Etiket arşivi: hayatı

Sokullu Mehmet Paşa Kimdir? Kısaca Hayatı

Bosna’nın Vişegard Kazasına bağlı Rudo Nahiyesinin Sokkuloviçi köyünde doğmuştur.

Sokollu Bey neslinden yani Şahin Oğullarından gelmektedir. 1512 bazı tarihçilere göre 1506 yılında dünyaya gelen Sokollu’nu ilk adı Bayo Sokoloviç’di. Bu nedenle Balkan halkları arasında Mehmed Paşa Sokoloviç olarak anılır.

1519 yılında Yeşilce bey tarafından devşirilerek Edirne Sarayına getirilmiş, Mehmet adı verilerek Türk ve Müslüman kültürü ile yetiştirilmiştir. Ardından İstanbul`a gönderildi. Topkapı Sarayı`nın Enderun Bölümünde çeşitli görevlerde bulundu. 1541`de Kapıcıbaşılığa yükseldi. 1546`da saray hizmetlerinde başarılı olanların dış göreve atanmaları yolundaki gelenek uyarınca Kaptan-ı Deryalığa getirildi. Görevde iken Trablusgarp Seferi`ne katıldı, İstanbul Tersanesini genişletti ve yeniledi. 1549`da vezirliğe yükselerek Rumeli Beylerbeyliğine atandı.

Avusturya ile 1547`de imzalanan barış antlaşmasının bozulması üzerine Sokollu Mehmet Paşa 1551`de Erdel üzerinde yapılacak seferin komutanlığına getirildi. 80.000 kişilik orduyla Erdel`e giren Sokollu Mehmet Paşa önemli kaleleri aldı.

Kanuni Sultan Süleyman 1553`te Sokollu Mehmet Paşa`yı Rumeli askerlerinin başında Anadolu`ya gönderdi. Aynı yıl başlayan Nahçıvan Seferinde Sokollu komutasındaki Rumeli askerleri büyük başarı gösterdiler. Sefer dönüşünde Sokollu üçüncü kez vezirliğe yükselerek kubbealtı vezirleri arasına katıldı.

Semiz Ali Paşa`nın sadrazamlığa yükselmesiyle ikinci vezir olan Sokollu, onun 1565`de ölmesiyle sadrazamlığa getirildi. Yaşı hayli ilerlemiş olan Kanuni çok güvendiği Sokullu`ya geniş yetkiler vermişti. 1561`de üçüncü vezir iken Kanuni Sultan Süleyman`ın torunu ve Sultan II. Selim`in kızı İsmihan Sultan ile evlendi.

Kanuni Sultan Süleyman’ın son vezir-i azamı olmuştur. Hem Osmanlı İmparatorluğu’nun zirvede bulunduğu dönemi simgelemesi itibariyle hem de icraatları, projeleri ve kişiliği nedenleriyle en büyük Osmanlı sadrazamlarından biri kabul edilir.

İki metreyi aşan boyu ile aynı zamanda en uzun boylu Osmanlı sadrazamı idi. Bu sebeple “uzun boylu” manasındaki “Tavil” lakabı ile anılması bir o kadar yaygındır.

Sadrazamlık Dönemi

Toplam 14 yıl, 3 ay, 17 gün Osmanlı Devleti’nin sadrazamlığını yapmıştır.

Kanuni Sultan Süleyman`ın son seferi olan Zigetvar kalesi fethini, padişah öldükten sonra o idare etti. Kanuni Sultan Süleyman`ın ölümünü 40 gün kadar gizleyerek tam bir basiret örneği göstermiştir.

II. Selim döneminde sürekli sadrazamlıkta kaldı ve devlet işlerini idare etti. Sokollu 1568`de Avusturya ile 8 yıl süren bir barış antlaşması imzaladıktan sonra doğuya yöneldi. Amacı Osmanlı egemenliğini Asya`da ve doğu denizlerinde de güçlendirmekti. Portekiz`in Hint Okyanusu`ndaki artan etkiniğine karşın Kızıldeniz, Umman Denizi ve Basra Körfezi`ndeki Osmanlı gemilerinin sayılarını attırdı. Hindistan ve Endonezya ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Sokollu ayrıca Tunus`u Osmanlı himayesi altına sokarak, Kuzey Afrika`yı da denetlemek istiyordu. Ama Piyale Paşa ve Lala Mustafa Paşa gibi karşıtların etkisiyle Divan 1570`de Kıbrıs`ın alınması kararını aldı. Sokollu Venediğe karşı böyle bir savaşın Avrupa`yı kendilerine karşı birleştireceği görüşündeydi. Ama Lala Mustafa Paşa Divan`a uyarak 1571`de Kıbrıs`a çıktı.

Haçlı Donanması`nın misillemesinde Osmanlı donanması İnebahtı`da yenildi. Alınan ağır yenilgi karşısında Osmanlılara gelen bir Venedik elçisine “Biz sizden Kıbrıs`ı alarak kolunuzu kestik, siz ise donanmamızı yenmekle yalnızca sakalımızı kestiniz; unutmayın ki, kol bir daha yerine gelmez, ama sakal eskisindende gür çıkar.” dedi. Gerçekten de Sokollu`nun dediği oldu ve Venedikliler barış istemek zorunda kaldılar. Daha sonra Osmanlı Donanması Tunus`u İspanyollardan aldı.

Sokollu 1574`te ölen II. Selim`in yerine geçen III. Murat döneminde de sadrazamlığını sürdürdü. Sokollu Fas`ı Portekiz akınlarından kurtardı.
Sokollu Mehmet Paşa sadrazamlığı boyunca usta bir siyasetçi olarak öne çıkmış, birçok askeri ve siyasal başarının elde edilmesinde birinci derecede rol almıştır. 60 yıllık devlet hizmeti sırasında da hiçbir görevinden alınmamış, daima bir üst göreve atanmış olması da ayrı bir özelliğidir.

Sokollu bir tanesi İstanbul`da, diğerleri Lüleburgaz(Kırklareli), Havsa (Edirne) ve Payas (Hatay)`ta bulunan beş külliyesi, imparatorluğun hemen her yanına yayılmış eserleri vardır.

Sokollu Mehmet Paşa’nın Lüleburgaz’a bu külliyeyi yaptırması ile ilgili hoş bir anekdot aktarılır. Devşirme olarak önce Edirne sarayına, oradan da Topkapı sarayına getirilen Mehmet Paşa’nın bu yorucu yolculukta yolu Lüleburgaz’a düşer. Çok yorgun ve bitap düştüğü bir anda Lüleburgaz’da bir kadının yiyecek vererek onu doyurduğunu unutmayan paşa, seneler sonra Osmanlı’nın en güçlü devlet adamlarından biri olduğunda kursağından geçen o lokmaların vefasını Lüleburgaz’a bu külliyeyi inşa ettirerek gösterecektir.

Don ve Volga ırmakları arasında bir kanal açarak Osmanlı donanmasına Hazar Denizi yolunu açma, Süveyş Kanalı`nı açma, İzmit Körfezi-Sapanca Gölü-Sakarya Nehri üzerinden Karadeniz`e alternatif bir boğaz açma gibi çağının ötesinde projeleri vardı. Don-Volga kanalı için gerekli işgücü seferber edildi, ancak hava şartları nedeniyle çalışmalar sürdürülemedi. Süveyş Kanalı düşüncesiyle ön adım olarak Sudan zaptedildi. Ancak bu proje de sonuca ulaşamadı. Devlet teşkilatı içinde de önemli düzenlemeler yapmıştır.

Osmanlı döneminde aldığı kritik kararlar, kazandığı zaferler ve yaptığı projelerle siyasi tarihimize damga vuran sadrazamlardan biri hiç şüphesiz Sokollu Mehmet Paşa’dır.

Her gece âdeti olduğu üzere abdestini yeniler, teheccüd namazını kıldıktan sonra hazinedar Hadım Hasan Ağaya bir miktar kitap okuturdu. O gece Hasan Ağa’ya, “Sultan Murad’ın Kosova’da şehid edilişini anlatan yeri oku” buyurdular.

Hasan Ağa takip ettikleri Osmanlı tarihi eserinden Murad Han’ın zaferini ve sonunda şükür için meydan yerini gezerken bir Sırplının din yolunda savaşanlar sultanını habersizce hançerleyerek şehid ettiğini tasvir eden satırları okurken, Sokollu’nun gözleri yaş içinde kalmıştı. Ellerini kaldırdı. “Yarabbi bana da böyle bir devlet nasip eyle” diyerek dua etti. 12 Ekim 1579 yılında derviş kılığına girmiş bir yeniçeri tarafından hançerlenerek öldürüldü. Ayasofya’da akşam ezanı okunurken yaşlı sadrazam ruhunu teslim etti. Eyüp`te defnedildi.
Ulema, şehid-i hükmi iken şehid-i hakiki hükmünü verdiler, gasl ettirmediler.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynak:

  • Murat Kutlu
  • Biyografi
  • Bilgi dünyası
  • Türkçe bilgi
  • Sorularla Osmanlı
  • Trakya gezi

Nuh Peygamber (A.S.) Kimdir? Kısaca Hayatı..

Nuh Aleyhiselam, İdris (A.S)’dan sonra gönderilen Peygamberlerin büyükleri olan ve kendilerine «Ülü’l-Azm» denilen 6 peygamberden ikincisidir.

Bu 6 büyük peygamber şunlardır, Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.)

Allah korkusundan daima ağladığı için adına, çok ağlayan, inleyen manasına gelen “Nuh” denilmiştir.

İnsanlar putlara tapmaya başladıktan sonra, gün geçtikçe aralarında, zulüm, zorbalık, fitne, ahlâksızlık gibi kötülükler artıp yayıldı. Hazret-i Nuh, böyle bir cemiyet içinde çocukluğundan beri doğru yolda bulunan, Allahü Teâlâ’ya ibadet eden Salih bir kul idi. Sulama işleriyle, çiftçilikle, hayvan yetiştirmekle, marangozluk ve ev inşasında çalışıyordu. Doğru yoldan ayrılmış olan insanların kötülüklerinden de tamamen uzak duruyordu. Elli yaşında iken, Allahü Teâlâ, onu insanlara peygamber olarak gönderdi. Kendi zamanında yaşayan bütün insanlara Peygamber olarak gönderilen Nuh aleyhisselam, ömrünün sonuna kadar insanları Allahü Teâlâ’ya iman etmeye, O’nun emirlerine uymaya, dâvet edeceğine söz verdi. Ona yeni bir din ve kitap verilmeyip, kendinden önceki peygamberlerin dinlerindeki hükümleri dokuz yüz elli sene insanlara bildirdi, onları hidayete çağırdı. Kur’ân-ı kerîmde “Muhakkak ki biz, Nuh’u(aleyhisselam) kavmine resûl olarak gönderdik”  buyrulmaktadır.

Zulüm ve zorbalığa alışmış ve başkalarını tahakküm altına almak isteyen insanlar inanmadılar ve ona düşman oldular. Nuh aleyhisselam onlara nasihat ederek: “Ben size doğru yolu göstermek, zulmü kaldırıp, adâleti yaymak için Allah tarafından gönderildim. Herkesin putlara tapmaktan vaz geçip bir olan Allah’a ibadet etmesini, kulluk yapmasını bildiriyorum” dedi. Kavmi ise bu dâvete uymadıkları gibi, Nuh aleyhisselamı kendilerine doğruyu, hakkı anlatırken dinlememek için parmakları ile kulaklarını tıkıyorlar, onu görmemek için elbiseleriyle başlarını kapatıyorlardı. Bir taraftan da ona inananlara zulüm ve işkence yapıyorlardı. 

Yıllar sürüp gidiyor, Nuh aleyhisselam ise tebliğ vazifesini devamlı olarak yapıyordu. Çok az kimse iman etmişti. Bir türlü kötülüklerini anlayıp, azgınlıktan vazgeçmiyorlardı. İsyanları sebebiyle Allahü teâlâ onlara gadap etti. Senelerce yağmur yağdırmadı. Malları, hayvanları helak oldu. Bağları bahçeleri kuruyup, servetleri kayboldu, nesilleri kesildi. Son derece muhtaç ve fakir hâle düştüler. 

Onların bu hâli karşısında Nuh aleyhisselam; “Ey kavmim başınıza gelen bunca belâlar günahlarınız sebebiyledir. Allahü teâlâ size gadap etti. Rabbinizden günahlarınızın bağışlanmasını isteyin, sizi affedip üzerinize rahmet yağmuru göndersin. Size mallar ve evlatlar ihsan ederek imdat etsin. Nihâyet bir gün ölüp kabre gireceksiniz. Rabbiniz sizi bir müddet kabirde beklettikten sonra diriltecek ve amellerinizin cezasını ve mükâfatını verecek…” diyerek daha birçok hususu iyice anlatıp onlara ehemmiyetle nasihat etti. İsyandan vaz geçmezlerse daha ağır azaplara düşeceklerini bildirdi.

 Nûh aleyhisselam asla yılmadan, tebliğ vazifesine devam ettiği hâlde, onların bir türlü imana gelmeyeceklerini iyice anladı. Bunun üzerine mealen şöyle dua ettiği Kur’ân-ı Kerim’de bildirilmektedir: 

“Nuh (aleyhisselam) dedi ki: “Ey Rabbim! Yeryüzünde, hareket eden hiçbir kâfiri bırakma! Eğer sen onları bırakırsan, kullarını dalâlete, sapıklığa sürüklerler. Hem bundan sonra onların çoluk çocuğu olmaz. Olsa bile çocukları fâcir ve küfürde pek ileri kimseler olurlar. Ey Rabbim! Beni, anamı, babamı, mümin olarak evime girenleri, erkek, kadın bütün müminleri mağfiret eyle, bağışla, zâlimlerin (kâfirlerin) ise ancak helâk ve hüsrânlarını arttır.” ve “(Nuh aleyhisselam dua edip) dedi ki: Yâ Rabbi! Gerçekten kavmim beni tekzip etti. Beni yalanladı. Artık benimle onların arasındaki hükmü sen ver. Beni ve berâberimdeki müminleri kurtar.” 

Nuh aleyhisselamın bu duası üzerine, Allahü teâlânın  şöyle vahy ettiği bildirilmektedir: 

“Nuh’a vahy olundu ki; kavminden daha önce îmân etmiş olanların dışında hiç kimse îmân etmeyecek. O hâlde sen, kavmin seni yalanladıkları için ve sana ezâ verdikleri için mahzûn olma, kederlenme ki; onlardan intikam alma vakti gelmiştir. Nezâretimiz altında ve vahy ettiğimiz, bildirdiğimiz şekilde bir gemi yap! Zâlimler (kâfirler) hakkında bana dua etme. Zîrâ onlar (suda) boğulacaklardır.”  

Nuh aleyhisselam kendisine gönderilen vahiy üzerine hemen bir gemi yapmaya başladı. Geminin yapılmasında Cebrâil aleyhisselam, Allahü telânın emri üzerine yardımcı oluyor ve nasıl yapılacağını tarif ediyordu. Nuh aleyhisselam ve iman eden müminler de geminin yapılmasında çalıştılar. Geminin inşasını gören putperestler; “Şimdi de marangozluğa mı başladın?” diyerek alay ediyorlardı.

Hz. Nuh gemicilerin ve marangozların piri sayılır, çünkü bu işleri Allah’ın ihsanıyla ilk defa o yapmıştır.

Nuh aleyhisselam. “Ey insanlar! Ben size doğru yolu göstermek için Allah tarafından görevlendirildim. Allahü Teâlâ’ya itaat ediniz. Ben sizin hayır ve iyiliğinizi istiyorum. Siz bilmiyorsunuz ama,Allah’ın azabı en kısa zamanda büyük bir tufan şeklinde gelecek. Bildirdiklerime inanmayan herkes helâk olacaktır. Şu yaptığım gemi, iman edenlerin binip kurtuluşa ereceği gemidir. Allah’a iman etmeyen âsiler suda boğulacaktır. Kurtulmayı isteyen iman etsin ve benimle yolcu olsun. Bu benim, herkesin duyması gereken son sözümdür.”

İnsanlar; “Ey Nuh, uzun yıllardan beri bu sözleri söylüyorsun. Şimdi de kuru bir çöl ortasında büyük bir gemi yaptın. Bizi tufanla korkutuyorsun biz sana da söylediklerine de inanmıyoruz.” dediler.

Nihâyet geminin yapımı tamamlandı. Hazret-i Nuh’un yaptığı ve üç katlı olduğu rivayet edilen bu geminin ateş yanarak kazanı kaynayıp hareket ettiği Buharlı bir gemi olduğu Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilmektedir.  

“Nihâyet helak etme emrimizin azâbımızın vakti geldiği, tennûrun(fırının) taşıp fışkırdığı (yâhut gemi kazanının kaynadığı) zaman biz Nuh’a şöyle emreyledik ki, kendisinden faydalanılan hayvanların her cinsinden erkek ve dişi birer çift hayvanı gemiye koy. Üzerlerine boğulma emri takdir edilenler hâriç âile halkınla bir de îmân edenleri gemiye yükle. Zâten Nuh’a îmân edenler pek az idi.”

Gemiye binecekler hazır olunca hazret-i Nuh onlara, Allahü Teâlâ’nın ismiyle gemiye binmelerini söyledi. Bütün müminler, o azgın kâfirlerin gözleri önünde Hazret-i Nûh ile gemiye bindiler.

Nuh aleyhisselam her hayvandan birer çift alıp, iman edenlerle birlikte gemiye yerleştikten sonra, gökten çok şiddetli bir yağmur yağmaya ve yerden de sular fışkırmaya başladı ve her şey suya gark oldu. Sular dağları aştı. Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında kaldı. Nuh aleyhisselama inanmayan putperest kavim boğularak helak olup gitti.

Tufan başladığı sırada Nuh aleyhisselam îmân etmeyen oğlu Yâm’a (Kenan), iman edip gemiye binmesini söyledi ise de oğlu; “Dağa çıkar sudan kurtulurum.” deyip binmedi. Bir dalga gelip onu da boğdu.

Nûh (A.S.), Allah Teâlâ’ya; “Rabbim! oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va’din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin” diye seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetini öğrenmek istemişti. Allah Teâlâ, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir şey ifade etmediğini, insanların birbirinden olmalarının yegane ölçüsünün akide olduğunu; “Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme” ayetiyle Nûh (A.S.)’a bildirerek, ortaya koymuştur.

 Boğulanlar arasında hazret-i Nûh’un hanımı da vardı. O da iman etmemişti. Tufan altı ay devam etti. Altı ay sonra Allahü Teâlâ’nın “Ey arz! Suyunu yut ve ey gök suyunu tut...” emriyle yağmur kesilip sular çekildi. . Buna “Tufan” olayı denir ki, rivâyete göre Hz. Âdem’in yaratılışından 2242 sene sonra olmuş.

Risale-i Nur, gemi mucizesi de dahil olmak üzere, peygamberlere verilen mucizelerle ilgili olarak Kur’an-ı Azimüşşan’ın verdiği şu mesaja dikkatleri çeker: “Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adâletine medâr olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı ona musahhar edip konuşturuyorum… Öyle ise, herbirinize de mâdem gök ve yer ve dağlar, hamlinden çekindiği bir emânet-i kübrâyı tevdî etmişim, halîfe-i zemin olmak istidadını vermişim; şu mahlûkatın da dizginleri kimin elinde ise, ona râm olmanız lâzımdır. Tâ Onun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin; ve onların dizginleri elinde olan Zâtın nâmına elde edebilseniz ve istidadlarınıza lâyık makama çıksanız.”  Böylece her mucize ilmin nihai sınırlarını çizerek insanlara ilim ve irfan yolunda büyük bir hedef gösterilmiştir.

Nuh aleyhisselamın gemisi Muharrem ayının onunda aşûre günü Irak’ta Cûdi Dağı üzerine oturdu. Bundan sonra insanlar Nuh aleyhisselamın üç oğlundan türedi. Bu bakımdan Nuh aleyhisselama ikinci Âdem denildi. Nuh aleyhisselam bin yaşında vefat etti. Nuh aleyhisselamın Sâm adlı oğlundan Arap, Fars ve Rum kavmi, Hâm adlı oğlundan ise Hindistan, Habeş ve Afrika halkı, diğer oğlu Yâfes’ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Nihâyet insanlar zamanla çoğalıp, Asya’ya, Avrupa’ya, Okyanusya’ya ve Berring  Boğazından Amerika’ya geçerek bütün yeryüzüne yayıldılar.

Nûh Tûfanından sonra insanlığın soyunun kimden devam ettiği konusunda farklı görüşlerde vardır.

Konuyla ilgili bazı âyetler vardır. 

“Hem o (Nûh)un neslini bâki kalanlar kıldık.” 

Ey Nûh’la beraber gemiye taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar!..” 

Bazı  tefsir ve tarih kitaplarında, Kitab.ı Mukaddes’teki bilgiler doğrultusunda bütün insanlığın sadece Nûh’un Sâm, Ham ve Yâfes isimli üç oğlunun soyundan gelişip yayıldığı belirtilir. Buna göre Nûh tûfanından kurtulan başka insanların soyu tükenmiş; bütün yeryüzünde sadece Nûh’un soyu devam etmiştir. Tefsirlerde buna karşılık iki farklı görüşten daha söz edilmektedir:

a) Şevkânî’nin aktardığı bir görüşe göre âyetteki “Nûh’un soyu”ndan maksat, onunla birlikte tûfandan kurtulan müminlerdir. Nitekim İsrâ süresinde Nûh ile birlikte taşınanların soyundan, Hud sûresinde de Nûh ile birlikte olan gruplardan, milletlerden söz edilmektedir. Buna göre Nûh ile birlikte kurtulanların soyu da devam etmiştir.

b) Tûfanın bütün dünyayı kapladığı, dolayısıyla yeryüzünde Nûh’un gemisinde bulunanlardan başka kurtulan kalmadığı, görüşü yaygın olmakla birlikte Nûh’un, Hz. Muhammed gibi bütün insanlığa gönderilmediği, sadece kendi kavminin peygamberi olduğu, şu halde burada ve diğer ilgili âyetlerde verilen tûfanla ilgili bilgilerin de bu sınır dahilinde anlaşılması gerektiği kanaatinde olanlar da “tûfan bölgeseldir; Nûh’un davetinin ulaşmadığı, tûfanın dışında kalan bölgelerdeki insanların nesilleri de devam etmiştir”, demektedir

Kur’ân-ı kerim’deki sûrelerden biri de Nuh sûresi olup, bu sûrede Nuh aleyhisselamdan bahsedilmektedir. Nuh aleyhisselam hakkında Peygamber efendimiz hadis-i şeriflerde buyurdu ki: 

“Melek-ül mevt (Azrail aleyhisselam) Nuh’a (aleyhisselam) geldiğinde dedi ki: “Ey Nuh ey peygamberlerin en büyüğü (en yaşlısı) ey uzun ömürlü ve ey duası kabul olunan! Dünyâyı nasıl gördün?” Nuh (aleyhisselam) dedi ki: “Şöyle bir kimse gibi ki, kendisine iki kapısı olan bir ev yapılmış da birinden girmiş diğerinden çıkmıştır.”

Nuh aleyhisselamın kavminden bir fırka gelip, oturdukları beldedeki büyük taşları toprak yapmasını istemişlerdi. Allahü Teâlâ Cebrail aleyhisselamı gönderip, “Resulüme söyle, o taşlara eliyle işaret etsin.” buyurdu. Nuh aleyhisselam da buyrulduğu gibi yapıp eliyle işaret edince, o beldede bulunan bütün taşlar birden toprak oldular. Bunun üzerine on iki kişi iman etti.

Nuh (AS) Uzakta bulunan ve gözle görülemeyecek şeyleri görüp haber verirdi,Susuz yerlerden su çıkarırdı,İşaretiyle ağaçlar kökünden sökülüp başka yere geçerdi, Duasıyla kuru ağaçlar hemen meyve verirdi, Duasıyla bulutsuz olarak yağmur yağardı,Kum, toprak, kil gibi şeyler, onun duasıyla yiyecek maddeleri hâline gelirdi,Eliyle yere diktiği bir ağaç fidanı o anda çeşitli renklerde meyve verdi.

Gemisi Cudi Dağının üzerine oturunca, insanlar açlıktan kurtulmak için yiyecek istediklerinde dua edince, bir miktar toprak ve kum yiyecek hâline geldi ve bunu yediler.

İman ederek, gemisine girip tufandan kurtulan insanlar çok az olmasına rağmen, onun duasıyla çok kısa zamanda çoğalarak arttılar.

Tûfanın bütün yeryüzünü kaplayıp kaplamadığı hususunda değişik rivâyetler vardır. Suların en yüksek dağları bile aşmasından dolayı yeryüzünün her tarafını kapladığı görüşünde bulunan âlimler varsa da, ağırlıklı ve umumun kabul ettiği görüş, Tûfan’ın bütün Dünyayı değil sadece Nûh aleyhisselamın kavminin yaşadığı bölgeyi kaplamış olmasıdır. Çünkü Hikmet cihetiyle bakıldığı zaman Nûh Tûfanının, sadece Nûh kavminin yaşadığı bölgeleri içine alacak şekilde meydana gelmiş olması beklenir. Nitekim, bu kavimden sonraki Lût, Âd ve Semud kavimlerine gelen musibetler de, sadece o kavimlerin yaşadığı bölgelerde görülmüştür. Eldeki veriler, getirilen yorumlar ve genel kanaat, Nûh kavminin Lût Gölü çevresi ile Mezopotamya arasında olduğu yönündedir. Dolayısıyla Nûh Tûfanın da bu bölgeyi içine alacak tarzda meydana gelmesi muhtemeldir. Gerçeğini Allah Tealâ Hazretleri bilir.

Nûh (A.S.)’ın adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı sûrede bu durum şöyle anlatılır: “Nûh dedi ki: “Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu hem senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim. Dedim ki: “Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. “Nûh, “Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu Kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular. Birbirinden büyük hilelere başvurdular” dedi. İnsanlara; “sakın tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva’, Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin” dediler. Böylece bir çoğunu saptırdılar. Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaşkınlığını artır. Nuh dedi ki; “Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkarcı bırakma. Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler”.

Allah Teâlâ, bu kavme helaki umumi kıldığı gibi, Nûh (A.S.) da bunun umumî olmasını istemişti. Çünkü asırlar süren daveti neticesinde anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi inkârcılar olacaktı. İbn İshak şöyle demektedir: “Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden daha berbat oluyordu. Sonra gelen nesiller; “Bu adam babalarımızla, dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu deliden başka biri değildir” diyorlardı”.

Yeryüzünde ilk defa fesat çıkararak, zalimlerden olan bir toplumu cezalandırmak için Allah Teâlâ’nın takdir etmiş olduğu vakit yaklaşmakta idi. Allah Teâlâ, Nûh (A.S.)’a Tufanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)’dan suların kaynamasını göstermişti.

Allah’a isyanda direten ve O’nun elçisine olmadık eziyetleri reva gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan zalim bir topluluk, sonraki nesillere, inkârcı zalimlerin sonunun ne olduğunu anlamaları için, bu şekilde, tufan ile helak edilmişti.

Nûh (A.S.), gemiden indikten sonra, Semânîn diye isimlendirilen bir yerleşim yeri inşa etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn Ömer (Cizre)’in yakınında bulunmaktadır.

Diğer bir rivayete göre de Nûh (A.S.) gemide 150 gün kalmış, Allah Teâlâ, gemiyi Mekke’ye yöneltmiş; gemi kırk gün Beytullah etrafında dönmüş ve sonra da Cudi’ye yönelterek orada durdurmuştu. Geminin kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde hâlâ bulunuyor olmalıdır. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de, insanlara ibret olsun diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını zikretmektedir: “And olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur”.

Hz. Nuh’un Evlatlarına Vasiyeti 

 Bunlardan ikisini bırakmayınız, ikisini de yapmayınız

1. La ilahe illallah

2. Sübhanallah vebi hamdihiy’dir

3. Gavurluktan (sakinin)

4. Kibir (‘den sizi nehyederim)»

Nuh (AS) öldüğünde de Mescid-i Haram’a yakın bir yere defnedilmiştir.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

Kuranı Kerim meali

Risalei Nur Külliyatı

Elmalılı, Hak Dini; Diyanet, Kur’an Yolu

Dinimizislam

sorularlarisale

İdris Peygamber (A.S) Kimdir? Kısaca Hayatı..

Kur’ân-ı Kerim’de ismi geçen peygamberlerdendir. Şit Aleyhisselamın torunlarındandır. Babasının adı Yerd, annesinin adı Berre veya Eşvet’tir. Bâbil’de veya Mısır’da Mûnif denilen yerde doğduğu rivayet edilmiştir.

İslam âlimlerinin belirttiğine göre, İdris’in asıl adı “Uhnuh”dur ki, Kitab-ı Mukaddes’te “Honuk” olarak geçer.

Kur’ân-ı Kerim’de İdris diye bildirildi. Kendisine peygamberlik, hikmet ve sultanlık verildiği için “Müselles bin-Ni’me” (kendisine üç nimet verilen) de denilmiştir.

Kur’an-ı Kerîm’de yer alan İdris (a.s) hakkında dört ayet-i kerime vardır. Bunlardan ikisi şu şekildedir:

(Ey Muhammed)! Kitapta İdris’e dair söylediklerimizi de an. Çünkü o, dosdoğru bir peygamberdi. Onu yüce bir yere yükselttik.”

(Ey Muhammed)! İsmail, İdris, Zü’l-kifl hakkında anlattığımızı da an; onların her biri sabredenlerdendi. Onları rahmetimize kattık. Doğrusu onlar iyilerdendi.”

Bir çok müfessir, ayette yer alan “Onu üstün/yüksek bir makama yücelttik ” ifadesinden, onun göklere veya cennete çıkarıldığını anlamışlardır.

Tefsir âlimleri ayet-i kerimede bildirilen “yüce mekândan” muradın, peygamberlik ve Allahü Telaya yakınlık mertebesi veya Cennet veya altıncı yahut dördüncü kat sema olduğunu bildirmişlerdir.

Kitab-ı Mukaddes’te de Hz. İdris için şu bilgilere yer verilmiştir:

Hanok/İdris toplam 365 yıl yaşadı. Tanrı yolunda yürüdü, sonra ortadan kayboldu; çünkü Tanrı onu yanına almıştı.“(Tekvin/Yaratılış, 5/23-24)

İdris aleyhisselam, içinde yaşamış olduğu, Kâbil’in evlâdından bir topluluğa peygamber olarak gönderildi. Her türlü isyan, kötülük ve günahın işlendiği bu topluluğa Allahü Teâlâ’nın emir ve yasaklarını bildirdi ve Allahü Teâlâ’ya kulluk etmeleri gerektiğini sabırla anlattı. Allahü Teâlâ ona otuz sayfa (forma) kitap gönderdi. Cebrail aleyhisselam dört defa gelerek Allahü Teâlâ’nın emir ve yasaklarını tebliğ etti.

Onun şeriatında; “Allah’a, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine, meleklere, peygamberlere ve ahir zamanda gelecek olan son peygamber Ahmed aleyhisselama inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak, domuz, köpek ve eşek eti yememek, aklı gideren maddelerden sakınmak” emredilmiştir.

İdris aleyhisselam, kavmine kendisinden sonra gelecek peygamberleri, Muhammed aleyhisselamın vasıflarını bildirdi. Kendisinden sonra gelecek olan Nuh Tufanını ve Ahir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselamı bütün tafsilâtıyla anlattı. Peygamber olduğunu ispat eden birçok mucizeler gösterdi. Fakat kendisine kavminden pek az kimse itaat etti, pek çoğu ise karşı geldi. Bunun üzerine İdris aleyhisselam yaşamış olduğu Bâbil diyarından Mısır’a hicret etti. Kendisine iman edenlerle birlikte burada yerleşti. Allah Teâlâ ona yetmiş iki lisanla konuşmayı nasip etti. Her kavmi kendi lisanıyla hak dine dâvet etti. Harp âletleri yapıp, kâfirlerle cihat etti.

İnsanlara şehir kurmak sanatını ve idarecilik ilmini öğretti. Yüz şehir kurdu. Bunların en küçüğü Diyarbakır yakınında bulunan Reha şehridir. Her millet de öğrendikleri bu kaidelere göre kendi bölgelerinde pek çok şehirler kurdu.

İnsanlara muhtelif ilimleri de öğretti. Pek çok kimseye hikmet ve riyaziye (matematik) dersleri verdi. Fen ilimleri, tıp ve yıldızlarla alâkalı ince ve derin meselelerden bahsetti. Allahü Teâlâ ona göklerin terkiplerini, neden meydana geldiklerini, yıldızlarla alâkalı derin bilgileri, senelerin sayısını ve hesap ilmini öğretti. İdris aleyhisselam kavmine kalem ile yazı yazmasını, iğne ile dikiş dikmesini öğretti. Öğrettiği ilimler, Allahü Teâlâ’nın bildirmesi ile oldu. Yoksa insanoğlunun aklı ve zekâsı, sâdece araştırma yoluyla bu bilgilere ulaşamazdı. Eski Yunanlılar ve daha sonra gelen filozoflar, fizik, kimya ve tıp bilgilerini İdris aleyhisselamın kitabından aldılar.

Terziler İdris Aleyhisselâmı kendilerine pîr kabul etmişlerdir. Zaten Cenab-ı Hak, Peygamberleri insanlara manevî yönden birer imam olarak gönderdiği gibi, maddi terakkileri için de önder tayin etmiştir.

Bütün dinlerde peygamberlere mutlak olarak tabi olma emri vardır. Peygamberlerin manevi kemalatları ve ettikleri nasihat, insanların manevi hayatlarını tanzim ettiği gibi, mucizeleri de, peygamberliklerini münkirlere tasdik ettirmek gayesinin yanı sıra, geleceğin insanlarını onların benzerlerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşvik manasını da taşımaktadır. Hattâ denilebilir ki, manevi kemalat gibi maddi terakkileri ve harikaları dahi, en evvel mucize eli insanlığa hediye etmiştir. Meselâ; Hazret-i Nuh’un bir mucizesi olan gemisi ve Hazret-i Yusuf’un bir mucizesi olan saati, Hazret-i Davud’un bir mucizesi olan demiri ısıtmadan hamur gibi yumuşatması ve eritmesi.

İşte bütün bunlar, en evvel peygamberlerin mucizeleri eliyle insanlığa hediye edilmiştir. Sanatkârların çoğunun, sanatlarında bir peygamberi pir edinmelerinin sebebi de budur. Meselâ gemiciler, Hazret-i Nuh’u, saatçiler Hazret-i Yusuf’u, terziler de Hazret-i İdris’i pîr kabul ederler.

Yeryüzünün meskûn yerlerini dört bölgeye ayırıp her birine bir vekil tayin etti. Bir müddet sonra Aşure gününde göğe (semâya) kaldırıldı.

Dünyada yaşadığı ömrünün sonuna doğru ölüm meleği Azrail aleyhisselam, İdris aleyhisselamı ziyarete geldi. İdris aleyhisselam, Azrail’e: “Bir anlık benim ruhumu al.” dedi.

Bunun üzerine Allahü Teâlâ, Azrail aleyhisselama; “Onun ruhunu al!” diye vahyetti. Azrail aleyhisselam ruhunu aldı. Allahü Teâlâ, İdris aleyhisselamın ruhunu tekrar iade etti. İdris aleyhisselam, Azrail aleyhisselama; “Beni semalara götür. Cennet’i ve Cehennem’i göreyim.” dedi.

Allahü Teâlâ, Azrâil’e onu semâya götürmesini, Cehennem’i ve Cennet’i göstermesini vahyetti. İdris aleyhisselama Cehennem gösterildi. Cennet’e götürüldü. Cennet’e girince, çıkmak istemedi. Kendisine; “Niçin çıkmıyorsun?” diye sorulunca; “Allahü Teâlâ, «Her nefis ölümü tadacaktır.» buyurdu. Ben ise ölümü tattım. Yine Allahü Teâlâ, «Herkes Cehennem’e uğrayacaktır.» buyurdu. Ben oraya uğradım. Allahü teâlâ, «Onlar oradan (Cennet’ten) çıkmayacaklardır.» buyurdu. İşte “ben bunun için Cennet’ten çıkmak istemem.” dedi.

Bunun üzerine Allahü Teâlâ, Azrail’e vahyedip, İdris aleyhisselamın Cennet’te kalmasını bildirdi. İdris aleyhisselam böylece Cennet’te kaldı. Bu husus Kur’ân-ı kerîm’de Meryem sûresi 57. ayet-i kerimesinde mealen; “Biz onu yüksek bir mekâna kaldırdık.” buyrulmak suretiyle bildirilmiştir

Nitekim Buhari ve Müslim’de bildirilen hadis-i şerifte, Peygamberimiz aleyhisselam Miraca çıktığı zaman, Hazret-i İdris’i dördüncü kat semada gördüğünü bildirmiştir. İdris aleyhisselam diri olarak göğe çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadılar. Hatırlamak için resmini yaptılar. Daha sonra gelenler bu resmi tanrı sandılar, çeşitli heykeller yapıp tapıldı. Böylece putperestlik meydana çıktı.

İdris aleyhisselam, ağaçların yapraklarının sayısını bilirdi. Dua ederken (Bî adedil-evrâk) “Ağaçların yaprakları kadar” diyerek tesbih okurdu. Yıldızlara ait ilmi bilirdi. Kavmini imana dâvet ettiği zaman, yıldızların heyeti, durumu ve diğer hususi hâllerini açıklamasını istediler. İdris aleyhisselam bunu geniş olarak haber verdi. Yıldızların durumunu anlattı. Bunun için “nücûm ilmi” hazret-i İdris’ten kalmıştır, denir. Melekler grup grup onun ziyaretine gelip görünürlerdi. Her birinin ismini, vazifesini, tesbihini bilirdi. Havada uçup giderlerken onları görürdü. Gökyüzündeki bulutlara dağılmalarını emrettiği zaman dağılırlar ve dile gelip onunla konuşurlardı. Bunlar Allah’ın İdris aleyhisselama verdiği mucizelerdir.

İdris aleyhisselamın hikmetli sözlerinden bazıları şunlardır:

Akıllı kimsenin rütbesi yükseldikçe, tevazusu (alçak gönüllülüğü) artar.

Cahil, mertebesi yüksek olsa da, basiret ehlini hakir ve aşağı görür.”

Dostlar arasındaki hakiki sevgi, içinde bir menfaat temin etme ve kendisinden bir zararı def etme düşüncesi olmayan sevgidir.

“İnsanda bulunan en faziletli cevher, akıldır. Sâhibini pişman ettirmeyen en kıymetli şey Salih ameldir.

İyi hasletlerin en üstünü; kızgınlık hâlinde doğruluk, sıkıntı hâlinde cömertlik, ceza vermeye gücü yettiği hâlde affetmektir.

Hz. İdris (as)’in de Hz. İsa (as) gibi göklere yükseltildiği ve hayatta olduğu kabul ediliyor. Nitekim bir rivayette şöyle denilmektedir:

Dört zat vardır ki: hala hayattadır. Bunlardan Hızır ve İlyas yerde, Hz. İsa ve Hz. İdris de gökte hayat sürmektedirler.”

İdris (as)’ın cennette olduğu konusuna gelince:

Hz. İsa (as) gibi göklerde olduğu ve ahiret  alemlerinden olan cennete girmediği kanaatindeyiz. Çünkü cennete kıyametten sonra gidilecektir. Ancak cennet gibi bir alemde olduğu ve melekler gibi yaşadığı bilinmektedir.

Her canlının ölümü tadacağı gerçeği, kıyamet kopunca Hz. İdris (as)’ın da ölümü tadacağını gösterir. Bunun için yeryüzüne inmesi şart değildir.

Hayat mertebeleri beştir. Hz. İdris (as) ise üçüncü mertebededir. Bu mertebeler ise:

1. Bizim hayatımızdır. Bizim hayatımızın devam edebilmesi için, yemek, içmek ve hava almak gibi zaruri ihtiyaçları görmek zorundayız.

2. Hz. Hızır ve İlyas ( a.s) hayatlarıdır ki, bir anda birkaç yerde bulunabilirler. Yemek içmek zorunda olmamakla beraber, istedikleri zaman yerler, içerler ve beşeri duruma girerler.

3. Hz. İdris ve İsa (a.s) hayatlarıdır. Bu zatlar beşeriyet ihtiyaçlarından uzaklaşmışlardır. Melek hayatına benzer bir mertebeye çıktıklarından, bizimle hiç münasebetleri olmaz.

4. Şehitlerin hayatıdır. Kur’an’ın ifade ettiği gibi, şehitleri hayatta olarak bilmemek gerekir. Çünkü onlar kendilerini ölü bilmedikleri için, kendilerini hayatta bilmektedirler. Ve kabir ehlinden farklı bir mertebede yaşamaktadırlar.

5. Kabir ehlinin hayat mertebeleridir. Ölülerin bile kendilerine münasip bir hayat mertebesinde oldukları imanın ve kur’anın ifadeleriyle sabittir.

İdris Aleyhisselâma; Yüce Allâh’ın kitabından ve Kitaplardan, Âdem ve Şis Aleyhisselamların Sahifelerinden çok çok ders yaptığı için İdris adı verildiği rivayet edilir.

İdris Aleyhisselâm; beyaz tenli, uzun boylu, büyük karınlı, geniş göğüslü, kaba sakallı, iri kemikli, güzel yüzlü idi. Yürürken, adımını, kısa atar, önüne bakardı. Vücudu, az kıllı, başı, çok saçlı idi. Vücudunda, yaratılıştan beyaz bir nokta vardı. Sesi, ince ve konuşması mülayimdi.

İlk kez elbise dikip giyen İdris Aleyhisselâmdı. Ondan önceki insanlar, hayvanların derilerini giyerlerdi

İdris Aleyhisselâm, çok ibadet edici bir zat idi. Kendisinin, bir günde yükselen ameline, zamanındaki Âdemoğullarını bir ayda yükselen amelleri denk gelmezdi.

İdris Aleyhisselâm; göğe yükseltilmeden önce, oğlu Mettu Şelah’ı, kendisine Halef ve ev halkına Vasi tayin etti.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • Kur-an’ı Kerim Meali
  • Risale-i Nur Külliyatı
  • Sorularlaislamiyet
  • Nasihatlar

Tahiri Mutlu Kimdir? (1900-1977)

Nur Talebelerinin Tahiri Ağabey, Bediüzzaman’ın son yıllarında yanında bulunmuş, hizmet tarzını yakından görüp bilen sayılı kişilerdendir. Üstad’ın hizmet için vekil olarak bırakıp, “Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilecek” dediği kişilerden birisidir. Said Nursî onun, on velî kuvvetinde olduğunu söylemiştir: “Tahiri´nin öyle bir derecesi var ki, manevi sahadaki derecelerinden birini görse dünyayı terk eder! Ya Rabbi, bu manevî varlığını kendisine bildirme! Ahirette Ümmet-i Muhammed´e faydası olacak…”

Tahiri Mutlu, 1900 yılında Isparta’ya bağlı Atabey ilçesinde dünyaya geldi. Çocukluk yılları, mânevî değerlerin ön planda tutulduğu, dinî hassasiyetleri olan bir aile ortamında geçti. Vatanî hizmetini Millî Mücadele yıllarında yerine getirdi. Savaş sonrasında gazilik unvanı ve madalyası aldı. Kendisine gazilik maaşı bağlandıysa da, o bu maaşı almaya yanaşmadı.

Tahiri Mutlu 1930 yılında Bediüzzaman’ın ismini duymuş ve Risâle-i Nur’la tanışmıştı. Bu tanışmadan sonra Hafız Zühdü’nün oğlu Eşref ile birlikte Barla’ya giderek Bediüzzaman’ı ziyaret etti. Bu ziyaret kendisini çok etkiledi. 1935 yılından sonra fiilen Risâle-i Nur Talebeleri safında yerini aldı. 1942 yılında Ayetü’l-Kübra Risâlesi’nin bastırılması amacıyla İstanbul’da kırk beş gün kaldı. Bu arada sık sık Sahaflar Çarşısı’na giderek Bediüzzaman’ın eserlerinin olup olmadığını araştırdı. Bunun sonucunda İşaratü’l-İ’câz, Hakikat Çekirdekleri ve Lemeat adlı eserleri bulup aldı.

Tahiri Mutlu, Ayetü’l-Kübra Risâlesini bastırdıktan sonra İstanbul’dan ayrılarak vapurla İnebolu’ya ve oradan da Kastamonu’ya geçti. Bu tarihlerde Bediüzzaman Kastamonu’da sürgün hayatını yaşıyordu. Görüşme sırasında, bastırılan Risâleleri Üstada gösteren Mutlu, ayrıca bulduğu diğer eserleri de takdim etti. Bediüzzaman özellikle Lemeât’ı görünce çok sevindi.

Tahiri Mutlu, Bediüzzaman ve diğer Nur Talebeleri gibi, takiplerden kendini bir türlü kurtaramadı. 1943’te Denizli ve 1948’de Afyon hapishanelerinde çileli günler geçirdi. Ayrıca, 1958 yılında Ankara ve 1960’ta Isparta’da hapis hayatına devam etti. Mahpusluğu sırasında boş durmadı. Etrafındakilere iman hakikatlerini anlatmak için büyük gayret harcadı. Karşılaştığı sıkıntıları hiçbir zaman kendine dert edinmedi. Her zaman hizmeti birinci planda tuttu. Onun bu samimî tavrı Bediüzzaman’ın dikkatinden kaçmadı ve kendisini takdir ederek bunu lahikalara kaydettirdi:

“Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste kat’î kanaatim gelmiş ki, Risâle-i Nur ile kıraeten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musîbet tezâuf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bazı esbaba binaen, ben en ziyade Hüsrev’i ve Hâfız Ali (r.h.), Tahirî’yi sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. ‘Acaba neden?’ derdim. Şimdi anladım ki, onlar hakikî vazifelerini yapıyorlar; mâlâyâni şeylerle iştigal etmediklerinden ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enâniyetten gelen hodfuruşluk ve tenkit ve telâş etmediklerinden, temkinleriyle ve metanet ve itmi’nan-ı kalbleriyle Risâle-i Nur şakirtlerinin yüzlerini ak ettiler, zındıkaya karşı Risâle-i Nur’un mânevî kuvvetini gösterdiler. Cenâb-ı Hak, onlardaki nihayet tevazu ve mahviyette tam izzet ve kahramanlık seciyesini umum kardeşlerimize teşmil ettirsin. Âmin.”

Tahiri Mutlu, 1953 yılında Bediüzzaman’la birlikte Barla’ya gitti. Onlarla birlikte Zübeyir Ağabey de bu seyahate katılmıştı. Beraber kaldıkları mekânları ziyaret ettiler. Talebelerinin kusurlu hareketlerine kızan Bediüzzaman’ın hiddetli ve kızgın anlarında, Tahiri Mutlu’nun gelmesi ile tavrını değiştirdiği ve hemen yumuşamaya başladığı hatıralarda anlatılmaktadır. Böyle durumlarda hemen bu mümtaz talebesini tebessümle karşıladığı, Allah’ın veli kulu diye hitap ettiği nakledilmektedir.

Bediüzzaman’ın talebesi olmaktan iftiharla söz eden Tahiri, bu yüzden hapis yatmıştır. Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde yaptığı savunmada, “…Üstadım Bediüzzaman Said Nursî ve diğer arkadaşlarıyla birlikte suçlu gösterilmekle mahkemeye veriliyorum… Ahlâkımızı dinen terbiye edip yükselten ve kendisine ‘müceddid’ dediğimiz halde bizi reddedip kıran ve büyük bir hürmetle Üstad kabul ettiğimiz Said Nursî’nin senelerden beri talebesiyim…”

Talebesine “Kahraman Tahiri” olarak hitap eden Bediüzzaman; “Merhum Lütfi’nin ehemmiyetli varislerinden Abdullah Çavuş, Kahraman Tahiri ile Atabeyi, Nurs karyem hükmüne getirmişler”  ifadesini kullanmıştır. Hizmetlerinden övgüyle söz ettiği gibi, ailesine de yakın ilgi göstermiş, selâm ve duâsını eksik etmemiştir:

“Tahirî gibi kahraman bir şakirdi Risâle-i Nur’a yetiştiren ve o vasıtayla defter-i â’mâllerine daima hasenat yazdıran bir şakirdi bize kardeş veren o mübarek zatlar, İnşaallah bu saadeti daima idame ettirecekler. Dünyanın cam parçalarını, o elmaslara tercih etmeyecekler. Onlar, hususî duâlarımızda dâhildirler.”

Bediüzzaman, Tahiri Ağabeyi yazılarından dolayı da takdir etmektedir: “Tahirî’nin bize o kıymettar kalemiyle Cennet taamları gibi çok tatlı ve huri libası gibi çok güzel yazıları, burada herkesi lezzetle mütalaya sevk ediyor. Ve onun ma‘sûme iki mübarek kızlarının yazdıkları nüshalar, burada kadınlar, kızlar âleminde geziyor, görenleri Risâle-i Nur’a cezb ediyor. Çok çalışkan ve fedakâr Tahirî’nin kesretli hediyeleri, bizleri çok borç altında bıraktı”

Ömrünü iman hizmetinde geçiren Tahiri Mutlu Ağabey 3 Nisan 1977 tarihinde vefat etti. Vasiyetine uyularak Eyüp Sultan Mezarlığı’na defnedildi. Önden giden Nur Talebelerine komşu oldu.

Tahirî Ağabeyin, sadakati, vefası, iman ve Kur’ân hizmetindeki sağlam duruşu, Risâle-i Nur’un neşri için bütün malını infak etmesi, hayatını Nur hizmetine vakfetmesi ve ibadetindeki azamî dikkati gibi örnek hayatı öne çıkmaktadır. Tahiri Mutlu’nun unutulmaz bir hizmeti de tevafuklu Kur’ân’ın bastırılması hususunda gösterdiği gayret, yaptığı fedakârlıktır. Köydeki tarlalarının tamamını ve evini satıp getirdi, Kur’ân’ın basılması için ortaya koydu. Tevafuklu Kur’ân’ın—Bediüzzaman’ın tarifi üzerine—ilk defa yazılmasına Hüsrev Efendi muvaffak olduğu gibi, Tahiri Ağabey de basılıp Müslümanların eline geçmesine vesile oldu.

Onun hizmetleri İnşâallah ebede kadar unutulmayacaktır.

Yeni Asya

40 Cümle İle “Bediüzzaman Kimdir?”

  1. 9 yaşında ailesinden ayrılıp ilim tahsiline giden garip bir öğrenci
  2. Doğunun ezberi ve zekası güçlü bir talebesi
  3. Medrese eğitimine uyamayan kişiliğiyle tam bir ilim aşığı
  4. Molla Fethullahın tabiriyle ilmi münazaraların Bediüzzamanı
  5. Şekerci Han’ın her soruya cevap veren, kimseye soru sormayan alimi
  6. Kendi projesi Medreset’üs Zehra Üniversitesi’nin vazgeçmeyen takipçisi
  7. Padişahlık ve Meşrutiyet devirlerinin aktivisti
  8. ”Zalimler için yaşasın Cehennem”  diyerek bağıran korkusuz sanık
  9. optaşı Tımarhanesi Doktorunu şaşırtan en akıllı misafiri
  10. *”Kur’an hakikatına benim başım dahi feda olsun” diyen Kur’an aşığı
  11. Ülke içinde isyana kalkışanlara engel olmaya çalışan bir nasihatçi
  12. Şam’da Emeviye camiinde verilen Hutbe-i Şamiye’nin vaizi
  13. Horhor Medresesinde talebelere ders veren oranın tek hocası
  14. Ermeni Taşnak fedailerinin korkulu rüyası
  15. I.Dünya savaşı Kafkas Cephesinde talebeleriyle birlikte Gönüllü Alaykomutanı
  16. Bu savaşta avcı hattında en önde ata binen korkusuz bir savaşcısı
  17. I.Dünya savaşında cephede yazılan “İşarat-ül İ’caz” tefsirinin yazarı
  18. Bu savaşda Bitlis cephesinde Rusların savaş esiri
  19. Rusya’daki esir kampından kaçarak İstanbul’a gelen asrın en gizemli kaçağı
  20. Esaret dönüşü İstanbul’daki  “Dârülhikmeti’l-İslamiye’nin saygın bir üyesi
  21. Hutuvat-ı Sitte eserinin neşriyle İstanbul’u İşgal eden İngilizlerin baş düşmanı
  22. Ankara’da Mecliste mebuslara verilen 10 maddelik bildirinin naşiri
  23. Van’da Erek dağından alınıp batıya sürgüne gönderilen bir Cumhuriyet mağduru
  24. 20.asır Hastanesindeki manevi yaralıların Cerrahı ve Baştabibi
  25. Kur’an’ın 20.asırda yeni bir yol izleyerek tefsir eden Müfessiri
  26. Talebelerine şahsını değil, kitaplarını esas almayı öneren mütevazi öğretmen
  27. Risale-i Nur isimli bu tefsirlerin Müellifi
  28. İnkârcı felsefenin fikirlerini attığı oklarla öldüren baş okçu
  29. İman kurtarma yolunda Dünyayı da ahireti de fedayı göze almış bir önder
  30. Yazdığı “İhlas Risalesi”ni talebelerine 15 günde bir okumayı öneren hocası
  31. Mucizeli Kur’an’ın keşşafı ve talebelerine yazdıranı
  32. Dünya savaşının en meraksız ve ilgisiz vatandaşı
  33. Cumhuriyet idaresinin zulmüne rağmen ülkesini asla terk etmeyen Din adamı
  34. Ömrünün 28 yılını seyahat engeli, sürgünler ve hapisler ile geçiren bir münzevisi
  35. Girdiği hapishanelere “Medrese-i Yusufiye adını veren tesellici
  36. Denizli hapishanesinin meyvesi olan “Meyve Risalesi’nin” yazarı
  37. Cumhuriyet döneminde 19-20 defa zehirlenen, Nurcuların Üstadı
  38. 23 Mart 1960 yılı Ramazan’ın 25.gününde Urfa’da vefat eden bir misafiri
  39. Ölürsem, dostlarım intikamımı almasınlar!” diyebilen vasiyetçi
  40. Eserleri 60 dan fazla dillere çevrilen, milyarlarca talebesi olan asrın müceddidi

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org