Etiket arşivi: karakalem.net

Kandil Yürüyüşü

medineHİKMETİ HİÇ unutulmasın, müminler ondan her daim yeni dersler alsın, yolunu kaybettiğinde yol göstericisi olsun diye her yıl yeniden andığımız bir miracın gölgesi üzerimdeyken en sevgilinin ayak seslerini düşlüyorum.. Mekke’nin havasının, insanının, bir araya gelmiş tüm şartlarının sıktıkça sıktığı bir nebinin ayak seslerini yani.

En güzel bir yol arkadaşını, aynı zamanda en büyük destekçisini kaybetmek, hayır umduğu zorlu bir yolculuktan büyük hayal kırıklığı ve hakaretlerle dönmek, döndüğü yerde alaya alınmak, her daim canına kast edilmek diğer yandan. Ne maldan, ne dosttan, ne destekleyiciden yana güçlü olmak şöyle dursun, elindekileri de yitirmek, yitirdikçe yitirmek..

İşte bu yorgun ayaklar, bu hüzünlü kalbi taşıyan bedenin sahibinin narin ayaklarıydı ki gök kapılarına dayanmıştı. Nasıl olmuştu da en yalnız, en karanlık, en zor günlerden cennet sevinçleri yağmıştı?

Bunu düşünmek istiyorum çünkü çok hüzünlüyüm. Hüzünlüyüz. Hüzün yılı değil, hüzün asrı yaşıyoruz ümmetçe. Ve zorluğun ardından gelecek olan kolaylığı, ‘rabbin sana darılmadı, seni unutmadı’ hitabını, Cebrail’in yoldaşlığını en çok beklediğimiz zamanlardayız. ‘Bir binanın tuğlaları’ gibi olan müminlerin tüm duvarlarına başka yerden saldırıyor birileri. Birini öremeden diğeri yıkılıyor. Kudüs’e ağlarken, Suriye kanıyor. Onun yarasını saramamışken Patani inliyor. Irak gün yüzü göremiyor. Afganistan unutuluyor, Afrika ölüyor..

Gök kapılarına dikiyoruz gözümüzü, Allah’ın ordularına.. Bu kadar hüzünden sonra, bunca gece yürüyüşünden sonra bir yükseliş istiyoruz. Bir cennet selamı almak. Ama sanırım bir yerlerde hata yapıyoruz. Ayaklarımızı yere mıhlayıp yükselmemizi engelleyen bir şeyler.. Galiba sadece ‘hüzün’ değildi miracı getiren. O yüzden bu kadar hüzünden bir miraç çıkmıyor belki. Bunun üzerinde düşünmek istiyorum çünkü hüzünlenmekten başka şeyler de yapılması gerektiğini düşünüyorum.

Benim için en kritik nokta efendimizin miraca kulluğuyla ulaşmış olmasıdır. Namazı müminlerin miracı yapan bu sırdır. Kendisinden başka nebi gelmeyecek olan son nebi, o makama peygamberliği vasıtasıyla çıksa kapı kapanacaktır. Fakat o, bu güzelliğe kulluğu vasıtasıyla ulaşmış ve tüm ümmetine kapıları açık bırakmıştır. Kul olabilmek, en önemli adım olsa gerek. Hakkıyla kul olabilmek.

İslamın en asli ve kesin hükümlerini yerine getirmeyen ama dünyayı kurtarmaya, dava adamı olmaya, o davayı da islam adına kullanmaya çalışan ne çok insan var değil mi. Ya da yerine getirilmesi borç olan ibadetlerini eksiksiz yerine getirdiği halde islam ahlakından nasiplenememiş olan. Oysa kulluk bir hal, bir ahlaktır ve miracı bir peygamber mucizesinden ibaret olarak algılamanın ötesinde dersler çıkarmak için biraz ahlaki bir okuma yapılmalıdır. Mesela belki de bu ‘teselli hediyesi’nin temelini atan efendimizin tevekkülü ve sabrıdır. Ama asla vazgeçmeden. Sonra mütevaziliğidir. Ama zulme ve küfre boyun eğmeden. Fedakarlığıdır elbet. Kalıp mücadele etmek. Ve sidre-i müntehaya kadar ulaşıp, rabbine kavuşup, Mekke çöllerine, düşmanların içine geri dönebilmek.. Kendini değil davayı, sonucu değil yolu, yoldaki yoldaşlarını düşünmektir belki.

Ümmetçe içine gark olduğumuz bunca hüzünden çıkmanın çaresi şüphesiz Allahın yardımı iledir. Rabbimizin rahmetini üzerimize celb etmenin yolu ise buna layık olabilme gayretimizdir. Ve bunun için yapmamız gereken kulluğa yakışmayan hallerimizi bir bir düzeltmektir. İslama rağmen Müslüman kılığından sıyrılmak gerek. İnsani yanı öldürülmüş bir islamdan bahsedilemeyeceğini yeniden hatırlamamız gerek. Belki de hayalimizde ürettiğimiz o büyük davaların peşinde koşarken ezdiğimiz çiçeklerden ötürü baharın gelmediğini fark edebilmek..

Büyük cihad için sefer yapmalı anlaşılan. İçsel bir yolculuğa çıkmak ve vicdanımızın merdivenlerinden gece yürüyüşleri yapmak. Ruhumuza yükselmek ve asıl düşmanı tespit edebilmek.. Ve bu yolculuklardan her defasında ‘gözümüzün nuru namaz’la dönebilmek..

Kulluk şuuruna ermiş fertlerden oluşan bir ümmet hüzne değil zafere yakındır elbet.

Hayırlı yolculuklar ve hayırlı kandiller.

Nuriye Çakmak

Karakalem.net

Kel, Kör ve Alatenli

BENÎ İSRAİL’DEN üç kişi vardı: biri alatenli, biri kel, biri de kör. Allah bunları imtihan etmek istedi. Bu maksatla onlara (insan suretinde) bir melek gönderdi.

Melek önce alatenliye geldi. Ve:

“En çok neyi seversin?” dedi.

Adam:

“Güzel bir renk, güzel bir cild, insanları benden tiksindiren hâlin gitmesini!” dedi.

Melek onu meshetti. Derken çirkinliği gitti; güzel bir renk, güzel bir cild sahibi oldu.

Melek ona tekrar sordu:

“Hangi mala kavuşmayı seversin?”

“Deveye!” dedi, adam. Anında ona on aylık hamile bir deve verildi.

Melek:

“Allah bunları sana mübarek kılsın!” deyip (kayboldu) ve kelin yanına geldi.

“En ziyade istediğin şey nedir?” dedi.

Adam:

“Güzel bir saç ve halkı ikrah ettiren şu hâlin benden gitmesi!” dedi.

Melek, keli elleriyle meshetti, adamın keli gitti. Kendisine güzel bir saç verildi.

Melek tekrar:

“En çok hangi malı seversin?” diye sordu.

Adam:

“Sığırı!” dedi ve hemen kendisine hamile bir inek verildi.

Melek:

“Allah bu sığırı sana mübarek kılsın!” diye dua etti ve körün yanına gitti. Ona da:

“En çok neyi seversin?” diye sordu.

Adam:

“Allah’ın bana gözümü vermesini ve insanları görmeyi!” dedi.

Melek onu meshetti ve Allah da gözlerini anında iade etti.

Melek ona da:

“En çok hangi malı seversin?” diye sordu. Adam:

“Koyun!” dedi. Derhal doğurgan bir koyun verildi.

Derken sığır ve deve yavruladılar, koyun da kuzuladı. Çok geçmeden birinin bir vadi dolusu develeri, diğerinin bir vadi dolusu sığırları, öbürünün de bir vadi dolusu koyunları oldu.

Sonra melek, alatenliye, onun eski hâli ve heyetine bürünmüş halde (alatenli bir adam kılığında) geldi ve:

“Ben fakir bir kimseyim, yola devam imkânlarım kesildi. Şu anda Allah ve senden başka yardım edecek kimse yok! Sana şu güzel rengi, şu güzel cildi ve malı veren Allah aşkına bana bir deve vermeni talep ediyorum! Tâ ki onunla yoluma devam edebileyim!” dedi.

Adam:

“(Olmaz öyle şey, onda nicelerinin) hakları var!” dedi ve yardım talebini reddetti.

Melek de:

“Sanki seni tanıyor gibiyim! Sen alatenli, herkesin ikrah ettiği, fakir birisi değil miydin? Allah sana (sıhhat ve mal) verdi” dedi.

Ama adam:

“(Çok konuştun!) Ben bu malı büyüklerimden tevârüs ettim!” diyerek onu tersledi.

Melek de:

“Eğer yalancı isen Allah seni eski hâline çevirsin!” dedi ve onu bırakarak kelin yanına geldi. Buna da onun eski hâlinde, (yani) kel birisi olarak göründü. Ona da öbürüne söylediklerini söyleyerek yardım talep etti. Bu da önceki gibi talebi reddetti.

Melek buna da:

“Eğer yalancıysan Allah seni eski hâline çevirsin!” deyip, köre uğradı. Buna da onun eski hâli heyeti üzere (yani bir kör olarak) göründü.

Ona da:

“Ben fakir bir adamım, yolcuyum, yola devam etme imkânım kalmadı. Bugün, evvel Allah, sonra senden başka bana yardım edecek yok! Sana gözünü iade eden Allah aşkına senden bir koyun istiyorum; tâ ki yolculuğuma devam edebileyim!” dedi.

Kör adam cevaben:

“Ben kör idim. Allah gözümü iade etti. Fakirdim, (mal verip) zengin etti” dedi. “İstediğini al, istediğini bırak! Vallahi, bugün Allah adına her ne alırsan, sana zorluk çıkarmayacağım!”

Melek de:

“Malın hep senin olsun! Sizler imtihan olundunuz. Senden memnun kalındı, ama diğer iki arkadaşına gadap edildi” (dedi ve gözden kayboldu).       

[Prof. İbrahim Canan’ın tercümesiyle sunduğumuz bu kıssa, Resûlullah’ın dilinden Ebu Hureyre’nin(r.a.) rivayeti olarak, Buhârî, Enbiya 50; Müslim, Zühd 10’da zikredilmektedir.]

08/12/2001

© 2012 karakalem.net, İsmail Örgen

 

Hattab’ın eşeği bile…

LEYLÂ BİNTİ Hasme ve kocası Âmir b. Rebia, ilk Müslümanlar arasındaydı. Leylâ Hatun ve kocası, müşriklerin gösterdikleri baskı yüzünden Hz. Peygamberin Habeşistan’a göç etmelerine izin verdiği sahabiler arasındaydılar.

Onların Habeş ülkesine doğru gitmeye hazırlandığı sırada, Leylâ binti Hasme’nin kocası Âmir, yol esnasında lâzım olabilecek bazı şeyleri almak üzere çarşıya gitmişti. Leylâ Hatun da evinde yol hazırlığıyla meşguldü.

Onları eziyet eden müşriklerin en önde geleni olan Ömer b. Hattab, Leylâ binti Hasme’yi yol hazırlığı yaparken görünce, gelip başucuna dikildi ve kadınları ismiyle hitabı kabalık gören Arap âdetleri uyarınca:

“Ey Ümmü Abdullah!” diye seslendi. “Demek, buradan gidiş var ha?”

Leylâ binti Hasme’nin cevabı sitem yüklüydü:

“Evet! Vallahi, artık Allah’ın yerlerinden bir yere çıkıp gideceğiz. Siz bizi işkencelere uğrattınız ve ezdiniz! Allah bize bir kurtuluş ve çıkış yolu açıncaya kadar, oralarda kalacağız.”

Bu sitemler yüreğine işlemiş olmalı ki, Ömer b. Hattab, ona:

“Allah size yoldaş olsun!” dedi.

Sonra da, dönüp gitti.

Kendisinden o güne kadar hiç görmediği bu yumuşaklık ve yufka yüreklilik, Leylâ Hatunu şaşırtmıştı.

Az sonra, kocası Âmir çarşıdan geldiğinde, kendisini şaşırtan bu olayı ona da anlattı:

“Ey Abdullah’ın babası!” dedi. “Biraz önce Ömer’in bize karşı gösterdiği yumuşaklığı ve yufka yürekliliği, gideceğimize duyduğu üzüntüyü bir görmeliydin!”

Karısının bu ümit yüklü sözleri üzerine, Âmir:

“Sen onun Müslüman olacağını mı umuyorsun?” diye sordu.

“Evet, umuyorum” cevabı alınca da, Âmir kesin konuştu:

“Şunu iyi bil ki, sen Hattab’ın eşeğinin Müslüman olduğunu görünceye kadar o adam Müslüman olmaz!”

Açıkçası, Âmir b. Rebia, “Hattab’ın eşeği dile gelip Müslüman olsa, belki ancak o zaman Hattab’ın oğlu Müslüman olur” demeye getirmişti. Ömer’den gördükleri sertlik ve Müslümanlığa karşı katı yüreklilik, kendisinden böylece ümid kestirmişti.

Gelin görün ki, zaman Âmir’in ‘öngörü’sünü değil, hanımının ‘sezgisi’ni haklı çıkaracaktı. İslâm’ın beşinci yılında eşiyle birlikte Habeşistan’a hicret eden Âmir görmese de, çok değil bir yıl sonra, altıncı yılın Zilhicce ayında bir Cuma günü Mekkeliler Ömer’in Müslüman oluşunu göreceklerdi.

18/11/2005

© 2012 karakalem.net, İsmail Örgen

İyi eğlenceler!

SİZCE BİZ “yeni”liklere açık insanlar mıyız? Yeni olan her şey çok mu mutlu ediyor, çok mu heyecanlandırıyor bizi? Çok mu umutluyuz gelecekten yani? Şunu anlamaya çalışıyorum, gelmek üzere olan yeni bir yıl neden sevinç içinde kutlanır? Bu yıl özel bir yıl değilse, her yıl aynısı geliyorsa, geldiği gibi gidiyorsa mesela. Hani futbol takımları yüzüncü yıllarını bekler de büyük bir sabırsızlıkla, görkemli kutlamalar yaparlar bunun için. Veya özgürlük ilanının, bağımsızlığın yıl dönümleri vardır, kutlanır. Bu bile oldukça saçzmayken bir şeyin yıl dönümü olmayan bir yıl, herhangi bir yıl, her yıl gelen bir yıl neden çılgınca eğlenme hissi verir insanlara?

Altı üstü bir zaman dönümüdür bu. Takvim olayıdır. 31 Aralık ile 1 Ocak arasında hiçbir fark yoktur. Gece duyulan anlamsız gürültüler ve ilan edilen tatil dışında tüm diğer günlerden de bir farkı yoktur. Mevsimsel bir olayın kutlanması bir derece anlaşılır. Nevruz kutlanası bir şey olabilir, bahar bayramıdır, bir müjdedir, yıl içinde özel bir döneme işaret etmektedir. Bir gelenektir ayrıca.

Peki yılbaşı eğlencesi nedir?

Neden geleceğe ait tek bir düşüncesi, emeği, hayali olmayan, senenin her gününü bir öncekiyle aynı geçiren insan yığınları, giden yılın son, gelmek üzere olan yeni yılın ilk günü için herhangi bir gün muamelesi gösterememektedir. Çok mu umutlanırlar yeni bir yıl geldiği için. Bu yıla özel planları mı vardır. Elbette ki hayır. İthal ve kutsal para harcama günlerinde, harcadığı parayla toplumsal bir teselli bulmak suretiyle kendini kandırmak ve fırsat bulmuşken eğlenmektir tüm umut!

Neden mutlusun yeni yıl geldiği için? Neden 1 Ocak günü hediye alıyorsun birilerine? Noel baba hakkında herhangi bir fikrin var mı? Peki çam ağacı. Neden saat tam 12’yi gösterdiğinde kendini kaybettiğin konusunda bir düşüncen olabilir mi?

Yok. Keşke olsaydı.

Feci bir çakma noel furyasının içinde yuvarlanıp gittiğin konusunda en ufak bir fikrin olsaydı keşke. Bunun için arama moturuna sadece “noel” yazman ve tıklaman yeterli olurdu, vikipedi senin için güzel bir açıklama sunardı. Şaşırır mıydın acaba, ilgini çeker miydi veya.

Milattan önce Pagan ve Bizans kültürünün, milattan sonra bu günü dini bir güne dönüştürme ihtiyacı hisseden zevatın değişmez tercihidir 25 Aralık. Doğum günü yani “noel” olarak ilan edilen tarih söz gelimi Hz İsa’ya aittir. Oysa kendi kaynaklarında dahi birçok farklı rivayet vardır doğum zamanı konusunda. Yani bu bir sembolik gündür. Ve yılbaşına yakın bir tarih olduğu için de kutlama uzatılarak yılın ilk gününü de içine alır. Hatta çok açık sözlü olan vikipedi sana şunu da söyler, “Günümüzde Noel ağacının Pagan geleneklerinden gelen bir ritüel olduğu bilinmektedir.”

İnandıkları dine ait olmasa da dini bir günü ihya etme şansı da kalmıyor yani ellerinde öyle mi? İşte bu kötü. Zaten bir tarih karmaşası yaşıyorlar, tüm ritüelleri 5 günlük bir gecikme ile 24 saatlik bir zaman diliminde gerçekleştirmek durumunda kalıyorlar. Bir hristiyan olsam bundan rahatsızlık duyardım. Benim ritüellerimi kullanıyor, ama benim kutladığım şeyi kutlamıyorsun!

Evet, keşke gerçekten Hz İsa’nın doğum gününü kutlasalar. Daha masum olmaz mı? Peki hakkında bir çok iddia olan olan Piskopos Nikola’nın neden tüm alışveriş merkezlerimizde hortlatıldığına dair kimse kafasını yormaz mı? Ne yazık ki onu da Nasrettin hoca gibi resmediyorlar, oldukça başarısız bu taklitler de beni rahatsız ederdi bu benim dinimin bayramı olsaydı..

Bundan daha da rahatsız edici olanı şu ki, dünya çapında bir bilgi kaynağına hakkımızda şu not düşülmüş ve kepazeliğin sınırları ülkemiz sınırlarını çoktan aşmıştır: “Türkiye’deki Müslümanlar, İsa’nın doğumunu kutlamazlar. Aslında Türkiye’de noel kutlanmaz, yılbaşı kutlanır. Bununla birlikte birçok Türk vatandaşı 31 Aralık‘taki Yılbaşı gecesini, Hıristiyanların Noel kutlamalarına benzer şekilde (hindi yiyerek, Yılbaşı ağacı süsleyerek, Noel Baba’lı kartlar göndererek vs.) kutlarlar. Bu kutlamaların hiç bir dini içeriği yoktur. Sadece eğlenmek amacıyla kutlanır.*

Sadece eğlenmek. Ben de tam ondan söz ediyordum.

Siz dünyaperestler için ne kötü bir tarih aslında yılbaşı gecesi. Yeni bir yıl gelmektedir ve onun gelmesi için bir yıl da gitmektedir. Sayılı ömrünüzden koca bir yıl daha gitmek üzeredir. Siz değil misiniz en büyük derdi “zamana meydan okumak” olanlar. Yaşlanmakla derde kalanlar? Ciltlerinizi gerdirmek, kendinizi zinde tutmak, ömrünüzü uzatmak için tonla para harcamıyor musunuz? Bu giden yıl için gerçekten üzülmüyor musunuz? Bir yaş daha yaşlanmanız, ölüme bir adım daha yaklaşmanız sizi ürkütmüyor mu?

Zaten tüm bunları düşünmemek için sarhoşluğu ve çılgınlıkla kendinizden geçmeyi tercih ediyorsunuz değil mi? Geçen yıl kaybettikleriniz, kaybettiğiniz için üzüldüğünüz sevdikleriniz veya, bittiği için üzüldüğünüz tatlı anılarınız, yaşadığınız hayal kırıklıkları, kalp ağrıları, hüzünler.. Hepsini unutuyorsunuz yani saat 12’ye geri sayım yaparken? Peki gelecek yıl için üşüşen endişeler. Acaba bu yıl sizi neler bekliyor, acaba bir daha yeni bir yıl kutlayabilecek misiniz mesela. Belki bu son yılınızdır, belki sevdiklerinizden birilerini kaybedeceksiniz bu yıl, belki ileride asla hatırlamak istemeyeceğiniz felaketlerin üzerinde bu yılın tarihi yazılıdır. Bunlar hiç gelmiyor değil mi aklınıza.

Demek ondan bu kadar eğleniyorsunuz. Gerçekten oldukça eğlenceli olmalı!

Biz Müslümanların da bir yılbaşı gecesi vardır aslında. Hicri yılbaşı denir, Muharrem ayının birinci günüdür. Biz de kendi peygamberimize nispet ederek sayarız zamanı. Hicretle ilgili derin düşünceler yağar dünyamıza. Biz her yılbaşı gecesi, dünyadan hicret etmeyi dileriz aslında. Şirkten imana. Hırstan tevekküle. İsyandan, rızaya. Efendimizi ve çilelerini düşünür hüzünleniriz. Ve sıkı bir muhasebe sebebidir giden yılın son gecesi. Film şeridi gibi geçer gönlümüzün önünden giden yıl; sevinir, üzülürüz. Kendimizden saklamayız bunu. Gelecek yıl için endişeleniriz. Bu gayet normaldir. Bunu da saklamayız kendimizden. Bu duyguları bastırmak ya da uyuşturmak istemeyiz. Biz, tüm bunlar için sadece dua ederiz. Geçmiş yılın hatalarından tövbe eder, gelecek yılın zorluklarından O’na sığınırız. Dua vesilesi olur gelecek olan yıl. Elbet umutlanırız. Bu ay aynı zamanda haram aydır, içinde mübarek Aşure günü vardır, Kerbela günü vardır. Maneviyatla yüklü bir şekilde sarar bizi yeni yıl.

Yani böyle olmalıdır. Müslümana yakışan umut budur, mutluluk budur, eğlence de budur. Tövbesini, tevekkülünü, şükrünü ve umudunu yoğurur, geçmiş yılı dostunu uğurlar gibi uğurlar yeni geleni ise tertemiz bir bebek gibi dualarla karşılar.

Keşke bunu yaşayabilseydik. Keşke bunu yayabilseydik. Keşke kendimize sahte eğlenceler ithal etmeseydik. Keşke biz onları değil, onlar bizi taklit etseydi. Keşke sözde Müslümanlar biraz olsun akıllarını kullanabilseydi.

Sonradan uymak durumunda kaldığım bu takvime göre yeni bir yılın gelmesi beni hiç eğlendirmiyor velhasıl. Aksine şu içler acısı durum nedeniyle oldukça üzüyor. Dua sığınağının altına girip, gözümü yumup kalbimi söyletiyorum bende.

Yani “yeni yıla” dua ederek giriyorum!

Mübarek olsun!

*http://tr.wikipedia.org/wiki/Noel (Neyse ki bu bölüm Türkçe sayfasında yer almaktadır!)

Nuriye Çakmak

Karakalem.net

Sadece Hak vardır, Ne Güzel!

BAZEN HİKMETLİ olduğu zannıyla söylenmiş, insanı ümitsizliğe sevk eden sözler okuyorum. “Alemde vefa yoktur” gibi. İlk anda tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. İçini acıtıyor. Önceleri bu silleyi tedip sillesi sanırdım, nefsimize vuruluyor addederdim, ancak şimdi anlıyorum ki insanın asıl içini sızlatan şey söylenen sözün içindeki esma-i ilahiye zıt oluşu. Bu zıtlık cehennem azabı gibi bir acı doğuruyor. Söylenene inandıkça daha da bedbaht oluyorsunuz.

Neler söylüyorlar? “Aşk diye bir şey yoktur”. “Bu dünyada adalet yoktur” ila ahir. Söyleyenlerin niyetini anlamakla birlikte bu sözleri maksadını aşmış buluyorum. Öncelikle bir şeyi yerli yerine koyalım. İnsan tümüyle var olmayan bir şeye varlık kisvesi giydirmez, yoku var etmez. Yahut tümüyle batıl bir şeye tutunmaz. İnsanın tutunduğu herşeyde bir dane-i hakikat bulunur. İnsanın sezgileri latifeleri tümüyle yanılmaz. Bu yüzden hiçbir söz tümüyle yanlış değildir, hiçbir insanın inancı tümüyle batıl değildir.

Sufiler Hak ismini izah ederken şöyle derler. Hak Allah’ın alemdeki zuhurudur. Hangi isimle nereden zuhur ederse etsin, zuhur eden Hak’tır. Bu yüzden biz Allah’ın Zât’ını değil Hakkı bilebiliriz. Çünkü zuhur edendir Hak. “Her şeyi Hak üzere yarattık” demenin anlamlarından biri de budur.

Varlıkta ortaya çıkan herşey Hak’tan zuhur edince. Aslında batıl yoktur. Hakkın zuhurunu algılayamadığımızda verdiğimiz bir isimdir batıl. Yukarıda sözünü ettiğimiz anlamda görebilen göze herşey Hak’tır. Bu isim açıklaması bile sufilerin herşey Allah’tır demek istemediklerini aşikar eder.

Bu zaviyeden bakarsak, en batıl sandığımız putperestlik dahi esma-i ilahinin yanlış anlaşılmasından zuhur etmiştir. Yoksa insanlar salt tahta ve taş diye bir şeylere tapmamışlar, onlarda bazı esma-i ilahinin zuhurunu sezmişler, sezgilerini akla dökerken hatalı tevil yapmışlardır. O hata düzeltilirse sırf inat olmamak kaydıyla putperestlik bile düzeltilebilecek, doğruya yöneltilebilecek bir hatadır.

İşin en kötüsünü zikredersek onun üstündekiler ona kıyasla daha iyi anlaşılır. Alemde saf batıl yoktur, hakaik-i nisbiye vardır. Hakikat bazen hayal ve vehim perdesi altına girer, bazen aklın kimi bağları onu sınırlar ve böylece perdelenir, hak batılmış gibi görünür. Oysa var olan tek şey Hak’tır.

“Hak birdir ama tadad eder” der Bediüzzaman. Cüz-i aklımla bu külli cümleden bu yaşım itibariyle anladığım şudur. Allah’ın varlık tecellisinin zuhuru birdir. Üstad bunu anlatmak için güneş ışığı örneğini verir. Dünyaya düşen ışık birdir, fakat düştüğü cismin mahiyetine göre renklenir, çeşitlenir. Hakikatte ışığın içinde renkler vardır, ancak zuhuru için bir cisme çarpması lazımdır. Cisme çarpınca cismin kabiliyetine göre bir ya da birkaç dalga boyunu yansıtır, böylece ana renklere veya ara renklere dönüşür. Bazen de ışık tümüyle geri yansıtılır ki o vakit beyaz olur. İnsan-ı kamil’in rengi beyazdır. O güneşten aldığını kırmadan tümüyle yansıtır. İnsan da Allah’tan gelen tüm isimleri geldiği biçimde yansıtırsa ona hakiki manada halifetullah denir. Ancak vakıa odur ki biz genellikle bir veya birkaç ismi yansıtırız, ya da diğer isimler o birkaç ismin gölgesi altında silik ve sönük kalır.

Hakk’ı yansıtmak sanıldığı gibi sadece merhametli olmak, adil olmak, güzel olmak gibi insana ilk bakışta sevimli gelen sıfatlarla ilgili değildir. Bir katil Allah’ın Mumit ismini yansıtır. Bir asker, bir cellat, bir kasap, bir böcek ilaçlayıcısı hep Mumit isminin zuhurlarıdır. Bunlardan kimi Adl ismi ile beraber zuhur eder ki ona “Adam görevini yapıyor” deriz. Yahut Adl ismi olmadan zuhur eder “Adam katildir, zulmetti” deriz. Ancak her halde adam bir ismin zuhurunun dışına çıkmamıştır. Yani O da Hakk’ın bir tecellisidir.

Tuzak kuran bir insanı düşünün, bunu avcılık için, savaş taktiği için, yahut başka bir doğru amaç için kullanmış olabilir, yahut tuzak kurma yanlış yerde kullanılmıştır. Her hal-ü kârda Allah “Tuzak kuran” ismi ile onda zuhur etmiştir.

Kıskanç birini düşünün, bu onu hayırda yarışmaya, daha güzelini yapmaya, yahut ona emanet edileni korumaya da yöneltebilir, ki bu durumda Gayret ismi Adl ismi ile beraber zuhur etmiştir. Yahut başkasına emanet edileni cebren elde etmek şeklinde zuhur edebilir, bu durumda Cebbar ismi ile birlikte zuhur etmiştir ancak içinde Adl ismi yoktur. Görünen hoşunuza gitsin ya da gitmesin Hakk’ın zuhurudur. Allah’ın sıfatlarını tek tek bilebilmemizin yegane yolu da bu zuhurlardır.

Hak bir iken önce isimlere göre çok olur, sonra üzerinde yansıdığı aynalara göre zuhuru az ya da çok olur. Böylece biz Bir’i çok görürüz.

İnsan ilişkilerine bakarsak, hiç kimse bir diğerine karşı bütünüyle haklı değildir, diğeri de ona göre bütünüyle haksız değildir. Belki biri Hak ışığından biraz daha gölgede kalmıştır, Ancak gölge bile ışıkla var olan bir şeydir. Işığın zıttı değildir. Bunu düşünerek insanlar arası insaf düstur edinilebilir. Düşüncede insaf, sözde insaf, ilişkide insaf. İnsaf nısftan gelir ve bir şeyi yarı yarıya paylaşmak demektir. Bu birinde yok diğerinde var olan bir dengesizliğe değil, her iki tarafta da var olan bir dengeye işaret eder. İlişkiler de bu şekilde bir diğerini yok etmeden var olabilir.

Yukarıdaki örneğe gelirsek, “Alemde vefa yoktur” diyebilir miyiz? Kanaatimce hayır. Bu cümle de tümüyle yanlış değildir, görenin gözü Vefa’nın aslına dikilmiş, ve ona nispetle alemde olan her tür vefa tecellisi yok addedilmiştir. Buradan bakarsanız doğrudur. Ama insanın vefa diye bir şeyden söz edebilmesi dahi onun varlığına delildir. Tümüyle yok olan bir şeyden bahs edemezsiniz. Zira kelam ve düşncede varlık bile bir varlık kategorisidir. Ne ki adı söylenir, o vardır.

İnsan ilişkilerinde vefanın yahut adaletin aslına hakikatine yani ism-i Vefi’ye gire perdeli zuhuru vardır denilebilir. Perde, tecelli edenin mazharın aynasındaki kimi lekelere, pürüzlere denk gelmesinden, yahut mazharın eksikliğinden aslını iyi yansıtamayışından kaynaklanır. Ancak madem ki bir görüntü oluşmuştur, o isim alemde de vardır.

Hiç Allah’ın bir ismi alemde tecelli etmiyor denilebilir mi? Alemde hiç kamil insan da kalmamış mıdır? O zaman kıyamet zamanı gelmiştir de alem lüzumsuz yere mi devam etmektedir? Biz bir şeyi göremediğimizde o yok mu olur? Kanaatimce vefa örneğinde insan ne kadar vefa gösterirse o kadar “Vefa vardır.” Der, ne kadar vefa beklerse o kadar “Vefa yoktur” der. İnsanın bir isme tecelligah olmaktan daha şerefli bir hali olabilir mi? Vefa yokluğundan müştekiler o halde siz vefa gösterin, vefa alemde var olsun.

Siz bunu yokluğundan şikayet ettiğiniz diğer isimlere teşmil edin. Ne bütünüyle dünya kötüdür. Ne burada kemal hiç mümkün değil denilebilir. Ne adalet tecellisi tümüyle ahirete bırakılmıştır. Ne Vefi ve Rahim isimleri sadece ahirette mütecellidir. Kuşkusuz ahiret alemi dünyaya göre tecellinin çok daha yüksek olduğu zuhurun ayan beyan olduğu alemlerdir. Ancak isimleri burada göremeyen orada görmeyi beklemesin diyen bilegelere bakılırsa, burada yansımayı görmek ahirette aslı görmek için şarttır denilebilir. Bu yüzden burada görmek isteyene, vefa da vardır adalet de, aşk da, kemal de. Burada bütün isimler bütün hakikatler vardır, ancak hakaik-i nisbiyedir. Her şey hakaik-i nisbiyenin zuhurudur. Bizim iyi kötü güzel çirkin ayrımımız, hep iyinin mertebeleri güzelin mertebeleridir. Bu yüzden bölmekten vazgeçip hakikatleri tevhid etmek lazımdır. Bu bizi her tür ötekileştirmeden, ayırmadan ve peşi sıra gelen enfüsi ve afaki cehennem azabından koruyacaktır.

Ben öyle demeye gayret ediyorum. Her şey Hak’tandır. Her şey bir hakikatin zuhurudur. Hak Güzel’dir. Böylece her şey güzeldir. Çünkü her şey Onun değişik isimlerle, değişik aynalarda tecellilerinden ibarettir.

Ona buna yoktur, kötüdür, çirkindir demekten vazgeçelim.

Mona İslam

Karakalem.net