Etiket arşivi: senai demirci

Said Nursî “Bana yazdırıldı” derken Peygamberlik mi iddia eder?

Söylemedi demeyin. Aşağıda okuyacağınız, katılıp katılmamakta tereddüt edeceğiniz ifadeler herhangi bir ilahiyatçı ya da tıpçıyı hedeflemiyor. Yazıda sadece “ilahiyatçılık” ya da “tıpçılık” tarif edilmeye çalışılıyor.

İlahiyatçılık” ya da “tıpçılık” bir tavrın adıdır. Öyle ki, “ilahiyatçı” olmak için ilahiyatçı olmak gerekmediği gibi, tıp doktoru olmayanlardan da “tıpçı” olmak beklenebilir. İlahiyat ya da tıp eğitimi alan ya da veren muhterem insanları kınamak değil elbette maksadım, ancak ilahiyatçı ya da tıpçıları da etkileyebilecek bir savrulmaya dikkat çekmeye niyetliyim.

Şöyle ki: Tıpçılar nasıl insanın selameti için insanı kadavralaştırıyorsa, ilahiyatçılar da dini biçimsel kategorilere ayırırlar. Ben de bir tıpçı olarak gayet iyi biliyorum ki, kadavra üzerinde çalışırken de, yoğun bakımda ya da acil serviste bir insanın hayatın kurtarmaya çalışırken de insanla samimi olmak zorunda değildir hekim. Cerrahlar insanın kendisine muhatap olmadan, muhatap olmak zorunda kalmadan, muhatap olmaya ihtiyaç duymadan, insanın gözünü, dizini, beynini opere edebilir. Bazen bu istenir bile. Hekimler insanın kendisiyle oyalanmadan ve tanışmadan ““lerini daha iyi yapabilirler. Aynı şekilde ilahiyatçı da bir ayetin kelimelerini hece hece inceleyebilir, kelimelerin etimolojisine derinlemesine nüfuz edebilir, bir hadisin rivayet zinciri üzerinde uzun tezler yazabilir. Ancak bu sırada ayete ve hadise muhatap olmayabilir, muhatap olmamayı bir eksiklik saymayabilir, hatta muhatap olmamayı işinin gereği sayabilir. Çünkü ilahiyatçı da tıpçı da operasyon adamıdır, eylem uzmanıdır. Tıpkı taksiciler gibidirler. Taksici kimin nereye, niye gittiğiyle ilgilenmez, ilgilenmek zorunda değildir, ilgilenmemesi gerekir. Taksici operasyonunu yapar; şehrin hangi semtinde güzel yemek yeneceği, hangi sahilde daha keyifli gezileceği müşteriyi ilgilendirir. Taksicinin müşterisine verebileceği en iyi hizmet, sokakları, caddeleri, çıkmazları, meydanları avucunun içi gibi bilmektir. Sözgelimi, bir hadisçi, bir hadisin nerede, kime, nasıl, hangi kanaldan, kaç versiyonla geldiğini, zayıf mı, sahih mi, mevzu mu ince ince bilir, söyler. Ancak bu sırada sözün neyi kastettiğini tatmak aklına gelmese de olur. Hadisçi hadisin tadını almadan doktora tezi bile yazabilir, yazdırabilir. İlahiyatçıya göre, mesela bir ayetle samimi ilişki kurmanın adı “tasavvufi bakış açısı“dır; sadece bir açı farkı olarak kaydetmek zorundadır bu içtenliği. Nefsin hallerini sayabilir, saymalıdır ama “emmare” olan nefsini “mutmainne” olarak yaşamak ilahiyat müfredatında yoktur; olması gerekmez, olmaması gerekebilir. İlahiyatçı içtiği suyun tadına değil etiketine bakmakla yükümlüdür; suyun tadına aşina olma zorunluluğu yoktur. Hamidiye suyunun üzerine Çırçır suyu etiketi yapıştırırsanız, suyu Çırçır olarak tarif edecektir. Çırçır suyu etiketli bir suyun, Hamidiye suyu da olabileceği iddialarını “zayıf” ve “mevzu” olarak tanımlayacaktır. İlahiyatçı, mesela Mevlana’nın hadis kitaplarında yer bulmayan hadisleri çokça zikretmesine, hatta tüm davasını o hadislerin anlamı üzerine inşa etmesine mesafeli bakacaktır. Hadis sahih değilse, hadisçiye göre, hadise dair yorumlar da sahih olmaktan çıkacaktır. İlle de gönül adamı olacaksa, bunu ilahiyatçı kimliğinin dışında bir alana geçerek yapmak zorundadır. Oysa Mevlana da Geylani de, Gazali de Nursi de Peygamber sözlerinin tiryakisidir. Tiryakiler sözü tadından tanır; etiketinden değil. O söz teknik olarak sahih hadis sayılmasa da, bir sözün peygamberî tavır içinde karşılık bulacağı anlamlar arar, bulur. Bu konuda “Sen olmasaydın, sen olmasaydın…” diye başlayan “Levlâke…” hadisi çarpıcı bir örnektir. İlahiyatçılığın sıkı disiplini bu söze hadis kaynaklarında net olarak yer verilmemesi üzerine sadece susar, “sahih” olmadığı notunu düşmekle yetinir. Fazlası disiplin dışına çıkmak demeye gelir. Sözün kendisiyle ancak laboratuvar şartlarında muhatap olmak zorundadır ilahiyatçı. Sözü yüreğine değdirmek, gönlünde bu sözün anlam alanına tekabül edecek bir hakikat aramak ilahiyatçı olarak işi değildir.

Şu halde ilahiyatçı tavrını hakkıyla benimsemiş bir ilahiyatçıdan Said Nursi’nin “bana yazdırıldı...” “kalbe ihtar edildi…” türünden, hakikatle samimiyet ilişkisini anlaması ve tartması beklenemez. Tartmaya kalkarsa, ancak teknik olarak tartar; en iyi ihtimalle “peygamberlik iddiası” kapsamında yorumlanabilmesine ses çıkarmaz, bir de şahsi hesabı varsa, “peygamberlik iddiası” kapsamına koyuverir.

Said Nursî, İmam Ali’nin [ra] eserlerinde Risale-i Nur’a dair işaretler olduğunu kaydeder; açıkça vurgular, talebelerine anlatır. Elbette ki bunu da Risale-i Nur’a dokunulmaz “kutsal kitap” statüsü kazandırmak için değil, İmam’ın kerameti adına söyler. Kaldı ki Said Nursî, sırf Risaleleri okuyup yazmalarından ötürü insafsız mahkemelerce idam iddiasıyla yargılanan talebelerine moral destek sağlamak için bu işaretlerin altını çizer, ama ilahiyatçının bu zamandan o zamana bakışı son derece soğukkanlı olacaktır. Said Nursî ve talebeleriyle empati kuracak insaf ve anlayışını esirgerse, kimse ilahiyatçıya bir şey diyemez, insaf meslek gereği değildir. İmam Ali’nin [ra], harf devrimleriyle ve yasaklarla kaynak çoraklığı yaşandığı bir dönemde, Kur’ân’la bizi doğrudan tanıştıran, bize Kur’ân’a dışarıdan baktırmaktan öte bize Kur’ân’la bakmayı öğreten bir esere manevi ilgisini görmemek meslek erbabı için kusur değildir. İlahiyatçı olarak haklıdır. Kalbinizi çok teknik bir operasyonla yeniden çalıştıran bir cerrahtan niye bir de tebessüm bekleyesiniz?

İnsanî nezaketi takınarak bakarsanız, “Bana yazdırıldı…” ve “Kalbe ihtar edildi…” gibi cümlelerin tekebbür için değil tevazu sonucu söylendiğini anlamakta zorlanmazsınız. Tıpkı “ben çok günahkârım…” diyen bir adamın, “ben”le başlayan cümlesini “o” diye başlayan cümleye dönüştürdüğünüzde gramatik bilgi hatası yapmadığınız halde, nezaket hatası yapmanız gibi. Bir insan “Ben günahkârım” derken, kendi iç dünyasının gerçekliği üzerinden kendini bağlayan bir bildirimde bulunur. Onun kendi sübjektif algısında “günah” diye algıladığı sizin “günah” diye algıladığınızla eşleşmiyor olabilir. Onun “ben günahkârım” deyişi ile sizin “ben günahkârım” deyişi aynı nesnel gerçeği ifade etmez. O halde, bu cümleyi “o günahkârdır” diye tercüme edemezsiniz; çünkü onun günah diye kastettiğini ancak o bilir, o anlar. “Bana bildirildi…” cümlesi de ancak “ben” öznesiyle nakledilmelidir. Söz sahibinin iç gerçekliğiyle ilgilidir. Bu cümleyi “Said Nursi’ye bildirildi, yazdırıldı…” diye çevirirseniz, tartışılır bir nesnel gerçeklik olarak algılarsınız.

İlle de ilahiyatçılara anlatmak gerekirse, “Sen attığında, sen atmadın; velakin atan Allah’tır” mealindeki ayetin ekseninde söylenmiş olamaz mı bu cümle? Atma eylemini tercih eden insandır; ama eylemi yaratan Allah’tır. Aynı şekilde, yazma eylemini de var eden, yaratan Allah’tır. Tercih eden Said Nursî’dir. İş bu kadar kolayca anlaşılabilecekken, işi yokuşa sürme, bin dereden su getirme niyeti pekâlâ başka türlü yorumların malzemesi de yapabilir bu cümleyi. Bu da, yorum sahibinin Said Nursî’nin ne söylediğiyle değil, Said Nursî’nin söylediğinden ne anla(t)mak istediğiyle ilgilidir.

Hem sonra “kalbe ihtar edildi...” sözüne kim hangi hakla karşı çıkar? Allah kulunun kalbinden bihaber midir? İnsaf, sadece insaf! “Kalbe ihtar edildi” demek kalbine ihtar edileni büyütmez, kalbe ihtar edenin keremini ve ilmini, rahmetini ve ihsanını hissettirir.

Said Nursî sözlerinden peygamberlik iması çıkarmaya kalkmak, ciddi bir yetersizliğin de ucunu gösterir. Aklınızdaki algılama çerçevesi yeterince geniş değilse, her türlü veriyi bu çerçeveye sığdırmaya çalışırsınız. Gerçekliğin kolu bacağı çerçevenizin dışında kalırsa, inkâr eder, yok sayar; biraz daha ileri gider saçmalıkla etiketleyebilirsiniz. Bu da bir gerçekliktir; kim ne diyebilir? Oysa veriler değildir saçma olan, veriyi algılayan aklın anlam alanında verilerin kendine yer edinememesidir. Şöyle anlatayım: Eğer, bakırcılıkla meşgulseniz, her türlü değeri sadece bakırla ölçersiniz. Yediğiniz ekmeği de, giydiğiniz elbiseyi de… Altından bihaberseniz, altın’ı unutmuşsanız tek yapacağınız budur. Aynı şekilde, kafanızda sadece kibirlenme/büyüklenme çerçevesi yer etmişse, hele bir de gökten yere dokunuşların cümlesini “vahyin inişi” kapsamında algılayacak esneklikten yoksunsanız, “vahiy” deyince aklınıza sadece doktora tezlerinin başını süsleyen lügat tanımları geliyorsa, Said Nursî’nin bu cümlelerini tekebbüre, büyüklenmeye yormaktan başka seçeneğiniz kalmaz. Kategorize düşünen bir aklın “bana yazdırıldı..”lardan anlayacağı tek şey “bana peygamber gibi vahiy indirildi” iması olacaktır. Bu şekilde inşa edilmiş bir aklın terazisinde başka türlü bir değer tartılmaz.

Şimdi “Bunlar da benim kalbime ihtar edildi; bana da bunlar yazdırıldı” deyiversem, “bana vahiy geldi” mi demek isterim?

Senai Demirci

Risale-i Nur Tefsir Ötesidir

Tefsir, teknik bir deyim. Ayetleri önünüze koyarsınız, öncesi ile sonrasıyla nasıl bir irtibatı olduğunu, ne demeye geldiğini, nasıl indirildiğini vs. anlatırsınız. Bu konuda, Risale-i Nur müellifi zaten bir çalışma yapmıştır. Hem de savaş sırasında, hem de at sırtında, hem de ana dilinde de değil, bir tefsirin olması gereken dilde, kendi dilinin yatağında “Arapça”, hem de hiç emsali olmayan bir duyarlılıkla ve tutarlılıkla…

Söz konusu tefsir, İşarât’ül İ’caz,  Bakara Sûresi’nin 32. ayetinin eşiğinde durmuştur. Bilahare Türkçe’ye de çevrilmiş, Arapçası da daha sade bir Arapça’yla yeniden aktarılmıştır. Yani, Said Nursî, bildiğimiz anlamda “teknik tefsir” yazamayacak biri değildir.

Peki ama Risale-i Nur nedir? Doğru, üstad da bizzat “tefsir”dir diyor ama. Bence bu Risale-i Nur’u en azından beklenen, bilinen, sevilen tefsir geleneğinin içinde de bir yeri olduğuna dair bir hatırlatmadan ibarettir.

Risale-i Nur “tefsir” değildir, “tefsir ötesi”dir… (Bu cümleyi, taassuptan azade söylediğimi gayet iyi biliyorum; Said Nursî takıntım da yok; öyle ki başka bir isim daha Risale-i Nur adı altında yeni metinler yazsaydı, seve seve okurdum. Bir fart-ı muhabbet de değildir bu; çünkü Said Nursî’ye dair değil eserine dair yazıyorum. Ancak, Nur talebeleri olarak bizi eleştirenlerin de hiç olmazsa bakışlarını anlayışla karşılamak gerek. Risale-i Nur, Kur’ân’ı yaşamak içindir, vahyin diri nefesini solumak için okunur. Risale, Risale okumak için okunmaz. Bu yüzden, Nur talebeleri de en az bir başkası kadar okudukların tekrarlayan, okuduklarını okumaya çağıran değil, okuduklarıyla Kur’ânla tanışan, yaşıyan ve Kur’ân’a Risale üzerinden muhatap olma heyecanını taşıran, taşıyan biri olana kadar bu iğneleyici eleştirileri hak vermesek de, anlayışla karşılamak zorundayız.) 

Risale-i Nur’un Kur’ân’la irtibatı “bilgi”sel/”informatik” değildir. Yani dışarıdan bakmaz vahye. Ayeti çerçevelenmiş bir nesne olarak önümüze koymaz. Bu tür bir bakışın, bizim meslekteki (tıp) karşılığı “in vitro” yani canlı dokuya tüpte bakmaktır. Oysa, asıl doku kendi ortamında tanınır; yani “in vivo” olarak.  Risale-i Nur bizi Kur’an’a muhatap ederken, “vahyin içine” koyar. Ayetin nabzını dışarıdan tutturmaz bize, bizi ayetin kalbinde tutar, odacıklarına sokar, varlığımızı ayetin nabzı eyler. Çerçevelemez ayeti, bizi, aklımızı, düşünme biçimimizi ayetin tablosu içine koyar.

O yüzden kışkırtıcı bir soru sorarım özellikle kendi meslektaşlarıma (ve tabii diğerlerine de): “Sen hiç kan gördün mü?” Cevap pat diye gelir; “Evet!” Oysa, görmemişlerdir, göremezler de, göremeyecekler de. Şimdiye kadar gördükleri kan hep “tüp içinde” oldu, hep “damar dışı”na akmıştı. Tüp içindeki kan,

(1) ölüdür ya da ölmek üzeredir,

(2) hareket etmez, tortulaşmak üzeredir,

(3) kalbe uğrayamaz, tüp içinde hapistir,

(4) soğuktur ya da soğumak üzeredir,

(5) basıncı yoktur; donup kalmıştır,

(6) pıhtılaşmıştır ya da pıhtılaşmak üzeredir; akışını kaybetmiştir,

(7) az sonra katısı sıvısından ayrışacak çökelecektir; rengini kaybetmiştir ya da kaybedecektir. Oysa damardaki kan,

(1) canlıdır hem de her damlasında binlerce can vardır,

(2) hareketlidir, hem de her noktasında binlerce hücrenin sürekli ve anlamlı bir dansı vardır,

(3) kalbe uğrar, nefes alır, nefes verir, canla irtibatı sürmektedir, canlıdır, canlandırır da,

(4) sımsıcaktır; her dokunduğu yere “bahar” gelir, vardığı her hücrede can tazelenir,

(5) basıncı vardır, ne az ne fazla.. hep dengede hep ahenk içindedir,

(6) akışkandır; pıhtılaşmayacak kadar seyreltik (diluted) damar dışına çıkmayacak kadar da kıvamlı (concentrated) akar her anda her mekanda,

(8) rengi hep tazedir, hep canlıdır, kan kırmızı bir dirilik içindedir..

Peki, bunca tıbbî ders ne anlama geliyor? Kur’ân ayetleri “damar içi kan” gibi canlı, hareketli, kalbe dokunan, neşeli bir akışkanlık içinde, sımsıcak temaslar sunan, akleden kalbi iten bir basınçla kıpırdayan, asla donmayacak, hiç pıhtılaşmamış,  kıpkırmızı kan renginde bir tecelligâhtır.

İşte Risale-i Nur bizi vahiyle tanıştırırken tüpe koymaz ayeti, bizi damar içine sokar…

O “kan kırmızısı” kapakların içinde sürekli bir hayat ırmağı akar, bizi de içine katar. 

Dipnot:  Ne garip ki, Üstad, “tefsir” olarak yazdığı İşârat’ül İ’caz’ın en son sayfasındaki son ayetin tefsiri için Risale-i Nur’un yazdırıldığını fark eder. Yani, milyonlarca Nur talebesi onlarca yıldır milyonlarca sayfalık dersleri sırf Bakara’nın 32. ayetini anlamak için okuyorlar… O ayet de ne diyor? “Subhansın Sen Allah’ım, biz bilmeyiz…”  “Tefsir” “bilmek” içindir; “bildirmek” için okunur; ama biz Risale-i Nur’u “biz bilmeyiz” demek için okuyoruz… “Bilmediğini bilmek” gibi eşsiz bir edep elbisesini giyebilmek ümidiyle bu dergâhın rahlesine diz çöküyoruz.

Senai DEMİRCİ

 

Şehrin Öte Yakasından Gelen Adam – Senai Demirci

 

ŞİMDİ BİR adam gelse şehre, uğrasa loş odalarına bir evin.
Bir çocuğun hayret bakışlarını indirse gözlerimize
Sönmeden ateşli hayretleri.
Yılmadan delici bakışları.
Bizi kendimize bin sürpriz diye tanıtsa.
Bebeğin çığlıkla başladığı başlamaların sırrını fısıldasa bize.
Dese ki:
“Dokunduğun her şey O’nun adına.
“Damağının suya değmesi, suyun damağına gelmesi O’nun rahmetiyle.
“Dudağının dudağına değmesi O’nun ismiyle…”
Halimiz bir inci sözün elçiliğinde “Bismillah” dese.
Başlamaların hepsine Allah adına bir devrim diye başlasak.
Bir dağda bir kardelenin çıkışını devrim bilsek.
Bir daldan bir yaprağın düşüşünü devrim görsek.
Bir dudağa bir hecenin tutunuşuna devrim desek.
Bir nefese bir sesin dolanışını devrim diye haykırsak.
Her şeyin her defasında hiçten yoktan sebepsiz başladığına tanık olsak.
Hep başlasak,hep başlasak…
Hep başlamalarda olduğumuzu bilsek.
Yeni baştan taşınsak “Bismillah”ın eşiğine.
Biz dahi başta ona başlasak…

Şimdi bir adam gelse şehre, yeniden baksa kutlu bakışlara susamış sokaklara.
Ölüler ağırlayan mezarlar.
Unutturduklarıyla utanan soğuk taşlar.
Ayaklar altında ezilmiş tohumlar.
Toz olmuş kemikler gibi ağaçlar…
Kuru dal uçlarına sürgün edilmiş ümitler…
Kara toprağa uzatılmış taze tenler.
Ayrılık uçurumlarına savrulup solmuş gül yüzlüler.
Yarım kalmış sevdalar.
Kırık dökük hecelerde saklı aşklar.
O adamın Sözler’iyle…
Bin diriliş türküsü oluverse, bir haşir sözüne dönüşüverse.
Dal uçlarında tomurcuklar gibi patlasa sonsuz özlemlerin.
Gelincikler gibi yüzü kanlansa paslı kederlerin.
Kan kırmızı mahcupluklar bulaşsa yüzüne ölü kızların.
Bir daha bir daha seyretsek İbrahim’in [as] kuşlarının yaprak yaprak geri dönüşünü.
Bir daha, bir daha dirilmeye bin bahar kadar emin olsak, İbrahim’ce mutmain olsa yaralı kalplerimiz.
Dal uçlarına çiçek çiçektebessüm asılıverse.
Baharı giyinen yeryüzü bir Duha ayetini seslendirse:
Rabbin seni terk etmedi, etmeyecek
Rabbin sana darılmadı, darılmayacak
Bundan sonra ne gelirse başına, bundan öncekilerden güzel olacak.

Şimdi bir adam gelse şehre, unutulmuş köşelerine uğrasa evlerin.
Mahzun ve asil bir kadın.
Anne.
Sınanmanın en zoru evladının ölümüyle.
Kan çanağı gözlerinden ateşli yaşlar düşürürken göğsüne.
Baldıran zehri çaresizliği yudumlarken kederler içinde.
Suskun duvarlardan, aldırışsız kahkahalardan, zoraki başsağlıklarından yüreği boş dönerken.
“vildanunmuhalledûn…” müjdesini fısıldasa adam.
Cennet saraylarından haber verse.
Bir teselli yağmuru iniverse ana yüreklerine…

Şimdi bir adam gelse şehre, tutsa ölüme yürüyen ihtiyarların elinden.
Gölgelerin gövdeleri aştığı ikindi hüzünlerinden parıltılı ümitler devşirse.
Yangın yeri ahir zaman akşamlarına sevinç pırıltıları düşürse.
Yakıp kavuran pişmanlıkların dudağına pınar suyu değdirse.
“Ah keşke…” lerle felç olmuş ümitleri yeniden yürütse.
Yüz üstü düşmüş özlemlere gülümsese.
Hayranlık umdukları gözlerden aşağılanmalar yaşlı kadınların yüreğine su serpse.
Cam kırığı sözler ağızlarda bekleşirken, sussan acıtır, konuşsan kanatır kederleri bir bir dile gelse.
“Halık-ı Rahîm” diye başlasa söze…
Hep Rahman hep Rahim Allah’ın adıyla…
Sonsuz rahmeti, bitimsiz merhameti ümit nehri gibi avuçlayıp serpse ihtiyarların yüreğine.
Rahmanî umutlar döşese kabre giden patika yollar üzerine

Şimdi bir adam gelse şehre, telaşlı koridorları adımlasa.
Teselli arayan çaresizler.
“Neden ben, neden ben!” diye hırçın sorular soran devasız gençler.
Nefesi daralmış, yüreği sıkışmış, güneşi unutmuş dertliler.
Huzuru her sabah yeniden kanayan, hüznü çıban gibi çoğalan.
Hastalar, hastalar, hastalar..
İlaçların kâr etmediği, yoğun bakımların göremediği, operasyonların onaramadığı yaraları varken hastaların.
Şehre bir adam gelse.
Bir tatlı kelam etse: “Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, derman… Ömrün bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hastalık ömrünün dal uçlarına ebedi meyveler takıyor.”
Sonra hastalığın hüznü sarı güller gibi pencerelerden sarksa…
Sonra bitkin tebessümleri dertlilerin serin pınarlar gibi aksa…

Bir adam gelse şehre, bizi Kitab’la tanıştırsa…
Terk ettiğimiz, uzak köşelere bıraktığımız, susturduğumuz.
Tedavülden kalkmış para muamelesi yaptığımız, miadı dolmuş ilaç yerine koyduğumuz,
Unuttuğumuz Kitab’ı ateşli bir haber gibi sokuverse gündemimize.
Sözlerin en sıcağına dokundursa dilimizi.
Yüreğimizi yatırsa vahyin ırmağına.
Sesten serinliklere daldırsa yüreğimizi.
Güneş karşısında nazenin yaprakları İbrahim tenini seyredercesine seyrettirse.
Ateşler içinde serin ve selamette olmanın mucizesine tanık etse dal uçlarını.
Taş kadar katı, taştan da katı kalplere bir Musa asâsı dokundursa.
İpek gibi kök ve damarların dokunuşuyla katılığını terk eden taşlardan utandırsa katı kalplerimizi.
Bir aşk hikayesi okusa taşların yüzünden; taşların da kalbini gösterse kalbimize.
Dese ki, güya bir âşık gibi taşlar; o lâtif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.
Yüzümüz kızarsa, anlamak için geç kaldığımıza yansak “Biz Uhud’u severiz, Uhud bizi sever” diye taşlara aşk yükleyen Peygamber sözünü.

Bir adam gelse şehre; bize bir Peygamber anlatsa…
Uzakta kalmış değil, şimdi burada aramızda bir peygamber.
Soğuk değil sıcak:
Taze peygamber nefhaları taşısa şehre.
Yunus’ça yakarışların denizine atsa kalbimizi hemen şimdi.
Eyyub’ca yaraların tenine taşısa yakarışlarımızı hemen şimdi.
İbrahim’ce kurtuluşların serinliğine fırlatsa yangınlarımızı hemen şimdi.
Musa ile Hızır’a yoldaş eylese itirazlarımızın hepsini hemen şimdi.
Yusuf’ça rüyaların müjdesine sarıverse terk edilmişliklerimizi.
İsa’ca bir merhametin yüreğinde eritse hoyratlıklarımızı hemen şimdi.

Gelse adam…
Gelse ve
Tutsa elimizden “asr-ı Saadet’e, ceziretülArab”a götürse bizi hemen.
Onu vazife başında görsek:
Görsek ki, O’nun bakışıyla matemler sustu, varlık şevke boğuldu.
Birbirine yabancı ve düşman görünen varlıklar O’nun nuruyla, dost ve kardeş oldu.
Suskun ve dilsiz taşlar pürneşe söz oldu.
Korkunç, dipsiz deniz gökler mavi tebessümlere durdu.
Yetimler gibi boynu bükük dağların yüzü güldü.
Sevildi, sevilir oldu, sevildiğini bilen oldu.
Yüzleri soluk, nefesi kesik hastalar gibi yıldızlar şiir olup iniverdi göğümüze.
Ve böyle böyle…
Böyle böyle…
Aramızda bilsek Allah’ın Elçisi’ni.
Aramızda…
Bir gül tebessümünce diri.
Bir yağmur damlasınca duru.
Reşha Reşha indirse Peygamberce bakışı şehre…
Can kulağımıza değdirse sözlerini…

Bir adam gelse şehre…
Öte yakasından şehrin..
Sarı çiçeklerle sohbet edecek kadar hisli…
Bir gülün soluşuna ağlayan.
Şefkatli.
Karıncalarla sofra arkadaşı.
Dağ başlarını, ağaç dallarını mekan tutmuş münzevi.
Üveyiklerin hatırını soran, sinek kanadı inceliğinden ders alan öğrenci.
Gelse şehrin bu yakasına…
Bir delikanlının tereddütlerini ağırlasa avuçlarında.
Bir genç kızın uçarı hayallerine eğilse bakışlarıyla.
Dese ki,
Ey kavmim “Uyun Elçilere…”
“Sizden ücret istemeyenlere…”
İlle bizden olacaksın demeden gerçeği anlatanlara..
Taşlanmayı göze alarak koşsa meydanlara…
Soğuk mapus duvarlarından sonsuz tefekkür göğünü kucaklayan meyvelerle çıkıp gelse…
Canına kastedenlere de ebedi canlar sunan tebessümüyle baksa gözlerimizin içine içine…
Şehrin öte yakasından bir adam gelse…

Şehrin öte yakasından gelen adam
Geldi çoktan.
Dudağında göklü sözlerin iksiriyle…
Yanında muhabbet kahramanlarının alın teriyle…
Yüreğinde Mevlana şiiriyle,
Aklında Geylanî hikmetiyle,
Şirazlı Sadi’nin Molla Cami’nin aşkıyla,
Meleklerin “bilmeyiz biz; Sen bilirsin” edebiyle…
Şehrimize bir adam geldi.
Şehrin öte yakasından…

Keşke kavmi bilseydi…

© 2010 karakalem.net, Senai Demirci 23/03/2011

Said Nursî “Bana yazdırıldı” derken peygamberlik mi iddia eder?

Said Nursî “Bana yazdırıldı” derken peygamberlik mi iddia eder?

Peşinen söylemem gerek. Aşağıda okuyacağınız, katılıp katılmamakta tereddüt edeceğiniz ifadelerin hiçbiri herhangi bir ilahiyatçı ya da tıpçıyı hedeflemiyor. Yazıda sadece “ilahiyatçılık” ya da “tıpçılık” tarif edilmeye çalışılıyor.

“İlahiyatçılık” ya da “tıpçılık” bir tavrın adıdır. Öyle ki, “ilahiyatçı” olmak için ilahiyatçı olmak gerekmediği gibi, tıp doktoru olmayanlardan da “tıpçı” olmak beklenebilir. İlahiyat ya da tıp eğitimi alan ya da veren muhterem insanları kınamak değil elbette maksadım, ancak ilahiyatçı ya da tıpçıları da etkileyebilecek bir savrulmaya dikkat çekmeye niyetliyim.

Şöyle ki: Tıpçılar nasıl insanın selameti için insanı kadavralaştırıyorsa, ilahiyatçılar da dini biçimsel kategorilere ayırırlar. Ben de bir tıpçı olarak gayet iyi biliyorum ki, kadavra üzerinde çalışırken de, yoğun bakımda ya da acil serviste bir insanın hayatını kurtarmaya çalışırken de insanla samimi olmak zorunda değildir hekim.

Cerrahlar insanın kendisine muhatap olmadan, muhatap olmak zorunda kalmadan, muhatap olmaya ihtiyaç duymadan, insanın gözünü, dizini, beynini opere edebilir. Bazen bu istenir bile. Hekimler insanın kendisiyle oyalanmadan ve tanışmadan “iş”lerini daha iyi yapabilirler.

Aynı şekilde ilahiyatçı da bir ayetin kelimelerini hece hece inceleyebilir, kelimelerin etimolojisine derinlemesine nüfuz edebilir, bir hadisin rivayet zinciri üzerinde uzun tezler yazabilir. Ancak bu sırada ayete ve hadise muhatap olmayabilir, muhatap olmamayı bir eksiklik saymayabilir, hatta muhatap olmamayı işinin gereği sayabilir. Çünkü ilahiyatçı da tıpçı da operasyon adamıdır, eylem uzmanıdır. Tıpkı taksiciler gibidirler. Taksici kimin nereye, niye gittiğiyle ilgilenmez, ilgilenmek zorunda değildir, ilgilenmemesi gerekir. Taksici operasyonunu yapar; şehrin hangi semtinde güzel yemek yeneceği, hangi sahilde daha keyifli gezileceği müşteriyi ilgilendirir. Taksicinin müşterisine verebileceği en iyi hizmet, sokakları, caddeleri, çıkmazları, meydanları avucunun içi gibi bilmektir.

Sözgelimi, bir hadisçi, bir hadisin nerede, kime, nasıl, hangi kanaldan, kaç versiyonla geldiğini, zayıf mı, sahih mi, mevzu mu ince ince bilir, söyler. Ancak bu sırada sözün neyi kastettiğini tatmak aklına gelmese de olur. Hadisçi hadisin tadını almadan doktora tezi bile yazabilir, yazdırabilir. İlahiyatçıya göre, mesela bir ayetle samimi ilişki kurmanın adı “tasavvufi bakış açısı”dır; sadece bir açı farkı olarak kaydetmek zorundadır bu içtenliği. Nefsin hallerini sayabilir, saymalıdır ama “emmare” olan nefsini “mutmainne” olarak yaşamak ilahiyat müfredatında yoktur; olması gerekmez, olmaması gerekebilir.

İlahiyatçı içtiği suyun tadına değil etiketine bakmakla yükümlüdür; suyun tadına aşina olma zorunluluğu yoktur. Hamidiye suyunun üzerine Çırçır suyu etiketi yapıştırırsanız, suyu Çırçır olarak tarif edecektir. Çırçır suyu etiketli bir suyun, Hamidiye suyu da olabileceği iddialarını “zayıf” ve “mevzu” olarak tanımlayacaktır.

İlahiyatçı, mesela Mevlana‘nın hadis kitaplarında yer bulmayan hadisleri çokça zikretmesine, hatta tüm davasını o hadislerin anlamı üzerine inşa etmesine mesafeli bakacaktır. Hadis sahih değilse, hadisçiye göre, hadise dair yorumlar da sahih olmaktan çıkacaktır. İlle de gönül adamı olacaksa, bunu ilahiyatçı kimliğinin dışında bir alana geçerek yapmak zorundadır. Oysa Mevlana da Geylani de, Gazali de Nursi de Peygamber sözlerinin tiryakisidir. Tiryakiler sözü tadından tanır; etiketinden değil. O söz teknik olarak sahih hadis sayılmasa da, bir sözün peygamberî tavır içinde karşılık bulacağı anlamlar arar, bulur.

Bu konuda “Sen olmasaydın, sen olmasaydın…” diye başlayan “Levlâke…” hadisi çarpıcı bir örnektir. İlahiyatçılığın sıkı disiplini bu söze hadis kaynaklarında net olarak yer verilmemesi üzerine sadece susar, “sahih” olmadığı notunu düşmekle yetinir. Fazlası disiplin dışına çıkmak demeye gelir. Sözün kendisiyle ancak laboratuvar şartlarında muhatap olmak zorundadır ilahiyatçı. Sözü yüreğine değdirmek, gönlünde bu sözün anlam alanına tekabül edecek bir hakikat aramak ilahiyatçı olarak işi değildir.

Şu halde ilahiyatçı tavrını hakkıyla benimsemiş bir ilahiyatçıdan Said Nursi’nin “bana yazdırıldı…” “kalbe ihtar edildi…” türünden, hakikatle samimiyet ilişkisini anlaması ve tartması beklenemez. Tartmaya kalkarsa, ancak teknik olarak tartar; en iyi ihtimalle “peygamberlik iddiası” kapsamında yorumlanabilmesine ses çıkarmaz, bir de şahsi hesabı varsa, “peygamberlik iddiası” kapsamına koyuverir.

Said Nursî, İmam Ali’nin[ra] eserlerinde Risale-i Nur’a dair işaretler olduğunu kaydeder; açıkça vurgular, talebelerine anlatır. Elbette ki bunu da Risale-i Nur‘a dokunulmaz “kutsal kitap” statüsü kazandırmak için değil, İmam’ın kerameti adına söyler. Kaldı ki Said Nursî, sırf Risaleleri okuyup yazmalarından ötürü insafsız mahkemelerce idam iddiasıyla yargılanan talebelerine moral destek sağlamak için bu işaretlerin altını çizer, ama ilahiyatçının bu zamandan o zamana bakışı son derece soğukkanlı olacaktır.

Said Nursî ve talebeleriyle empati kuracak insaf ve anlayışını esirgerse, kimse ilahiyatçıya bir şey diyemez, insaf meslek gereği değildir. İmam Ali’nin[ra], harf devrimleriyle ve yasaklarla kaynak çoraklığı yaşandığı bir dönemde, Kur’ân’la bizi doğrudan tanıştıran, bize Kur’ân’a dışarıdan baktırmaktan öte bize Kur’ân’la bakmayı öğreten bir esere manevi ilgisini görmemek meslek erbabı için kusur değildir. İlahiyatçı olarak haklıdır. Kalbinizi çok teknik bir operasyonla yeniden çalıştıran bir cerrahtan niye bir de tebessüm bekleyesiniz?

İnsanî nezaketi takınarak bakarsanız, “Bana yazdırıldı…” ve “Kalbe ihtar edildi…” gibi cümlelerin tekebbür için değil tevazu sonucu söylendiğini anlamakta zorlanmazsınız. Tıpkı “ben çok günahkârım…” diyen bir adamın, “ben”le başlayan cümlesini “o” diye başlayan cümleye dönüştürdüğünüzde gramatik bilgi hatası yapmadığınız halde, nezaket hatası yapmanız gibi.

Bir insan “Ben günahkârım” derken, kendi iç dünyasının gerçekliği üzerinden kendini bağlayan bir bildirimde bulunur. Onun kendi sübjektif algısında “günah” diye algıladığı sizin “günah” diye algıladığınızla eşleşmiyor olabilir. Onun “ben günahkârım” deyişi ile sizin “ben günahkârım” deyişi aynı nesnel gerçeği ifade etmez. O halde, bu cümleyi “o günahkârdır” diye tercüme edemezsiniz; çünkü onun günah diye kastettiğini ancak o bilir, o anlar. “Bana bildirildi…” cümlesi de ancak “ben” öznesiyle nakledilmelidir. Söz sahibinin iç gerçekliğiyle ilgilidir. Bu cümleyi “Said Nursi’ye bildirildi, yazdırıldı…” diye çevirirseniz, tartışılır bir nesnel gerçeklik olarak algılarsınız.

İlle de ilahiyatçılara anlatmak gerekirse, “Sen attığında, sen atmadın; velakin atan Allah’tır” mealindeki ayetin ekseninde söylenmiş olamaz mı bu cümle? Atma eylemini tercih eden insandır; ama eylemi yaratan Allah’tır. Aynı şekilde, yazma eylemini de var eden, yaratan Allah’tır. Tercih eden Said Nursî’dir. İş bu kadar kolayca anlaşılabilecekken, işi yokuşa sürme, bin dereden su getirme niyeti pekâlâ başka türlü yorumların malzemesi de yapabilir bu cümleyi. Bu da, yorum sahibinin Said Nursî’nin ne söylediğiyle değil, Said Nursî’nin söylediğinden ne anla(t)mak istediğiyle ilgilidir.

Hem sonra “kalbe ihtar edildi…” sözüne kim hangi hakla karşı çıkar? Allah kulunun kalbinden bihaber midir? İnsaf, sadece insaf! “Kalbe ihtar edildi” demek kalbine ihtar edileni büyütmez, kalbe ihtar edenin keremini ve ilmini, rahmetini ve ihsanını hissettirir.

Said Nursî sözlerinden peygamberlik iması çıkarmaya kalkmak, ciddi bir yetersizliğin de ucunu gösterir. Aklınızdaki algılama çerçevesi yeterince geniş değilse, her türlü veriyi bu çerçeveye sığdırmaya çalışırsınız. Gerçekliğin kolu bacağı çerçevenizin dışında kalırsa, inkâr eder, yok sayar; biraz daha ileri gider saçmalıkla etiketleyebilirsiniz. Bu da bir gerçekliktir; kim ne diyebilir? Oysa veriler değildir saçma olan, veriyi algılayan aklın anlam alanında verilerin kendine yer edinememesidir.

Şöyle anlatayım: Eğer, bakırcılıkla meşgulseniz, her türlü değeri sadece bakırla ölçersiniz. Yediğiniz ekmeği de, giydiğiniz elbiseyi de… Altından bihaberseniz, altın’ı unutmuşsanız tek yapacağınız budur. Aynı şekilde, kafanızda sadece kibirlenme/büyüklenme çerçevesi yer etmişse, hele bir de gökten yere dokunuşların cümlesini “vahyin inişi” kapsamında algılayacak esneklikten yoksunsanız, “vahiy” deyince aklınıza sadece doktora tezlerinin başını süsleyen lügat tanımları geliyorsa, Said Nursî’nin bu cümlelerini tekebbüre, büyüklenmeye yormaktan başka seçeneğiniz kalmaz.

Kategorize düşünen bir aklın “bana yazdırıldı..”lardan anlayacağı tek şey “bana peygamber gibi vahiy indirildi” iması olacaktır. Bu şekilde inşa edilmiş bir aklın terazisinde başka türlü bir değer tartılmaz.

Şimdi “Bunlar da benim kalbime ihtar edildi; bana da bunlar yazdırıldı” deyiversem, “bana vahiy geldi” mi demek isterim?

Senai Demirci – RisaleHaber.com

Kahve Bahane’de Bediüzzaman Konuşuldu

Hilal tv’de yayınlanan Senai Demircinin hazırlayıp sunmuş olduğu “Kahve Bahane” programının 16 Şubat’taki konuğu Mustafa İslamoğlu idi ve Bediüzzaman Said Nursi konuşuldu.

Senai Demirciden ve izleyicilerden gelen soruların Mustafa İslamoğlu tarafından cevaplandırıldığı programı izlemenizi tavsiye ederiz.

Programın 1. Bölümü:

Programın 2. ve 3. bölümü: