Etiket arşivi: eğitim

Yüksek Puanla Kendini Bulmak(!)

İki anne parkta ayakta konuşuyordu. Çocuklarının yüksek puan almaları gerektiğinden, bu yüzden onlara daha çok çalışmaları için baskı uygulamak zorunda kaldıklarından… Belli ki gergindiler, kaygılıydılar. Geçip gidemedim yanlarından, kulak misafiri olduğum konu derin bir anlam taşıyordu içimde. Özür dileyerek böldüm ve size kendimden bahsetmek istiyorum müsaade eder misiniz, dedim, gülümseyip dinlediler.

Şimdi size de kendimden bahsetmek istiyorum.

mutsuzlukBen ilkokul ve ortaokulu küçük bir ilçede okudum. Başarılı bir öğrenciydim. Beşlik sistemde tek bir dördüm bile yoktu. O yıllarım resim ve kompozisyon yarışmalarına katılmakla geçti, çok keyif alırdım renkleri ve kelimeleri kâğıda dökmekten. Bütün defterlerimin arkasına kız resimleri çizer, çeşit çeşit kıyafetler tasarlardım. Misafirliklerde bile en sevdiğim oyundu, kuzenimle farklı ve özgün kıyafetler çizmek. Şiirler yazardım ben, kuzenim benim şiirlerimi bestelerdi.  Arkadaşlarım bana konu söylerdi, ben o konuda şiirler yazardım, kimileri o satırlarla sevdiği kıza ilanı aşk ederdi.

Sonra bir başka şehirde fen lisesini kazandım.  Fen lisesinde son derece başarısız ve mutsuz oldum.  Adı üstünde “fen” lisesi ve ben “fen” derslerinden hiçbir şey anlamıyordum. Sabahlara kadar çalıştım. Daha doğrusu çalışmaya çalıştım.  Kaygılıydım, her dersten başarılı olmak zorundaydım çünkü. Çabaladıkça herşey sarpa sarıyor ve içinde ne yazdığını anlayamadığım kitaplarla bir girdapa sürükleniyordum sanki. Kaygılı bir beynin öğrenemediğini işte daha o yaşlarda tecrübe ettim.

Son sınıfta genel bir liseye geçtim. Artık yüksek notlar, yüksek puanlar almaya başladım. Ve büyük(!) sınavdan iyi bir puan alarak, yüzde 2’lik dilime girdim. Büyük bir başarıydı sanırım. En iyi üniversitelerde istediğim bölümü okuyabiliyordum. Tıp, mühendislik, mimarlık, öğretmenlik…

Ve o yüksek puanla, mühendisliği kazandım, beş yıl boyunca iyi bir üniversitede eğitim aldım.

22 yaşıma geldiğimde bir mühendistim artık. Ülkenin en önde gelen firmalarından birinde iyi bir maaşla “Mühendis” olarak işe başladım…

Peki mutlu muydum? Hayır!… Kocaman “hayır”… 6 yaşımda anaokuluyla başlayan eğitim sürecim, 16 yıl sonra tamamlanmıştı… Ama ben, mutlu değildim. Mizacıma uygun olmayan bir iş ortamındaydım, bulunduğum konumun gerektirdikleri iç dünyamda çatışmalara yol açıyordu. Yaptıklarım ve yapmak istediklerim arasında uçurum vardı sanki. Kendimi kaybolmuş hissediyordum. Yanlış yerde yanlış bir işle meşguldüm sanki ve bu içten içe huzursuz ediyordu beni. İşe giderken servisim kaza yapsa da gitmesem diye dua eder hale gelmiştim bir süre sonra.

Ne aldığım yüksek puan, ne okuduğum iyi üniversite, ne de iyi bir kariyer imkanı, beni mutlu etmeye yetemedi. Aldığım yüksek maaş da… Benim kendi seçimimdi hepsi, zorlama baskı ile almamıştım kararlarımı. Sonradan anlıyorum ki en büyük ihtiyacım, benim kendimi, ilgi alanlarımı ve potansiyelimi tanımama imkân verecek, doğru bir rehberlikti.

İşte bu yüzden “çocuğum yüksek puan almalı, iyi kariyer yapmalı, çok para kazanmalı” diye kendini ve çocuklarını paralayan anne babalara ve öğretmenlere seslenmek istiyorum şimdi:

Çocuğun aldığı ya da alacağı puanlar sadece bir sonuç. Çoğu zaman da kendini tanıyamamanın ya da  üzerinde hissettiği baskının bir sonucu.  Asıl önemli olan ise çocuğun neler yapmaktan keyif aldığı. Yüce Allah’ın bahşettiği her insana “özel” yetenekler var. Neden herkes Matematiği sevmek zorunda ya da Fen’i başarmak zorunda? Başarılı çocuk deyince fen liseleri akla geliyor da neden dil, spor, sanat gibi alanlara da yatkınlık önemsenmiyor?

Her çocuğun iç dünyasında şekillenen mizacı ile ortaya koyduğu “özel” yanları var. Evet, bu her çocukta var. Okul başarısı düşük olsa da, ilk bakışta görülmese de, keşfedilememiş olsa da… Büyükler olarak yapmamız gereken işte çocuklarımızın o yanlarını keşfetmelerine rehberlik etmek. “Daha çok soru çözsün”e değil de “ne yapmaktan mutlu oluyor”a kafa yormak…

İnanın çok çabuk geçip gidiyor çocukluk yılları.Elde kalan ise uzun bir zaman kaybının getirdiği derin mutsuzluk ve içsel çatışmalar oluyor.Sonra o mutsuzluktan nasibini alıp, yeni başlangıçlarda kendini bulmaya çalışıyor insan.  Bu 10’lu yaşlarda çok daha kolay oluyor da, 30’undan sonra gerçekten çok zor.

Gonca Anıl / www.cocukaile.net

Eğitimde Kendi Modelimizi İnşa Etmek ve Müfredata Kimlik Kazandırmak

Öyle bir insan düşünün ki, bu insan, aldığı eğitimle kendi hayatını ve geleceğini kurabiliyor, kendi gözleriyle görebiliyor, kimlik ve şahsiyet kazanıyor. Eziklik ve aşağılık kompleksi gibi illetlerle malûl değil. Öyle bir eğitim ki, insanımıza büyük ve sınırsız düşünmenin yollarını açmış bulunuyor.

Nerede o eğitim? Ülkemizde mi? Eminim ki hepimiz eğitimde üst üste bunca reformlar yapılmasına rağmen, tedbirleri geçersiz kılan ve Milli Eğitimi yapboz tahtasına çeviren eğitimin asli sorununu merak ediyorsunuz? Okullarla ilgili alınan tedbirlerin meyvesini vermesi ve Milli Eğitim dünyamızın yapboz tahtasına dönüşmesi de açıkça göstermektedir ki, tüm iyi niyetlere rağmen, en üst seviyede dahi eğitim dünyamızla ilgili konularda ciddi yanlışlıklar ve yanılgılar hakim. Eğitim sorunu diye gördüklerimiz aslında gerçek ve aslî sorunlar değil, yansıma ve gölgelerdir. Öyleyse bize düşen temel yanılgılara dikkat çekmek (asıl-kök sorunları göstermek) gerçek çözümleri ele almaktır.

Peki problem nerede? Neden öğrencide ve öğretmende arzu ettiğimiz milli bir heyecan uyandıran reformları gündeme getiremiyoruz? Hatta neden öğretmenden veli-öğrenciye kadar her kesimde eğitime ve okula karşı bir küskünlük var?  Neden ülkemiz baştan sona bir sınavlar ülkesi halini aldı ve eğitim adına cevapları belli doğruların ezberletilmesinden başka bir şey yok?

Cevabı gayet basit aslında… İnsanımız kendisine, kendi değerlerine yabancı bir yapı ile karşı karşıya. Tüm ders ve süreçlerde; müfredat denilen öğretilecekler listesi dayatma şeklinde öğretmene – öğrenciye sunuluyor. Öğretmen gibi, velinin de öğrencinin de seçme hakkı yok. Özel eğitim kurumlarına bile ders ve öğretilecekler konusunda verilen inisiyatif yok aslında. Tam bir devletçi yapı hakim. Kendi değer ve inançlarımızın düşünce, sanat ve hayat tasavvuru ekseninin çok çok uzağında bir eğitim sistemimiz var. Her alanda Batı’yı referans alan ve Batı’nın ikinci sınıf karikatürü ve kötü bir taklidi olan bir eğitim yapısı bu. Hayattan ve uygulamadan kopuk devam eden bir süreçte, cevapları belli soruların ezberletilip/tekrarlatılıp durduğu bir vasatta ülkemiz insanı bilimde, sanatta ve düşüncede özgün şeyler veremiyor.

İnsanımız çocuklarımıza bir medeniyet fikri, ruhu ve iddiası kazandıracak nitelikli bir eğitimin hasreti içinde. Eğitimimizin direksiyonunda hep Batılı danışmanların olduğu söylenir (bu iddianın doğru olduğuna dair hayli makale ve hatta tezler var. Meraklısına sunabilirim). Batılının amacı ise hep diğer ülkeleri sömürmek ve onları kendilerine bağımlı kılmak olmuştur. Bu amaçta en etkili vasıta olarak eğitim kullanılmaktadır. Üretemeyen ve başkasına bağlı toplumlar haline getirmek için diğer ülkelere biçilen rol, kimliği yok edici, bilgiye-sınavlara odaklı bir eğitimdir ki, ülkemizde tam anlamıyla böyle bir yapı hakimdir.

Gerçekten de bu eğitim tezgahından geçen insanımız kendine güvenini kaybetmekte; öğrenilmiş çaresizliğin girdabına düşmektedir. Hep cevabı belli sorular ezberletildiğinden, hayata dair (cevabı belli-açık olmayan) gerçek sorular ve sorunlar karşısında acziyet hissetmekte ve çözümü hep başkalarından bekleyen zihin yapısına sahip olmaktadır. Bu atmosfer derin güçlerce çok iyi değerlendirilmektedir. Batıdan gelenler kutsal emir ve vahiy gibi algılanmakta ve uygulanmaktadır. Bu yüzden de kurumlarımız ve yetkililer millî kaynaklı çözüm odaklı projeler geliştirememektedir. Ya da kendi değerlerimize sahip çıkma cesareti gösterememektedir.  

Ülkemiz, sürekli birilerine (Batıya) bakarak hizaya gelmeye çalıştı. Hala da kurtuluşu Batı modellerinde arıyor; Batılı danışmanların arka planda sinsice dayattığı şekilsel dönüşümlerden medet umuyor. Geçmişe baktığımızda eğitime ruh ve kimlik kazandıracak projeler hiç gündemde olmadı. Hep şekilsel şeyler önümüze sunuldu. Bir proje-reform başlıyor. Onun daha neticelerinin görmeden, ikincisi gündeme geliyor. Onun rüzgarı ile bir süre oyalanıyorsunuz. Sonra başka bir sözde reform ve dönüşüm hikayeleri gündeminizi işgal etmeye başlıyor. Eğitim bu yüzden yapboz tahtası olmaktan kurtulamıyor.

Çünkü siz daha işin başında yanlış yapıyorsunuz. Kendi referanslarınızla yola çıkmıyorsunuz. Siz Mevlana’yı, Şeyh Galib’i, İbni Arabi’yi, Farabi’yi, İbn-i Sina’yı, Heysem’i, Ak Şemsettin’i, Gazali’yi, Bediüzzaman’ı tanıtmadan başka medeniyetlerin Buda, Eflatun, Descartes, Konfüçyüs, Kant, Hegel, Heidegger gibi zirvelerini tanıtabilir misiniz?

Öncelikli sorunun eğitimde kimlik bunalımı ve ahlaki yozlaşma olduğunun farkına varacağız. Eğitimdeki kimlik sorunu bağlamında Yusuf Kaplan’ın tesbitleri ne kadar yerinde:

“Şu temel gerçeği kavramamız gerekiyor artık: Eğitim meselesi, bir medeniyet meselesidir: Her medeniyet, kendi Yaratıcı, insan ve âlem tasavvuru doğrultusunda kendine özgü bir eğitim idraki geliştirir ve geliştirdiği bu eğitim idraki üzerinde/n kendi insan tipini ve bu insan tipinin hem varolduğu hem de var ettiği hayatı ve hayat tarzını, vasat’ı ve vasıta’ları inşa eder.

Hiç kimse, medeniyet meselesini kavramadan eğitim meselesini hâl yoluna koyabileceğimizi düşünmesin. Yine hiç kimse, Türkiye’nin eğitim sisteminin, Batı uygarlığının eğitim anlayışını, sorunlarını kavramaktan bir hayli uzak, devşirdiği Batılı eğitim sisteminin değerlerini de deforme eden çarpık bir eğitim sistemi olduğu yakıcı gerçeğini gözardı etmeye kalkışmasın.

Ayrıca hiç kimse, Türkiye’deki eğitim meselesini tartışırken, -bizim eğitim sistemimizin kötü bir kopyesi olduğu- Batı’daki eğitim sisteminin bizatihî kendisinin çöktüğünü, bunun temel nedeninin Batı uygarlığının yaşadığı köklü varoluşsal / felsefî bunalım olduğunu unutmasın.

(…)

Türkiye’de, eğitim sorunlarının sığ ve dayanaksız temeller üzerinden, kısır ve zihnimizi kısırlaştırıcı bir çerçevede tartışıldığı bir zaman diliminde, Sezai Karakoç’un da, Nurettin Topçu’nun da, Bediüzzaman’ın da yaptıkları tespitlerin ve tekliflerin hiçbir şekilde gündeme gelmemesi, getirilmemesi, açıkçası, eğitim meselesinde daha çok işimiz olduğunu gösteriyor.

Oysa gerek Sezai Karakoç’un, gerek Nurettin Topçu’nun, gerekse Bediüzzaman’ın sahip oldukları kuşatıcı, ihata edici medeniyet perspektifi, yalnızca eğitim meselesinde değil, her alanda bize taptaze ve imajinatif ufuklar sunacak bir perspektiftir.” (Yusuf KAPLAN, Yeni Şafak, 12.3.2012)

İmanın ve kendi değerlerinizle teçhiz olmanın kazandırdığı manevi gücün yerini hiçbir şey doldurmayacaktır. Bu güçle kendinizi yeterli hissediyor; her türlü eziklik ve komplekslik duygularından sıyrılıyorsunuz. Yine bu manevi güç size fedakarlık ve hamiyet duyguları aşılıyor. Yeni bir medeniyet kurma, insanlığı yeniden inşa etme ve yeni bir dünya kurma inanç ve hayaline sahipseniz; idealinizi gerçekleştirmek için içinizde doğan ateş başarı yolunda en büyük itici gücünüz oluyor. Sistem anlayışı ve ekip ruhu (takip-organize) ile hareket etmeyi, eğitimi teknoloji ve yeniliklerle birleştirmeyle ilgili hususları çabuk kavrıyorsunuz.

Bu süreçte, çok geçmeden, tahkik ve tefekkürü esas yapan zihinsel dönüşüm sürecinde ortak aklı hakim kılmayı, eğitim, beyin-öğrenme ve motivasyon gerçeklerini öğreniyorsunuz. Esasen Arşimet dayanak noktasını bulmuş ve fıtrata, hakka dayanıyorsanız sizi tutacak bir güç yoktur. Hakkı ve sevgiyi rehber yapmışsanız elinizde güzel aletleriniz olmasa da çok güzel işler başarabiliyorsunuz. İmkansızlıklar içinde imkanlar oluşturuyorsunuz.

Yapacağımız şey basit. Kaybettiğimiz güvenimizi ve ümidimizi kendi değerlerimizle yeniden kazanmak. Ne kadar basit olursa olsun kendi geliştireceğimiz ve pilot uygulamaları ile başarılarını göreceğimiz eğitim modellerini hayata geçirmek. İşgal altında kalan müfredatı/bilimi kendi kimliğimize ve ülkemizin hedefleri/öncelikleri/faydası doğrultusunda bir medeniyet anlayışı ile yeniden inşa etmek…

Kendimizin ürettiği milli karekterli modeller insanımızın vicdanında ma’kes bulacak ve umumi bir heyecan ortaya çıkacaktır. Eksiklikler zamanla telafi edilecek, mükemmele doğru bir gelişim süreci başlayacaktır.

Prof. Dr. Osman Çakmak

www.Ulegder.net

Eğitimde ‘Zühre, Katre, Reşha’ Modeli

Bazı misaller ve alegoriler vardır ki pek çok ince hakikatlerin anlaşılması için aklımıza kapı açar, fikrimize yol gösterirler. Bediüzzaman’ın Sözler adlı eserinde güneşin üç farklı yansımasına örnek olarak; Zühre (nakışlı-süslü bir çiçek), katre (ay ışığını yansıtan bir damla) ve reşha (şeffaf bir şey üzerinden yansıyan veya bir delikten süzülen bir ışık) misali verilmiştir.‘Zühre, katre ve reşha’ misali de pek çok hakikatlere işaret etmekle birlikte, eğitimde öğretmen-öğrenci münasebetlerine de ışık tutmaktadır.

“Meselâ, Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan saffetli bir Reşha’yı farz ediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyakı bulunuyor.

Meselâ, güneşin, kendi Hâlıkının izniyle ve emriyle, üç çeşit tecellîsi ve in’ikâsı ve ifâzası var: Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikâslarıdır.

Birincisi üç tarzdadır:

Biri, küllî ve umumî bir tecellî ve in’ikâsdır ki, bütün çiçeklere birden ifâzasıdır.

Biri de has bir tecellîdir ki, herbir nev’e göre bir hususî in’ikâsı vardır.

Biri de cüz’î bir tecellîdir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır.

Şu temsilimiz o kavle göredir ki, çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin istihâle-i in’ikâsiyesinden neş’et ediyor; ve bu kavle göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit aynalarıdır.’’ (Nursi, Bediüzzaman said, Sözler. Sh:336 Envar Yay. 1993. İstanbul)

Bu misalden yola çıkarak eğitim sistemimizde dikkat etmemiz gerekecek bazı noktalar ve  işaretler çıkaracağız.

Hayatın kendisini okul ve her bir insanı da bu hayat okulunun bir öğrencisi farz edersek bunun herkesi ilgilendiren bir mesele olduğu da ortaya çıkacaktır.

Eğitim  bilimciler  eğitimi,  istendik davranış değişikliği olarak tarif ederler. Yani eğitilenin davranışlarını biçimlendirmek ve olgunlaştırmak.

Eğitimin ana unsurları öğretmen, öğrenci ve eğitim sistemidir. Dersler, ders araçları ve öğretme yöntemleri bu davranış değişikliği için birer araçtırlar. Aslında öğretmenler ve eğitim sistemi de bir vasıtadır. Asıl olan bireydir, öğrencidir. İnsanlar her halükarda davranış değişikliğine uğramakta ve şekillenmektedir. Eğitim kemale doğru şuurlu bir değişimdir. Hayatın sonuna kadar devam eden bir terbiyedir.

Biz bu misalden bir öğretmenin üç çeşit etkisini ve zühre, katre, reşha tipi  üç öğrenci modeli çıkartacağız.

ÖĞRETMENİN ÜÇ TİP YANSIMA MODELİ

Bir öğretmenin, (güneşin dünyada üç türlü yansıması gibi) öğrenciler üstünde üç türlü tesiri vardır.

Yani öğrenciler; çiçeğin güneşten aldığı renkleri yansıtması veya su damlasının gece ay ışığından aldığı güneş ışığını yansıtması veya her bir şeffaf şeyin ve cam parçasının bizzat güneşe ayna olup ışığını yansıtması gibi öğretmenden aldıkları eğitimi ve terbiyeyi üç türlü yansıtırlar.

Öncelikle öğretmenin öğrenciler üzerinde üç türlü tesiri var.

Birincisi, bütün öğrenciler üzerindeki öğretmen imajıdır ki dersine girsin girmesin okuldaki her insana lisan-ı hal ve kali ile iyi insan modeli yansıtmasıdır.

İkincisi, muhatap olduğu ve münasebeti olan öğrencilere ve dersine girdiği öğrencilere karşı olan imajıdır ki onlara genel olarak muhatap olur ve resmi bir diyalog ile maddi ve manevi bir tesiri bulunur.

Üçüncüsü, öğrencilerle has ve özel diyalogudur ki, onlara isimleri ile hitab eder ve onları tek tek değerlendirir. Öğrenci merkezli bir eğitim modelinde onları tanır ve taleb ettikleri bilgiyi aktarır.

‘ZÜHRE, KATRE, REŞHA’ ÜÇ TİP ÖĞRENCİ MODELİ
ZÜHRE TİPİ ÖĞRENCİ

Bazı öğrenciler bir tohum ve çiçek gibi eğitim süreci içerisinde kabiliyetleri nispetinde inkişaf ederler. Zaman içinde davranış değişikliği ortaya koyarlar. Öğretmen ve eğitim sistemi ne kadar uğraşırsa uğraşsın onlar ancak kendi kabiliyet ve kapasiteleri miktarınca eğitilebilir ve öğretilebilirler. Bazı öğrencilerde özel yetenekler ön plana çıkar ve onlarda inkişaf ederler. Spor, müzik, drama ve güzel sanatlar gibi alanlara yönelebilir ve başarılı olabilirler.

KATRE TİPİ ÖĞRENCİ

Öğretmeni örnek alan ve öğretmenin etkisinde kalan öğrenci tipidir. Öğretmenin ağzından çıkan her sözü ve emri hüccet kabul eder ve ideolojik yapısını örnek alır. Güneşin ışığını, ay vasıtası ile alan su damlası gibi, gerçekleri ve hakikati değil, öğretmeni kendine kaynak alır. Öğretmen merkezli eğitim sitemlerinde bu tip öğrencilerin ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Bu tip öğrenciler öğretmenin aydınlığından,  entelektüelliğinden, maneviyatından ve davranış biçimlerinden çok etkilenir, benimser ve yansıtırlar.

REŞHA TİPİ ÖĞRENCİ

Bu tip öğrenciler kendilerine ilmi, bilimi ve hakikati rehber kabul ederler. Öğretmen onlar için bir ders arkadaşıdır. Öğretmenin yansıttıklarını tartarlar ve analiz ederler. Sadece sorularının cevaplarını ararlar. Öğretmen eğitim süreci içerisinde onlara danışmanlık yapar. Öğretmen değişse de onlar için çok şey değişmez. Onlar okulun ya da öğretmenin değil, hakikatin, aydınlığın ve bilimin talebesidirler.

ÖĞRETMENİN DİREKT – ENDİREKT TESİRİ

Bir öğretmenin öğrenciler üstünde iki şekilde tesiri vardır. Birisi doğrudan doğruya perdesiz, engelsiz, vasıtasız, resmi olmayan, samimi ilgisi ve iltifatıdır. İlmi ve aydınlığı gölgelemeden öğrencisine yansıtır.

Diğeri resmi, perdeli ve aşamalıdır. Bazen kendi bakış açısı ve ideolojik tavrı hakikatlere perde olur. Verdiği derslerin içerisinde, dersin muhtevası ve imkânları nispetinde tesiri vardır.

SONUÇ VE ÖNERİLER:

1-Öğretmenler öğrencilerinin farklı özelliklerini kabul edip hepsinin tek tip davranış değişikliği göstermesini beklememeliler.

2-Öğretmen, öğrencilerinde gördükleri farklı davranış biçimlerini normal karşılamalı ve zorla değiştirmeye çalışmamalıdır.

3-Öğretmenler görünüşlerine ve lisan-ı hallerine çok dikkat etmelidirler. İyi bir rehber ve model olmalıdırlar.

4-Öğretmen perde ve gölge olmaktan kaçınmalı, sübjektif görüşlerden ziyade hakikate ve objektif görüşlere yer vermelidir.

5-‘Marifet iltifata tabidir’ hakikatine dikkat etmeli, öğretmen ve öğrenci arasında samimi diyaloglar geliştirmelidir.

6-Öğrenciler araştırmaya, kendi kendine öğrenmeye, kitap okumaya, bilhassa kâinat kitabını okumaya teşvik edilmelidir.

7-Öğrencilerin fikirlerine, görüşlerine ve bilhassa sorularına saygı göstermeli ve değer verip ilgilenilmelidirler.

8-Öğrencilerin hatalarına toleranslı olmalı ve yanlışlarını düzeltmelerine fırsat verilmelidir.

9-Herkes kendisini bir talebe olarak görmeli ve bu kâinat kitabının bir mütalaacısı olduğunu unutmamalıdır.

10-Daima müspet ve olumlu fikirler açıklamalı, menfi ve negatif yargılardan kaçınmalıdır.

Rasim Soylu / Risale Haber

Eğitim Sistemi İçin Atılan Tarihi Adım

Türkiye Akademisyenler Platfromunun teşebbüsü ile başlatılan Eğitimde Paradigma Dönüşümü adlı çalıştayı yöneten Prof. Dr. Osman Çakmak ;
“Çalıştayın tarihi bir görev ifa ettiğini şimdiye kadar yapılmayanı yaptığını” söyledi. Çakmak, çalıştay, eğitim düzen ve anlayışımızın bir  medeniyet  duruşu sergileyen konuma çıkarılması ve kendi kimliğimizle  ayağa kaldırılması ihtiyacını,  ortaya koyduğunu  sözlerine ekledi.  Platform başkanı Çakmak ayrıca yeni Bakanın işe  zihniyet dönüşümü ile başlamalı” gerektiğine dikkat çekti.
Çalıştay tarihi bir görev yaptı
 Bu yazımda esasen, Milli Eğitimin direksiyonuna geçen sayın Nabi Avcı ’nın önünde bulacağı eğitim sorunlarından söz edecektim.. Yeni bakan işe zihniyet değişimi ile başlamalı, muhtevaya dair reformları gündeme getirmeli diyecektim. Halbuki, geçen haftalarda organizesinde yer aldığım EĞİTİMDE PARADİGMA DÖNÜŞÜMÜ  adlı çalıştaydan söz etmeyi ve bir değerlendirme yapmayı daha uygun buldum.
 
Türkiye Akademisyenler Platformunun teşebbüsü ile başlatılan Çalıştaya Üsküdar Üniversitesi ev sahipliği yaptı ve Tuzla belediyesi destek verdi. Bu toplantıya vesile oldukları için Üsküdar Üniversitesi rektörü Nevzat Tarhan hoca ve Tuzla Belediye Başkanı Şadi Yazıcı ve Belediye başkan yardımcısı Turgut Özcan’a ne kadar teşekkür etsek az. Zira bu Çalıştayla çoğu katılımcıların ifade ettiği gibi “tarihi bir görev ifa edildi”. Zira bu çalıştayın ders kitaplarının materyalist, seküler ve tek tipçi söylemlerinin bizi biz yapan değerleri yerle bir ettiği, bizleri hormonlu kişilere dönüştürdüğü bütün çıplaklığı ile ortaya kondu. Çözüm paketleri gündeme geldi. Eğitimde kendi referans sistemlerimizin kurulmaya başlanması ve ders kitaplarının ve eğitim materyallerinin kendi medeniyet anlayışımızla yeniden yazılması için imkanları bir araya getirilmesi ihtiyacı bütün şiddeti ile kendini gösterdi. Çalıştay, eğitim düzen ve anlayışımızı revize ederek yeni bir paradigma, müfredat ve içerikle buluşturmanın zamanının gelip geçtiğini ortaya koydu. 
Bu çalıştay, ülkede ders ve eğitim kitaplarının kimliğe kavuşması için çırpınan akademisyen, öğretmen, yayıncı ve bürokratları bir araya gelmişti. Toplantılar sonucunda ortak bir yol haritası belirlenmesi yolunda önemli mesafeler alındı.
Çalıştay, ders kitaplarına ve yayınlarına muhteva-mana ve derinlik kazandırılması için bir yol haritası arayışı idi. Amaç, eğitim ve bilim dünyamızda süregiden kopya ve taklitçiliğe dur demek ve eğitimi kendi ekseninde kimliğe ve medeniyet duruşuna sahip kılmaktı. Özellikle ders kitaplarını ve müfredatı jakoben ve ideolojik ögelerden arındırmak için neler yapılabileceğini ortaya koymaktı.
Çünkü okullarda okuduğumuz kitaplar bize bu âlemi ve içindeki varlıkları sahipsiz ve gayesiz olarak öğretir. Bu bakış açısına göre gökte bir Güneş vardır, ama onu oraya yerleştiren birisi yoktur. Güneşin orada olmasının bir amacı da yoktur. Bulutlar hareket eder, yağmur yağar, ama onu kimse göndermez, kendiliğinden ve hedefsiz bir şekilde gelir! Göklerde veya yerde var olan her şey ve cereyan eden her hadise, böyle başıboş ve hedefsiz bir şekilde anlatılır. İnsan ise amaçsız olarak dünyaya gelir, gelişmiş hayvanlardan bir hayvandır. Bilim diye, objektiflik diye sunulan pozitivist, determinist, mater¬yalist anlayış zihinleri şekillendirmeye devam ediyor.
Bu hem çalıştay ve hem de panel aktivitelerinin birlikte yürütüldüğü bir yoğun toplantılar dizisiydi. Türkiye Akademisyenler Platformu (TAP) adına genel aktivitenin koordinasyonu ve organizasyonu görevini üstlenmiştim. Kısa bir zaman aralığında gerçekleştirilmesi gerekiyordu toplantının. Marmara öğretmenler grubu, sömestir tatilini değerlendirmek istiyor ve bu aktivitenin Şubat tatili aralığında olmasını talep ediyorlardı. Bu yüzden Samanyoluhaber.com haftalık süregiden yazılarıma bir iki hafta yazılara ara vermek zorunda kaldım. Okuyucularımızdan özrümün kabulünü rica edeceğim. Bu arada 20 yıldır görev yaptığım Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nden ayrılmam ve yeni bir üniversiteye (Yıldız Teknik Üniversitesi) geçişim de bu yoğunluğun içinde vaki oldu.
İşgal Altındaki Eğitime Özgürlük Arayışı
Gerek panellerde ve gerekse çalıştayda gündemde olan asıl konu, yukarıda da belirttiğim gibi, eğitimdeki materyalist felsefi bakış ve ideolojinin bilim diye sunulmasına karşı eğitimin objektifliğe kavuşturulması için çözüm yolları teşkil etti. Hatırlarsanız sayın başbakan Recep Tayyip Erdoğan “dindar bir gençlik yetiştirmek istediklerini, muhafazakâr demokrat bir parti olarak kendilerinden ateist bir nesil yetiştirmelerinin beklenemeyeceğini ifade etmişti. Bu söz hayli tartışmalara yol açmıştı o zaman. Bu sözün ardından çözüm için eğitimin yetenek öğütmesi ve hiç bir şeyi hakkıyla öğretmemesi (örneğin ülkemizdeki yabancı dil öğrenimini ele alalım) konusu gündeme getirilmeliydi. Bunun yanında eğitimin ve okulların inanç ve insani değerleri yerle bir eden yapısına nasıl çözüm bulaca konusu ele alınmalıydı. Bunların hiç biri gündeme getirilemedi. Çünkü problem hem teşhis edilmiş değildi, hem de nasıl çözüleceğine dair elde çözüm paketi bulunmuyordu. İşte bu çalıştayla çözüm paketlerine ulaşıldığını söyleyebilirim.
Evet okullarda batıda çoktan terkedilen determinist kartezyenci bilimsel hurafelerin öğretildiği kimsenin umurunda görünmüyor. Bu konularda doğru dürüst ne sempozyuma ne de çalıştay vb aktivitler yapılıyor. Medyanın da gündeminde değil. Teşhisi bile yapılmamış hastalık olarak devam ediyor materyalizmin eğitime hakimiyeti. Biz de böyle olduğu gibi topyekün islam dünyasının bir problemi bu. Çocuklarımız iyi ve doğru şeyleri okullardan değil alternatif kaynaklardan sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu eğitim ve yayıncılık faaliyetlerinden öğreniyorlar. Yada derslerin-müfredatın zehirlerini panzehire dönüştürmede mahir muallimlerimizden talim ediyorlar. 
Çalışma masalarından birisi “derslerin ve müfredatın felsefi arka plana kavuşturulması” idi. Bu çalışma grubunca ele alındığı gibi, eğitime ruh ve muhteva – ideal verilmeyince biçimsel-şekilsel tedbirler öne çıkıyor Marifet ve hikmet yerine malumat -kuru bilgileri kafaya yığıp duran ezberci sistem (sınav-test çözme için eğitim yapma) hakim oluyor. Okullarla testlerle öğretilenlerin temeline inerseniz -ilkel, kaba, çağdışı pozitivist hurafeler ve jakoben söylemleri görürsünüz. Eğitimin bu ruhsuz hali ne öğrenciyi motive ediyor ne de öğretmeni.
Milli Eğitim Bakanlığı’ nda hep merkezden (Ankara) üretilen “güzel” (şekilsel) projeler sahipsiz kalıyor. Ders kitapları bedava ama, % 90 öğrenci ve öğretmen tarafından kullanılmıyor. Diğerleri gibi “Yapılandırıcı Müfredat Reformu” da yarı yolda kaldı. FATİH projesi ile derslikler akıllı tahtalarla donatılıyor ama teknoloji harikası “akıllı tahtalar”, içerik kazandırılamadığından, az sayıda kullanan öğretmenlerimiz ise, “hızlı test çözmede iyi bir alet bulduk” diyorlar (her şey merkezi sınavlara endekslendiğinden). Halbuki bu muazzam ve değerli yatırımlarda amaç bu değildi. Tüm bu durumlar Milli Eğitimin “politikasızlığını” daha doğrusu “sahipsizliğini” göstermiyor mu?
Ortaokullarda, liselerde zıvanadan çıkan uyuşturucu kullanımı, çarpık cinsel ilişkiler gibi ahlâkî çöküntüler bu eğitimin “acı meyveleri” ve amaçlanmayan “yan ürünleri” olduğu da görülmüyor. Bu ülkenin hırsızları, yolsuzları, tuzu kuru semirmiş Ergenekoncuları ve dağa çıkmış teroristleri kaba ve ilkel hurafeleri, öğreten bu seküler-laik eğitimin ürünleri değil mi? Teröre karşı tedbir üstüne tedbirler alınırken, milyarlar bu yolda sarfedilirken, bu eğitim , ahlaksızlığı-kimliksizliği olduğu kadar terörü de beslediği görülememektedir.
 
Çalıştayın Başarısı
Çalıştayın en dikkate değer bir yönü yayıncılık ve eğitimle ilgili tarafları bir araya getirmesiydi. Çalıştaya 250 aşkın kayıtlı katılımcıların büyük çoğunluğunu öğretmen ve öğretim üyeleri teşkil etti. Milli Eğtim bakanlık yetkilileri kadar sivil toplum kuruluşları ve örnek ve model eğitim ve yayıncılık geliştiren kurumların temsilcileri geliştirdikleri modeli anlattılar. Bakanlıkca hayata geçirilmeye çalışılan FATİH projesini ve dijital yayıncılık konusunu Bakanlık yetkililerinden dinleme imkanı bulduk. FATİH projesi genç ve dinamik bir ekip ve ülkenin yerli kaynakları ile geliştirilen muazzam bir proje. İçi doldurulabilse eğitime çağ atlatacak bir poje. Fatih projesinin içinin doldurulması ihtiyacının bu çalıştayda aşikar bir şekilde görülmesi bu çalıştayın önemi bir kat daha artırdı. Yayıncılık ve ders kitabı ve eğitim materyal üretiminin boyutları ve bilinmeyen yönleri (özellikle dijital yayıncılık) her sahanın uzmanı tarafından ele alındı ve anlatıldı. Böylece büyük resmi ve resmin bütününü görme şansı ortaya çıktı.
Tuzla Belediyesi Kültür tesislerinde yapılan kapanış törenine Hekimoğlu İsmail’in katılması aktiviteye ayrı bir renk kattı. “Bilimler ve Yorumlar” kitabı ile fen eğitimine yeni bakışın ilk tohumları atılmıştı. Hekimoğlu İsmail’e bu hizmetinin anısına bir şükran plaketi takdim edildi. Dikkat ve ilgi çeken, takdir gören bir olay ise Van Valiliğinin “bu toplantı çok önemli, mutlaka katılmamız gerekir” diye karar alarak, Vali Yardımcısı Zafer Coşkun’un bir ekiple (İl Milli Eğitim şube müdürleri ile) toplantıya katılması idi. Zafer Coşkun eğitime duyarlı, dinamik ve çalışkan bir bürokrat. Aynı zamanda üstün bir yetenek. Van Valiliği, terörün önlenmesinde eğitimin ve insanımızın manevi değerlerinin öne çıkarılması konusunun farkında. Van’da Valiliğin ve Milli Eğitim Müdürlüğünün öncülüğünde uygulanan Değerler eğitimi örneği Van Vali Yardımcısı Zafer Coşkun tarafından sunuldu. Van Valiliğinin eğitime duyarlılığını tebrik ediyoruz. Bu duyarlılığın diğer vilayetlerimize de sirayet etmesini diliyoruz. İstanbul Milli Eğitim müdürü Muammer Güler’in programa katılımı ve programın ruhuna uygun bir konuşma yapması da takdire değen diğer önemli bir olaydı.
Programa yurt dışından da katılım vardı. Örneğin “evde eğitim (Home Education)” konusunun uzman Jarred Everette Thomson (ABD) Açık öğretim-ev okulu ve aile eğitimi modelleri masasına katıldı ve Amerikadaki uygulamayı anlattı. Sosyolog Prof. Dr. Ferid el-Attas (Singapur Milli Üniversitesi Malay Araştırmaları Bölüm Başkanı) ile Doç. Dr. Necati Aydın (King Saud University) bilimin ve eğitimin nasıl ateizme-materyalisme alet edildiğini anlattılar konunun dünyadaki uzmanları olarak.
Çalıştaya ön hazırlık olarak gündüz ve akşam akşam ayrı programlar yapıldı. Toplamda 40 kadar sunum gerçekleşti. Akşam programının bir oturumu yayıncılıkta ve eğitimde güzel ve örnek uygulamalara tahsis edilmişti. Örnek ve model uygulamalar bizzat işin pratisyenleri tarafından anlatıldı.
Ülkemizde özel kuruluşların geliştirdiği çok değerli yayıncılık ve eğitim örnekleri ile ilgili sunumlar heyecanla izlendi. İnsanımızın önü açıldığı takdirde (müfredat serbestliği sağladığımız ve eğitim üstündeki devlet tekelini kaldırdığımızda) muazzam sonuçlar çıkacağını hayal etmeye başladım. Temennimiz, içine düştüğümüz kompleksten, Batıya göre hizaya gelme hastalığından kurtulup kendi kimliğimiz ve insani değerlerlerimizle ayağa kalkmak. Görülmüyor mu ki değerlerimizden aldığı güçle bulunduğu ülkelerde model eğitim ve örnek okullar oluşturan insanımız Dünya yüzünde eğitim destanları yazmaktadır.
Açık Öğretim Liselerinin Açtığı İmkanlar
Açık Öğretim Lisesinde okuma imkanını gerçek bir eğitim başarısına dönüştüren eğitim model ve uygulaması şayan-ı hayretti. Kısaca söz etmeden geçemeyeceğim.
Liselerin ahlaki yozlaşmanın mekanı haline gelmesi ve üstelik hayata-mesleğe dair faydalı bir şeyler sunamaması karşısında duyarlı aileler Açık Öğretim Liselerini iyi bir alternatif olarak görüyorlar. Eğitim hizmetleri sunan vakıf ve kuruluşlar, Açık Öğretim Lisesinin içini dolduracak metotlar keşfetmişler ve bu imkanı büyük bir fırsata dönüştürmüşler. Şöyleki, çeşitli özel kurumların kurs niteliğinde sürdürdükleri faaliyetlerde Açık Öğretim Lisesine kayıtlı olan öğrenciler için üstelik en az üç tür eğitim birlikte sunuluyor: (1) Açık Öğretim Lisesi sınavlarında başarılı olmak için lise eğitimi, (2) temel ahlaki – manevi değerler eğitimi yanında bazı mesleki ders ve uygulamalar-entelektüel becerileri kazanma kurs ve eğitimleri, (3) Üniversite Giriş Sınavına hazırlık eğitimi. Genelde yatılı olarak sürdürülen bu süreçte öğrenci vakitlerini rehber öğretmenler eşliğinde daha verimli geçirmekte ve yaşayarak öğrenme imkanı bulmaktadır. Bu eğitim süreci, gezi, gözlem, kitap okuma gibi sosyal ve kültürel aktiviteleri ile destekleniyor. Entelektüel faaliyetler, spor ve sanat faaliyetleri liselerde olduğu gibi buralarda “sözde” kalmıyor. Disiplinli ve planlı çalışma meyvesini veriyor ve bu eğitim kurumu mezunları ÖSS nin üniversite giriş sınavlarından fevkalade yüksek puanlarla istedikleri üniversite bölümlerine kayıt olma imkanı elde ediyorlar. Üstelik bu eğitimle Açık Öğretim Lisesini 2.5 veya 3 yılda tamamlama şansına ulaşıyorlar.
Bu kurs eğitimlerini cazip hale getiren bir başka nokta, masraflar dışında kâr amacı güdülmemesi vesilesi ile eğitim masraflarının çoğu aile için makul bir düzeyde kalmasıdır. Burada eksikliği hissedilen şey, ateizmin ve materyalizmin sözcüsü haline gelen ders ve eğitim kaynakları karşısında kendi medeniyetimizin ve kimliğimizin sesi olacak ders kitap, yardımcı kitap yada eğitim materyal ve kaynakları.
Açık öğretim lisesi örneği de gösteriyor ki çağın en yeni bilgilerini sunacak hikmet dersi verecek eğitim kaynaklarına olan ihtiyaç üst düzeyde bulunuyor. Umarız ki yeni Milli eğitim bakanı şeklî dönüşümlerden meden uman öncekilerin yolundan ayrılır ve aslî ihtiyaçlara ve çözümlere yönelir. Eğitimi bir medeniyet davası olarak görür ve Batının karikatür taklidi şeklinde süregiden eğitim için gerçek reçeteleri gündemine alır.
İnsanımızın geliştirdiği Açık Öğretim Lise modelini daha ileri götürmek için Devletin yapacağı çok katkılar var. Örneğin Liselerin laboratuar ve uygulama alanları bu amaçlarla boş saatlerde kullandırılabilir.. Böylece çoğu Liselerde atıl vaziyette duran imkanlar değerlendirilmiş olacaktır (liselerde çoğu laboratuarların kapılarının sürekli kilitli kaldığını, ders ve laboratuar malzemelerinin çoğunun kutularının açılmadan beklediğini bu vesile ile belirtelim).. Devlete yük olmadan fedakarlıklarla yapılan bu tür faaliyetlere kolaylıkların sağlanması örneğin bu kurumlara öğrenci başına burs gibi katkılar yapılması bu faaliyetlerin yaygınlaşması ve eğitimin topluma mal edilmesi adına önem taşımaktadır. Aslında bunlar Devletin başta gelen görevleri arasında bulunuyor.
Devlet Patron Olmayı Bırakmalı ve Eğitim Rekabete Açılmalı
Panel sunumlarında ve çalıştay gündeminde beliren eğitime kısa ve basit çözüm yolu şuydu: Eğitimin toplumsallaşması ve sivilleştirilmesi. Bu konu sıkca dile getirildi. Bu konuda masa çalışmalarında önemli sonuçlar çıktı. Konunun hayatiyetine binaen ele alınan gerçekçelerden kısaca söz etmek isterim..
Bakın sendikalar özgürlük çabası içinde olduklarını iddia ediyorlar. Özgürlük çabası içinde olduklarını iddia eden bir çok sivil kuruluş var. Ancak onlardan eğitimin önünün açılmasının müfredat serbestliğinin sağlanması, eğitimin topluma mal edilmesi ve devletçi tekelin bırakılmasına bağlı olduğunu duyamıyoruz. Sendikalar ve sivil kuruluşlar, devletin eğitim-öğretim faaliyetlerindeki tekeline karşı mücadele etmesi gerekirken, tam tersine devlet müdahalesinin kendi ideolojik arzularına göre olmasını istiyorlar. Gerçek eğitim sorunlarını dillendirmenin, eğitimi özgürleştirmeye yönelik çabaların çok çok uzağında kalıyorlar.
Güvensizlik üzerine kurulu ve kendi insanından korkan ürkek yapı devam ettikçe insanımızda var olan dinamikliği eğitime ve gelişime aktarmak mümkün değil elbette. Evet nasıl ekonomide özelleştirme savunuluyor ve özel sektörün pek çok işi devletten daha iyi yaptığını görüyorsak, eğitimde de -gerçek anlamda- özelleştirmenin önünü açmak durumundayız. Devlet eğitimin finansmanında, müfredatın belirlenmesinde, eğitim sektörünün çalışanlarının statüsünde konum değiştirmedikçe yapılanlar kozmetik değişiklikler olmanın ötesinde bir anlam ifade etmeyecektir.
Türkiye’de çoğu müesseseler misyonuna uygun yapılandırılamadığından varlığı “sözde” kalmaktadır. Özel okullar konusu da bunlardan birisi. Ülkede görüntüde özel okullar var. Ama bu okullarda da her şey “merkezden” belirleniyor. Evet tekrar tekrar vurgulayalım ki ülkemizde devletçi yapı eğitime her alanda hakim durumda. Hem finanse ediyor, hem müfredatı hazırlıyor ve istediği gibi değiştirebiliyor ve hizmet sağlıyor. Bu şekliyle Kuzey Kore tipi katı ve merkeziyetçi bir yapı hükmediyor ülkemizde. Ülkemizde ana okullarından üniversiteye kadar, adı vakıf ve özel okul olsa da hepsi de aslında devlet okulu. Gidin bakın okulların giriş kapılarındaki tabelalara. Kimisi MEB, kimisi YÖK üzerinden olmak üzere tamamı devlete bağlı ve bağımlı. Bağımsız bir eğitim kurumu göremezsiniz. Müfredat, tamamen, bazen doğrudan bazen dolaylı yollardan, devlet tarafından belirlenmekte. Merak edenler bir “özel kolej” ile bir devlet ilkokulunun sözgelimi birinci sınıflarını müfredat ve dersliklerin ideolojk endoktrinasyon mesajlarıyla bezenmesi bakımından karşılaştırsın. Evet ülkemizde eğitimde kelimenin tam anlamıyla bir tekelcilik var. Tekeli tasfiye edip piyasaları serbestleştirmedikçe eğitimin önünü açmamız zor görülüyor. Üstelik bu durum kimseyi şaşırtmıyor ve bu tekelcilik ve devletçi anlayış kabullenilmiş durumda.
Hayatın her alanında gelişmenin, ilerlemenin başlıca yolu rekabet olduğunu biliyoruz ama iş eğitime gelince özelleşmenin karşısında duruyoruz. Özel sektörün eğitim sahasına girmesi ile işleri daha iyi yapma arayışı, iyileri taklitle kötüyü terk etme süreci olan rekabet başlayacaktır. Halbuki rekabet hangi sektörde dışlanmışsa o sektör atalete, verimsizliğe mahkûm olmaktadır.
Özel okulların yaygınlaşmasını sağlayacak büyük bir alt yapı olduğu halde, bu sahada gelişme olmamasını iyi tahlil etmeliyiz. Özel sektörün eğitime girmesini sağlayacak şartlar teşekkül etmemektedir. Rekabet ortamı kaldırıldığında kalite yarışı da olmamaktadır. Devlet özel okullara destek vermeyerek özel eğitimin önünü kapatmaktadır.
Çalıştay masalarında, bu konular ayrıntıları ile ele alındı. Eğitimde kalitenin sağlanmasının devlet tekelciliğinin bırakılmasına ve eğitimin topluma mal edilmesine bağlı olduğu ortak görüş olarak belirdi. Devletin demokrasinin de gereği olarak halkına güvenmesi ve müteşebbislerin önünü açması, müfredat serbestliğini sağlaması ve maliyeti önemli ölçüde karşılayacak şekilde öğrencilere destek (burs vb destekler) vermesi konuları ele alındı.
Devlet sadece bazı dersleri tüm eğitim kurumlarında zorunlu tutabilir. Örneğin kendi tarih, kültür ve medeniyetimize ait derslerle birlikte Türkçe mecburi ders olabilir. Avrupa’da nasıl ki, Latince mecburi bir ders ise, bizde de örneğin Osmanlıca dersi mecbur tutulan derslerden olabilir. Fizik, Kimya, Biyoloji, ve diğer temel dersler de tabi öğretilmelidir. Ancak bunların dışındaki derslerin muhtevasını ve süresini, içinde suç unsuru barındırmadıkça özel okulların belirlemesine izin verilmelidir.
Kimlik İnşa Edici Bir Eğitim
Tekrar edelim ki toplantılar dizisinde, ülkemizde eğitimin kimliksizliği ve yönsüzlüğü ve hedefsizliği asıl problem olarak ortaya çıkıyordu. En belirgin ihtiyaç ise kendi kimliğimizi, medeniyet değerlerimizi yansıtan ve aynı zamanda bilimsel derinliği ve yeterliliği olan kitap ve eğitim materyali hazırlanması..
Katılımcıların birleştiği hususlardan birisi, çocuk ve gençlerimiz okullarda aldığı eğitimle kimliğini ve kendisini bulamadığı, kendi olamadığı gerçeği idi. Mevlana’yı, Şeyh Galib’i, İbni Arabi’yi, Farabi’yi, İbn-i Sina’yı, Heysem’i, Ak Şemsettin’i Gazali’yi, Bediüzzaman’ı tanıtmadan başka medeniyetlerin Buda, Eflatun, Descartes, Konfüçyüs, Kant, Hegel, Heidegger gibi zirveleri bir anlam ifade etmiyor. Kendini tanımadan başkalarını tanımak taklitçiliği, kopyacılığı netice veriyor. Çocuk ve gençlerimiz kişiliksiz ve ezik fertler haline geliyor ve büyük düşünmeyi öğrenemiyorlar.
Çalıştay raporunda eğitim müfredatlarının milli kimliğin korunarak yenilenmesi, ders ve eğitim materyal ve kitaplarınn ideolojik ve jakoben öğelerden arındırılarak bilimselliğe ve felsefi arka plana kavuşturulması; müfredatta tek tipçiliğe ve müfredat dayatmasına son verilmesi; okulların benimsetme ve şartlanma merkezi olmaktan çıkarılması bunun için ezber yerine keşfe dayalı, icada dayalı öğrenme metotlarının hakim kılınması gibi teklifler yer aldı. 
Sonuç olarak Panel ve Çalıştay’ın “formalite” çalışmalar cümlesinden olmayıp büyük bir ilgi ve içtenlikle gerçekleştirildiğini, çok değerli düşünce ve önerilerin dillendirildiğini söyleyebilirim.Hazırlanan raporlar ilgili ve yetkililere sunulduktan sonra platform web sitesine (www.akademikplatform.net) yüklenecek ve kamuoyu ile paylaşılacak. Ortaya çıkan raporlar, Türkiye Akademisyenler Platformunun bundan sonraki çalışmalarında yol haritası teşkil edecektir. Katkı verenlere teşekkür ediyoruz.
 
Yeni Milli Eğitim Bakanından beklenenler
Boyutlarını pek de farketmediğimiz eğitimdeki “işgalin” ortaya konması açısından konuya baktığımızda tarihi bir görevin ifa edildiğini söyleyebilirim. Elbette problemin çözümlenmesi için üstü örtülü halden kurtarılması ve anlaşılması, teşhis edilmesi gerekiyordu. Bu toplantı bu yönde önemli bir adım oldu. Toplantının tam da Milli Eğitim Bakanlığında görev değişimi sürecine rast gelmesi Çalıştayı daha da manidar kılmaktadır. Zira Çalıştay sonuçlarını ve raporlarını diğer bürokratlara olduğu kadar bizzat sayın Bakana da sunmayı planlıyoruz.
Yeni bakan Nabi Avcı entelektüel birikimi ve tecrübesi oldukça yüksek bir bürokrat, pratisyen ve aynı zamanda bir akedemisyen. Anadolu Üniversitesi’nde ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde iletişim felsefesi ve iletişim sosyolojisi üzerine dersler verdi. 1995 ve 1996 yıllarında Kanal 7 Televizyonunda 360 derece isimli program yaptı. Aynı dönemde Yeni Şafak gazetesinde yazarlık ve yöneticilik yapmıştı. Milli Eğitim Bakanlığı’nda ve Başbakanlık’ta danışman olarak çalıştı. Başbakanlık Başdanışmanı ve UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanlığı görevlerini yürüttü. Edebiyat ve sanat bilgisi oldukça yüksek bir entelektüel.
Tüm bunlar Milli Eğitim dünyasında güzel şeyler olacak diye bize ümit veriyor. Süregiden makus talihin değişeceğine dair kanaatlarımızı güçlendiyor. Sayın Bakana yeni görevinde başarılar diliyoruz. Sivil toplum kuruluşlarını olduğu kadar özellikle işin mutfağında ve uygulamasında yer alan öğretmen ve eğitim yöneticilerini de çözüm sürecine dahil eden katılımcı (tabanın sesini dinleyen) bir yönetim anlayışı takip edeceğini umuyoruz ve bekliyoruz.
Prof. Dr. Osman Çakmak / Samanyolu Haber

Osmanlı İnsanı Cahil Miydi?

Halkının ekseriyeti “cahil” olan bir milletin o kadar uzun süre zirvede kalması şöyle dursun, hatta yaşaması bile mümkün değildir. Osmanlı’nın ise 600 yıllık şanlı bir tarihi var!

İlkokula başlama yaşı meselesi çok tartışıldı. Hâlâ da tartışılıyor. İş bu noktada kalsa yine susacağım, çünkü eğitim meselesine vakıf pek çok uzman var ülkemizde.

Fakat hem bu, hem de harf inkılâbı bahanesiyle Osmanlı’ya saldırılmaya kalkışılması ve Osmanlı’da yaygın eğitim olmadığı, zaten Osmanlı alfabesinin okuma-yazmayı zorlaştırdığı, dolayısıyla Osmanlı insanının cehalete mahkûm bulunduğu şeklinde yalan yanlış şeyler söylenmesi, hakikat namına ortaya çıkmayı gerektirdi.

Önce, “beş yaşında çocuk eğitimden ne anlar?” diyenlere bir hatırlatma yapayım: Osmanlı’da ilkokula başlama yaşı dört ilâ altıdır. Bu zamana kadar çocuk ruhen eğitime hazırlanır, okula başlama günü geldiğinde de merasimle evinden alınır, bütün öğrencilerle, velilerle birlikte şarkılar, marşlar eşliğinde okula gidilirdi…

Buna “Âmin Alayı” denirdi.

İlkokul süresi dört yıldı. İlköğretim fakir çocuklara ücretsiz (artı iki öğün yemek, elbise ve cep harçlığı), varlıklı ailelerin çocuklarına ücretliydi.

Genel bir eğitim programı elbette ki vardı, ama her okul istediği konulara ağırlık vermekte özgürdü. Kimi musikiye, kimi lisana, kimi sanata, kimi din bilgilerine ağırlık verir, okullar vakıflar tarafından açıldığı için müfredat, vakıf sahipleri tarafından belirlenirdi.

Meselâ, bizim Feridun Bey olarak tanıdığımız edebiyatçımız Ahmed Feridun Paşa, vakfettiği “Muallim-hâne-i Sübyan”da (ilkokul) Türkçe, Arapça ve Farsça öğretilmesini şart koşmuştu.

Kabiliyetler ilkokullarda belirlenir, çocuklar buna göre eğitilirdi. Musikiye kabiliyeti olanlar musiki konusunda, hat sanatına yatkın olanlar hattatlığa yönlendirilir, ağırlıklı olarak bu derslerle ilgilenmesi sağlanırdı.

Meşhur bestekârlarımız Hamamizade İsmail Dede Efendi ile Hacı Arif Bey böyle bir okulda keşfedilmiştir.

Çocuklar, bize telkin edildiği gibi “cahil adam“lar tarafından eğitilmez, iyi yetişmiş bilge hocalar tarafından yetiştirilirdi.

Bunu ben söylemiyorum, Hellert söylüyor:

İlkokul öğretmenleri umumiyetle iyi yetişmiştir. İstanbul, dünyanın bütün başkentlerinden daha fazla eğitim ve öğretim kurumlarına sahiptir.”

Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı Devleti’ni gezen Fransız gezginlerden Belon şöyle diyor:

Her köyde mutlaka bir mektep vardır ve yalnız erkek çocuklar değil, kızlar da okumaktadır.”

17. yüzyıl ortalarında İstanbul’da 2.000 civarında, Amasya’da 200, Erzurum’da 110 sübyan mektebi (ilkokul) vardı.

Bu sayıları şehirlerin o zamanki nüfusuna orantılarsanız, Osmanlı Devleti’ndeki okullaşmanın ne kadar yaygın olduğunu görürsünüz…

O kadar ki, Türkiye Cumhuriyeti, okullaşma ve eğitimdeki çocuk sayısı bakımından Sultan II. Abdülhamid dönemine ancak 1950’lerde ulaşabilmiştir.

Hal böyle iken, “Osmanlı insanı eğitimizdi, cahildi, okul yoktu, okur-yazar sayısı azdı” gibi ifadelerin, Cumhuriyet sonrasında başlatılan “kara propaganda“nın parçası olmaktan öte bir anlam ifade etmediği görülecektir.

Zaten halkının ekseriyeti “cahil” olan bir milletin o kadar uzun süre zirvede kalması şöyle dursun, hatta yaşaması bile mümkün değildir.

Dünyanın ilk “Kamu Yönetimi Okulu” sayılan Enderun ile ilk “Yatılı Kız Mektebi” harem bir Osmanlı buluşudur (Abbasilerde, Emevilerde ve Selçuklularda da harem olmakla birlikte, bunlar mahiyet itibariyle Osmanlı hareminden farklıdır).

Amerikalı uzman Leslie Peirce, harem hakkında arşiv belgelerine dayanarak on yılda hazırladığı doktora tezinde, “Hanedan ailesi üyeleri için harem bir ikametgâhtı, Sultan ailesinin hizmetkârları (cariyeler) için ise bir eğitim kurumu diye tarif olunabilir” diyor.

Amerikalı ünlü eğitimci Andreas Kazamias’ın “Platon’un ‘İdealimdeki okul’ dediği okul Enderun’dur” derken, Lewis Terman (Stanford-Binet adlı zekâ testini bulan kişi), “Öğrencilerin zekâ seviyesini ölçmek için ilk defa test sistemi Enderun’da uygulanmıştır” diyor.

Malum: Yabancılar söyleyince “bilim”, biz söyleyince “övgü” oluyor.

Yavuz BAHADIROĞLU