Etiket arşivi: şefkat

Aşk Evliliği Kurtarmaya Yeter mi? Neden Şefkat?

Bir işin gerek şartı aynı zamanda yeter şart olmadığı gibi, parça da bütün değildir. Gelin görün ki, insanoğlu çoğu kez gerek şartı yeter şart zanneder ve çoğunlukla parçayı bütünle özdeşleştirir. Zira, bir iş gerek şart olmaksızın gerçekleşmez ve bir bütün parça tamam olmadan bütün olmaz. Ve bu durum, dikkatlerin kendisi olmadan sonucun gerçekleşmediği ‘gerek şart’ ile kendisi olmadan bütünün yarım kaldığı ‘parça’ üzerinde yoğunlaştırır. Bu yoğunluk–parça-bütün ilişkisi gözden kaçtığı ve gerek şartın yeter şart olmadığı unutulduğu takdirde sair şartlara ve sair parçalara, hatta işin ve bütünün tamamına dair bir algı körlüğünü getirir. Bu körlük, idraki daraltır. Sonuç parçanın bütünün tamamı imiş gibi muamele görmesi, ‘gerek şart’ın ise ‘yeter şart’ makamına terfi etmesidir.

Evliliğe ve aile hayatına dair yazılan, çizilen, konuşulan, düşünülen ve paylaşılan şeylere baktığında, insan bu yanılgı zincirinin bir yansımasını rahatlıkla görüyor. Birçok zihinde, evlilik ile aşk, aile hayatı ile birbirine aşık iki insan neredeyse eş-anlamlı hale gelmiş bulunuyor. Evliliğin ‘gerek şart’larından biri olarak aşk, genelde, ‘yeter şart’ olarak algılanıyor. Ve, sıhhatli bir aile hayatının ayrılmaz bir parçası olarak birbirine aşık iki kalb, bu aile tablosunun tamamı gibi muamele görüyor.

Evliliğe ve aile hayatına dair ‘aşk’ üzerinde yoğunlaşan bu vurgu, birçok alanda çok farklı tezahürleriyle çıkıyor karşımıza. Nikah davetiyelerinin çoğunda, olan-bitenin birleşik iki kalb figürüyle özetlendiğini görüyoruz. Düğün pastalarını kalb suretinde yaptırıyor kimileri. Düğün arabalarına bir çift kalb yapıştırılıyor ve her birinin içine hanımın ve erkeğin isminin ilk harfi yerleştiriliyor. Öte yandan, binlerce film, onbinlerce roman, yüzbinlerce şiir ‘beraberlik’ ile ‘aşk’ı âdeta özdeş tutuyor. ‘Aşkın gücü’ne dair filmler yapılıyor, mutlu evliliğin biricik formülü olarak ömür boyu aşkı öneren kitaplar hazırlanıyor, “Sevmek ne güzel şey/Sevgiyle düzelir herşey” türünden şiirler yazılıyor.

Ve, aşka dair bu vurguyla birlikte, bir evliliği başlatmak veya yaşatmak, bir aile hayatını kurmak veya kurtarmak için aşkın yeterli olduğunu zanneder hale geliniyor.

Ama öte yandan, hüsranla sonuçlanmış, mahkeme kapısına dayanmış, önemli kısmı bir seneye varmadan tükenmiş evliliklerle karşılaşıyor. Aşk, evlilik için yeterli görülüyor; ama aşklar evliliği kurtarmaya yetmiyor. ‘Aşk evlilikleri’nin ciddi bir oranının yaşadığı akıbet, gerek şart olarak aşkın evliliğin yeter şartı olmadığını apaçık gösteriyor.

Bu vâkıa, aşkın kötü birşey olduğunu göstermiyor elbette. Rabb-ı Rahîm’in insan kalbine yerleştiği, insanı heyecana ve harekete sevkeden, insan gayrete ve cevelana yönelten bir duygu olarak aşk, elbette hayatlara bir renk, bir anlam katıyor; ve açılmamış birçok duygu aşk ile açılıp olgunlaşıyor. İnsan aşkla gelişiyor, farketmediği bir dizi nüansın anlamını ve önemini aşkla farkediyor, pek çok insanî özellik aşk sayesinde inkişaf kaydediyor. Aşk insanı yontuyor, törpülüyor, inceltiyor, olgunlaştırıyor ve ‘mükemmel’e uzanan yolda adımlar attırıyor. Bütün bu yönleriyle, aşk, evliliği anlam katıyor, renk katıyor, neşe ve lezzet kazandırıyor.

Ne ki, evlilik denen şey, aşkla başlayıp bitmiyor. Bir aile hayatının kurulmasında ‘gerek şart’ olarak kesinlikle önem taşıyan aşk, ‘yeter şart’ da olamıyor. Zira, yetmiyor! Bu bakımdan, hem ‘gerek şart’ olarak aşkı vurgulamak, hem de aşkın ‘yeter şart’ olarak sunumuna açık bir muhalefet şerhi koymak gerekiyor. Aşka dair bu iki sunumun arasını açıkça ayırmak gerekiyor.

Bu noktada, öncelikli olarak, sevmenin çok bilinen ve çok vurgulanan bir yansıması olarak aşkın, sevmenin ta kendisi ve yegâne yansıması olmadığını farketmek gerekiyor öncelikle. Sevmenin, şefkat gibi, hürmet gibi, acımak gibi başkaca tezahürlerinin de olduğunu bilmek gerekiyor. Meselâ, anne çocuğunu sever, ama âşık değildir ona. Çocuğun anneye olan sevgisi de aşk değildir. Birincisi şefkat sınıfından, ikincisi ise hürmet cinsinden bir sevgidir.

Hem, sevmenin yegâne türü değil, bir türü olduğunu bildikten sonra, bir sevgi türü olarak aşkın tarifini doğru yapmak da gerekiyor.

Nedir aşk, nasıl bir sevmektir? Karşılıklı sevmektir. Karşılık bekleyerek sevmedir. Karşılıklık görmediği halde dahi, karşılık beklemektir. Bir başka insanı aşkla seven, ondan mukabele bekler, karşılık görmek ister. Ve, tatlı başlayan bütün aşklar, karşılık görmeyince yahut karşılık görmez duruma gelince veyahut karşılık görme ümidi dahi tükenince, biter. Karşılık görmeyeceğini kesinkes bilerek, karşılık göreceğine dair zerre miskal bir ümit hissetmeyerek devam eden tek bir aşk yoktur. Bütün aşklarda ya bir ‘hemen şimdi’ boyutu vardır, veya ‘bir gün mutlaka’ boyutu.

Sözün kısası, aşk karşılık ister. Aşk, karşılıklı sevmektir. Aşk, karşılık bekleyerek sevmektir.

Dolayısıyla, yalnızca aşk üzerine kurulan bir evlilik, bir açıdan, pamuk ipliğine bağlı bir evliliktir. Ömrü ve sıhhati, karşılığa endekslenmiş bir evliliktir. Karşılık görme yüzdesi yükselince sağlamlaşan, karşılık görme yüzdesi düştükçe zayıflayan ve hatta çöken bir evliliktir. Aşk, bir evliliği ömür boyu taşımak, bir aile hayatının aslî ve yegâne direği olmak için asla yeterli değildir.

Sarsılan, sallantıda olan, hatta yıkılan evliliklere bakalım. Karı ve kocadan her ikisi veya en azından biri, eşinden lâyık olduğu ilgiyi ve karşılığı görmediğini düşünmektedir. Ki, ya gerçekten karşılık görmemekte veya görüldüğü halde görülmediği düşünülmektedir. Aşka dair onca filme ve romana kırılma veya kopma anlarının cümleleri olarak yazılan, gündelik hayatta da sıklıkla duyulan “Eskiden böyle miydi?,” “Sen o eski sen değilsin,” “Seni tanımakta zorlanıyorum,” “Bazan benim evlendiğim adam bu muydu diye düşündüğüm oluyor” kabilinden bin türlü söz yalnız aşka dayanan bir evliliğin karşılık görülmediği zaman nasıl çökebildiğini belgelemektedir.

Açıkçası, aşk karşılıklı sevmektir; ve, karşılık beklediği için, aşk asla fedakâr değildir. Fedakâr bir sevgi olmadığı için de, bir evliliğin devamı için aşk asla yeterli değildir.

Zira, Rabb-ı Rahîm, ehadiyet sırrıyla, her insanı ayrı bir âlem olarak yaratmış, her insanı sonsuz sayıda duygu ve arzuyla donatmıştır. Bu sonsuz çeşitlilik içinde, her insanın sair insanlardan ayrıldığı bir yön, ayrıştığı bir özellik muhakkak vardır. Hâlik-ı Zülcelâl, birbirinin tıpatıp aynısı iki insan yaratmamıştır. Dolayısıyla, iki ayrı âlem olarak iki insanın evlilik sûretinde beraberliği–akrabalıktan iş hayatına, okul arkadaşlığından yol arkadaşlığına başka tüm beraberliklerde de olduğu gibi–içinde bir dizi ayrışma ve çatışma noktasını gizlemektedir.

Meselâ, eşlerden biri maviyi çok severken, öbürü pembeye bayılıyor olabilir; ve evi boyamak sözkonusuysa, bu pekâlâ bir problem üretebilir. Hatta aynı rengi seven iki insan, bu rengin tonları konusunda çatışabilir. Patlıcanı imambayıldı suretinde seven bir koca ile kendisi öyle sevdiği için karnıyarık suretinde yapan bir hanım, sırf bu sebepten dolayı birbiriyle tartışabilir ve en azından biri diğerine darılabilir. Her evliliği, böylesi küçük meselelerden hayata ve dünyaya dair daha derinlikli tercihlere uzanan uzun bir çizgide çok sayıda gerilim ve çatışma beklemektedir.

İşte bütün bu çatışma noktalarında, aşk çözümü garanti etmez. Zira, aşk fedakâr değildir, karşılık istemektedir, “Ben şunu yaptım, ondan da bunu beklerim” demektedir.

Oysa, hayatın kıvrımlarında yaşanan nice mesele, taraflar “Ya o ya bu!” noktasında kilitlendiğinde, ancak feragatla çözülebilmektedir. Feragat yoksa, kilit çözülmez. O yüzden, birbirini gerçek bir aşkla seven iki insanın, birbirine aşık olduğu halde birbirine küstüğü, darıldığı çokça görülmektedir. Herkesin kendi tercihinde direttiği bir kilitlenme hali, taraflardan en az biri feragata yönelmez ise, ciddi bir kopmayı getirebilmektedir. Sonradan, “Onu hâlâ seviyorum,” “Şimdiki aklım olsaydı” diye ağıtlar yakılıyor olsa bile…

Kısacası, feragat temininde aşkın yetersiz kaldığı bir özelliktir, ama yine feragat bir evliliğin sıhhati ve devamı için kesinlikle gereklidir. Birbirini sevdiği halde sürekli çatışan ve çözümü hep karşıdan bekleyen insanların bir evliliği sürdürmeleri mümkün değildir.

Ve bu noktada, ‘karşılıklı sevgi’ olarak aşkın yanısıra, ‘karşılıksız sevgi’ olarak şefkat gündemimize girmektedir. Edgar Allen Poe’nun en güzel aşk şiirlerinden biri olarak hafızalara yer eden Annabel Lee’sinde söylediği “We loved with love that was more than love” dizesinde kasdettiği şey şefkat midir, yoksa Türkçe müterciminin yazdığı üzere karasevda mıdır bilinmez; ama bilinen, şefkatin ‘aşktan da üstün bir sevgi’ anlamına geldiğidir. Zira, karşılık görerek veya en azından karşılık bekleyerek sevmenin adı olarak aşka mukabil, şefkatin en temel özelliği karşılık beklememesidir.

Yolda gördüğü bir kedi yavrusuna, günün birinde evime giren fareleri yakalar beklentisiyle süt vermez insan. Yahut, bir anne, otuz-kırk sene sonra belki bana yardım ederler beklentisiyle hayatî tehlikeyi de göze alıp hamileliğe yönelmez. Çocuğu ezilmesin diye kendisini arabanın önüne atan bir annenin, yavrularını yemesin derken kendi başını köpeğe kaptıran tavuğun, kuzusunu kurtarmak isterken kurda yem olan koyunun veya koçun davranışı ‘beklenti’yle izah edilebilir türden değildir. Bütün bu davranışların muharriki şefkattir; ve bu davranışların gösterdiği üzere, şefkat karşılıksız sevmektir, beklentisiz sevmektir. Aşkta olmayan bir özellik, şefkatin en belirgin özelliğidir. Aşk fedakâr değildir, ama şefkatin meyvesi feragattir.

Bu bakımdan, aile hayatı içinde aşkın çözemediği gerilim noktalarında şefkatle gelen bir feragat ve fedakârlık kesinlikle işgörmekte; aşkın kurtaramadığı birçok evlilik, eğer aşk o evliliğin ‘yeter şart’ı değilse, şefkatle kurtulmaktadır. Ki, birçok problemli evlilikle çocuğun bir ‘kurtarıcı’ olması bu sırdandır.

Aşkın çözmediği birçok düğüm şefkatle çözmekte; nice karı-koca, aralarındaki sorunları çocuklarına olan şefkatlerinden dolayı–nefislerini ve incinen gururlarını bir kenara atıp–feragatle bir çözüm arama yoluna gitmektedir. Şefkatin aşka olan üstünlüğünün bir diğer göstergesi, evladını terkin eşini terkten çok daha zor olmasıdır. Çocuklu ailelerin boşanmaya karşı daha dirençli olduğu; birçok evliliğin çocukların hatırına ayakta durduğu bir vâkıadır. Hem, çocukların olduğu ve şefkatin açıkça devreye girdiği evliliklerde insanlar gerginlik anlarında ‘yutkunarak konuşma’ ve iki kere düşünme tavrı sergilemekte; meseleyi kestirip atmaktansa söyleyeceği son sözü söylemeyi ertelemekte; ve hadise bu yüzden ani ve fevrî bir karara yol açmadan soğuduğunda, mesele zaten makul biçimde çözülmektedir. Böylesi durumlarda da, karşılık görmediğinde yitip gidiveren aşkın kurtaramayacağı beraberlikler şefkatin hatırına yürümektedir.

Bu noktada, vurgulanması gereken, ama en ziyade ihmal gören bir nokta, eşlerin birbirine karşı da şefkatle muamele etmesidir. Çünkü karı ve koca, karşı cinsten biri olarak yekdiğerine eştir; ve ‘eş’ olma açısından, aşk sözkonusu olmaktadır. Ama eşinin zaafları ve faziletleriyle, artıları ve eksileriyle bir insan olduğunu; eşinin ‘çocuklarının annesi’ olduğunu; eşinin kayınvalide ve kayınpederinin çocuğu olduğunu.. dikkate aldığında insanın eşine karşı şefkat hissi de galeyana gelmektedir. Yaşanan gerilimde onun sergilediği tavrın ‘kendisine karşı’ olmaktan öte olduğu; bunun, ehadiyet sırrı gereği ayrı bir ailede ayrı bir donanımla apayrı şartlarda yetişmiş ayrı bir âlem olmasından kaynaklandığını dikkate aldığında da, şefkat hissi uyanmakta; anlayışlı olmayı, empatiyi ve feragati besleyerek, gerginliği çözmektedir.

Velhasıl, aşkın çözemediği gerilim durumlarının ilacı feragattir; feragatin olabilmesi için ise, şefkatin işletilmesi gerekir. Karşılıklı sevgi olarak birbirine duyulan aşkın yetmediği yerde, karşılıksız sevgi olarak sevgi pekâlâ imdada yetişebilir.

O halde, şefkat, hayatın sair alanlarında olduğu kadar, evlilik hayatında da daha bir dikkati ve vurguyu hak etmektedir.

Umulur ki, ‘ömür boyu aşk’ gibi güzel ama yetersiz formüller ‘ömür boyu şefkat’le tamamlandığı takdirde, aile içi gerginliklerin ömrü kısalırken evliliklerin ömür boyu olma şansı ve ömür boyu evliliklerin sayısı yükselecektir.

Metin Karabaşoğlu

Üç Tür İdareci Tipi ve Kabul Dili

Yap-Boz deneme tahtasına dönen Milli Eğitim camiasında, eskiden torpil ve Dayının gücüyle yapılan yönetici atamaları, şimdilerde kağıt üzerindeki sınavlarla yapılmaya başlandı. Gerçekçi Yöneticilik ve idarecilik kriterlerine bakılmaksızın yapılan bu atamalar neticesinde; ezberi kuvvetli, insanlar arası ilişkileri sağlıklı olmayan, kendilerini bile idare etmekten aciz idareciler türemeye başladı.

Böylelikle bizim payımıza da, bu yazıyı kaleme alarak, böylesi toplumsal bir yarayı analiz etmek ve sorunun asıl kaynağını teşkil eden idareci ve yöneticilerimize tavsiyelerde bulunmak düştü.

……….

Önce iletişim…

Çoğu insanlarda mükemmellik saplantısı vardır. Kendileri mükemmel olmadıkları halde, idarelerindeki ve sorumluluklarındaki insanların her konuda mükemmel olmalarını isterler.

İnsan 100 kapılı bir saraya benzer. 99’u kapalı olsa, bir tanesi açık olsa; o saraya girilemeyeceği söylenemez.

Her insanın onu kazanacak bir tarafı vardır. Yeter ki sağlıklı bir iletişim kursun.

İnsanları sorunların bir parçası olarak görürsek; sorun olur. Çözümün bir parçası olarak düşünürsek sorunların çözümünde o insanları da kendi safımıza almış oluruz.

Bir çocuk ne kadar serseride olsa anne ve baba; çocuklarından sevgi ve şefkatlerini esirgeyemezler.

Bir baba ne kadar haksız da olsa, çocuk babasına karşı saygısızlık yapamaz.

Bütün bu genel geçer kaidelere binaen, İdareci ve Yöneticilerin sahip olması ve uygulamada yaşaması gereken, görevlerinden kaynaklanan bazı vasıfları şöylece özetleyebiliriz:

Öğretmenlerini, evvela birer insan oldukları için olduğu gibi kabul etmek.

Raiyetinde(emri altında), muhalifiyle taraftarıyla bütün personelini kucaklamak zorundadır. Onları riayetinden hariç göremez onları dışlayamaz.

Emri altındaki personellerine, bilerek veya bilmeyerek yaptıkları hatalarından dolayı kin ve nefret beslemek suretiyle dışlayıp cezalandırarak, sevgi ve şefkatini esirgeyemez.

Öğüt vermek, çözüm ve öneri getirmek.

Nasıl yapacağını göstermek, her fırsatta mantıklı düşünceler önermek.

Sorunları gerçekçi yaklaşımlarla Yorumlamak, analiz etmek ve teşhis koymak.

Güven vermek, ümitlendirmek ve cesaretlendirmek.

……….

Kabul dili ve üç tür idareci…

Yapılan araştırmalar, edindiğimiz tecrübeler ve yaptığımız gözlemler neticesinde eğitime bakış açıları, insani ilişkileri ve yöneticilik uygulamalarına göre üç tür idareci tipi vardır.

1.Kazananlar(..!)

Bu gruptaki idareciler; sorumluluklarındaki insanlar üzerinde güç ve otoritelerini kullanarak her konuda haklı olduklarını savunurlar.

Kurallar ve sınırlar koymaya, kısıtlamaya, emir vermeye alışıktırlar. İdarelerindeki insanlarında bunlara uymak zorunda olduklarına inanırlar.

Uymadıklarında ise; sevgi ve şefkatlerini esirgeyerek, baskı yaparak, haklarını kısıtlayarak, ceza vererek onları hizaya getirmeye çalışırlar.

Aralarında bir anlaşmazlık ve çatışma çıktığında ise daima kazanan taraf kendileri olacak şekilde çözüm üretirler.

Tutum ve davranışlarını savunurken şöyle derler; “Eğitim sisteminin bozuk işlemesinin ve çocukların bu kadar kötü hale gelmesinin tek sebebi öğretmenlerdir.”

Eğitim-öğretim faaliyetlerini idare ederken suçlayıcı ve korkutucu bir yaklaşım içindedirler. “Derse geç gelirsen, sarı zarfı alırsın.”

Böylesine korkuya ve olumsuz bakışa dayalı bir eğitim öğretim ortamında, öğretmenlerin ve de dolayısıyla öğrencilerin korkak, endişeli ve kendilerine güvensiz olmaları gayet normaldir.

2.Kaybedenler

Bu gruptaki idareciler, öğretmenlerin her istediğini yerine getirir.

Gereğinden fazla özgürlük vardır. Sınır ve kural koymaktan kaçınırlar.

Bunu yaparken de baskıcı ve otoriter eğitimin ruh sağlığına aykırı olduğunu düşünerek, sorumsuz, sorumluluktan kaçan bir idareci portresi çizer ve dengeyi kaybederler.

3.Arada Kalanlar

Bu gruptaki idareciler “otoriterlik” ve “serbestlik” yöntemlerinden hangisini uygulayacaklarına karar veremez, duruma göre sert veya yumuşak davranışlar arasında gidip gelerek; insanlara güven vermemekle birlikte, her an ne yapacağı belli olmayan, dengesiz bir idareci portresi çizerler.

***

Yukarıda bahsettiğimiz bu üç tür eğitim yaklaşımında da; idareciler, sorumluluklarındaki insanları eğitirken, iletişim kurarken; hatalı tutum ve davranış sergiledikleri için, niyet ve beklentilerinin tam tersi sonuç almaktadırlar ve almaya devam edeceklerdir.

Kabul Dili

Etkili ve yararlı bir eğitim ortamının oluşturulması, sağlıklı bir iletişim zeminin meydana getirilmesi için; sahip olunması gereken en önemli becerilerden biri “Kabul Dili”dir.

Personelimizi olduğu gibi kabul etmek, bize bir şey anlattığı sırada akıl vermeden, yargılamadan, eleştirmeden, dikkatlice dinlemek ve onu dinlediğimizi söz ve davranışlarımızla geri dönütler vermek suretiyle belli etmek; personel ile olan ilişkilerimizin olumlu bir sürece girmesi açısından önem kabul dilini kullanmakla mümkündür.

İnsanların olduğu gibi kabul edilmesi çok önemlidir. Her hangi bir ilişkide kabul edilen Personel; kişiliğini ve kabiliyetlerini olumlu yönde geliştirme fırsatı bulur.

Öğretmen etkin bir şekilde dinlenerek kabul edildiğinde, en başta yapıcı ve olumlu bir havada nasıl konuşulacağını öğrenirler.

Kabul dili sayesinde Personel kendini iyi hisseder. Konuşmaya cesaret eder, duygularını daha rahat açıklar ve en önemlisi kendilerine olan güvenleri artar.

Kabul Sözlük” yada “hayır” dili kullanıldığı zaman, personelde yetersizlik ve suçluluk hissi uyanır. Duygularını açıkça dile getiremezler ve bunun sonucunda sosyal hobi oluşur.

Unutulmamalıdır ki, gerçek sevginin gereği de, personelleri olduğu gibi kabul etmektir.

Kabul dilinin en önemli boyutlarından biri, paylaşmaktır. İnsanı mutlu eden, dertlerini azaltan, varlığından mutluluk duyuran paylaşma eylemi, karşımızdakini öncelikli kabul etmekten geçer.

Hiç düşündünüz mü, neden bazı insanlarla beraber olmak bize sıkıntı verir. Çünkü onlarla paylaşacak fazla hiçbir şeyimiz yoktur da ondan.

Herhangi birisinin tipimizi, davranışlarımızı ve görüşlerimizi beğenmediğini, yani bizi olduğumuz gibi kabul etmediğini hissettiğimiz zaman, onunla birlikte olmayı, birlikte çalışmayı haliyle istemeyiz.

Neden bazı insanlarla beraber olmaktan zevk alırız? Neden çekinmeyerek onlara sırrımızı açabilir, içimizi dökebiliriz.

Çünkü; bizi olduğumuz gibi kabul eder, değiştirmeye çalışmazlar. İyi bir dinleyicidirler. Bizi dinlerken akıl vermeye kalkmaz, eleştirmez, suçlamazlar. Onlarla konuştuktan sonra kendimizi rahatlamış hissederiz.

Peki Yanlış davranışlar kabul edilmeli mi?

Bütün bu anlatılanlardan sonra akla şöyle bir soru gelebilir. “Öğretmenlerin yanlış davranışları karşısında ne yapacağız? Bu davranışlarını da olduğu gibi kabul etmek mi gerekir?”

İnsanlar; toplum içinde yeni bir rol üstlenip, statütüsünden kaynaklı makamı yükselince, nedense her şeyden önce “insan” olduklarını unutarak tuhaflaşırlar.

Bu tuhaflaşmayı, bulundukları makamın getirdiği bir sorumluluk zannederler. Her insan gibi duygularının, kusurlarının ve yaratılıştan gelen kişisel eksiklikleri olabileceğini unuturlar.

İyi bir idareci olmak için kızgınlıklarını, hatalarını, bilgisizliklerini gizleme gereği duyarlar. Personellerine iyi örnek olmak için kendilerini daima tutarlı olmak ve hep iyi şeyler yapmak zorunda hissederler.

İdarecilerimizin iyi niyet damgası taşıyan bu alkışlamaya değer davranışları; ne yazık ki personeller üzerinde çok az etki yapar. Çünkü personel her şeyden önce insan olarak iyi bir gözlemcidirler. Hep iyi ve kusursuz görünmek için müdürlerinin kendilerini ne kadar zorladıklarını fark ederler.

Gerçek olan şudur ki; Öğretmenler, amirlerini insan olarak istiyorlar, melek olarak değil veya başlarında kin kusan bir zebani olarak hiç değil… Hatasıyla, sevabıyla amirlerini oldukları gibi görmek istiyorlar. Davranışlarında şefkatli olmalıdır, çünkü hiç kimse mükemmel değildir. İnsan bazen sinirlerine hâkim olamaz, gereğinden fazla sert davranabilir, hatta kin dahi duyabilir.

Burada kritik olan nokta, personelimize davranışımızın gerekçesini açıklayıp, açıklayamadığınızdır. Eğer davranışımız gerekçesini nazikâne, nezihine ve kavli leyine(yumuşak ve tatlı bir dille) açıklarsak, personelimiz bize anlayış gösterecek ve böylelikle duyguları incitmeyecektir.

Hem de o personelinizin aynı hatayı yapma olasılığı kalmamakla birlikte, onu da kazanmış oluruz.

Her eve kapısından girilir. Her evin bir de kapısı vardır ve her evin bir kilidi vardır.

Müdür; Eğitim öğretim ortamında, öğretmenler arasındaki koordineyi sağlar.

Bütün personellerine sevgi ve şefkat konusunda eşit mesafe dedir.

Hiçbir öğretmenini kendi riayetinden hariç düşünemez, dışlayamaz.

Zira Maneviyattan yoksun bir eğitim sisteminin meyvesi olan başta öğretmenlerimizin ve diğer personellerin her şeyde önce manevi bir motivasyona ihtiyaçları vardır.

Hasan Tayfur

Anneler Birer Şefkat Kahramanıdır

Anneyi anne yapan onun şefkati ve fedakârlığıdır. Annelerdeki bu iki his yani şefkat ve fedakârlık hisleri geliştirilir ve yerinde kullanılırsa, anne gerçek anneliğini yapmış olur. Şimdi bu hislerin nasıl geliştirilmesi ve kullanılması gerektiği üzerinde duralım.

Evet, her bir anne bir şefkat kahramanıdır. Çocuğuna karşı mukabelesiz, karşılıksız bir fedakârlık taşımaktadır. Bu fedakarlık ve şefkat hisleri yerinde kullanıldığı takdirde, çocuğun hem dünya saadetini hem de ahiretteki ebedi saadetini kazandırabilir. Onun için birer hazine hükmünde olan şefkat ve fedakarlık hislerinin yerinde kullanılması çok önemlidir. Risale-i Nurlar’da bu husus şu şekilde açıklanmaktadır:

Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gâyet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile; hem hayat-ı dünyevîyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymetdar seciye inkişaf etmez veyahût sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyevîyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçı olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, ‘Niçin benim îmanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?’ diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatının hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder. Eğer hakikî şefkat sû-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem’den ve îdam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, validesinin defter-i a’mâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil dâvâcı olmak, bütün ruh- u cânı ile şefaatçı olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlâd olur” .

Burada; “Annelik şefkati nasıl kötüye kullanılabilir?” diye bir soru hatırımıza gelebilir. Evet, bir anne, masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan ahiretini, ebedi hayatını düşünmiyerek, geçici kırılacak şişeler hükmünde olan kısacık dünya hayatına çevirmesi, bu şekilde ona şefkat göstermesi, o şefkati kötüye kullanmaktır.

Hâlbuki bu çok kıymetli olan annelik şefkati, çocuğun hem geçici olan dünya rahatını hem de ebedi olan ahiretteki rahatını kazandırmak için verilmiştir.

Diğer önemli bir husus da, islamiyetle güzelce terbiye edilmiyen bir çocuk, annelik hakkına karşı gerekli hürmet ve saygıyı tam gösteremez. Dünyada annesine karşı yapması gereken vazifesinde çok kusur eder. Diğer taraftan ahirette sevaplarıyla yardımcı olamadığı gibi, “Neden imanımı İslam terbiyesi ile kuvvetli iman dersleri ile kurtarmadınız?!..” diye davacı olur.

Dr. İdris Görmez

Üstad’ın hayvanlara şefkat ve sevgisi

Erek dağında bir yaz mevsimi boyunca kalmıştık. Burada Üstad Hazretlerinin, hayvanlara olan şefkat ve sevgisinden de bir-iki misâl anlatmak isterim.

Dağlarda bol miktarda yaban elmalarına rastlamaktaydık. Biz bu elmalardan koparıp yemek istediğimiz zaman, Üstad mani olurdu.

Bizim hissemiz bağlarda ve bahçelerdedir. Bizim rızkımızı Cenab-ı Hak oralarda tayin etmiştir. Bu yabani meyveler, yabani hayvanların rızkıdır. Onların kısmetine dokunmamamız lâzımdır‘ derdi.

“Yine Erek dağından hayvan kestiğimiz zaman, hayvanın işkembe, ciğer ve barsak gibi organlarını bırakmamızı, hayvanların yiyeceklerini söylerdi.

Molla Hamid Ekinci / Son Şahitler

Hz. Yusuf Kıssasının Günümüz İnsanına Taşıdığı Mesaj

Hz. Yûsuf (a.s.) Kur’ân’da adı geçen peygamberlerden biridir. Hz. Yakub’un (a.s.) oğludur ve Hz. İbrahim (a.s.)’in soyundandır.

Kur’ân-ı Kerîm’de kendi adını taşıyan bir suredir (Sure-i Yusuf). Hz. Yusuf’un hayat hikâyesi kısaca şöyledir:

Hz. Yusuf’un on bir erkek kardeşi olduğunu, bunlardan Yusuf’un çok daha güzel ve zeki olduğu ve babaları Hz. Yakub (a.s.) en fazla Hz. Yusuf’u sevdiğini ve bu sevgiyi ağabeyleri kıskandıkları belirtilmektedir. Bir gün ağabeyleri babalarından izin alarak, gezmek bahanesiyle Yusuf’u alıp kırlara götürdüler, orada da bir kuyuya attılar. Gömleğini bir hayvan kanına bulayarak, “Yusuf’u kurt kaptı” deyip, babalarına Yusuf’un gömleğini verdiler. Sevgili oğlunun gömleğini alan Yakup Aleyhisselam, “Suphanallah! Ne acip, halim ve selim bir kurtmuş ki, oğlumu yemiş de gömleğini yırtmamış” diyerek yalanlarını yüzlerine vurmuştur.

Kuyuya atılan Yusuf Aleyhisselam, Kenan Kuyusu civarında konaklayan kervancılar tarafından bulunmuş ve Mısır’a götürülerek köle olarak satılmıştır. Yusuf Aleyhisselam, “Mısır Azizi” bu günün Maliye Bakanı makamında olan Kıtfîr tarafından satın alınmıştır. Kıtfîr, Züleyha’nın da kocasıdır. Kıtfîr ve Züleyha Yusuf’u öz evlatları gibi besleyip büyütmüşlerdir. Ancak Yusuf Aleyhisselam büyüdükçe Züleyha’nın ona karşı olan düşüncesi değişmeye başlamış ve kendisine âşık olmuştur. Yusuf Aleyhisselam ise kendisine öz evlatları muamelesinde bulunan bu aileye her zaman saygı ve hürmet göstermiştir. Zaten müstakbel bir peygamberin de yapacağı bu olması gerektir.

Züleyha kocasına, “Senin ailene kötülük yapmak isteyen birisi için hapsedilmekten veya acıklı bir azaptır.” diye Yusuf Aleyhisselam’a iftirada bulundu. (S.Yûsuf 25)

Buna karşılık Yusuf , “Benden muradını almak isteyen odur” söyleyerek iftirayı kabul etmemiştir.(S.Yusuf 26)

“Azizin hanımı kölesinden muradını almak istiyormuş. Sevgisi onun yüreğine işlemiş. Biz o kadını ap açık bir sapıklıkta görüyoruz” dediler (S.Yûsuf 30)

Dedikodulardan rahatsız olan Züleyha, söz konusu kadınlara haber yollayarak evine davet etti. Sofra düzenleyerek önlerine meyve koydu ve meyveleri soymaları için de bıçak verdi. Evinde topladığı kadınlar meyveleri yemeye başlayacakları sırada, Yusuf’a seslenerek, “Onların yanına çık” dedi. Karşılarına çıkan Yusuf Aleyhisselam’ı gören kadınlar güzelliği karşısında kendilerinden geçtiler ve meyve yerine farkına varmadan ellerini kestiler. O’na bakarak, “Haşa! Allah için, bu bir beşer olamaz. Olsa olsa şerefli bir melektir.”dediler(S.Yûsuf 31)

Züleyha da, “İşte beni kınamanıza sebep olan kimse budur. Yemin ederim, ben ondan muradımı almak istedim de o iffetini korudu. Ona emrettiğimi yapmazsa muhakkak zindana atılacak ve muhakkak küçük düşenlerden olacak” diye hissiyatını böylece açıklamış, (S.Yûsuf 32)

Yusuf Aleyhisselam zindanı tercih etti ve Züleyha’nın isteklerine karşılık vermedi. Yıllarca zindanda kaldı. Daha sonra Mısır kralının gördüğü rüyayı tabir etti, Yusuf’un suçsuz olduğuna kanaat eden Kral onu zindandan çıkarır, vefat eden Kıtfîr’in yerine Mısır’ın Azizliğine getirilir. Kral, Hz. Yusuf’un  Peygamberliğini de kabul eder ve iman etmiş olur. Ayrıca, kocası vefat eden Züleyha ile evlendirir. Bu evlilikten iki erkek ve bir kız çocukları olur. Kıtfîr’in erkeklik duygusunun olmadığı, Yusuf Aleyhisselam ile evlendirilen Züleyha’nın bakire olduğu nakledilmektedir.

Hz.Yusuf (a.s.)’ın kıssası Cenab-i Allah tarafından birçok hikmete bina edilmiştir. Böylece Konu Kur’an-ı Kerimde daha da teferruatlı bir şekilde izah edilmiştir.

Bediüzzaman, Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselam ile aralarında geçen hadiselere değinmeden, Züleyha’nın aşkı ile Yakup Aleyhisselam’ın oğluna olan şefkatini karşılaştırarak, şefkatin ne kadar üstün olduğuna vurgu yapar. İşte bir taraftan Yusuf Aleyhisselama büyük bir aşk ile bağlanan Züleyha, diğer taraftan Yakup Aleyhisselamın oğluna olan büyük şefkatini Risale-i Nur’da şöyle izah etmektedir:

Fakat muhabbet ve aşk, mecazi mahbuplara ve mahluklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-i nübüvvete layık düşmüyor”.

Anlaşıldığı üzere Hz.Yakup Aleyhisselam, Hz.Yusuf Aleyhisselam’a karşı olan sevgisi aşk değildir. Mutlak surette içten ve karşılıksız merhamet ve şefkat duygusu ile onu sevmiştir. Şefkat, aşk ve muhabbetten daha fazla keskin, parlak ve temizdir. Bu da makam-ı nübüvvette yani peygamberlik makamına layıktır. Aşkın ise mecazi sevgililere ve yaratılmışlara şiddetli bağlılık olduğunu, dolayısıyla nübüvvete uygun düşmediğine dikkat çekmektedir.

Zaten, Kur’an-ı Kerim, Yakup Aleyhisselamın yüksek derecedeki şefkat hissiyatını, Züleyha’nın aşkından yüksek göstermek suretiyle şefkatin aşka olan üstünlüğünü açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Bediüzzaman:“Üstadım İmâm-ı Rabbânî aşk-ı mecazîyi makam-ı nübüvvete pek münasip görmediği için demiş ki: “Mehasin-i Yûsufiye, mehasin-i uhreviye nev’inden olduğundan, ona muhabbet ise mecazî muhabbetler nev’inden değildir ki, kusur olsun.” Ben de derim: “Ey Üstad! O, tekellüflü bir tevildir; hakikat şu olmak gerektir ki: O, muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.”

Evet, şefkat bütün enva’ıyla latif ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise, çok enva’ına tenezzül edilmiyor.

Hem şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle bütün yavrulara, hatta zîruhlara şefkatini ihata eder ve Rahîm isminin ihatasına bir nevi âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip, herşey’i mahbubuna feda eder; yahut mahbubunu i’lâ ve sena etmek için, başkalarını tenzil ve manen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Meselâ biri demiş: “Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor.” Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ism-i azamın bir sahife-i nuranîsi olan Güneş’i böyle utandırıyorsun?

Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor; safi ve ivazsızdır. Hattâ en âdi mertebede olan hayvanatın yavrularına karşı fedakârane ivazsız şefkatleri buna delildir. Hâlbuki aşk ücret ister ve mukabele taleb eder. Aşkın ağlamaları, bir nevi talebdir, bir ücret istemektir.

Demek suver-i Kur’aniyenin en parlağı olan, Sure-i Yûsuf’un en parlak nuru olan Hazret-i Yâkub’un (A.S.) şefkati, ism-i Rahman ve Rahîm’i gösterir ve şefkat yolu, rahmet yolu olduğunu bildirir ve o elem-i şefkate deva olarak da “En iyi korucu Allah’tır. Merhametlilerin en merhametlisi de odur.”dedirir.(S.Yusuf:64) –Mektubat/8.nci mektup.

Yukarıda ki izahattan da anlaşıldığı üzere Bediüzzaman, mecazi aşkı nübüvvete pek uygun görmeyip, Hz. Yusuf’un sahip olduğu güzelliklerin uhrevi olduğu, ona olan muhabbetin de mecazi sevgililere olandan farklı olduğunu belirterek, İmam-ı Rabbani’nin yorumuna da karşı çıkmış ve bunun “tekellüflü bir te’vil” yani zorlu bir yorum olduğunu belirtmiştir.

Hatta bir kişi evladına gösterdiği şefkat neticesinde bütün çocuklara ve canlılara merhamet sevgisi olan şefkatini de göstermektedir. Adeta, Cenab-i Allah’ın Rahim ismine bir nevi ayinadarlık gösterir. Aşk ise dikkati sadece bir yere yöneltir ve her şeyini sevilene feda eder.

Netice olarak Kur’an surelerinin en parlağı olan sure-i Yusuf’un kıssasındaki Hazreti Yakub’un(a.s.) şefkati, Cenab-i Allah’ın ism-i Rahman ve Rahim’i gösterir. Dolayısıyla Şefkat yolu Rahmet yolu olduğunu günümüz insanlarına da güzel bir mesajdır.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.Org