Etiket arşivi: kısaca

40 Cümle İle “Bediüzzaman Kimdir?”

  1. 9 yaşında ailesinden ayrılıp ilim tahsiline giden garip bir öğrenci
  2. Doğunun ezberi ve zekası güçlü bir talebesi
  3. Medrese eğitimine uyamayan kişiliğiyle tam bir ilim aşığı
  4. Molla Fethullahın tabiriyle ilmi münazaraların Bediüzzamanı
  5. Şekerci Han’ın her soruya cevap veren, kimseye soru sormayan alimi
  6. Kendi projesi Medreset’üs Zehra Üniversitesi’nin vazgeçmeyen takipçisi
  7. Padişahlık ve Meşrutiyet devirlerinin aktivisti
  8. ”Zalimler için yaşasın Cehennem”  diyerek bağıran korkusuz sanık
  9. optaşı Tımarhanesi Doktorunu şaşırtan en akıllı misafiri
  10. *”Kur’an hakikatına benim başım dahi feda olsun” diyen Kur’an aşığı
  11. Ülke içinde isyana kalkışanlara engel olmaya çalışan bir nasihatçi
  12. Şam’da Emeviye camiinde verilen Hutbe-i Şamiye’nin vaizi
  13. Horhor Medresesinde talebelere ders veren oranın tek hocası
  14. Ermeni Taşnak fedailerinin korkulu rüyası
  15. I.Dünya savaşı Kafkas Cephesinde talebeleriyle birlikte Gönüllü Alaykomutanı
  16. Bu savaşta avcı hattında en önde ata binen korkusuz bir savaşcısı
  17. I.Dünya savaşında cephede yazılan “İşarat-ül İ’caz” tefsirinin yazarı
  18. Bu savaşda Bitlis cephesinde Rusların savaş esiri
  19. Rusya’daki esir kampından kaçarak İstanbul’a gelen asrın en gizemli kaçağı
  20. Esaret dönüşü İstanbul’daki  “Dârülhikmeti’l-İslamiye’nin saygın bir üyesi
  21. Hutuvat-ı Sitte eserinin neşriyle İstanbul’u İşgal eden İngilizlerin baş düşmanı
  22. Ankara’da Mecliste mebuslara verilen 10 maddelik bildirinin naşiri
  23. Van’da Erek dağından alınıp batıya sürgüne gönderilen bir Cumhuriyet mağduru
  24. 20.asır Hastanesindeki manevi yaralıların Cerrahı ve Baştabibi
  25. Kur’an’ın 20.asırda yeni bir yol izleyerek tefsir eden Müfessiri
  26. Talebelerine şahsını değil, kitaplarını esas almayı öneren mütevazi öğretmen
  27. Risale-i Nur isimli bu tefsirlerin Müellifi
  28. İnkârcı felsefenin fikirlerini attığı oklarla öldüren baş okçu
  29. İman kurtarma yolunda Dünyayı da ahireti de fedayı göze almış bir önder
  30. Yazdığı “İhlas Risalesi”ni talebelerine 15 günde bir okumayı öneren hocası
  31. Mucizeli Kur’an’ın keşşafı ve talebelerine yazdıranı
  32. Dünya savaşının en meraksız ve ilgisiz vatandaşı
  33. Cumhuriyet idaresinin zulmüne rağmen ülkesini asla terk etmeyen Din adamı
  34. Ömrünün 28 yılını seyahat engeli, sürgünler ve hapisler ile geçiren bir münzevisi
  35. Girdiği hapishanelere “Medrese-i Yusufiye adını veren tesellici
  36. Denizli hapishanesinin meyvesi olan “Meyve Risalesi’nin” yazarı
  37. Cumhuriyet döneminde 19-20 defa zehirlenen, Nurcuların Üstadı
  38. 23 Mart 1960 yılı Ramazan’ın 25.gününde Urfa’da vefat eden bir misafiri
  39. Ölürsem, dostlarım intikamımı almasınlar!” diyebilen vasiyetçi
  40. Eserleri 60 dan fazla dillere çevrilen, milyarlarca talebesi olan asrın müceddidi

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

14 Mart Tıp Bayramı Nedir? Tarihçesi..

Tıp Bayramı, her Mart ayının 14’ünde kutlanan, Türkiye’de tıp alanından çalışanların hizmet sorunlarının tartışıldığı, bilime katkılarının ödüllendirildiği bir anma ve kutlama günüdür.

Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire” adlı tıp okulunun açılış tarihi olan 14 Mart 1827, ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı olarak kabul ediliyor.

Tıbbın ilk insanla birlikte başladığı söylense de, genelde kabul görmüş olan ilk tıp büyüğü Aesculapius’dur. Kendisinden ilk kez İlyada’da Homeros bahsetmiştir: “Çağır Asklepios oğlunu, kusursuz hekimi” demektedir. Tıp amblemlerinde yer eden, temeli doğu kültürüne dayanan ve tarihi M.Ö. 3000′ lere uzanan yılan figürü de, Asklepios ve O’nun asası ile bütünleşmiştir. Yılanlı asası ile Asklepios tıp tarihinin önemli dönemeçlerinden birini tutan bir sembol olarak yerini almıştır.

Mitolojiden öte, yaşadığı kesin olarak bilinen ve hizmetleri sonucu tıbbın babası olarak kabul gören ise Hippocrates olmuştur. M.Ö. 460–450 yılları arasında Kos adasında doğan ve babası da doktor olan Hipokrat’ın tıbba katkıları ve getirdiği felsefe dünya tıp çevrelerince hâlâ kabul görür ve bu sebeple birçok ülkede hekimler mezun olurken “Hipokrat Andı” adı altında meslek yemini ederler.

Osmanlı tıbbı 15. ve 16. yüzyıllara kadar İslam tıbbının etkisi altında kalmış. Bu sırada batıda 14. yüzyılda İtalya’da başlayan Rönesans 15. ve 16. yüzyıllarda bütün Avrupa’ya yayılmış. Tıp alanında da birçok buluş ve ilerlemeler kaydedilmiş. Osmanlı’da ise 17. yüzyıldan itibaren her sahada ortaya çıkan bozulmalar tıp eğitiminde de kendini göstermiş ve tıp medreseleri eskisi kadar yeni bilgilerle donatılmış hekimler yetiştiremez olmuş. Ayrıca batıda yazılan Latince, İtalyanca, Almanca tıp kitaplarını hekimler takip edememişler, dil bilen sayısının az olması, matbaanın Osmanlı’ya geç giriş ve kitap basmanın 1729’da başlamasından dolayı kitaplar tercüme edilmemiş ve yeterince basılamamış. Az sayıda bazı Osmanlı hekimleri ve bilim adamları kendi çabaları ile dil öğrenerek bu yenilikleri takip etmişler ve bu bilgileri de katarak kendi kitaplarını yazmışlar. Ama bu bilgileri yine de hekim adaylarına yeterince iletememiş.

19.yüzyıla geldiğinde durum tıp eğitimi açısından pek iç açıcı değilmiş. Tıp medreseleri eski parlak dönemlerini kaybetmiş, hatta bazıları kapanmış. Bu arada ortalığı azınlıklardan ve Avrupa’dan gelen, yabancı hekimler sarmış. Mütabbib (tabip olmayan sahte hekim) hekimler serbest hekimlik yaparak, orduda da görev alarak birçok insanın ölümüne sebep olmuşlar. Bunların önlenmesi için birçok ferman çıkarılmışsa da engel olunamamış. Çünkü yeterli tıp eğitimi verilmediği gibi yeterli sayıda hekim yetiştirilemiyormuş. İtalyanca ve Fransızca bilen az sayıda hekim gelişmeleri takip ederek çevresinde yararlı olmaya çalışmışlar. Bunlardan Şanizade Mehmet Ataullah (1771–1826), Mustafa Behçet Efendi (1774–1834) gibi büyük hekimler bu durumdan çok rahatsız olmuşlar ve yeni tıbbın tıp eğitimine girmesini savunmuşlar.

III. Selim zamanında yeni tıp eğitimi veren, bir Tıphane açılması düşünülmüş. Teşrih (anatomi) yasağından dolayı ulemadan çekinen III. Selim buna cesaret edememiş, Rumlara tıp fakültesi kurmaları için izin vermiş. (1805). O dönemin hekimbaşısı 21 yaşında ilk hekimbaşılığını yapan Mustafa Behçet Efendi’ymiş. Bu dönemde de yeni tıp eğitimi veren bir Tıphane kurulması için çaba sarf etmiş, ama amacına ulaşamamış. Nitekim Mustafa Behçet Efendi, II. Mahmut zamanındaki hekimbaşılığı sırasında (53 yaşında) tıp eğitiminin düzeltilmesi için yeniden büyük bir çaba içine girmiş ve 1827 yılında bu amacına ulaşmış.

Sultan II. Mahmut 1826 yılında uzun zamandır uğraştığı bir meseleyi halletmiş. Düzeni tamamen bozulmuş olan yeniçeri Ordusu’nu ortadan kaldırıp (17 Haziran 1826) yeni bir ordu kurmuş (Askair-i Mansure-i Muhammediye). Bu yeni orduya bir hekim ve cerrah yetiştirilmesi gerekiyormuş. Bunu fırsat bilen hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi 26 Aralık 1826’da II. Mahmut’a, arada da üç dilekçe vererek, yeni tıp okulunun kurulmasının amacını, bu okulun nasıl ve nerede kurulacağı konusunda teklifini yapmış ve Padişah da onaylamış.

Bizde tıp bayramının ne zaman kutlanacağı, ya da hangi tarihle ilişkilendirilmesi gerektiği sorusu ancak yakın tarihimizde cevap bulabilmiş. Sultan II. Mahmut’un yenilikçi hareketleri sonucu, hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin de katkılarıyla batılı anlamda ilk tıp mektebi olan, Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire 14 Mart 1827 Çarşamba günü Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda kurulmuş. Bu şekilde, tıp tarihimizde 14 Mart yerini almış. Aynı bina içinde Tıphane ve Cerrahhane eğitimlerini ayrı ayrı yapıyormuş. Tıp eğitimi o yıllar batıda olduğu gibi dört yılmış, son sınıfta hocalar tarafından usta ve yetenekli olanlar tesbit edilerek sınava alını ve başarılı olanlar askeri hastanelere veya ordunun tabur alaylarına muavin tabip unvanı ile tayin ediliyorlarmış. Orada bir hekimin gözetiminde birkaç sene çalışıp deneyim kazandıktan sonra da serbest hekim oluyorlarmış.

Tıphane-i Amire 1827’den 1836’ya kadar Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağında gündüz eğitimi yapıyormuş. 1836 yılında Sarayburnu’ndaki Askeri Kışla’ya (Otlukçu Kışlası’na) taşınmış. Ayrı binada eğitim gören Cerrahhane de burada tıp eğitimi ile birleşip, eğitim yatılı hale getirilmiş. Bu binanın yetersiz hale gelmesi ile Galatasaray’daki Enderun ağaları okulu tekrar elden geçirilip duzenlenmiş ve Tıbbiye 1839’da Galatasaray’ya taşınmış. Bu okula Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane adı verilmiş.

Bu okulun 17 Şubat 1839’da açılışı Sultan II. Mahmut tarafından yapılmış ve eğitiminde yeni düzenlemeler getirilmiş. Eğitim dili Fransızca olmuş ve öğrenci alınmaya başlanmış. Eğitim dilinin Fransızca olması zamanla hekim sayısında azalmaya yol açmış. Nitekim 1867 yılında Türkçe tıp eğitimi yapan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Sivil Tıp Mektebi) açılmış. 1870 yılında da askeri tıp okulunda dersler Türkçeleşmiş. 1878 yılında şimdiki Sirkeci Tren İstasyonu yanındaki Demirkapı Askeri Kışlası’na taşınmış. 1894 yılında Sultan II. Abdülhamit’in emriyle Haydarpaşa’daki Tıbbiye Binası inşa edilmeye başlanmış. Bu görkemli binaya 6 Kasım 1903’te taşınılmış. Önce Askeri Tıbbiye sonra, Sivil Tıbbiye taşınmış ve 1909 yılında iki mektep birleştirerek Darülfünun Tıp Fakültesi olmuş.

İlk kutlama, 1919 yılının 14 Mart’ında işgal altındaki İstanbul’da gerçekleşmiştir. O gün, tıbbiye 3. sınıf öğrencisi Hikmet Boran’ın önderliğinde, tıp okulu öğrencileri işgali protesto için toplanmış ve onlara Dr.Fevzi Paşa, Dr.Besim Ömer Paşa, Dr.Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da katılmış.  Böylece tıp bayramı, tıp mesleği mensuplarının yurt savunma hareketi olarak başlamıştır.

Tepkilerini bu şekilde dile getirmeye çalışan öğrencilerin bu törenine 1933’de “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” İstanbul Üniversitesi’ne dâhil olmuş. Peşinden de 1945’te Ankara Tıp Fakültesi, 1954’te Ege Tıp Fakültesi kurulmuş. Derken bugünlere gelinmiş.

Günümüze kadar gelen bu “14 Mart Tıp Bayramı” kutlamaları, artık içinde bulunduğu haftayı da kapsayacak şekilde önceleri “Sağlık Haftası”  ve daha sonra “14 Mart Tıp Haftası” olarak kutlanmaktadır.

Dünyada benzer kutlamalar, farklı tarihlerde yapılmaktadır. Örneğin ABD’de ameliyatlarda genel anestezinin ilk defa kullanıldığı 30 Mart 1842 tarihinin yıldönümü; Hindistan’da ünlü doktor Bidhan Chandra Roy’un doğum (ve aynı zamanda ölüm) yıldönümü olan 1 Temmuz günü “Doktorlar Günü” olarak kutlanır.

Bediüzzaman Said Nursi’nin  doktora mektubu:

Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum,

Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhî şâyân-ı tebriktir. Biliniz ki, mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılâp etmesi için sa’y etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise, hayat-ı bâkiyeye çekirdek ve mebde ve menşe olması cihetindendir. Yoksa, hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye hasr-ı nazar etmek, ânî bir şimşeği sermedî bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir.

Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gâfil doktorlardır. Eğer eczahane-i kudsiye-i Kur’âniyeden tiryâk-misâl imanî ilâçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını, hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler, inşaallah. Senin şu intibahın senin yarana bir merhem olduğu gibi, seni dahi doktorların marazına bir ilâç yapar.

Hem bilirsin, meyus ve ümitsiz bir hastaya manevî bir tesellî, bazan bin ilâçtan daha ziyade nâfidir. Halbuki, tabiat bataklığında boğulmuş bir tabip, o biçare marîzin elîm ye’sine bir zulmet daha katar. İnşaallah bu intibahın seni öyle biçarelere medar-ı tesellî eder, nurlu bir tabip yapar. Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faydasız, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faydalı, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin. 

Bediüzzaman, hastalıklara daha geniş bir perspektifle hem maddî, hem de mânevî hastalıklar nazarıyla bakmıştır. Bediüzzaman; “Tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıb kemalâtını bulur, hakikat olur.” der, Yine ‘”Kur’ân, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.” diyerek hastalığı veren Allah’ın ona uygun çareyi de yarattığını, hatta ölüme bile geçici bir çare bulunması gibi nihayet noktasını bizlere hedef olarak göstermektedir. Tıp ilminin Cenâb-ı Hakkın Şafi ismine baktığını ifade etmektedir.

Hastalıkların mânevî bir uyarıcı olduğu, hastalık olmadan sağlığın kıymetinin anlaşılamayacağı, dünyanın ebedî olduğu tevehhüm edileceği, ahiretin unutulacağı, bu yönüyle de hastalığın aldatmaz nazik bir ikaz edici olduğu, hastalıktan şikâyet değil, bu yönüyle ona teşekkür edilmesi gerektiği ve eğer çok ağır geçerse hastalığa karşı sabır istemek gerektiği Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde ifade edilmiştir.

Bediüzzaman, her şeyde vasat olanı, yani orta yolu ihtiyar ederek marjinallikten kaçınmayı vurgulamış ve sünnet olan davranış tarzının da bu olduğunu beyan ederek insandaki bazı duyguları bu bağlamda izah etmiştir:

“Hem ahlâk-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selâmetli yol ise, sırat-ı müstakîmde istikamettedir. Meselâ, kuvve-i akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse, ifrat veya tefritle muzır bir cerbezeye ve belâlı bir belâhete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker. Ve insandaki kuvve-i şeheviye selâmetli istikameti ve iffeti zâyi etse, ifratla musibetli, rezaletli fücûra, fuhşa ve tefritle humûda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o mânevî hastalığın azabını çeker. İşte bunlara kıyasen, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyede, bütün yollarında istikamet, en faydalı ve kolay ve kısadır. Ve sırat-ı müstakîmi kaybedilse, o yollar pek belâlı ve uzun ve zararlı olur. Sırat-ı müstakim; şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ü adalete işarettir.” diyerek bizleri her şeyin zararlısı olan hipo ve hiper hallerinden sakınmamızı, normali tercih etmemizi tavsiye etmektedir.

Tıbbın babası sayılan, Batı’da Avicenna olarak bilinen ve Canon (Kanun-ı Tıb) denilen kitabı 600-700 sene Avrupa tıp fakültelerinde okutulan İbn-i Sina’nın;

“Tıp ilmini iki satırda topluyorum; yediğin zaman az ye, yedikten sonra 4-5 saat kadar yemek yeme, şifa hazımdadır, yani kolayca hazmedebileceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve en yorucu hal yemek üstüne yemek yemektir.” prensibini benimsemiştir.

Bediüzzaman iştahın; hakikî iştah ve sun’i iştah olmak üzere iki çeşit olduğunu, hakikî iştahın gerçek ihtiyaçtan kaynaklandığını, alınacak gıdalarda da esas olanın ucuz da olsa besleyici değeri olan gıdalar olması, sadece lezzetin ön planda olmaması gerektiğini belirtmiştir.

Sindirimde önemli yeri olan midenin, üçte birinin gıdalara ayrılmasının en uygun durum olduğunu, midenin kapıcısı hükmünde olan dilin sadece lezzetli gıdalarla şımartılmaması gerektiğini, aksi takdirde vücut dengesinin bozulacağını ifade etmiştir.

Tabibler sultanı İbni Sina:

İlim dünyasının şeyhi, yani “üstad”ı olan İbni Sînâ, Batı ansiklopedi sözlüklerinde “tabipler sultanı” diye tanıtılır.

Tıp tarihi, nice hastalığın teşhis metodunu İbn-i Sînâ’ya borçludur. Kanın vücutta gıda taşıyıcı olduğu, kan dolaşımı, kalbin karıncık ve kapakçık sistemi, şeker hastalığında idrardaki şeker tespiti… Ameliyatlarda şiddetli ağrıları dindirmek için afyon ve sâir maddelerden uyuşturucu ilaç elde edilmesi, bağırsak parazitinden meydana gelen hastalığın keşfi… O gün adı dahi bilinmeyen gaz bombalarından korunma yollarının bulunması gibi birçok keşifler yapmış ve ilim dünyasına öncülük etmiştir.

Suda ve havada bulaşıcı hastalıkları yayan küçük organizmalar bulunduğu teorisini ortaya atan; bel kemiğine ait düzensiz teşekküllerin düzeltilmesi ve cıvayla tedâvi usûlünü ortaya koyan; havayı zararlı maddelerden temizleme fikrini Pastör’den çok önce bulan; içme sularını temizleme, ilk filtre fikri, suyun mikroplardan arıtılması için imbikten geçirme, kaynatma gibi modern usûlü ilk defa uygulayan İbn-i Sînâ’dır.

Tıbbı ilmî temeller üzerine oturttu. Yüz felcinin merkezî ve mahallî sebeplerini belirtti, damar içi şırınga ve buz torbasını ilk o uyguladı. Bugün Batı eczacılığına mal edilen 780 ilacı “Kanun” adlı eserinde tespit etmiş, ilaçla tedâvinin rûhî tedaviyle desteklenmesi gerektiğini ileri sürmüştür. “Biz en iyi tedâvinin hastanın zihnî ve rûhî kuvvetlerini takviye eden, cesaretini artıran, muhitini güzel ve hoşa giden tarzda tertipleyen, müzik dinleten, onu sevdiği kimselerle bir araya getiren tedâvi şekli olduğunu düşünmeye mecburuz” demektedir.

İbn-i Sînâ’ya göre doktorluk:

Hayatın normal akışını köstekleyen bir engeli ortadan kaldırmadır. Hekimlik: Sıhhati koruma ve kaybolduğunda onu bulma sanatıdır. Tıp ilmi: İnsan vücudunun sağlık ve hastalığını konu alan; sağlığın devamı, hastalığın tedavisi için uygun metotlar uygulayan bir ilimdir.

Eserlerinden Kanun Fi’t-Tıb: 1 milyon kelimelik 5 ciltli dev bir tıp ansiklopedisidir. Tıpla ilgili hemen her konuda yeterli bilgi vermiştir. Bu yüzden dünya tıp eğitimine asırlarca hâkim oldu. Kanun’daki tıbbî bilgilerin çoğu bugün de geçerliliğini korumaktadır.

Batı’da “tıbbın İncil’i” diye şöhret bulan Kanun, Lâtin’ceye tercüme edilmiş ve kırka yakın baskısı yapılmıştır. Eser hakkında Sigrid Hunke şöyle demiştir: “İslâm tabâbetinin en meşhur eserleri bizzat Sultânî Kitap´la büyük âlimlerin kitapları, İbn-i Sînâ’nın Kanun´u önünde solarlar. Onun bu eseri Doğu ve Batı´da asırlar boyu tıp tarihinde benzerine rastlanmaz derecede muazzam tesir meydana getirdi” der. 12. asırda Lâtince´ye tercüme edilen Kânun, Galen´i devirdi, Râzî’yi tahtından indirdi. 17. asrın sonlarına kadar Monpiller ve Louvain üniversitelerinde okutulan mecbûrî ders kitabı oldu. Defalarca Batı dillerine çevrilen ve dünyada en çok okutulan tıp kitabıdır.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • Risalei nur
  • Risaleinur enstitüsü
  • Tusem
  • Wikipedi
  • İstabib
  • İbni sina

Ahmet Hamdi Akseki Kimdir? (1887-1951)

Son dönem İslam alimlerimizdendir. Mehmet Rıfat Börekçi ve Ord. Prof. Dr Mehmet Şerafettin Yaltkaya’dan sonra Diyanet İşleri Başkanlığına getirilen üçüncü kişidir. Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini görüp yaşadı. Görevde bulunduğu zamanlar dahil Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesi ile namaz kılınması yönündeki görüşlere şiddetle karşı çıktı. Batı emperyalizmine yol açacak tarzdaki Garpçılık ve milliyetçilik akımlarına karşı mücadele verdi. Risâle-i Nur ve Bediüzzaman’a karşı samimi duygular beslediği gibi, isteği üzerine Risâle-i Nur’lar kendisine gönderildi.

Ahmet Hamdi, 1887 yılında Akseki’ye bağlı Güzelsu (Sülles) nahiyesinde doğdu. Cami imamı olan Mahmud Efendi ile Hatice Hanımın oğludur. Beşaltı yaşlarında Kur’ân-ı Kerim öğrenmeğe, 7 yaşında da camide mukabele okumaya başladı. Önce babası Mahmut Efendi’den, sonra da Mecidiye Medresesi’nde Müderris Abdurrahman Efendi’den okudu. 14 yaşında babasıyla Ödemiş’e giderek, Karamanlı Süleyman Efendi Medresesi’nde tahsiline devam etti. Burada Arapça, Farsça, akaid, tefsir, fıkıh ve hadis gibi temel İslami ilimlerin derslerini almaya başladı.

Akseki, 1905 yılında İstanbul’a geldi. 1914 yılında Fatih dersiamlarından olan Bayındırlı Mehmed Şükrü Efendiden icazet aldı. Bu arada tanınmış alimlerden muhtelif dersler aldı. İstiklal Şairimiz Mehmed Akif’ten de özellikle “Muallaka-i Seb’a” olmak üzere Arap Edebiyatı ile alakalı dersler aldı. Bu arada Darülhilafeti’l-Aliyye Medresesinden mezun oldu. Akabinde Medresetü’l Mütehassisin’de 3 sene okudu ve doktora imtihanını vererek Felsefe, Kelam, Hikmet-i İlahiyye şubesinden birincilikle mezun oldu. Henüz 32 yaşında iken 3 fakülteyi tamamladı. Girdiği imtihanı da kazanarak dersiam unvanını aldı.

Akseki, bir taraftan öğrenim hayatına devam ederken, diğer taraftan da yazılar yazmaya başladı. Bir ara Sebilürreşad’ın Bulgaristan ve Romanya muhabirliğini de yaptı. Bu arada Bulgaristan’ı dolaşarak buradaki insanların dini açıdan aydınlanmalarına katkı sağlamaya çalıştı. İzlenimlerini “Bulgaristan Mektupları” adı altında, dergide neşretti.

Hocası İzmirli İsmail Hakkı Bey’in delâleti ile Heybeliada Mekteb-i Bahriye-i Şahane’ye Akaid-i Dini’ye muallimi olarak tayin edildi. Burada okuttuğu dersler, “Dinî Dersler” adı ile üç cilt olarak Sebilür-Reşad Kütüphanesi tarafından bastırıldı. Heybeliada’daki görevine ek olarak Aksaray Pertevniyal Valide Sultan Camii Şerifi Kürsi Şeyhliği görevini de yürüttü. İstanbul’daki medreselerde müderrislik ve 1921–1923 yılları arasında Ankara Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. Umûr-ı Şeriyye ve Evkâf Vekâleti Tedrisat Umum Müdürlüğü görevinde iken medreselerin müfredat programlarını ıslah etti.

Akseki, Milli Mücadele boyunca Anadolu’nun muhtelif yerlerini dolaştı. Vaaz ve konferanslarıyla Kuva-yı Milliye hareketini destekledi. 1924 yılında İlahiyat Fakültesi hadis ve hadis tarihi müderrisliğine atandı. Daha sonra Rıfat Börekçi’nin teklifi ile Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Heyetine aza olarak tayin edildi. Tarikat-ı Salahiyye Cemiyetine üye olduğu iddiasıyla 1925 yılında Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılandı. Mahkemede suçsuz bulunarak beraat etti. 1939 yılında Diyanet İşleri Başkan yardımcılığına atandı. Bu görevini sürdürürken 1947 yılında Şerafettin Yaltkaya’nın vefatı üzerine de başkanlığa getirildi.

Akseki, Arapça, Farsça ve İngilizce dillerini bilen, son derece zeki, ileri görüşlü ve zamanın gelişmelerini takip eden, kendini yenileyebilen bir din alimidir. Yazarlık hayatına Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad ekibi içinde yer alarak başladı. Osmanlı toplumunun geçirmekte olduğu kültürel değişiklikler üzerinde durdu. Yazılarında Batılılaşma ve din konuları üzerinde durdu. Modernleşmeye taraftar olmakla beraber, mutlak Batılılaşmaya karşı çıktı. İslam dininin yeniliklere ve bilime açık olduğunu savundu.

Akseki, üç devri yaşamış olmakla beraber hizmetlerini daha çok Cumhuriyet döneminde gerçekleştirdi. Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkçe ibadet adı altında yapılmak istenen tahribatlara karşı çıktı. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesi ile namaz kılınması yönündeki sinsi talepleri reddetti. Müşavere Heyeti azalığı sırasında cereyan eden bu tartışmalar karşısında taviz vermedi. Diyanet İşleri Başkanı olan Şerafettin Yaltkaya’nın isteğinin aksine, söz konusu olan arzunun dini ve ilmi hiçbir dayanağının olmadığını hazırladığı raporla ortaya koydu.

Akseki ile Bediüzzaman arasında samimi ve dostane bir münasebetin özellikle 1947 yılından itibaren artmaya başladığı, karşılıklı haberleşmelerden anlaşılmaktadır. Gerek Bediüzzaman’a gerekse Risâle-i Nurlara yakın alaka gösteren Akseki, Başkanlığı döneminde beş-altı kez ısrarla Risâle-i Nurların kendisine gönderilmesini istemiştir.

Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur,1950 yılında Ankara’da bulunduğu sırada Diyanet Riyasetine uğrayarak Akseki ile görüşmüştür. Bu görüşmede hürmet ve övgülerini dile getiren Akseki, Bediüzzaman’a selam söylemiştir.Bu görüşmeden sonra Ankara’dan ayrılıp Emirdağ’a gelen Mustafa Sungur, iki takım Külliyatı, biri Akseki’ye diğeri de Müşavere Kuruluna verilmek üzere Ankara’ya götürmüştür. Bediüzzaman, Külliyat ile birlikte mektup da yollamıştır. Mustafa Sungur, emanetleri yerine ulaştırdıktan sonra şu notu göndermiştir:

… kıymetli mektubunuzu Diyanet Riyaseti Başkanı Ahmed Hamdi Efendiye teslim ettik. Sevinçler içinde mübarek mecmua ve Nurları kendi hususî kütüphanesine koydu. ‘İnşaallah bunları kendi öz ve has kardeşlerime okumak için vereceğim ve bu suretle tedricî tedricî neşrine çalışacağız’ dedi. … mektubunuzdaki emirlerinizi yapacağını söyledi. ‘Fakat şimdi hemen birdenbire bunların neşri olmaz. Ben bu eserleri has kardeşlerime okutturup, meraklılara göre ileride neşrederiz. İnşaallah tam ve parlak şekilde ileride neşrine çalışacağını” söyledi

Akseki’nin Bediüzzaman ile ilgili yaklaşımı ve düşünceleri Tahsin Aydın’ın hatıralarında geçen ilginç bir nakille daha iyi anlaşılmaktadır. Kastamonu’da Bediüzzaman’ın komşusu olduğu halde hiç ziyaretine gitmeyen Şevket isimli tüccar, Yalova’da bir otelde Akseki ile görüşmelerini aktarmaktadır. Bu görüşmede Akseki Kastamonulu olduğunu öğrenince Bediüzzaman’la görüşüp görüşmediğini sorar ve “hayır” cevabını alınca teessüflerini bildirir. Kendisine birkaç kez tekrarla hata ettiğini belirttikten sonra Bediüzzaman’dan övgü ile söz eder. Akseki’den gereken dersi aldığını belirten Şevket hemen Tahsin Aydın’a giderek kendisini Bediüzzaman’a götürmesini rica eder ve birlikte ziyaretine giderler.

Akseki’nin görüşlerini aktaranlardan birisi de uzun süre Risâle-i Nur hizmetinde bulunan Selahaddin Çelebi’dir. Hem Şerafettin Yaltkaya hem de Ahmet Hamdi Akseki’nin Başkan bulundukları dönemlerde kendileriyle görüştükten sonra yaklaşımlarını aktarmaktadır. Yaltkaya’nın “Diyanet Riyaseti Kur’an ve hadisten başka hiçbir eserle ilgilenmez” şeklindeki ifadelerine karşılık daha sonra başkanlık yapan Akseki şu ifadeleri kullanmıştır:

Üstadın hayatı, eserleri, Kur’an ve hadis çerçevesi içinde bulunmaktadır. Onda menfi milliyetçilik ve ırkçılık yoktur…” Akseki bu ve benzeri ifadeleri kullanırken o sırada yanında bulunan Nazif Paşa Üstadı 31 Mart hadiselerinden beri tanıdığını, o isyanda yaptığı çok tesirli konuşmalarla Avcı Taburlarının itaate getirdiğini söylemiştir.Böylece değişik zaman ve şahısların huzurunda Bediüzzaman ve eserleri hakkındaki müspet düşüncelerini dile getirmiştir.

Eserleri:

Ruh ve Beka-yı Ruh; İslam öncesi ve sonrasında filozoflar tarafından ileri sürülen görüş ve düşüncelerin karşılaştırmalı tenkitleri yer almaktadır. Tenkitler yapılırken ayrıca çağdaş filozof ve materyalistlerin ileri sürdükleri iddialara karşılık, yazarın görüşleri de yer almaktadır.

İslam Dini; El kitabı şeklinde hazırlanmış olup Türkiye’de en çok okunan kitaplar arasında yer almaktadır.

Mezahibin Telfiki ve İslamın Bir Noktaya Cem’i; Talebeliği sırasında Reşid Rıza’dan tercüme ederek yayınladığı eserdir. Sadeleştirilmiş baskısı Hayreddin Karaman tarafından, “İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhebleri” adıyla neşredilmiştir.

Bunların dışında çok sayıda eser kaleme almıştır; İslam Dini Fıtrîdir, Ahlak Dersleri, Askere Din Kitabı, Yavrularımıza Din Dersleri, Düşmana Karşı, Yeni Hutbelerim yayınlanmış eserlerinden bazılarıdır. Bunların dışında kaleme almış bulunduğu ancak, yayınlanmamış eserleri de vardır.

Akseki, dört yıl sürdürdüğü Diyanet İşleri Başkanlığı görevine devam ederken 9 Ocak 1951 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Naaşı Cebeci Asri Mezarlığına kaldırılarak burada defnedildi.

Allah kendisine rahmet eylesin. Amin..

Çetin KILIÇ / LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar;

  • Risale-i Nur Külliyatı
  • Diyanet İşleri Başkanlığı
  • Mustafa Sungur hayatı
  • Son Şahidler – Necmeddin Şahiner