Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Müsbet Milliyet ve Menfi Milliyetçilik

Milliyeti şöyle değerlendirirsek, her insanın fıtri olarak kendi milletini sevmesi müspet milliyettir ve güzeldir, Ama bu, başka ırk ve milletlerden olanlara düşmanlığa dönerse menfi milliyetçilik olur, dolayısıyla zararlıdır.

Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.” (Hucurat Sûresi, 49:13)

Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat Sûresi, 49:13.)

Bediüzzaman hazretleri insanlar arasında tanışmak ve yardımlaşmak ile ilgili açıklaması şöyledir:

“Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf (tanışmak) ve teâvün (yardımlaşma) düsturunun beyanı için deriz ki: Nasıl ki bir ordu fırkalara (tümen), fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddit münasebatı ve o münasebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün (yardımlaşma kanunu) altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri a’dânın (düşman) hücumundan masun (korunan) kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamat (karşılıklı düşmanlık besleme) etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye (Müslümanların sosyal hayat yapısı) büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife (kabile ve taife) inkısam (bölünme) edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri (birlik yönü) var: Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir, bir, bir, binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu ayetin ilân ettiği gibi, teârüf (tanışma) içindir, teâvün (yardımlaşma) içindir; tenâkür (karşılıklı inkâr etme) için değil, tehâsum (düşmanlık) için değildir.

Ayette bildirilen erkek ve dişiden murat, Hz. Âdem ve Hz. Havva’dır. Bütün insanlar onların torunları durumundadır. Hz. Âdem’in aynı zamanda ilk Ayette farklı milletlere ayrılmanın hikmeti, insanların birbirlerini tanımaları olarak nazara veriliyor. Gerçekten de her milletin kendine has bazı özellikleri vardır ve bu özelliklerden hareketle bir insanın hangi millete mensup olduğunu belirlemek mümkündür. Farklı milletlere mensup olma da çatışma vesilesi değildir. İnsana kıymet kazandıran mensup olduğu ırk değil, sahip olduğu faziletlerdir. Yoksa hemen her millette hem iyiler, hem de kötüler bulunmaktadır.

Menfi Milliyetçilik: Menfi milliyetçilik fikri her devirde başrolü üstlenmiş ve devletlerin tahribine de yol açmıştır. Osmanlı’da son dönemlerinde yaşanan vahdet şuuru yerine ırkçılık cereyanına itilmesi çöküşünü hızlandırmıştır. Çünkü Devlet-i Aliye adeta kavimler haritasına dönmüştü. Başta İngiliz, Fransız ve Portekizliler olmak üzere Avrupalı tüm sömürgeciler Asya’da, Afrika’da, Hindistan ve Uzak Doğuda sömürgeleştirme faaliyetlerini bu sözde “medenileştirme” görevlerine dayandırıyorlardı. ABD’de ise ırkçılık önceleri katliam ölçüsünde yerlilere, daha sonra da siyahlara yöneldi. ABD olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde varlığını sürdürmekte; özellikle ırk ayırımının yasal olarak sürdüğü Güney Afrika ile İsrail’de en katı ve acımasız biçimiyle egemenliğini yürütmektedir.

Irkçılık eğilimleri İslâm dünyasında ondokuzuncu yüzyılın sonlarında canlanmaya başladı. Batılı devletlerin Osmanlı Devletinin parçalama planlarının bir parçası olarak canlandırmaya çalıştıkları bu düşünce, İttihad ve Terakki yönetiminin benimsediği ırkçı politikaların da etkisiyle ayrılıkçı hareketleri besledi. Osmanlı Devletinin parçalanmasından sonra oluşan birçok yeni devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de ırkçılıktan önemli ölçüde etkilendi. Özellikle Fransız ihtilalından sonra hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları, Osmanlı içinde yaşayan farklı milliyetlerin kan bağına dayalı milliyetçilik heveslerini harekete geçirerek, büyük birlikteliğin dağılması sürecinin başlamasına sebep olmuştur. Zira İmparatorlukların dağılması uluslaşma sürecini de meydana getirmiş.

Görüldüğü üzere hilekâr ve aldatıcı Avrupa zalimleri Müslümanlar arasına bu menfi milliyetçiliği sızdırıp ta ki parçalayıp onları yutsunlar. Menfi milliyetçilik emeli taşıyanlar hele güçlü sayılan ırkların diğer ırkların üzerinde egemenlik kurma ve sömürme girişimlerinde meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanıldı, ezilen kesim ise karşıdakine müteyakkız yani dikkatli ve uyanık olmaya meylettirdi, o da fırsatını kollar ne zaman imkân elline geçerse o zaman kin ve nefret duygusunu muzaaf bir şekilde gösterir. İşte Menfi milliyetçilik, ırkçılık tarzında bir yaklaşımdır. Bu tarz milliyetçilikte kendi ırkından olanları üstün görmek vardır. Bu fikirde olanlar, kendi ırklarından olanları, haksız bile olsalar başkalarına tercih ederler. Başkasını yutmakla beslenmek, menfi milliyetçiliğin en belirgin özelliğidir.

İnsan, yaratılışı gereği kendi akrabalarına daha bir yakınlık duyabilir. Mensup olduğu milleti diğer milletlerden daha fazla sevmesi de bu yakınlığın bir gereği olabilir. Bunda bir problem söz konusu olamaz. Ama bazıları kendi kabile ve milletini sevme duygusunu, başka kabile ve milletlere düşman olmak şekline getirirse, problemler işte o zaman başlar. Birinci hâl gayet normaldir, ama ikinci hâl zararlıdır. Örneğin bir insanın benimsemiş olduğu partiyi desteklemesi gayet normaldir. Ama bu, benim partimden olanlar iyi diğerleri kötü şekline gelirse çok ciddi problemleri de beraberinde getirir. İnsan, insaflı olmalıdır. Kendi milletinden olanların bazen haksız olabileceğini kabul etmeli, bizden olanlar daima haklıdır gibi genellemelerden kaçınmalıdır.

Bediüzzaman, “menfi fikr-i milliyet’ dediği şey, ırkçılıktır. Irkçı olmayan milliyet ise, ‘müsbet milliyet sınıfına girmektedir!” “milliyet” tanımı ile kasdı budur. Nitekim, sık sık “Milliyetimiz de yalnız “müspet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti”dir” diyerek bunu vurgulamaktadır.

Hadis-i şerifte ferman etmiş:

İslam, Câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur“.  Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmekten meneden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzuda birçok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: “İslâm dini, kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.” Buharî,

Kâfirler, kalplerine cahiliyet taassubundan (körü körüne bağlılık) ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvada ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise her şeyi hakkıyla bilir.” Fetih Sûresi, 48:26.

İşte şu hadîs-i şerif, şu âyet-i kerime, kat’î bir surette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.

Netice itibariyle, menfi milliyetçiliğin tarihin ispatiyle çok zararları görülmüştür. Örneğin Emeviler, fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için hem İslam âlemini küstürdüler, hem de kendileri çok zarar gördüler. İşte menfi milliyetçiliğin neticesi görüldüğü üzere tahriptir, yıkımdır ve felakettir. “Dil, din bir ise millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.

Müsbet milliyet: Buda toplumsal hayatın ihtiyacı dâhilinde meydana gelmektedir. Bireyler, kavimler, cemaatler hatta devletler kendi aralarında yardımlaşma ve dayanışmayı gerektiren faydalı bir kuvvet ve önemli bir ihtiyaçtır. İslam kardeşliğine bir vasıtadır. Ancak İslam milliyeti, İslamiyet’e hizmetkâr olmalı, kal’a ve zırh olmalıdır. Müsbet milliyet, her insanın kendi milletinden olanlara sahip çıkması, onların problemlerini çözmek için gayret göstermesidir. Bu tarz milliyet, diğer milletlerin inkârı ve kötülenmesi değildir, kişinin kendi akrabalarıyla daha yoğun münasebet içinde olması gibi, kendi milletinden olanlarla daha yoğun bir teşrik-i mesai yapması vardır.

Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere “milliyetçi”lik için müspet bir kullanım söz konusu değildir. Bununla birlikte, her nasılsa, Risale-i Nur’un milliyetçiliği ikiye ayırdığı, menfî milliyetçiliğe karşı olup müsbet milliyetçiliği tasvip ettiği şeklinde genel bir hüküm çıkarılmıştır. Aslında “müspet milliyetçilik” değil, söz konusu “müspet milliyet”tir. Bununla da hususan “müspet ve mukaddes İslamiyet milliyeti” kast edilmektedir. Görüldüğü üzere Risale-i Nur, “İslâm milliyetçiliği” dahi önermemektedir. Maharetçe geri bir Müslüman saatçi yerine, mahir bir Rum veya Ermeni saatçiyi tercih gibi, “Emaneti ehline tevdi edin” İlâhî emrine dayanan hakkaniyetli bir tavrı desteklemektedir.

Bediüzzaman diyor ki: “İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.

İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ ”Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.” Mâide Sûresi, 5:54.

âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.

CÂ-YI DİKKAT BİR HAL: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye (Müslüman unsurlar, milletler) içinde en kesretli (çokluk) olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam (bölünme) etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Hâlbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.

Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin (övünülecek şeyler) İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.”(26 mektup/3.mebhas)

Elhasıl, Bediüzzaman’ın dediği gibi:”Milletimiz bir vücuttur. Ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve İmandır.

Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.”

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

Tefekkür

Tefekkür dergisini okuyordum. Bir an derginin ismi üzerinde durakladım. Tefekkür deyince akla ne gelir?

Hayâlımla münazaraya girdim.’’Hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider’’ Ben de Tefekkür üzerinde odaklaşmaya başladım.

Dedim ki: Tefekkür; Herhangi bir mesele hakkında düşünme, zihni yorma, derin düşünme, işin şuuruna varma, hikmet ve ibretten ders alma. İçinde marifet, muhabbet ve ibadetin de bulunduğu geniş bir sözdür. Bediüzzaman’ın dediği gibi: “İnsanın sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse, o kadardır.” Ben de bu kıt sermayemle bu umman denizine girmek istedimse de iktidarımı üstadın sözleriyle desteklemek istedim. En güzel söz kelam sahiplerinindir. Konuyu allâme-i cihan, Bediüzzaman Said Nursi’ye havale edip onun nazarıyla bakıldığında ‘’bütün varlık âlemi bir tefekkür levhasıdır. Şuur sahibi varlıkların yaratılışından maksat da, tefekkür vazifesinin yerine getirilmesidir.’’

Üstad, tefekkürü iki şekilde izah etmektedir: Afakî ve Enfüsi tefekkür. 

Afakî tefekkür; Afakî malumat, yani hariçten, uzaklardan alınan malumat, evham ve vesveselerden hali olamıyor. ’’Hem de afakî tefekkür dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun. Afakî meseleler; büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz malayani ve afakî işlerle meşgul eder, sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür. Zulme şerik olur.

Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut ta zihayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Her bir dairede, her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat ara sıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla küçüklük ve büyüklük makusen mütenasip vazifeler bulunabilir.’’(Asayı Musa/4.mesele)

Enfüsi Tefekkür; İç dünyamızla ve âlemimizle ilgili nefis ve beden dairesinde yapılan tefekkürdür. Gafleti izale eder, evham ve ihtimallerden temizdir. Bediüzzaman şöyle izah etmektedir. ’’Evet, nasıl ki ehl-i tarikat seyr-ı enfüsi ve afakî ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolu enfüside, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalple bulmuşlar. Evet, ben Hülasatü’l Hülasa’yı okuduğum zaman, koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nev’in lisanı çok geniş olmasından, fikir yoluyla sıfat ve esma-i ilahiyeyi ilmen yakin ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür. Bu harika-ı san’at olan nimetler Ehad, Samed’in mücize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek, fikirdir. İnsan kalben ve fikren hakaik-ı ilahiye ye bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler.’’(M.Nuriye)

Hadiselere zahiri bakıştan ise enfüsi bakış olan hikmet noktalarına mana-i ismi ile değil, mana-i harfi ile bakmak lazımdır Afakî ve içtimai hadiseler, nazarı enfüsten afaka dağılıyor. Her nedense içtimai ve afakî hadiseler de başıboş değildirler.’’Kâinatta tesadüf yoktur.’’ Hadiselerin hikmetlerini anlamak, asla sebeplere takılmamak lazımdır. Çünkü sebepler Allah’ın (cc) kudretine bir perdedir.

Böyle kutsi bir mes’eleyi tahattur ederken, tefekkürün önemi üzerinde düşünmeye devam ettim. Evet,’’Bir saat tefekkür bir yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır’’(Hadis). Bediüzzaman’ın dediği gibi ‘’Hayal dairesi geniştir istediğin gibi içine girebilirsin’’ Ben de tefekkür-i Hayal yolculuğuma devam ettim. Gene, üstadımızın sözüyle: “İnsan bir yolcudur. Alem-i ervahtan, Rahm-ı maderden, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ve ebedü’l-abad tarafına uzanan bir yolculuktur.” Böylece hayalimi nefsime çevirdim.

Çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık alemimin safhalarını tefekkür etmeye başladım.Eyvah..! Bir ömür tükettiğimi ihtiyarlık zamanımda fark ettiğimi anladım.

Niyazi Mısri’nın dediği gibi; 

“Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,

Can atar gafil, binası oldu viran bi haber.

Dil bekası, hak fenası istedi mülkü tenim,

Bir davasız derde düştüm, ahki lokman bi haber. 

Bir ticaret yapmadım naktı ömür oldu heba,

Yola geldim lakin cümle kervan göçmüş bi haber. 

Ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garip,

Dide gir yan, sine biryan, akıl hayran bi haber.”dedim.

Evet, İnsanın en parlak dönemi gençlik yıllarıdır. O yıllara bakıldığında: Kimi insanların; Mal, mülk, servet; evlat, ayal; makam ve mevkinin verdiği cüret ve sarhoşluktan dolayı heves ve hissiyat gafletinin zafiyetine düşer, zayıfken en güçlü, müşevveş kelam sahibi iken, itibar ve söz sahibi olur. Zamanla nimetler bir bir elden çıkınca, kuvvet gider, vücudunda arıza ve hastalıklar da oluşunca bu sefer geçmişte yaptığı kötülüklerinden pişmanlık duymaya başlar. Halk arasında yaygın bir söz var: “Ölünün kafası mezar taşına değdiğinde, eyvah! Ölü benmişim?” Der.

Acze ve fakra duçar olan insanlar da daha sonradan ölü gibi hatalarını anlar. Hayat ne çabuk geçti. “Küllü atin karibün” (Her gelecek yakındır.)  “Evet, şu güzeran-ı hayat bir uykudur. Bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar gider.”

“İhtiyarlık gelmeden önce, gençliğin kıymetini bil. Ölüm gelmeden önce, hayatın kıymetini bil.” Bu sözlerde anlaşıldığı üzere, İmkânlar elde iken kıymetini bilmek lazımdır. Elden çıktıktan sonra bir daha yakalamak zordur. Özellikle gençlik yılları nefis ve hevanın baskı ettiği bir dönemdir. Eğer o gençlik İmanla terbiye edilmezse önüne geçmek ve onu muhafaza etmek zorlaşır, muhakeme-i akliyeden ziyade kuvve-i gadabiye öne çıkar hem kendine hem de etrafa zararlı bir zehir gibi olur. Gençlerin kurtuluşuna tek çare Kur’an ve sünnete tabi olmaları ile olur. Kur’anın tefsiri olan Risale-i Nur, ehl-i imanın yaralarını tedavi eden bir iksir-i manevidir. Risale-i Nur, bu asırda en alî bir ders-i hakikat, en derin bir ilm-i akide, en yüksek bir marifet-i imaniye ve en hayatdar bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniye’dir.”(Birinci nota)

Risale-i Nur, eczane-i Kur’aniye’den bir reçete-i imaniyedir. Gençlerin bu reçeteye tabi olmaları halinde hem imanlarını kurtarırlar hem de çevreye, memlekete ve devlete muti olurlar. Aksi takdirde bu günkü tasvip edilmeyen rezalet ve isyanların birer aktörleri gibi ortaya çıkar huzur ve asayişi bozarlar.

Bediüzzaman, hava ve hevesine düşkün olanlara şöyle bir açıklık getirmektedir: ‘’Ey zevk ve lezzete müptela insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakin bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet, yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevi bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur; hayatın lezzetini kaçırır.’’(13.söz.2. Makam) gene “Bu dünya çabuk tebeddül eder bir misafirhane olduğunu yakinen iman edip bildim. Onun için, hakiki vatan değil.’’ demiştir.

Dünya hakiki zevk yeri değil, bir imtihan meydanıdır. Bu meydanda, bir takım nimetleri tatsak bile, Üstadın buyurduğu gibi, “tasavvur-u zevalden gelen elemler kalbi kanatıyor.”Alınan lezzet ondan ayrılmanın elemi yanında çok küçük kalıyor. Öte yandan, dünya nimetlerine kavuşmak için büyük gayretler gösteriliyor. Çekilen sıkıntılar saatlerce, aylarca sürdüğü halde, alınan lezzet birkaç dakika yahut birkaç saat kadar kısa kalıyor. Bu yönüyle de bir üzüm yedirmenin bedeli yüz tokat oluyor.

 “Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, manevi yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.” (On Dokuzuncu Lem’a)

 Tefekkür, rahmet vesilesi olan bir düşünce olduğu için esası ve hedefi itibariyle güzel bir amel ve kaynağı da Kur’an ve sünnettir. Kur’an-ı Hâkim zişuurlara şöyle sesleniyor: “düşünmüyor musunuz?”, “tefekkür etmiyor musunuz?”, “akletmiyor musunuz?”, “baksanıza!”, “düşünsenize!” diye insanı tefekküre davet etmektedir.

Bediüzzaman, “Bütün varlık âlemi bir tefekkür levhasıdır. Şuur sahibi varlıkların yaratılışından maksat da, tefekkür vazifesinin yerine getirilmesidir.” Demiştir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

www.NurNet.org

Millet Devlete Nasıl İtaatkar Olur?

Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Beşinci Vecih’te hayat-ı içtimaiye ile ilgili açıklaması şöyle:

Beşinci Vecih: Hayat-ı içtimaiyece, inat ve tarafgirlik gayet muzır olduğunu beyan eder.  “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” el-Aclûnî, Denilmiş. Eğer denilse, ihtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor.

“Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukulden hakikat tamamıyla tezahür eder.”

İnat ve tarafgirliğin zararlı olduğu var sayıldıktan sonra arkasından taraf tutmanın faydalı olabileceği hallerinde var olduğu, hadisin işaretinden anlaşılmaktadır. İnat ve tarafgirliğin sosyal hayatta bazı şartlarla faydalı ve gerekli olabileceği ele alınmıştır.

Kuvvet sahiplerinin birleşmesiyle kuvvetin kontrolsüz bir güce dönüşebileceği işaret edilmektedir. Bu nedenle kuvvetin bölünmesinde adalet ve rahmet vardır. Örneğin, büyüyen ve gelişen aileler ve cemaatler aynı ortamda kalmaları halinde zamanla fikir ayrılıklarından doğan ihtilaflar, sosyal ve içtimai hayatın idamesinde oluşan ve gelişen şartlar geçimsizliğe, itirazlara neden olmaktadır.

Dolayısıyla kuvvetlerin aynı ortamda beraberlikleri zorlanır ve neticede ayrılığa sebep olur. Ayrılıkta ise bireyler arasında kuvvet bağları daha sağlam ve kontrollü bir güç oluşarak eski kuvveti geçer ve idari mekanizmanın daha iyi çalıştığı ve terakki ettiği müşahede edilmektedir. İhtilaf ve ayrılıkların neticesi böylelikle bir rahmete vesile olur.

Elcevap: Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise-ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır-hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.

Bediüzzaman, meslek ve meşrepler arasında müspet ihtilaf olabileceğini, meslek sahiplerinin mesleğinin inkişafı için çalışabileceğini belirtmiştir. Yalnız başkasının mesleğinin tahribine değil belki yardımcı olmaları gerekir. Ancak menfi ihtilafta ise garaz ve adavet ve tahrip vardır. Hadis-i şerifin nazarında da yasaktır. Çünkü birbirleriyle boğuşanlar akl-ı selim hareket edemezler.

Üç büyük düşmanımız var: Cehalet, zaruret, ihtilaf” diyen ve bunlardan ihtilaf düşmanına karşı ittifak silahıyla cihad etmek gerektiğini bildiren Bediüzzaman, ittihad-ı İslamı da hayatının en önemli gayelerinden biri olarak ifade etmektedir.

İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona (hâşâ) lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.

Müspet hareket etmek, bir açıdan, birbiriyle ve başkalarıyla boğuşmamak demektir. Nefis hesabına olan tarafgirlik hep kendi hesabına hareket eder, taraftarı haksız dahi olsa haklı görür ona taraf olur. Eğer mukabili melek gibi olsa da ona lanet okuyacak derecede bir haksızlık gösterir.

Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.

Dinsiz felsefe insanın sadece bu dünyadaki mutluluğunu veya toplumun düzenini hedef almaktadır. Dinler ise dünya ile beraber ahireti de gözetler ve neticede Cenab-ı Allah’ın rızasını kazandırır. Bugünkü dünya üzerindeki manevi buhranın en önemli sebeplerinden biri de başkalarını düşünmeden ”ben tok olayım başkası aç olsa bana ne” bencil insanların hayat anlayışı ile hareket ederek hem insanların hem de Allah’ın hakkı ihlal ediliyor.

Zalim yöneticiler kendi iktidarlarını sürdürmek için halkını ve hatta komşu ülkelerin haklarını gasp etmek için var güçleriyle sömürgeleri altına alarak zalimce istila ediyorlar. İşte hal-i âlemin yaşadığı sıkıntıların sebebi: güçlülerin, zayıfları ezmeleri, hukuku göz ardı ederek istibdat ve zulmünü icra etmeleri neticesidir. Hiç bir meşru neden yokken ”kurdun kuzu yemesi bahanesi”yle kıtalar ötesinde bulunan güçlü ve zalim bir devlet, üstünlüğünün ispatı ve dünya menfaati için savunmasız devletleri tarumar ederek, mal, can ve namusları payı mal etmeleri ne adalete ne hukuka ve ne de insanlığa sığmaz. İşte, dinsiz felsefenin dünyadaki toplumun sözde düzenini hedeflediği zalim ve zulmün mirası.

Elhasıl: “Muhabbet Allah için, buğz Allah için, hüküm de Allah’a aittir.” olan desâtir-i âliye düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak meydan alır.

Allah için buğzetmek, Allah için hüküm vermek” demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.

Adaletin bir gereği hükmetmektir. Diğer bir niteliği ise haksızlık edene buğz etmektir. Ancak Adl isminin tecellisi olan gerçek adalet, hükmü Allah için (Onun namına) vermeyi gerektirdiği gibi buğz etmeyi de Allah için (Onun namına) yapmayı gerektirir.

“Muhabbet Allah için, buğz Allah için, hüküm de Allah’a aittir.” düsturu ile hareket edilirse, verilen ceza suçluyu da vicdanen mahkûm eder ve ıslahına yardımcı da olur.

Bir devlet kendi toplumuna adaleti uyguladığı zaman, şefkat ve merhametle uygulaması gerekir. Eğer adalette bir adaletsizlik gösterilirse halkın kin ve nefretine neden olur, zamanla birike birike katmerleşen bu kin, adalettin bir gereği olarak devlete pahalıya döner. Memleketimizde de cereyan eden bu günkü nahoş hadiselerin sebebine bakılırsa, bu olayların evveliyatında idarecilerimizin bir kusuru neticesi olduğu görülecektir.

Bediüzzaman hutbe-i şamiye’de cezanın caydırıcı etkisini göstere bilmesi için akıl, kalp ve vicdanın harekete geçirebilmesi gerektiğini şu ifadelerle açıklamıştır: “Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlâhîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmanın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden (“Hırsız erkeğin ve hırsız kadının da elini kesin.” Mâide Sûresi, 5.38.) ayetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü yalnız vehim ve fikir değil, belki manevi kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder.”

Cây-ı ibret bir hadise:

Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?

Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”

Evet, O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır” dedi.

İnsanların özellikle idarecilerin hava-ı nefislerine tabi olmadan hak ve hukuk adına adaletle hareket etmeleri hem sosyal hayatta düzen ve barışı sağlar hem de adalet hükümlerine uyularak Cenab-ı Allah’ın rızası kazanmış olur.

Hem medar-ı dikkat bir vakıa:

Bir zaman bir hâkim bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u İlâhî hesabına kesseydi, nefsi ona acıyacaktı. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir.

İşte adil bir amirin adaletle yaptığı görevinin ne kadar takdir edici olduğunu gösterilmektedir. Eğer bir memleketin idarecisi adaletle hüküm eder, halkı arasında sosyal barışı sağlar ve bunu tatbik ederse elbette o memlekette ne isyan nede terör olur. Millet de devletine muti olur.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

Kin ve Düşmanlık Azaptır

Kin ve Adâvet Azab-ı Elimdir 

Sadık-ı vaid, Kadir-ı mutlak ve Hakim-ı mutlak olan Allah (cc) Şöyle emreder:

Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir. (Nahl/90)

Mahbub-ı kulup, muallim-i ukul, murebbi-i nüfus ve sultanı ervah, Fahr-i Kainat Hazreti Muhammed (asm) şöyle diyor:

Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir; ona hıyanet etmez, yalan söylemez ve onu sahipsiz bırakmaz Müslüman’ın her şeyi; ırzı, malı, kanı Müslüman’a haramdır. (Buhâri, Müslüm)

 Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Dördüncü vecih, dördüncü düsturu şöyle izah etmektedir:

Dördüncü Düstur: Ehl-i kin ve adâvet, hem nefsine, hem mü’min kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünkü kin ve adâvetle nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azâbı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder.

Kin ve düşmanlık, hem insanın kendisine hem mü’min kardeşine hem Allah’ın rahmetine karşı zulümdür. Çünkü kin ve düşmanlık insanın kendi nefsini acı verici azaplar içerisinde bırakır. Düşmanına giden nimetlerden de rahatsız olduğu gibi o düşmanlığından gelen korku elemini de kendine çektirir. Nefsine zulmeder. Çünkü onun nefsi irade-i cüz’iyesindedir. Onun iradesi nefsinin kötü taleplerini dinleyerek adavete yönlenir. Eğer muhakeme-i akli ile kalbin muhabbetini dinlese vicdanı iyiliğe yönlenir, kardeşlik muhabbet noktasında birliğe döner, gönül itifakiyle her iki tarafta rahat eder.

Eğer adâvet hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.

Düşmanlık çekememezlikten, kıskançlıktan gelse o daha büyük bir azaptır. Çünkü evvela haset edeni ezer. Mahveder, yandırır. Haset edilen hakkında zararı ya azdır veya yoktur. Asıl sıkıntı hasid olanın içinde bulunduğu sıkıntı ve azap onu perişan etmektedir. Ancak haset edilenin ondan ya haberi yoktur. Olsa da o düşünceden gelen geçici bir keder içine girebilir. Bu manada mazlum olduğundan kalbi muzdarip olmaz. Her halükarda masum olduğundan netice onun lehindedir. Zayi olan malı sadaka hükmüne geçer. Sıkıntısı kefaret olur.

Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.

Hasit adam haset ettiği şeylerin akıbetini düşünmelidir. Bilsin ki rakibinin dünyevi güzelliği, kuvveti, makamı ve serveti geçicidir. Faydası az zahmeti ise çoktur. Ahirete bakan nimetlerde ise kıskançlık yapmamak lazımdır. Eğer onlara da haset edilse çok zararlıdır. Ahiret malını dünyada yer veya kast ettiğini riyakâr zanneder, haksızlık eder. Su-i zannıyla haddi aşar zulmeder.

Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

Cenab-ı Hay ve Kayyûm (cc) ona tayin ettiği hayat tarzı, Mazhar olduğu nimetler ve başına gelen akıbetlere nazar edip, musibetlerden memnun, nimetlere karşıda nankörlük ederek, kader ve rahmet-i ilahiye ye darılıyor. Yani kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, yani bu nazarla ve hisle eleştiren başını örse vurur ve kırar. Rahmete itiraz ettiğinden hakkındaki Rahmeti de kaybeder.

“Acaba birgün adâvete değmeyen bir şeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?”

Düşmanlıkların aslında ne kadar basit sebeplerden dolayı olduğu. İnsaf ve vicdana böyle basit ve değersiz meselelerin sığmayacağına işaret edilmektedir.

Hâlbuki mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.

Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek.

Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.

Bir mü’minden gelen bir kötülüğün tamamını ona verip onu mahkûm etmek haksızlıktır. Çünkü her bir hadisede kaderin de onda bir hissesi vardır. Bu nedenle kader ve kaza hissesine mukabil rıza gerekir.

İkincisi o kişinin yaptığından pişmanlık ve neticede yaptığının kusur olduğunu anlasa inşallah ona zarar vermez.

Üçüncüsü kişi nefsinde görmediği veya görmek istemediği bir kusurunu görüp, bir hisse de ona verilirse o mü’min kardeşine beslediği kin ve adaveti, merhamete döner, husumet kalkar.

Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvü cenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur, bir nevi divaneliktir.

İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama, eğer şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hafız-ı Şirazî’yi dinle:

Yani, “Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin.” Çünkü fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.

Yani, kendi hayatına bu kadar zarar verecek düşmanlığa, intikam fikrine yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmiş ise o adavetten gelen sesi dinleme.

Hem demiş:  “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.”

Düşmanlarına karşı barış arayışı ile davranmak. İki dünyanın da esenliğini kazandırır.

Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adâvet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”

Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

Madem iraden elinde değil mizacın müsaade etmiyor vazgeçemiyorsun;

Senin manevi pişmanlığın, gizli tövben, af dilemen hükmünde olan kusurunu bilmen ve o huy ile haksız olduğunu anlaman şerden kurtulmaya vesiledir. Çünkü Risale-i Nur derslerinin bir esası da, iradeyi insaf ile hakkı kabule meyil etmeye davet eder ki, o gaye-i hakikat yerini bulsun, o manevi pişmanlık ve hakikati kabul etmek, haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

Cây-ı dikkat bir hadise:

Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhâlif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm “şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.

Bediüzzaman, tarafgirliğin neticesinde dindar bir ilim sahibinin, siyasi düşüncesine karşı bir Salih âlimi, inkâr derecesinde küçük gördüğünü ve kendisi gibi düşünen bir münafığı da hürmetle övdüğünü, siyaset damarının bu taraftarlık hissiyle yaptığı zulmü gördüm ondan çekindim, ürktüm,” şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” demiş ve hayat-ı siyasiyeden çekilmiştir.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

Muhabbetten Muhammed Oldu Hâsıl

Muhabbetten Muhammed Oldu Hâsıl. Muhammedsiz Muhabbetten Ne Hâsıl

Rahman ve Rahim olan Hâkim-i Zülcelâl; Af ve bağışlama ile ilgili Âyet-i Kerime’de insanlara şöyle emir buyurmaktadır:

”Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (Teğabün Sûresi: 64.14.)

Resülullah (a.sm.)’ma :En efdal insan kimdir?” diye sorulmuştu. “Kalbi mahmüm (pak), dili doğru sözlü olan herkes” buyurdular.

Ashap: “Doğru sözlülüğün ne demek olduğunu biliyoruz. Mahmüm’ül kalb ne demektir?” diye sordu. ” (Mahmüm’ül kalb), Allah’tan korkan tertemiz kalptir, içinde günah yoktur, zulüm yoktur, kin yoktur, hased yoktur” buyurdular. (Kütüb-i Sitte, 7256

Suçludan öç almak adalet, onu bağışlamaksa fazilettir. (Molla Cami)

Yirmi ikinci mektup, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Dördüncü vecih, üçüncü düstur’da uhuvvetle ilgili Müceddid-i din ve o şerefe Cenab-ı Hakkın nail ettiği Üstad Bediüzzaman şöyle açıklıyor:

Üçüncü Düstur: Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, her şeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır.

Düşmanlık etmek istersen kalbinde ki kötü hasletlerine düşmanlık et, onlardan uzak kalmaya çalış. İnsana en fazla zarar veren nefs-i emaresidir. İşte insan evvela içindeki nefsini terbiye etmekle meşgul olması gerekir. Kendi nefsinin hatırı için mü’min kardeşine adavet edemez. İmtihan olarak verilen nefsin en kötüsü olan nefs-i emare ve seni kötü düşündüren duygularınla oynayıp hak yolundan saptıran, kendini hep haklı gösteren, nefsinin terbiyesi için uğraşmak en doğrusudur.

Bizim en büyük düşmanımız nefsimizdir. Seni Allah yolundan ayıran ve dünya sefahatine yönlendiren enaniyetini kabartıp kötü yola sürükleyen nefsin için bir mü’min kardeşine düşmanlık beslemek insafsızlıktır. Eğer düşmanlık etmek gerekirse kâfirler zındıklar çoktur. Onlara adavet et, Bir mü’min, başka bir mü’min kardeşiyle uğraşmaz. Muhabbete muhabbet, Adavete de adavet etmek lazımdır.

Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur.

“İyi ve izzetli birine iyilik edersen, onu elde edersin. Kötü birine iyilik edersen, o daha da azar.” (Mütenebbi’ye aittir.)

hükmünce, mü’minin şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, İmân cihetinde kerîmdir. Evet, fena bir adama “İyisin, iyisin” desen iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın, fenasın” desen fenalaşması çok vuku bulur. Öyleyse, gibi desâtir-i kudsiye-i Kur’âniyeye kulak ver. Saadet ve selâmet ondadır.

”Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” (Furkan Suresi: 25.72.)

Türkçe mevlid-i şerifin yazarı Süleyman Çelebi, Resulullah (asm) efendimize olan muhabbetini şöyle belirtilmektedir.

“Muhabbetten Muhammed Oldu Hâsıl. Muhammedsiz Muhabbetten Ne Hâsıl?”

Muhabbet hissi muhabbet doğurur. İslam dünyasında zayıflığın en önemli sebebi husumet ve düşmanlıktır. Düşmanlığın ve nefretin kaynağı, insanın kendini beğenmesidir. Farkında olmadan başkalarına da zarar verebilir. Düşmanı mağlup etmek istersen, kötülüklerine karşı iyilikle mukabele etsen sana dost olur. Eğer kötülükle mukabele edersen o zaman kin ve husumet araya girer, adavet devam eder. Gerek birey, gerek toplumsal olarak insanların saadet ve selameti ancak karşılıklı muhabbet ve sevgi ile olur.

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

www.NurNet.org