Etiket arşivi: cemaat

Sevgi Şehri Boğazlıyan’a Selamlar

Yozgat ilimizin şirin ilçelerinden Boğazlıyan’a 2002’de memuriyet icabı tayinim çıkmıştı. Bu atamamdan dolayı üzülmüştüm. Bir sevkli ilahidir deyip, gittim göreve başladım. İki sene sonra, yani 2004’te tekrar Diyarbakır’a geri döndüm. Bugün yarın derken arada on sene geçtikten sonra, can dostlarımı ziyaret etmek ve bir sıla-i rahim yapmak üzere Boğazlıyan’a gittim.

Şehir merkezinde bulunan dört katlı okuma salonlarıyla, etüt odalarıyla, dayalı döşeli hizmete açık olan vakıf binası 28.11.2013 günü tüm haşmetiyle adeta bana hoşamedi ederek, sıcak bir karşılamayla beni kucakladığını hissettim. Daha sonra vakfın müdebbirlerinden Nedim Uysal kardeşimiz ve nesl-i atinin temsilcileri olan,  iman ve Kur’an hizmetine koşan talebe-i ulum kardeşlerimizle karşılaşınca,  Cenab-i Allah’ın bu lütfüne, ihsan ve ikramına karşı “haza min fedli rabbi” dedim, Bu vakıf binası var oldukça ve içinde İman, İslam ve Kur’an dersleri devam ettikçe inşallah Boğazlıyan halkı için bir sadaka-i cariye hükmünde olup,  belaların define vesile olacağı Allah’tan umut ediyorum.

Boğazlıyan’ın adı teberi tarihinde “ barış içinde yaşanan yer” anlamındadır. Kökü Türkçe bir kelimedir. Yani boğazına sarılan, kucaklayan ve birbirine kavuşan anlamıma gelir. İşte on sene sonra da olsa aziz dostlarımızla bizi bir araya getiren Boğazlıyan…

İsminden de anlaşıldığı üzere halkı hoş görü ve cana yakın insanlardır. Boğazlıyan nur cemaatinin ulu çınarı ve esnafından olan Necati Avcı ağabey, Zekeriya ve Fatih Bağcı kardeşlerimiz ile Sadettin Sağırkaya hocamızın sıcak davet ve ikramları makul ve unutulmaz anılardır.

Ayrıca, okuma programı için Kayseri’den Boğazlıyan vakıf binasına gelen hafız Abdulhay Durlanık, Murat Aras, Zeynel Koç ve küçük Saidler manasında imana- Kur’an’a hayatlarını vakfeden ve bu inanç altında hayatlarını yürüten sevgili genç kardeşlerimizin namaz arkasında yaptıkları tesbihatlerde, okudukları esma-i Hüsna ve Kur’an kıraati, akabinde  Kur’anın hakiki tefsiri olan Risale-i Nur’dan  dönerli okudukları imanı bahislerle cemaattin medar-i iftiharı olmuştur.

29.11.2011 günü esnaf ve resmi daire ziyaretleri yapıldı, bu arada vefat eden yakınların taziyelerine gidildi, akşam vakıfta yapılan umumi sohbete katılarak fedakâr öğretmen kardeşlerimizden Uğur, Hurşit, Gürbüz hoca, memur kardeşlerimizden ve oranın mukimlerinden Ömer Ayna hocamız ve daha isimlerini sayamadığım birçok yerli halkın katılımıyla oluşan kalabalığa Risale-i nurdan iman ve içtimai konularda sohbetler yapıldı, feyiz dolu sohbet ve konuşmalarla can dostların ilgi ve alakaları bir kez daha teyit edildi.

Keza, 30.11.2013 günü Süleyman Yakut kardeşimizin ikametimize verdiği iki vasıta ile Evliya Ahmet ağabeyin diyarı olan Sarıkaya ilçesine gittik. Kayseri’den okuma programı için gelen öğrencilerle sohbetler yapıldı. Sohbetten sonra, Evliya Ahmet ağabeyle koyu bir sohbete daldık. Dershanelerin kapatılması ve Risale-i nur’un sadeleştirilmesi ile alakalı bana bazı sorular sordu:

Seyahatimle ilgili bu yazıyı yazmamın biri de Evliya ağabeyin soruları neden olmuştur.

Evliya ağabey,  Hoca efendi diyor ki: “ Dershaneler doğru çalıştırılıyorsa hükümet destek verilmelidir. Yanlış çalıştırılıyorsa, o zaman yanlışı düzeltmelidir.”

Ne diyorsun? Evliya ağabeyin görüşünü bilmediğim için ona fikrimi beyan etmekten zorlandım. Evliya abi, bu konular siyasidir, karışmayalım. dedim.

Yani diyorsun ki: Hükümetin hikmetine karışmayalım.

Evet, dedim.

Evliya, ama hoca efendi doğru söylüyor değil mi?

Evet, abi.

Bir ara su-i zan ederek, Mehdi-i azamın görevlerinden olan siyasi kanadını bir eşhasa tevci edenler var. Acaba Evliya abi de “Cibili baba”lar gibi düşünenlerden mi, değil mi? Diye tereddüt ettim.

Gene, Evliya ağabey soruyor: Peki kardeşim sadeleştirmeye ne diyorsun?

Ağabeyim, iyice beni dinle: Risale-i nur’un hiçbir talebesi sadeleştirmeyi kabul etmiyor. Büyük bir hatadır, vazgeçmelidir. Niye? Desen: Risale-i nurlar, Kur’an’ın hakikatli ve manevi bir tefsiridir. Risale-i nurda ne kadar güzellikler varsa hepsi Kur’an’dan süzülüp gelmiştir. Onun için Risale-i nur sadeleştirilemez. Sadeleştirildiği zaman kelimelerin anlam ve manaları değişir, dedim.

Evliya abi: Vallahi bende bu görüşte olduğum için seninle hem fikirim. Bu arada Evliya ağabeyin fikrini de öğrenmiş oldum. Ama, tekrar tekrar bana ayni sözleri nakarat etmeye başladı.

Evliya: O zaman birinci sorumun cevabını aldım. Yani dershanelerin kapatılması bir nevi Risale-i nur’a yapılan taarruz ve hıyanetten dolayı bir tokattır, değil mi? Evet abi, diyerek Evliya Ahmet’le çok heyecanlı sohbetimiz tatlıya bağlandı.

1.12.2013 günü Menderes ve amcası oğlu Yalçın Aygülen kardeşimizin arabasıyla Çayıralan ilçesinde tertiplenen Risale-i Nur okuma programına katıldık. Sorgun, Yerköy, Doğankent, Sarıkaya vs. çevre ilçelerden de gelenler vardı, okuma programı akabinde meşveret yapıldı, hem özlem duyduğum ağabey ve kardeşlerle bir arada bulunduk, hem de feyiz almaya medar oldu. Boğazlıyan’a dönerken Uzunlu beldesi eski Belediye başkanı Abdullah Koç bizi ağırladı, onunla müsamaha ettikten sonra akşama doğru Boğazlıyan’a döndük.

Seyahatimin bir kısmını da Mersin’e ayırdım. Mersin’de de iki gün dost ve kardeşlerle, Boğazlıyan gibi merkez vakıf binasında bir araya gelerek manevi kardeşliğin ayrı bir sırrını ortaya koyup muhabbete vesile olmuştur.

Bu vesileyle tüm can dostlarıma selam ve binler teşekkür ve tebrikler…

Rüstem Garzanlı/Diyarbekir

11.12.2013

www.NurNet.org

Dershaneye Gitmenin ve Cemaat Olmanın Ehemmiyeti!

Şayet biri biliyor, taallüm etmeğe muhtaç değilse ibadete muhtaç veya marifete müştak veya huzur ister. Onun için herkese lüzumlu bir derstir. Emirdağ Lahikası-1 ( 249 )”

Erkân-ı imaniyenin hakaikını göz ile görüp, melaikeyi, Cennet’i, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelal’i göz ile müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur, ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu kâinatı, perişan ve fâni ve karmakarışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsî mektubat-ı Samedaniye, güzel âyine-i cemal-i Zât-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatını göstermiş.

Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mkasr-i-nur-dershanesi-acildi_4389esrur etmiş.

Hem o nur ve o meyve ile beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hacatı hadsiz, a’dası nihayetsiz ve fâni, bekasız bir vaziyet-i dalaletkâraneden o insanı o nur, o meyve-i kudsiye ile ahsen-i takvimde bir mu’cize-i kudret-i Samedaniyesi ve mektubat-ı Samedaniyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebed’in bir muhatabı, bir abd-i hassı, kemalâtının istihsancısı, halili ve cemalinin hayretkârı, habibi ve Cennet-i bâkiyesine namzed bir misafir-i azizi suret-i hakikîsinde göstermiş.

İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir.Sözler ( 581 )”

“Sâni’-i Mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabb-ül Âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebed’in marziyat-ı Rabbaniyesi olan İslâmiyet’in -başta namaz olarak- esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki; o marziyatı anlamak, o kadar merak-aver ve saadet-averdir ki, tarif edilmez. Sözler ( 581 )

“Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Sözler ( 582 )

mütefekkir yolcu her sahifeyi okudukça saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenip ve manevî terakkiyatın miftahı olan marifeti ziyadeleşip ve bütün kemalâtın esası ve madeni olan iman-ı billah hakikatı bir derece daha inkişaf edip manevî çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; sema, cevv ve arzın mükemmel ve kat’î derslerini dinlediği halde هَلْ مِنْ مَزِيدٍ deyip durur .. Asa-yı Musa ( 105 )”

Bu ve emsali Mehazlara dikkat ve tefekkürle müteala edersek derse katılmak ve dersaneye gitmek çok ehemmiyetli olduğunu göz ile görür, kulak ile işitir, akıl ile anlar, ruh ile masseder, tefekkür ile maneviyat ülkesinin sultanının sıbga ile boyalanır. Ve bu sıbga öyle bir sıbga boyadırki tek bir şey onu üzerinden soyar ve soldurur o şey ise Küfür, isyan, tuğyan ve tağiliktir.  Bu küfür o kadar fenâ bir şeydirki insanı Âlâ-yı İlliyinden Esfel-i Sâfiline atar Hutameye Hatab eder.

DERSHANEYE Gitmek Aynı Zamanda Sıla-i Rahimdir!

Siz, birbirinize en fedakâr nesebî kardeşten daha ziyade kardeşsiniz. Kardeş ise, kardeşinin kusurunu örter, unutur ve affeder. Şualar ( 345 )” Bizler en nesebi kardeşten daha kardeş olmamız Râbıta-i Diniye ve Nuriye sebebiyledir.

Üstâdım; “ekber-ül kebair ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir:

1-Katl,

2-zina,

3-şarab,

4-ukuk-u vâlideyn (yani kat’-ı sıla-yı rahm),

5-kumar,

6-yalancı şehadetlik,

7-dine zarar verecek bid’alara tarafdar olmak”tır. Barla Lahikası ( 335 )” Burada geçen ve üstâdımında söylediği Kat’ı sıla-yı Rahm tabirine göre bizim en nesebi kardeşten öte kardeşlerimizle irtibatımızı kesmemiz ise Ekber-ül Kebairdendir. O halde bizler dersaneye mümkün olduğu kadar sık uğramalı mümkün mertebe 1 vakit de olsa namazımızı en nesebi kardeşlerdende öte olan kardeşlerimizle olmalıyız. Malum kardeş aynı Rahimden ve sülbden olan demektir. Bizler ise Hâbil Nesliyiz Kâbilin neslinden değil ve bu nazla Hâbilin Neslinden Rasul/Nebi/Sıdık/Sülehâ geldi /gelmektedir. O halde bizler Nesl-i Hâbilin irtibâtı ne kadar kâvi olursa o kadar Müttaki ve Muhibb oluruz.

Bizler dershaneye gitmez, ihtiyaç hissetmez hakir ve lüzumsuz ehemmiyetsiz görürse “kat’-ı sıla-yı rahm Barla Lahikası ( 335)” kaidesine dahil olup  “ tenbellik eder ise, hasâret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinâyet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalâlet-i azîmedir. Lem’alar ( 59 )”  bu gibi neticeleri vardır. O halde bizler Sıbgatullah ile sıbgalanmazsa SıbgatünNefs u Hevâ ile boyalanacaktır. Sıbgatullah yerine başka sıbgayla sıbgalanan defolu/özürlü hale gelir.

Cemaat ruhuna sıbgasına sâhip olmayan kimse, Cemiyetin sıbgasına sâhip olacak. Bu meseleye ise Üstadım şöyle ifade eder; “Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cem’iyetin bünyesi buna dayanamaz, çünki düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder.

Cem’iyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da, iman kalesinin istikbali selâmette olsa! Tarihçe-i Hayat ( 628 )” ve cemiyette Cemiyetin sürekli insana lehviyat ve hevasatı sunması neticesiyle ahlak sukut eder ve ihvanüşşeyatin edere Sıbgasının rengini nefs ve hevası verir. SıbgatünNefs ise istikbalde insanı “..gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar.. kat’î müşahede ettim. Asa-yı Musa ( 16 )” hitabına mazhar eder. Nitekim Cemaati olmayanın Cemiyeti vardır. Cemiyete uyan ise hayatı Batın ve Ferce münhasır zanneder.

Bizler en nesebi kardeşlerimizle irtibatımızı muhkem tutmamız Cemiyetten bizleri Kurtarır ve Cemiyetin semm-i katl’ini asgariye indirir. Kaziye makus olursa netice de makus olur. Binaenaleyh bizler dersanemizle azami derecede irtibatımızı kavi tutmak mecburiyetindeyiz.

“Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım. Mektubat ( 23 )”

iştirak-i a’mal-i uhreviye düstur-u esasiyeleri sırrınca,  herbirisinin kazandığı mikdar, kardeşlerine aynı mikdar defter-i a’maline geçmesi o düsturun ve rahmet-i İlahiyenin muktezası olmak haysiyetiyle,Risale-i Nur’un dairesine sıdk ve ihlas ile girenlerin kazançları pek azîm ve küllîdir. Herbiri, binler hisse alır. Tarihçe-i Hayat ( 291 )

İştirak-i A’mal-i Uhreviyeden Hissemizim Azameti Temennisiyle

Muhammed Numan

www.NurNet.org

Önemli Olan Keyfiyettir (Kalitedir)

Asıl olanın kemiyet değil; keyfiyet olduğunu dikkate almadığımız zaman, anlayışımızda tersine bir durum hâsıl oluyor. Bu durum da çoğu zaman bizi yeise, karamsarlığa sürüklüyor. Kalite ve keyfiyetten ziyade, kalabalığı, sayı çokluğunu nazara alıyoruz. Böyle bir durumdan istenilen sonucun alınamayacağını göz ardı ediyoruz çoğu zaman. Dinleyenlerin çokluğu, cemaatin kalabalık olması nefsin hoşuna gidiyor, sözde şevkimizi arttırıyor. Dinleyenlerin az olması, camiamızın arzuladığımız çoklukta olmayışı da çoğu zaman bize ümitsizlik veriyor, hizmete olan şevkimizi kırıyor.

Burada doğru olan nedir?

Sonucu hiç hesaba katmadan, kemiyeti-keyfiyeti nazara almadan, aşkla şevkle hizmetlerimize dört elle sarılmaktır. Yalnız ve yalnız rıza-ı İlâhîyi dikkate alarak ihlâsla bütün gayretimizle çalışmaktır. İnsanlar bizi dinlemese, cemaatimizin sayısı çok az da olsa nice ruhânîlerin, meleklerin cemaatimize dahil olup, sesimize kulak verip, bizi dinlediklerinin şuuru ile hizmetlerimize ara vermeden devam etmeliyiz.

Elbette keyfiyet ile beraber kemiyete de önem verelim. Sesimizi daha geniş kitlelere duyurmanın gayretinde olalım. Nurlardaki hak ve hakikatları daha çok insanın öğrenip yaşaması için elden geldiği kadar çalışıp çabalayalım. Bu yolda emek sarf edelim; zahmetleri, meşakkatleri göze alalım. Velâkin meslek ve meşrebimizin esaslarını göz önünde bulundurarak… Dâvâmızın değerinden, ulviyetinden taviz vermeden… Nurlardaki hak ve hakikatlardan, düstur ve prensiplerden vazgeçmeden… Dâvâmızın büyüklüğüne, azametine bir gölge düşürmeden… Kısaca üstlendiğimiz dâvâ adına olmazsa olmaz prensiplerimizi, değerlerimizi korumak kaydıyla kalite ve keyfiyet ile beraber sayı çokluğu dediğimiz kemiyeten büyümek de elbette göz ardı edilemez.

Yoksa ne pahasına olursa olsun sayı çokluğuna odaklanıp, üstlendiğimiz dâvânın ulviyetini, şerefini, değerini düşünmeden, Nurlardaki hak ve hakikatlardan taviz vererek, oradaki düstur ve prensipleri hafife alarak, daha da ötesi ehl-i dünyanın memnuniyet ve rızalarını göz önünde bulundurarak, onların tabularına, kırmızı çizgilerine saygı göstererek, onlarla bazı pazarlıklara girerek, onlardan bazı maddî-manevî destek beklentilerine girerek gelişip büyümeye kalkarsanız, belki önünüzdeki bütün engeller kalkar ve gelişip büyürsünüz, sayı çokluğunu elde edersiniz; ama dikkat edin bu, hiçbir zaman sağlıklı bir büyüme olmaz. Genleriyle oynanmış, hormonlu, sağlıksız ve tehlikeli bir büyüme olur.

Bediüzzaman’ın öncelikli tercihi kemiyet değil; keyfiyettir. O, işin özünü, aslını dikkate alıyordu. “Bazen bir tek kişi bin kişinin yapacağı hizmeti yapabilir” diyordu. Onun tek başına iman, Kur’ân hizmetindeki tarihî başarısını iyi okuyamazsak, keyfiyet-kemiyet denklemindeki sırr-ı hikmeti doğru okuyamayız. Yine onun, Van Gölü’ndeki Akdamar Adasını kastederek “Bu adada on sene kalarak elli tane talebe yetiştirsem, dâvâmı bütün dünyaya duyururum” kesin ve net iddiası da bu hizmette keyfiyetin, kalitenin önemi bakımından her halde bize bazı ip uçlarını veriyor.

Bir nutukla sekiz tabur askeri itaate getiren; bir makale ile otuz bin kişiyi ittihad-ı Muhammedî’ye üye yaptıran; Emeviye Camii’nde on bin kişiye irad ettiği hutbesini pür dikkatle dinlettiren; nice paşalara, valilere, mebuslara muhatap olup, fikirlerini kabul ettiren Bediüzzaman’ın öncelikli gayesi sayı çoğunluğu dediğimiz kemiyet olsaydı, her halde bir günde milyonlarca insanı hemen kendisine taraftar yapardı.

O büyük insan onca ikna veya ilzam kabiliyetine rağmen, o derece her insana nasip olmayan şan-ü şeref ve teveccüh-ü âmmeye rağmen, sürgün olarak gönderildiği Barla gibi küçük bir kasabada, dünyevî hiçbir mevkiyi, etiketi olmayan bir avuç köylü diyebileceğimiz insanla, sesini değil Türkiye’ye dünyaya duyurma başarısını gösteriyor.

Öncelikli gaye ve hedef kalite dediğimiz keyfiyet olunca, arkasında sayı çokluğu dediğimiz kemiyet kendiliğinden gelmiş oluyor. İşte Bediüzzaman’ın yaptığı da budur. Hizmete bin bir türlü mahrumiyetlerle, aklın alamayacağı baskı ve işkenceler altında beş on talebesiyle başlayan Bediüzzaman’ı şu an dünyanın her tarafında milyonlarca insanın okuyor olmasını çok iyi tahlil etmek lâzım.
Kısacası, ”Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yoktur.” (Bediüzzaman)

Hüseyin Gültekin / Nur Postası

Avrupa’da imam isteyen herkese Diyanet’ten imam

Almanya´da 90´lı yılların cemaat kavgaları, cemaat gıybetleri, adam çalmaları ve birbirini rakip olarak görme devri kapandı.

Biraz Alman devletinin baskısıyla biraz da cemaatlerin birbirlerine ihtiyacı olduklarını anlamasıyla paradigma değişiklikleri yaşandı. Cemaatler artık daha çok birbirlerine yaklaştılar ve sorunları giderdiler.

Bunun ilk örneğini 2007´de kurulan üst çatı kurumu KRM´de (Almanya Müslümanları Koordinasyon Konseyi) görmüştük. Almanya´daki büyük cemiyetler biraraya gelip KRM´yi kurmuşlardı. Başlangıçta yaşanan sıkıntıların bir çoğu giderildi ve gelecek için iyi adımlar atılmaya başladı.

Son örnek ise takdire şayan. Eskiden Türkiye´den Diyanet sadece DİTİB`e (Avusturya´da ki ismi ATİB) bağlı olan derneklere imam yolluyordu. Zaten DİTİB Diyanet´in Almanya´daki “kurumu“.

Fakat artık devir değişti. İhtiyaçlar değişti. Şartlar değişti.

Bundan böyle bütün dünyada mescidi olan ve talep eden herkese Diyanet imam yolluyor. Hangi cemaat, hangi dernek olursa olsun. Artık herkese sahip çıkılıyor, kucak açılıyor. Ve ilk imamlar görevlerine başladılar bile.

İmamların DİTİB hariç diğer kurumlara yollanması aslında yukarıda bahsettiğim devrin kapanmasına işaret. İdeolojik saplantılardan kurtulup, Almanya şartlarına göre hareket etme devrinin başlandığının göstergesidir.

Aynı zamanda elbette ümmet bilincinin gelişmesine de bir işarettir. Almanya´da belki en çok ihtiyaç duyulan bilinç ümmet bilinci. Bir avuç müslümanların parçalanmış bir şekilde ve rakip olarak hareket etmeleri yararlarına değil, zararlarına işledi.. hem de tam 50 senedir. Bu yeni gelişme ile devlet müslümanlara, mescitlere, camilere sahip çıkıyor. Hepsini aynı şekilde kucaklıyor. Bundan dolayı cemaatlerin ilişkileri de çok daha seviyeli bir düzeye ulaşacaktır.

Evet, İslam bir üniversitedir. Cemaatlerde bu üniversitenin farklı fakülteleridir. Üniversite sadece fakültelerin birbiriyle dostca çalışmasıyla değer kazanır. Fakülte fakülteye karşı düşmanlık etmez? Etse, koskoca üniversite perişan olur. İşte fakülte halinde olan cemaatler birbirleriyle çalışmalı ve dostca muhabbet etmeli ki, üniversite olan İslam yücelsin.

Cemaat, ayrı ayrı cesetlerin tek bir cesette ittifakıdır. Peygamberimiz (sav) Müslümanları bir vücudun azalarına benzetir (Buhari, Edeb, 27; Müslüm, Birr 66-67). Bir el diyer ele düşmanlık etmediği gibi, Müslümanlar birbirlerine küsmemeleri lazım. Birbirlerine destek olmaları lazım. Kur´an-ı Kerim ne buyuruyor: “Hepiniz Allah´ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin“ (İmran Süresi, 103). Bediüzzaman bu konu hakkında şöyle diyor: “İttifak hüdadadır (Allah yolundadır), heva ve heveste değil.“ (Divan-i Harb-i Örfi, s.59).

Bu bağlamda bu yeni gelişmenin hayırlara vesile olacağını ümit ediyoruz.

cemil@misawa.de

https://www.facebook.com/CemilSa

NUR Terapiler & Halk Üniversiteleri…

Önemli kaynaklardan aldığım bilgilere göre; sadece İstanbul’umuzda en az 1500 ayrı yerde, camilerimizin dışında dînî sohbetler, imanî dersler ve diğer bir ifadeyle Nur terapiler yapılmaktadır. “İstanbul’umuza maşallah, darısı başka şehirlerimize” diye düşünenler için hemen arz edeyim. Diğer illerimiz İstanbul’dan pek de aşağı değiller, çok daha gelişmiş olanları da var. Meselâ Bursa’da 2500’ün, Diyarbakır’da 3000’in, Kayseri’de, 4000’in üzerinde ayrı yerlerde sohbet yerleri olduğu bildiriliyor.

Ülkemize gelip, bu konuda ciddi araştırmalar yapan yabancı bilim adamları, bu toplantılara ve sohbetlere “Halk Üniversiteleri” diyorlar. Çok-çok önemli olduğunu gördükleri içindir ki, bu tür sohbetleri onlar da, döndüklerinde kendi ülkelerinde de hemen başlatıyorlar…

  • · Haksız da değiller hani.

Bu tür sohbetlerin maddî ve mânevî o kadar çok faydaları var ki, “derya içindeki balığın, deryanın kıymetini bilmediği gibi,” bizler de önemini pek fark edemiyoruz. Bu önemli faydaları ve avantajları yazmaya kalksam, bir makale boyutuna sığmaz. Ben sadece bir kısmını özetlemeye çalışacağım, tâ ki bu güzellikler, iki yönlü avantajlar ve her yönüyle çok makbul olan bu ibadetleri herkes bilsin ve en ücra köşelerimize kadar yayılsın.

1. Komşuluk ve arkadaşlık muhabbetlerinin, artmasına ve pekişmesine vesile oluyor.

2. Dînî, ilmî, edebî, ahlâkî, ticarî, meslekî v.s. konularda da fikir teatisinde bulunulduğu için, sürekli kültür alışverişi yapılıyor.

3. Tek başına okunduğu zaman “es” geçilen veya pek anlaşılmayan konular, cemaat bereketiyle, karşılıklı yardımlaşma ve paylaşmalarla, çok daha iyi anlaşılıyor.

4. Herhangi bir derdimiz veya problemlerimiz de, “çay arası tanışma ve kaynaşma” sırasında paylaşılarak ve duâlaşılarak çözüme ulaştırılıyor.

5. O saatlerde (en iyi ifadeyle) monoton geçecek olan ömür sermayemiz, mutlak manada değerlendiriliyor. Eğer TV başında veya daha zararlı bir şekilde geçecek ise hem zarardan ve günahlardan kurtulmuş olunuyor, hem de mutlak avantaja geçiliyor.

6. Hastalıklı bir asrın, kaçınılmaz stres belası ve sıkıntıları mutlaka atılmış oluyor.

7. Sosyal paylaşımların da güzel bir zemini olması nedeniyle, okul, iş, ticaret, seyahat v.s. gibi, her konularda bilgi transferleri yapılıyor.

8. En önemlisi de; Allah c.c. için sevdiklerinizle, hasret giderilmiş olunuyor…

Bir de, mutlak mânâda kazanılan, mânevi avantajlara göz atalım:

1. Özellikle nur sohbetlerinde, konuların tamamı TEFEKKÜR içerikli olduğundan, “Tefekkür-ümmin sâ’ati, ibadeti min seneh..” Hadîs-i Şerifinin müjdesiyle, oradaki “bir saatlik tefekkür, bir yıllık nafile ibadetlerin sevabını” kazandırıyor.

2. Başka bir Hadîs-i Şerife göre de, bu tür meclisleri, melekler ordusu ziyaret ediyor, o evi tavaf ediyorlar ve orada bulunanlar hakkında hayırlı dualarla ve onlar hakkında istiğfarda bulunuyorlar.(Af edilmeleri için yalvarıyorlar.)

Konumuzla ilgili birkaç anekdot arz edeyim ki, çok daha iyi anlaşılsın.

Birincisi: Risale-i Nur eserleriyle müşerref olmuş olan, Üsküdar Mihrimah Sultan Camii Emekli Baş imamı olan hocamızı, 1980’li yıllarda Üsküdar Nur derslerinde sürekli görüyordum. Camideki çok güzel hitabetini bildiğim için, buradaki sohbeti de onun yapmasını içtenlikle arzu ediyordum. Fakat o zât ise her hafta geliyor ve sadece dinleyip gidiyordu. “Hocam lütfen siz buyurun” tekliflerini de, nezaketle reddediyordu. Bir gün bir sohbette kendisine ısrarla, şöyle bir soru soruldu.

-Hocam, sizin bu konulardaki vukûfiyetinizi, tüm külliyatın tamamını defalarca okuduğunuzu ve burada anlatılanların neredeyse tamamını çok iyi bildiğinizi de biliyoruz. Pek ihtiyacınız olmadığı halde, niçin her derse geliyorsunuz?…

  • · Bu ciddi soru karşısında, o zâtın otoriter tavrıyla anlattıkları beni öyle sarstı ki, çeyrek asır geçmesine rağmen, taptaze olarak hafızamda çınlıyor.

Şöyle ki:

-Kardeşlerim, evet doğru söylüyorsunuz. Burada okuduğunuz konuları, ben ayrıca evde de okuyabilirim, fakat çok iyi bildiğim başka bir gerçek ve benim çok büyük bir avantajım var. Buraya onun için geliyorum. Burada, yani bu ilim meclisinde geçen zaman, Mahkeme-i Kübra’da kesinlikle sorgudan MUÂF tutulacak…

-Nasıl yani hocam?

-Şöyle ki: Mahkeme-i Kübra’da, hayatımızın her dakikasının hesabını, tek-tek ve saniye-saniye vereceğiz. Bu durum, âyet-i Kerîmelerle ve Hadis-i Şeriflerle sabittir, yani kesindir. Yarım günümüzün hesabını vermenin ıstırabından, iliklerimizin bile eridiğini göreceğiz. Böyle son derece sıkıntılı bir durumda hesap verirken, böyle bir ilim meclisinde bulunduğumuz, yani şurada (belki de uyuklayarak bile olsa) geçirdiğimiz zamanın hesabına sıra gelince, sorgu melekleri sorgulamayı durduracaklar. “Şu 2-3 saatinizin sualini sormamıza izin yok. Bu süre içinde siz, Cennet bahçesi gibi bir yerde istirahat ediniz” diyecekler. İşte arkadaşlar, o sürelere benim de çok-çok ihtiyacım olacak. Bunu çok iyi bildiğim için, sürekli bu sohbetlere katılıyorum…(Her helâlin hesabı, her haramın azâbı var!)

  • · Ne mutlu böyle mekânlardaki sohbetlere her gün katılanlara, özellikle böyle dershanelerde ve medreselerde sürekli kalanlara…

***

İkinci anekdot: Bir emekli baş komiser ağabeyimiz anlatıyor.

-Yıllar önceydi. Karşı apartmandaki komşumuzu, sürekli bizim evdeki sohbetlere çağırıyordum. Her seferinde, “şimdi müsait değilim, yorgunum, belki başka bir zaman” gibi sözlerle beni aylarca, beklide yıllarca hep reddetti. Bir gün evimizdeki ders sırasında, telaşlı bir şekilde bize, yani derse geldi. Gözleri korku ve dehşet içinde, rengi de sapsarıydı. Hepimiz çok şaşırdık. Sesi titriyor, kekeme gibi bir şeyler söylemeye çalışıyordu.

Neticede dersi kestik, telâşının sebebini sorduk, o da şöyle anlattı. (Ben düzelterek özetliyorum.)

-“Evimin balkonundan dışarıyı seyrediyordum. Sizin apartmanın, sizin katınızın çevresinde, o katı çevreleyen, yeşil ışıktan bir halka sürekli dönüyor. Gözlerimi ovuşturarak tekrar-tekrar baktım. Hâlâ dönüyor, gelin siz de bakın, görün!” diye yalvarıyordu. Birkaç arkadaşla birlikte gittik, baktık fakat biz bir şey göremedik. İşte o arkadaş, o günden beri sohbetlere ve bu eserleri okumaya öyle bir koyuldu ki, kendi evinde bile ders ve sohbet başlattı. Bizler bile şimdi ona gıpta ediyoruz…

Saygıdeğer dostlarım.

Bu anekdotu bana anlatan o komiser ağabeyimiz hayattadır ve her hafta kendisiyle görüşüyoruz. “Bu konuyu okurlarımla paylaşmak istiyorum” diye müsaade istediğimde ise “..hocam, bunlar gibi daha neler-neler var” dedi.

İnşallah onları da ilk fırsatta dinler, en önemlilerini sizlerle paylaşırım…

Raif Öztürk

Risale Ajans