını harap eder, bir mikrop çok cebbar kumandanları yere serer. Bu ilahi programa veya murada muhalif düşenler ise, bu meselenin tam aksi ile muamele görür.

Biz, Tanzimat döneminde sonbahara girdik. Zira, hak ettiğimiz cezaya istinaden kader bize bu mevsimi reva gördü. Allah (cc) bize celalle tecelli etti. Bu celali tecelli, ehl-i dalalete cemal olarak tezahür etti. Bu hadise, terazinin iki kefesinin muvazenesine benzer. Küre-i arzın bir tarafını gece istila ederken, öbür tarafında gündüzün hükümran olması gibi.

Bu sebeple Abdülhamit Han, Abdülaziz Han ve Sultan Vahdettin gibi dirayetli ve güçlü padişahlar iklimin sonbahar olması sebebiyle, kendilerine çömezlik yapamayacak derecede zavallı olan İttihat ve Terakki ekibine mağlup oldular. Cumhuriyetle bizim kış mevsimimiz geldi. Bize kış oldu mu, bu ehli dalalete yaz demektir. Cumhuriyetçilerin muvaffakiyetleri şahsi güç ve kuvvetlerinden değildir. Bilakis kaderin, ehl-i iman için tensip ettiği kış mevsimine tevafuk etmelerindendir.

Muazzez Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin de “Acele ettim kışta geldim. Siz cennet asa bir baharda geleceksiniz” buyurması, hadiselerin bu minval üzere cereyan edeceğini göstermektedir. Dolayısı ile bizler, şimdi baharı yaşıyoruz. Ehli dalalet ise sonbaharı idrak ediyor. Bizim önümüzde bir yaz, onların önünde ise bir kış mevsimi vardır. Öyle ise; müessiriyet ve hâkimiyet, iklimi idare edene ve kader planının sahibine verilmelidir. Burada kulun ise; niyeti esas olup, huzur-u ilahide onunla muhasebeye çekileceğini unutmamalıdır.

Yazın arifesinde, geçici arızalara bakarak yeis ve ümitsizliğe düşmemeliyiz. Zira bizleri güzel ve parlak bir istikbal, ehl-i dalaleti ise karanlık ve zulmetli bir gelecek beklemektedir.

8-      Allah’ın (cc) bu memlekete sayamayacağımız kadar nimetleri vardır. Özellikle, zamanımızda idrak ettiğimiz ve şahit olduğumuz iki büyük nimet öne çıkmakta ve dikkat çekmektedir. Bu nimetler şükür görmezse devam etmez.

Bunların ilki, ülkenin sevk ve idaresinin bu ekibe ve hükümete tevdi edilmesidir. Bu ekip ve kabine, Tanzimat’tan beri gelmiş geçmiş idarelerin ve hükümetlerin en iyisi ve en keyfiyetlisidir.

Zira biz, bir zulmetten ve karanlıktan geliyoruz. İstikbale doğru da aydınlığa gidiyoruz. Mukayeseyi buna göre yaparsak olaylara yaklaşımımız daha insaflı ve basiretli olur.

 

Diğer bir nimet ise; Din-i Mübin-i İslam’a hizmet eden cemiyetler ve cemaatler içerisinde faaliyet ve çalışmasını beynelmilel hale getiren ve fevkalade inkişaf eden hizmet gurubu ve ekibidir.

Zahiren; idarenin bayrağı hükümetin elinde, hizmetin bayrağı da cemaatin elinde gibi görünüyor. Herkes gibi, bu iki ekip ve kadro da faaliyetleri itibari ile vazifelidirler. Çünkü âlemde vazifeli olmayan ve abes yaratılmış hiçbir mahluk ve nesne yoktur. Herkes ala meratibihim mutlaka vazifeli olarak yaratılmıştır.

El ele, kol kola ve baş başa vererek, bu nimeti devam ettirmek ve bu bayrağı daha fazla dalgalandırmak icap ederken, bu iki ekibin mücadelesi; hem kendilerine, hem ülkemize, hem İslam âlemine ve hem de maalesef dinimize büyük zararlar vereceği muhtemeldir.

“Bir biri ile münakaşa ve mücadele edenler, müsbet hareket edemezler” kaidesince, insan ne kadar haklı olursa olsun, mücadeleye giren mutlaka büyük zarar görecektir. Hele bu mesele, harici güçlerin veya parmakların bir planı ise, daha kötü ve daha vahim neticeler doğurabilir.

Bu konuda her iki tarafa itidal-i dem tavsiye ederek, haklılığın kifayet etmediğini, haklılığın yanında faydalılığın da hesap edilmesi önem arz etmektedir.

9-      Tarih açısından nazar-ı itibara alınması fevkalade önem arz eden üç millet vardır. Hükümetler ve sosyal cemiyet ve cemaatler, bu üç milletin siyasi tarihlerini, menfaatlerini ve örflerini bilmeden varlıklarını muhafazada zorlanırlar, emniyetli ve istikrarlı bir hayat süremezler. Önem sırasına göre bunların birincisi Yahudiler, ikincisi İngilizler, üçüncüsü de Farisilerdir.

Yahudiler, diğer iki milleti yani İngiliz ve Farisileri her zaman tahrik ederek ve perdenin gerisinde kalarak dünyayı karıştıragelmişlerdir. Tarih boyu Yahudiler, insanlığın hasmı ve düşmanı; Farisiler de İslam’ın hasmı ve düşmanı olarak tescillidirler.

Allah’a (cc) itimat etmeyen Yahudilerin, kendilerinin dışındaki kavimlere itibar etmesi düşünülemez. Muharref Tevrat’ta; bütün insanların, Yahudiler için hayvanat-ı ehliye olduğu, bütün servetler, mallar ve imkanlar onların gasp edilmiş hakları olduğu ve Mezopotamya bölgesi ise, Allah(cc) tarafından onların arz-ı mev’udu olarak nazara verildiği ifade edilmektedir. Dolayısıyla Yahudilerin bu haklarını elde edebilmeleri için her vesilenin mübah sayılacağı itikatlarının icabıdır. İşte bu itikat ve icap, onları bu kadar acımasız hale getirerek canavarlaştırmıştır. Ecdadımız, bu milleti katliamdan kurtarıp, himaye garantisi vermiş, Yunanistan ve civarındaki coğrafi alanlara yerleştirerek asırlarca muhafaza etmiştir. Fakat ne gariptir ki; Abdülhamit Han’ı tahttan indirmek ve Hilafeti Lağvetmek için toplanan çapulcu ordu, Selanik’te bu menhus milletin planı ile harekete geçerek İstanbul’u işgal etmiştir.

İran ise; tarih boyu Müslümanları Şiileştirmek için çalışan, İslam âleminin bir Ur’u ve hastalığı olarak devam edegelmiştir. Müşahede ettiğimiz bu son olayların merkezinde, birinci derecede İsrail ve ikinci derecede onun kadim dostu olan İran bulunmaktadır. Çünkü, İslam Âleminin ve bu coğrafyanın kimin eliyle idare edileceği, hangi milletin hükmü altında yönetileceği tarih boyu muğlak bir denklem olarak kalmış ve Irkçı Arapların mı, Şii İranlıların mı,  yoksa Sünni Osmanlıların mı bu vazifeyi ifa etme meselesi devamlı baş ağrıtmıştır. Bugünkü hadise ve olayların da temelinde bu yatmaktadır.

Dünyada Yahudilerin gücü azalmaktadır. Artık dünya, Yahudilerin fitne ve fesatlarından bıkmıştır. Yahudiler hakkında tarihte cereyan eden zillet ve meskenet belası, istikbalde de en dehşetli bir şekilde tecelli edecektir. Amerika dahi meselenin hassasiyetini idrak etmiş olduğundan, Yahudiler sığınacak yer olarak Çin’i düşünmektedirler. Artık hangi taşın arkasına saklansalar da, kader tarih boyu yaptıkları zulümlerin hesabını görecektir.

Yahudilerin zayıfladığı hadisatın dilinden bellidir. Bu menhus millet ülkemizde, Amerika’yı tahrik ederek 1960 ihtilalinde 80 hükümeti götürdüler, üç devlet adamını idam ettiler. 1980 İhtilalinde hükümet gitti, idam yok. 1997 28 Şubatta ise ancak e-muhtıra ile iktifa edebildiler.

Ülkemizin sevk ve idaresinde, Menderesten mevcut hükümete kadar, bir keyfiyet ve kariyer terfisi vardır. Karşı tarafta ise başlangıcından bu güne kadar idarelerinde, bir düşüş ve bir kalite zafiyeti görülmektedir. Bu da gösteriyor ki, bu zihniyetin gücü azalmaktadır. İlahi murad, ülkemizin maddeten ve manen yükselmesine, teali ve terakkisine denk düşmektedir. Zira Allah (cc), kafirler istemese de nurunu tamamlayacaktır. Muazzez Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de “Rüyada Bir Hitabe” isimli eserinde, Resul-ü Kibriya Efendimiz’in (asm) “Şu istikbal inkilâbâtı içerisinde en yüksek gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır” fermanını müjdelemektedir.

Bu İlahi muradın tahakkuku, bir gurubun veya bir ekibin işi değildir. Allah’ın davasına destek olan ve olacak herkesin ve her ferdin derece ve mertebesine göre bu meselede payı olacaktır.

10-  Muazzez Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin keyfiyeti ve davası, hiç kimsenin kabuğuna sığmayacak kadar büyük, ulvi ve geniştir. Onun davası; İman, Şeriat ve Hayattır. Bu üç hakikatin tahakkuku bütün İslam âlemi ve insanlık âleminin meselesidir. Bizlere düşen, bu davaya gücümüz nispetinde destek olmak ve ondan nasibimizi almaktır. Bizler, bu yüce davaya şeref katamayız, ancak onunla şerefleniriz. Öyleyse; bu cihanşümul davaya, Türkiye, İslam âlemi ve hakiki İsevilerin dâhil olduğu herkesin kamet-i kıymeti nispetinde vazifesinin bulunduğu bir mesele gözüyle bakılmalıdır. Burada kimsenin kimseyi ötekileştirmeye hakkı yoktur. Zira; bu yüce davayı, birilerinin meslek ve meşrebinin temsil edemeyeceği göz ardı edilmemelidir.

11-  Tarih boyu dinimizin ve örfümüzün, cemaatlere tayin ettiği bir alan vardır. O alan onların kırmızı hatlarıdır. Faydalı hizmetler ve vazifeler bu alanlara itibar etmekle gerçekleşir. Mesela, Hz. Hasan (ra) Ehl-i Beytin manevi hizmetlerini siyasetle lekelememek için, kendi iradesi ile Hz. Muaviye’ye (ra) idareyi terk etmiştir. Bu şekilde “evlatlarımdan biri, birbirine hasım olmuş iki taifeyi musalaha ettirecek ve fitneyi ortadan kaldıracak” hadis-i şerifine mâsadak olmuştur. Zira ilahi murad ve tensib-i Peygamber(ASM)’i bu idi.  Hz. Hüseyin (ra)  ise abisi gibi yapmayıp, siyasete müdahale ettiğinden O’na da kader müsaade etmemiştir. Maalesef insanlık, dünyanın ve siyasetin en çirkin yüzünü Kerbelâ olayı ile müşahede etmiştir. Dolayısı ile insanlar zulmetmiş, kader ise Ehl-i Beytin manevi hizmetlerde istihdamı açısından, adalet etmiştir.

İşte; Muazzez Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî HazretleriKur’an bizi siyasetten men etmiş” “Siyasetten, şeytandan sığındığım gibi Allaha sığınırım” “Yüz elimiz de olsa ancak nura kâfi gelir” “Risale-i Nur talebeleri idareye, asayişe ve hükümetin işine karışmazlar” gibi kesin hükümlerle, siyasilerle, hizmet erlerinin arasına sınır koyarak bizleri bu alandan uzaklaştırmıştır.

Siyaset ile aramıza konulan bu sınır gibi, benzer bir sınır da “menfaat-i maddiyenin rekabet alanları” olan ticaret için de geçerlidir. Bu iki alana cemaat olarak girmemiz yasaktır. Bugün ülkemizde, dine hizmet eden bir cemaatin ticarete, bir diğer cemaatin de siyasete girmelerinin neticeleri ve acı faturaları önümüzdedir.

Bizler Nur talebeleri olarak, mazide CHP’nin başa gelmemesi için medreselerimizi muvakkaten terk edip, o alana bir derece bizler de girdik. Fakat tekrar kışlalarımıza vaktinde dönemediğimiz için, Cenab-ı Hak (cc) aynı kaideye binaen, bizleri de cezalandırarak bedel ödetmiştir.

Dolayısı ile; Türkiye’de herkesin en rahat kullanabildiği ve en fazla boş bırakılan alan, din ve din adına hizmet etme alanıdır. Osmanlıda olduğu gibi, cemaatlerin vazifelerinin ve alanlarının resmen ve fiilen tayin ve tespitine acilen ihtiyaç vardır. Diğer meslek ve sosyal alanlar nasıl takip ve kontrol ediliyor ise; bütün sivil toplum örgütlerinin de bu anlamda takibi ve kontrolü şarttır. Zira dört tane mühendis bir sağlık kabini açıp çalıştıramadığı gibi, cemaatlerin de misyon ve vizyonlarına göre faaliyet göstermeleri icap eder. Kurumlar ticaret yapacaksa adına şirket demeli, siyaset yapacaksa parti kurmalıdırlar. Çünkü; hizmet ifa eden kurum ve kuruluşlar herkese kucak açmış sivil toplum örgütleridir. Mahiyeti itibariyle muhaliflerin olacağı o iki alana girmemeleri misyonlarının icabıdır

12-   Herkes aldanabilir. Liderler dokunulmaz ve hatasız olamazlar. Bir söz vardır:

 

“Delikli değneğin atmazı olmaz, arkadan bakan göz düşünmeli;

İnsanoğlunun kanmazı olmaz, özüne bakıp söz düşünmeli.”

İlk insan ilk peygamberdir ve ilk hata eden de O’dur. Kelime-i şehadette abdiyetin Risalet’ten önce gelmesi ve ismet sıfatı ile muttasıf olan Peygamberlerin (as) zelle mahiyetinde kusurlar işlemesi ilahi bir mesajdır ki, Peygamberler de insandır, kusur işleyebilirler. Ancak Allah(cc) tarafından affedilirler. Onları ulûhiyet makamına kadar çıkarıp kutsallaştırmamalıyız.

Sahabeler, tahrik ve iğfallerle kendi aralarında mücadele ve muharebe etmişlerdir. Muazzez Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ise; “ Kimse demez ayranım ekşidir. Mihenge vurmadan almayınız. Zira; çok silik söz var, ticarette geziyor. Benim sözlerimi dahi ben söylediğim için tamamını kabul etmeyin. Aklın elinde dursun, mihenge vurun, altın çıktı ise kalpte saklayın” derken, bize bir ölçü vermektedir. Bu ölçü çerçevesinde hadiselere bakmak ve değerlendirmek, insanları daha doğru ve isabetli düşünmeye sevk eder.

13-   Bir kaide vardır: “Topluma ve cemiyete taalluk eden bir hukuk, velev sünnet veya nafile kabilinden dahi olsa, şahsi farzlardan daha önemlidir.

Bu kaideye binaen, vatanı ve milleti için cephede kendini feda eden günahkâr bir insana, Allah(cc) şehadet makamı ile beraber Cenneti müjdelemektedir. Burada, vatanın içindeki günahkârlara, isyankârlara, gafillere veya inanmayanlara bakılmaz. Vatanın birliği veya dirliği, Müslümanın asıl sermayesi olan hayatından daha önemlidir.

O halde, biz bir geminin içerisindeyiz. Gemiye isabet edecek az bir zarar, geminin içerisindekilerinin şahsen tehlikeye maruz kalmasından daha önemlidir.  Bu mesele, bayrakla özel firmaların flamalarının mukayese ve muvazenesi kabilindendir. Bayrağa gelen zararı flamalar izale edemez. Bayrak dalgalandığı müddetçe, müesseselerin ve firmaların zararları telafi edilebilir. Fakat o bayrak dalgalanmazsa firmaların ve flamaların yerlerinde yeller eser. Müslümanlar tarih boyu bu hassasiyete itibar etmişlerdir. İşte bu sebepten dolayı; ezan ve şeair cemiyeti ilgilendiren bir hukuk olması sebebiyle değer ve kıymeti, şahsi farzlardan daha fazla önem arz etmektedir.

14-  Fitne uykudadır. Uyandırana lanet olsun. Önemli bir kaidedir.

Karşılıklı fitne açılımları yapılmaktadır. Bu çok tehlikeli bir alana girildiğinin alametidir. Hilafet kurumu ve Osmanlı, tarih boyu iki şeyle uğraşmıştır. Bunun biri fitne, diğeri zulümdür. Allah (cc) bu ikisinin kaldırılması için, herkesin gücü nispetinde mücadele etmesini emretmektedir.

Fitneyi örtmek ve kapatmak içtimai hayatın dengesi için çok önemlidir. Peygamber efendimizin (asm) Medine-i Münevvere’de münafıkların reisi Abdullah bin Übey bin Selül’ü deşifre etmeden onu ahirete göndermesi, bizim için önemli bir ölçüdür. Hatta o münafık için şu ifadede bulunmuştur: “Ben müşriklere, ‘Muhammed ashabına kâfir diyor’ dedirtmem.

Şeriat kitaplarında verilen şu örnek gayet manidardır: Bir köpek bir çadırdan ağzından süt damlayarak çıksa, biz de merak edip çadıra girsek, çadırda bir kazan süt görsek ve çadırın boş olduğunu ve kimsenin olmadığını da müşahede etsek, “Bu köpek bu sütten içmiştir” diyemeyiz.  Zira gözümüzle müşahede etmediğimizden, o bir kazan sütü kirletmeye hakkımız yoktur. Meydana dökülen ve servis edilen meselelere bu hassasiyetle yaklaşmamız lazımdır.

15-  Bediüzzaman Said Nursî’nin talebesi olmak, onun meslek ve meşrebine itibar etmeyi ve onun gibi olaylara bakmayı icap ettirir. Zira Muazzez Üstadımızın meşrep ve mesleğine muhalefet edilerek muvaffak olunamaz. Aksini yapmak ise cezaya muciptir.

Ordu hakkında Muazzez Üstadımızın açık ve net ifadeleri vardır. Aleyhte bir cümlesi yoktur. Medih ve takdirde ise; onlarca ifadeleri söz konusudur. Kendisine zulmeden, mahkemeden mahkemeye sevk eden, zindanlarda yer hazırlayan o ordu için “Onda bir ruh var o ruh benimle dosttur” “Ordu şer güçlerin elinden kendisini kurtaracaktır” “Kılıcını ayağına vurmayacak, düşmanına vuracak, ağlayan âlem-i İslam’ı bu ordu güldürecektir” gibi hayırlı ve müjdeli cümleleri çoktur. Dolayısı ile bu yaklaşım, bizleri ordu hakkında hassasiyetle düşündürmelidir.

Kaderin cilvesine bakınız ki, ordunun üst rütbeli subayları değişik sebeplerle cezalandırıldı. 1964’te Yunanistan’da ihtilal olduğu halde 8 veya 9 general yargılandı. Türkiye’de bu son olaylarda ihtilal yok, ihtilalin provası yok, sadece yazılı belgeleri var. Üstelik planın kimin yaptığı belli; buna rağmen 400’e yakın insan ve onların çoluk çocuğu mağdur edildi. Bu mesele Gayretullah’a dokundu. Hükümet ise, bu meseleye yarım ağız yaklaştı. Belki de oya tahvil edebileceğini düşündü. Hakan Fidan’a yapılan muameleyi, Genelkurmay Başkanına yapamadılar. Çünkü bu, bir başka hesaplaşma idi.

Allah(cc)’ın hikmetine bakınız ki, orduya bu muameleleri reva görenleri kader, karşı karşıya getirdi ve birbirleriyle mücadeleye giriştiler. Ordu bu olaylara müdahil olmadı. Kışlasına çekildi. Ayrıca, hükümetin en yetkili ağızları “Orduya yanlış yapıldı, tekrar muhakeme edilmeli” diyerek iade-yi itibar etti. Dolayısıyla kader, Muazzez Üstadımızın ordu hakkındaki tensip ve takdirlerini hadisatın lisanı ile teyit etti.

16-  Bizler, kürtlerle tarih boyu her zaman muhabbetle yaşamışızdır. Osmanlının ve Türklerin kendi cinsinden dahi olsa harp etmediği hemen hemen hiçbir millet olmadığı halde, Kürtler bundan müstesnadırlar.

İdris-i Bitlisî’nin sayesinde Güneydoğu’daki 26 Kürt boyu ve beyleri, Yavuz Sultan Selim Han’a biat etmişlerdir. O zamandan bu zamana muhabbetle, barışla geldik; inşallah sonumuz da öyle olacaktır. Bu maziyi silmek mümkün değildir.

Bununla beraber, maalesef 30 yıldır ülkemizin doğusunda birtakım şer odaklarının tahriki neticesinde alevlenen fitne ateşi devam etmektedir.  Bu gün geldiğimiz süreçte 30 yıldır ilk defa barış adına güzel adımlar atılmıştır. Harbin bölemediği bu ülkeyi, barışın böleceğine kimseyi inandıramazsınız. Barış sürecine azami derecede destek ve kuvvet vermek lazımdır. Vatanını seven herkesin yekvücut olarak ülkesine ve milletine bu hususta yardımcı olması yol göstermesi icap eder.

17-   “Hükümdarın zalimi, fitne ve anarşiden hayırlıdır” anlamında bir hadis-i şerif vardır. Çünkü idare çok önemlidir. Devlet ve idare yıkılırsa, ülkede herkes birbirinin zalimi olur. Bunun örneği İslam âlemidir.

Üstad Hazretleri meşrutiyette, Osmanlının tasarrufu altında bir yönetim arzu ediyordu.  O sebeple İttihat ve Terakkiye muhalefet ediyordu. Ne zaman, Osmanlı gidip, İttihat ve Terakki idareye el koyunca, Üstadımızın tavrı değişti. İttihat ve Terakkinin yaptığı ihaneti, hiç kimse kendi milletine ve memleketine yapmamıştır. İttihat ve Terakkinin A takımı saltanatı yıktı, B takımı da Hilafeti lağvetti ve dini ortadan kaldırmaya çalıştı. 13 milyon kilometre kare olan vatan, o menhus idare sayesinde o kadar küçüldü ki, elimizde ancak bir Anadolu kaldı. Böyle fecaati ve şenaati işledikleri halde; hasbel kader başımıza idareci olarak geldiklerinde, Muazzez Üstadımız, bu meseleyi şöyle değerlendirdi:

Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı ve taşımı Venizelos ve Antranik ile beraber olup, Said Halim’e ve Enver’e vurmam.  Nazarımda vuran da sefildir.” Bu mantıkla Üstadımız; İngilizlere karşı, Kuva-yi Milliye tarafında yer aldı. Çünkü istiklal ve hürriyetsiz, dini ve İslamiyet’i yaşamak mümkün değildi. Bu sebeple ehvenüş-şerri ihtiyar ederek İttihat ve Terakki ile Kuva-yi Milliye’yi desteklemiştir.

18-  Bir meselede veya bir işte hem insan eli ve hem de kader müdahalesi olduğundan, insan zahire bakarak bazen adaletsiz davranarak zulmeder; Kader ise; o meselenin hakiki sebep ve illetlerine baktığı için adalet eder.

Kaderin baktığı yer ve hakiki illet ise, insanların iç dünyalarında ve gönül âlemlerinde sakladıkları niyet ve düşünceleridir. İlahi kader bu düşünce ve niyetlere baktığından, bütün olay ve hadisat netice itibari ile o niyetleri ve düşünceleri ortaya çıkarır. Günümüz olay ve hadiselerini bu açıdan değerlendirirsek, sabrederek ibretli olaylara hikmet ve fikret canibinden bakarak, hakiki niyetleri ve düşünceleri sezebiliriz.

Bir süre sonra Cenab-ı Hakk öyle vesileler ve hadiseler zuhur ettirecek ki; belki de herkes, hadisatın içerisinde niyetleri açık ve net olarak görecek, zevahirle ve görünüşteki sebeplerle aldanmayacaktır.

Netice olarak; yeis mani-i her kemaldir. Yeis, kudret ve hikmet-i İlahiyeye bir muhalefettir. Maziye baktığımızda, istikbal hakkında endişeye düşmeye hiçbir mahal ve sebep yoktur. Bütün bu olanlar birer yol kazaları veya muvakkat arızalardır.

Cenab-ı Hakk; bu Anadolu halkına istikbalde büyük vazifeler yükleyecek ve hizmetler ifa ettirecektir. Ülkemizin maddi ve manevi olarak önü açıktır, istikbali aydınlıktır. Dünya çapında ittifak eden ehl-i dalalet, bu meseleyi bizlerden daha iyi bir şekilde fark etmiştir. Kadîm ve medeni olan, o yüksek ruhu ayağa kaldırmamak için, en büyük ve müthiş hile ve oyunlarını sergilemektedir.

Fakat; murad-ı İlahi bizim lehimize, onların ise aleyhine tecelli edecektir. Bizler, vazifemizi yapıp Allah’ın vazifesine karışmamalıyız. Zira; Mevla neylerse güzel eyler. Her şey, bütün olay ve hadisat; ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibariyle güzeldir. Buna binaen her hadise, beğenelim veya beğenmeyelim, Allah’ın nurunu tamamlamasına hizmet ifa etmektedir. Bu İlahi nur ve murad, tahakkuk ederken istek ve arzumuz, bu gelişmede payımızın ve hissemizin olmasıdır.

Bu vesile ile, memleketimizdeki vukua gelen hadisata yukarıda izah ve ifade etmeye çalıştığımız hakikatler perspektifinden bakmamız isabetli olacaktır.

Allah (c.c) bu nimet-i İlahiyeyi tensip ve takdir ederken dua edelim de, bize pahalıya satmasın. Baştakilerin başlarına akıl, kalp ve gönüllerine merhamet nasip eylesin. O zaman işler kendi kendine düzelir.

sorularlarisale.com